Yakınlardaki öğretmen okullarından birinde öğrenci olan İsmail’le oturduk, eğitim işlerimizdeki gevşeme ve gerilemelerden konuşuyoruz, ismail, dal boylu, açık sözlü, konuşkan bir arkadaş. Kafası işlek. İzinli olarak köyüne gidiyormuş. İki yıl önce bizim okuldan çıktığı için, «Öğretmenlerimi bir göreyim…» demiş.
Çevremiz biraz seyrelir gibi olunca kulağıma eğildi. İki yanına bakarak şunları söyledi: “Bir psikoloji öğretmenimiz var, derse gelip, falanca adam Masondur, filânca adam Masondur, sakın siz Mason olmayın! diyor. Anlaşıldığına göre masonluk kötü bir şey. Fakat öğretmenimizin Mason dediği adamlar hep büyük adamlar. Ömürlerini bu yurdun yükselmesi için harcamışlar. Hâlâ da ona çalışıyorlar. Nasıl kötü olurlar? Şayet öğretmenimizin dediği doğruysa, Masonluk kötü! İyiyse, öğretmenimizin dedikleri yanlış!..”
Çok üzüldüm İsmailciğin haline. Kafası karmakarışık olmuş. Anlatabildiği bu kadar, anlatamadığı kimbilir ne kadar? Kimbilir yatağına yattığı zaman, kafasındaki alaborayı, durdurmak için ne sıkıntılar çekiyor, ne terler döküyor? Bu yaşlar, onun “kişilik” kazanacağı yaşlar. Şimdi ona yolların doğru olanını, akla uygun olanını, insan onur ve gururuna değer verenini, toplum içinde hiç kimseyi hor görmeyenini göstermek gerek. Bu yaşlarda İsmail bunu ister. Uykularını rahat uyumak, rahat yatıp kalkmak ister.
Bir de Yakup var. İsmail gibi o da öğrenci. O da köyüne izinli gidiyormuş. Uğradı, konuştuk.
“Layikliği belledik.” diyordu. “Anlamını, değerini, yasalardaki yerini, bir güzel öğrendik. Din ile dünya ayrı şeydir dedik. Din bir duygu işidir dedik. Namaz, niyaz: İsteyen kılar, istemeyen kılmaz dedik. Oruç da öyle. Ama herkes akıntıya kürek çekiyor şimdi! Her yerlerde camiler yapılırken, yıkılan okullar hiç gözlere görünmüyor. Artık herkes işini camiden yana doğru ayarlıyor. Bu yıl bizim okulda öyle işler oldu ki, şaşar şaşar kalırsınız. Oruç tutmak, etüt saatlerinde teravih kılmak, zorunlu gibi bir şeydi. Hele okula bir teravih imamı tutuldu ki, bilmem size nasıl anlatsam!.. “
“İmamın yemesi, yatması okuldan, yani bizim payımızdan. Ücreti de bizden toplandı. Kılan kılmayan, hep ikişer lira verdik. Altı yüz öğrenciden 1200 lira para! Böyle iş olur mu? Hani layiklik vardı? Hani öğrencilerden para toplamak yoktu? Ama ben parada değilim, parası batsın! Benim gücüme giden, insanı böyle zora koşmaları. Dün iyi dediklerine bugün kötü demeleri. Ben en çok buna kızıyorum…”
Yakup’un konuşması, böyle, bu çizgi üzerinden, titrek titrek uzayıp gidiyor. İsmail’in anlattıkları gibi, insan onun anlattıklarını da utanç ve üzüntü içinde dinliyor.
Kasabada bir Ruşen Ağamız var. Yeyim yiyecek satıyor. Haram mıdır, helâl midir, küçükten başlayıp çıkmış yukarı doğru. İşini gördü diyen de var, vurgunu vurdu diyen de. Üç yıldır Hacca gitmeğe uğraşır bu Ruşen Ağa, ama her yıl bir “aksilik” çıkar. Döviz sıkıntısı derler, bulaşıcı hastalık derler; rapor alamaz, torpil bulamaz, kalır. Bu yıl gene uğraştı.
“Üçe beşe bakmayacağım, bu sefer katiyen gideceğim!» diyordu. Öyle azimli ki! Gidemedi gene. İl merkezinde, “Gidemezsin!” demişler. Ruşen Ağada demir gibi bir inat: “Bu yıl olmadı, gelecek yıl yüzde yüz giderim!” diyor hâlâ.
İl merkezinden eli boş dönmek istememiş. “Bir şeyler götürüp satayım da, yaptığım kârla yol giderlerini kapatayım!” demiş. Aramış, taramış, kilosu bir liradan, yüz kilo “peynir” bulmuş. Peynir! Kilosu da bir lira! Dört liradan aşağı peynir yok bugün. Çevremizdeki köyler de böyle satarlar. Öyleyse nasıl peynir bu bir liralık peynir?
Anlatayım:
Ruşen Ağa, posta arabasından indirip dükkâna soktuğu zaman, oralarda durulmuyordu kokudan! Koku kasabayı almıştı. Tüccar Ziya’nın dükkânda İbrahim Yıldız’la dikiliyorduk, kokuyu duyunca gidip baktık ki, Ruşen Ağa peynir getirmiş! Buna peynir denemezdi. Yüzüne bakılmazdı. İnsan burnunu tutup kaçıyordu.
Postacı Hasan, cin ifrit olmuş, avrat bacı dümdüz gidiyordu: “Ulan ağa gibi adı batasıca, bu ne biçim bir koku? İyice sindi benim arabanın içine. Bir ayda arlaşırsa iyi! Kilosunu bir liradan aldı, şuna bakın, iki lira da fiyat koymuş! Hey gidi doğruluk, nerelerdesin? Ula, kim alıp yiyecek bu peyniri? Bakın şuna bir, yenecek hali var mı? Bana yüz lira da üste verseler yemem, vallah yemem, billâh yemem! Yemem oğlu yemem!..” diyordu.
Hasan’ın dediği doğruydu. Yenmezdi. Üste yüz lira verseler, alıp yüz gramcığını yemezdiniz.
Ama hep satıldı. Kime satıldı, kimler aldı yedi biliyor musunuz? Söylemeye dilim varmıyor, kilosunu iki liradan köylüler aldı yedi. Kendi güzel peynirini dört liradan satan köylüler. İyisini satıp kötüsünü yiyen köylüler. Yoksul köylüler, kaz gibi yolunan, ışıksız köylüler…
Bu hikâyenin dokunulacak bin yönü var. İnsan hangi yönüne dokunacağına şaşıyor. Son zamanlarda, el ve dil birliğiyle dünya âleme kabul ettirdik ki, köylünün eli para görmüştür. Belki doğru, birtakım köylülerin eli görmüştür. Ama çoğunluk köylü, gene eski köylüdür. İyisini satmakta, kötüsünü almaktadır. Daha kimbilir ne kadar zaman böyle kokar peynirle gıdalanacaktır? Çoğunluk çok yoksuldur. Bırakalım işin bu yanını.
Ne oluyor bir bölük köylünün eli para görüyor da? Eli para gören azınlığın, para görmeyen çoğunluktan kafaca bir ayrımı yok ki!
Bir köy biliyorum, eskiden orada, yalnız iki üç kişi sarhoş olurdu. Şimdi pancar ekiyorlar, tarlası olanlar üç beş kuruş alıyor. Pancar ekiminden sonra kafa çekenlerin sayısı yükseliverdi köyde; otuz oldu! Yazın harmanda bile çekiyorlar kafayı şimdi. Pancar, hemen hemen, rakıcıların sayısını yükseltmeğe yaradı. Bir de körpe körpe gelinlerin romatizma olup inim inim inlemelerine. Keseyle birlikte kafa da yükselmezse, başka bir şeye yarayacağı da kuşkuludur. Yılda iki üç bin liralık pancar satan bir tanıdığım, sözümü tuttu, hasta karısını doktora götürdük. Doktor reçete yazarken, arkadaşım gözüne bakıyor: “Aman Bey, ucuz yaz, gözünü seveyim, kurbanın olayım!” diyordu.
Sivas dolaylarından başka bir örnek vereyim. Kelkit vadisi, biterli bir vadidir. Kan ek, can bitsin! Bir yıl, fasulye iyi para etmişti. Ben o zaman Sivas’taydım. Vadi köylerine biraz para girmişti. Fazla para, evleri daha güzel yapmalıydı. Sofraları bezemeli, bollaştırmalıydı. Yaşama düzeyini yükseltmeliydi. Tersine oldu. Köylüler, ellerine geçen parayla bellerine birer “Bara-bellom” aldılar. Gecelerde, gündüzlerde, düğünlerde, bayramlarda, taaaak taaaak, tak! Mermi için etek etek para veriyorlar şimdi. Birbirlerini yaralayıp öldürüyorlar.
Türkiye’de, köyümüzün, kentimizin, sayısız zorları, sayısız zorlukları var. Bir tane, birkaç tane değil, çok. Bunların ortadan kaldırılması, doğruca anlaşılıp, iyice bilinmelerine bağlı. Okullarımızın, üniversitelerimizin bunlarla ilgilenmesi, öğrencilerde şimdiden bir kıvılcım tutuşturması, onlara şimdiden bir heyecan kazandırması gerek. Bugün bu zorluklan iyice biliyor muyuz? Okullarımız bunlarla ilgilenmiyor mu? Ne gezer! Hâlâ ayağı toprağa basmayan birtakım Beyler, nelerle uğraşıyor, nelerle gün tüketiyor, görüyorsunuz! Bunlar, asıl sorunlardan ne kadar uzaklarda dolaştıklarının hiç farkında değiller mi acaba?
“Falanca masondur, filânca masondur…”
“Verin 1200 lira, teravih imamı tutun…”
Bu mu bizim zorumuz?
Bizim zorumuz, ne yapıp edip, köylümüzü, iki yüz kuruş verip o kokan peyniri yiyecek kafadan ve ekonomik perişanlıktan kurtarmaktır.