Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatEdebiyat ( Dünya )Julio Cortazar ve Kısa Öyküler

Julio Cortazar ve Kısa Öyküler

Arjantinli bir ailenin çocuğu olarak 1914 yılında Belçika’da doğan Cortazar’ın yazarlığa olan ilgisinin de çocukluk döneminde başladığını söyleyebiliriz. Devamlı hareket halinde geçen bir yaşam, aile içi sorunlar ve babasının evi terk etmesinin yanı sıra zayıf bir bünyesi olduğu için çocukluğunun büyük bir kısmını hasta olarak geçirmiş yazar. Bu yorucu dönemde yaşadıkları, Cortazar’ın kendine özgü ve sıra dışı iç dünyasının gelişiminin ilk tetikleyicisi olmuş.

İlk şiir kitabını 1938 yılında üniversitede eğitim görevlisiyken yayınlayan Cortazar’ın ilk kısa öykü kitabı “Bestiario” ise 1951 yılında yayınlandı. “Bestiario” Cortazar’ın Arjantin’e de vedasıdır aslında. 1952 yılında UNESCO’da çevirmenlik görevini yapmak üzere Paris’in yolunu tuttu ve bir daha Arjantin’e geri dönmedi.

Paris yılları Cortazar’ın iç dünyasından en başarılı öykülerin birer birer ortaya çıktığı dönem oldu. Özellikle kısa hikâyelerini okurken bambaşka dünyalara yol alabileceğiniz Cortazar’ın eserleri modern literatürün en iyi sürrealizm eserleri olarak anılıyor. Cortazar’ın yazar kimliğinin yanında fotoğrafçı ve araştırmacı kimliklerinin de etkilerini öykülerinde görmek mümkün.

Cortazar’ın 1963 yılında yayınladığı romanı “Sek Sek” ise yazarın başyapıtı olarak kabul ediliyor. Tabii ki bunun birçok nedeni var. Romanın başında okuyucuya verdiği bir okuma tarifi vardır. Roman, birbirinden farklı bakış açıları ile bir çok şekilde sonuçlanabiliyor. Cortazar sabırsız okuyucularına kitabı doğrusal bir şekilde okumalarını önerirken, kitaptaki asıl gizem bölümleri atlayarak okunduğunda ortaya çıkıyor. Kitaptaki “Sek sek” bölümlerini farklı sıralamalar ile okuduğunuz takdirde farklı bir sonuca doğru yol alıyorsunuz.

“Sek Sek”, “Güney Otoyolu”, “Büyüdükçe”, “Mırıldandığım Öyküler”, “62 Maket Seti”, “Bir Sarı Çiçek (Cinayeti Gördüm)”, “Ayak İzlerinde Adımlar”, “Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı”, “Andres Fava’nın Güncesi” ve “Lucas Diye Biri” adlı eserleri dilimize çevrilen Cortazar’ın öyküleri için ünlü yazar Pablo Neruda; “Cortazar’ın hiçbir yapıtını okumamış olmak, ömür boyu şeftali yememiş olmak gibi birşeydir.” demiş.

****

1.Ağız mandalının konuşmaları

Benim evde acayip bir ağız mandalı var. Saint-Roch’un çanları susar susmaz, ağız mandalım ayakları üstüne dikiliyor ve benim şahsıma gündelik konuşmasına başlıyor. Sorgun koltuğuma gömülmüş biçimde, ilgisiz görünmeye çalışıyorum yıllardır, çünkü bu yaratığın sohbetinde bana hitap edebilecek herhangi bir şey olmaması gerekir, ama bugüne dek ağız mandalım her zaman benden daha kurnaz olmuştur.

İşte böyle, konuşmasına başladığı andan başlayarak, özellikle yansımalı ama çözümlenmesi kolay bir biçimde anlatacaklarını anlatıyor, ben de kulağı kirişte olan bir kimse gibi dinlemek zorunda kalıyorum onu, bunu yaparken de en ufak ikilem sergilemeden kendisini onayladığımı ve hoşnut olduğumu gösteriyorum.

Her şey bundan ibaret olsaydı, aşağı yukarı yirmi dakika sonra, Saint-Simon’un anılarına yeniden gömülebilirdim, ama ağız mandalım hiçbir şeyden tatmin olmuyor. Konuşması bitmeye yüz tuttuğunda, bana konuşmasını birkaç cümlede özetlememi buyuruyor. Akşamın en çekilmez ânı bu, çünkü sıklıkla onun düşüncelerinin izlediği yolu yitiriyorum. Tek bir örnek vermek gerekirse, o akşamki konuşması a sesi üstüne kurulmuşsa, ki bundan sonsuz perde değişimleri, armonik farklar ve e’ye ya da o’ya geçişler çıkarabiliyor (aae, aea, aoa, aoo, aeoa, aeeoo gibi seslerin tüm dizisini ekleyelim bunlara), konuşmanın maddesinin iki hali arasına mantık köprüsünü kurmakta elimden bir şey gelmemesi yeterli oluyor her şeyi berbat etmek için. Ağız mandalım kudurdu mu sınır tanımaz, ve ne yazık ki bunun sonuçlarını birçok kez tekrar tekrar yaşadım. Öncelikle şu kül tablası sorunu var. Eğer az önce sözünü ettiğim nedenlerden ötürü kızmışsa (üstelik sayısız kızgınlık türü var), ağız mandalımdan bana saat dokuz buçuk sigaramı içebilmem için kül tablasını getirmesini rica etmem boşuna oluyor.

O durumda ani bir tepki veriyor, kâh kâğıtlarla dolu çöp kutusuna kendini bırakıyor, kâh oyun masasının altına girip, ağzı ayaklarının arasında, belli belirsiz bir sfenks edasıyla bana odaklanıyor. Bana gelince, konuşmayı özetlemekteki başarısızlığım beni neredeyse her zaman öyle bir duruma sürüklüyor ki, bu konuda en azından şunu söyleyebilirim, ödüm uç bir psikolojik karmaşıklığın burgacına atılıyor. Böylesi bir durum yalnızca zamanın, iğrenç saat kurma sapının, sihirli aynalar gibi çoğaltacağı yüksek tansiyonlara yol açar.

Sonunda da, bu sözcük burada birazcık yersiz kaçacak ama neredeyse doğal biçimde, birbirimizin yüzüne en özümsenmiş hakaretleri yağdırırken buluyoruz kendimizi, bunların üstüne, tutumunun ev ekonomisinde ciddi sorunlar yaratmasını umursamayan ağız mandalım, alev alev yanan gözlerindense daha çok öfkeyle burnundan fışkıran yaşları silmek için patiska mendilimi elimden kapıveriyor. O anlarda, ağız mandalıma nereye kadar dokunabileceğimi tartıyorum kafamda, çünkü bu yaratık, kül tablası darbesi düzeyini de, mendil darbesininkini de aşmaktan hiç çekinmiyor, kaldı ki benim kendimi zorlayarak hareketsiz kalmam karşısında, bana karşı en azından daha az kırıcı davranışlar sergilemesi onun için o kadar da zor olmasa gerek.

Bu gibi durumlarda insan bir ağız mandalının ruhunun, onun küçük parmağından öteye gitmediğini anlıyor ister istemez, biraz merhamet ve unutuş katılıyor sonra işin içine, bunun tek nedeni sessizliğe ve düşüncelere dalmaya izin veren şeylerden alınan zevk. Çünkü o dakikadan sonra, evde sessizlik olacaktır; özet yapılmış olsun olmasın, konuşma kapanmıştır, kül tablası getirilmiş ya da getirilmesi reddedilmiş, mendil elden gitmiş ya da gitmemiştir. Birbirimize odaklanarak bakmak kalır bize, herkes kendi yerinde, bırakırız kapansın üstümüze gecenin koca kubbesi. Sabah saat yedi çeyrekte kahvaltımız getirilir. Vaktimiz bol nasıl olsa.

2.Gereksiz Koruma

Gayet iyi biliyorum, hastalık derecesinde utangacım, insan içine çıkınca demir gibi, kaya gibi kaskatı oluyorum. Çoğunlukla müttefikim olan su bile, kimi zaman kuru ve düşmanca bir tavır takınarak akıyor dudaklarıma, oysa dudaklarım suyun badem ya da dantel olmasını isterlerdi; akşamın alacakaranlığında, henüz kentte dolaşmaya cesaret edebildiğim solgun ışığın altında bile öylesine tatlı profilleriyle derimin içinde derin yaralar açıyor bulutlar, ve beni çığlıklar atıp cümle kapıları altına sığına sığına kaçmaya zorluyorlar. Daha emin bir yol olarak metroya binmemi ya da dalgalı kenarlı bir şapka satın almamı tavsiye ediyor insanlar bana. İstedikleri kadar çocuklarla konuştukları tonda laf anlatsınlar, ben uzaklarda makaslarını boynumun üstünde bilemek için bekleyen kırlangıca bakmaya başladım bile. Kentin işçi ve işverenleri korunmam için kullanılacak bir ödeneği oylamaya koydular, insanlar benim için kendilerini sıkıntıya sokuyorlar. Teşekkür ediyorum sizlere, beyler ve hanımlar, o parayı size minnet ve medeniyet çerçevesinde geri vermek isterdim; ama siz hep orada olacaktınız ve işte bu da dik bir yar, gölge öğüten bir değirmen, mercan iğnecikleriyle donanmış bir iyiliğin katlanılmaz aşırılığını yaratacaktı bende. Başkalarının varoluşunu karmaşık hale getirmeyi giderek daha can sıkıcı bulmaya başladım, ama beni içine koyabileceğiniz, hâlâ ıssız olan tek bir ada, adı kötüye çıkmış tek bir koruluk, hatta küçücük bir toprak parçası bile kalmadı ki oradan sizlere bakayım barışçıl bir göğün altında. Ey insanları dikenli yeryüzü, yanlış bir şey midir boynuzlu bir at olmak?

3.Alışılmamış seçimler

Karar veremedi.
Hiç karar veremedi.
Aralarından birini seçsin diye bir muz, Gabriel Marcel’in bir kitabı, naylondan üç çift çorap, garantili büyük bir kahve makinesi, esnek ahlaklı bir sarışın, erken emeklilik önerdiler ona, ama o karar veremedi.
Kararsızlığı yüzünden birkaç memurun, bir rahibin ve bölgenin aynasızlarının uykuları kaçtı.
Karar veremediği için insanlar aralarında onun oturma izninin iptalinin gerekip gerekmeyeceğini konuşmaya başladılar.
Bunu onun duymasını sağladılar, öylesine gibi, kibar bir şekilde.
Şöyle dedi: “Bu durumda, muzu alıyorum.”
İnsanlar kuşkulandılar, bu da çok doğaldı.
Kahve makinesini ya da en azından sarışını alması daha akıllıca olurdu.
Muzu yeğlemesi yine de tuhaf.
Durumu en başından ele almaya karar verdiler.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments