Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeAntonio GRAMSCİA.Gramsci düşüncesi ve hapishane defterleri | Veli Umut Arslan

A.Gramsci düşüncesi ve hapishane defterleri | Veli Umut Arslan

Gramsci Marksizm’e katkılarını devrimci dönemin neticesinde, yani iki kızıl yılın ardından (Biennio Rosso) İtalya’da işçi konseylerinin aldığı yenilginin nedenleri üzerinde kafa yorarken geliştirmiştir. Hatırlanacak olursa Gramsci, 1919-20 arasında Torino merkezli işçi konseyleri hareketinin başında bulunuyordu. Ne var ki işçi konseyleri hareketi iki yılın sonunda hızını kaybetmeye başlamış; belirli sanayi bölgelerinin dışına taşma ve başta güney İtalya’nın yoksul köylüleri olmak üzere tüm ezilen kesimlere önderlik etme hayati görevini yerine getirememişti. İşçi sınıfının bu yenilgisi kapitalist sistemin yapısal krizinin derinleşmeye devam ettiği koşullarda Mussollini önderliğindeki faşist hareketin önünün açılması anlamına gelecekti.

Gramsci’nin esin kaynağı dönemin tüm devrimcileri ve ileri işçilerinde olduğu gibi Ekim Devrimi idi. Rusya’da zafere ulaşan sovyet hareketinin bir benzeri olan İtalya işçi konseyleri hareketi ise heyecanlandırdığı kitlelerde derin hayal kırıklığı yaratarak mücadelesini kaybetti. Bu yenilginin kaynakları üzerine yoğunlaşan Gramsci’nin ulaştığı teorik açılımların başında “Doğu-Batı ikiliği” gelir. Doğu ile Batı arasındaki farklılaşmayı anlatırken Gramsci’nin kullandığı, ilk bakışta oldukça muğlâk ve karmaşık olan gerçekteyse birbirlerine sıkı sıkıya bağlı kavramlardan oluşan düşüncesinin çerçevesini de yavaş yavaş aydınlatmaya çalışacağız.

Gramsci’ye göre Doğu ile Batı arasındaki temel fark Doğu’da devletin tüm toplumsal yaşamı domine eden başat güç olması ve bu nedenle sistemin yapısal krizinin devleti felç ettiği durumlarda devrimsel süreçlerin çok hızlı bir şekilde ilerleyebilmesiydi. Diğer taraftan Batı’da durum farklıydı. Devletin tüm toplumsal yaşam üzerindeki belirleyici etkisi sınırlı idi. Devletin boş bıraktığı alanlar sivil toplum tarafından dolduruluyordu. Burada Gramsci’nin teorik çerçevesinin merkezi önem taşıyan ana unsurlarından birine daha değinmemiz faydalı olacaktır:  “Sivil Toplum – Devlet ikiliği.” Bu ikilikte devlet klasik Marksist tanıma uygun bir tanımlama ile sınıfsal tahakkümün sağlanması için zor ve baskının cisimleşmiş hali olarak tariflenirken Gramsci sivil toplumu Marks’ın kullandığı biçimi ile kullanmaz. Marks’ta sivil toplum, toplumsal sınıfların biraraya geldikleri karşılaştıkları bir üretim ilişkileri arenasıyken Gramsci sivil toplumu devlet dışındaki toplumsal örgütlenmeler ağı olarak ifade eder. Buna göre sivil toplum Marks’ta bir alt yapı unsuruyken Gramsci’de sivil toplum bir üstyapı unsurudur. Gramsci’ye göre Batı’da sivil toplumun gelişkin olması kapitalist sistem için bir nevi emniyet sübabı vazifesi görür. Yani burjuva devlet mekanizmasının sistemin yapısal krizinin neticesi olarak felç olması durumunda sivil toplum devreye girer ve yapının tümden çökmesine engel olur. “Rusya’da devlet her şey, sivil toplum ise henüz filiz halinde ve isteksizdi. Batı’da devlet ile sivil toplum arasında kendine özgü bir ilişki vardı ve devlet ne zaman sarsılsa sivil toplumun sağlam yapısı derhal açığa çıkardı”… “En ileri devletler örneğinde sivil toplum çok karmaşık ve doğrudan ekonomik unsurun felakete yol açan akınlarına (krizler, depresyonlar vb) direnen bir yapı haline gelmiştir.” (Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, s.238)

İtalya’da konsey hareketinin yenilgiye uğratılmasında etkili olan güçlü sendikal bürokrasi ve reformist partiler, bunun dışında kilise ve güçlü burjuva entelektüel çevreler gibi faktörler sivil toplumun nasıl etkili olabildiğinin ifadeleriydi Gramsci’ye göre. Buradan şu sonuç çıkıyordu burjuvazinin toplumsal dokuda derinlere kök saldığı Batılı kapitalist toplumlarda devrimci partinin izlemesi gereken strateji ve taktikler Doğudakilerden belirli anlamlarda farklılık göstermek zorundadır. Gramsci bu farklılığı kavramsallaştırırken askeri terminolojiden mevzi ve manevra savaşı terimlerini ödünç alır. Manevra savaşında düşman ordunun hatlarını dağıtmak için hızlı ve doğrudan topyekûn güçle saldırı düzenlenirken mevzi savaşı uzun sürelidir, cephe kadar cephe gerisi de çok önemlidir ve sonuca gitmek için donanımlı olmak bir zarurettir. Bu anlamıyla Doğu a devrimci öncü manevra savaşının gereklerini hesap edebilir, fakat Batı a manevra savaşı vermek mümkün değildir, mevzi savaşının gerektirdiği donanım ve uzun solukluluğa ihtiyaç vardır*. 

Mevzi savaşı, Gramsci’nin düşünsel sisteminde bizi doğrudan hegemonya kavramına götürür. Şöyle ki manevra savaşının değil de mevzi savaşının gerekli olduğu Batı toplumlarında sivil toplum güçlüdür. Sivil toplumun içerisinde burjuvaziye karşı adım adım örülmesi gereken bir hegemonya tesisi mücadelesi, mevzi savaşının temel karakteristiğidir:  ynı indirgeme siyaset sanatı ve biliminde yapılmalıdır, hiç değilse, dolaysız ekonomik öğenin katastrofik  askınlarına  (kriz, depresyon vb.) karşı  ivil toplum n son derece dayanıklı ve karmaşık bir yapı olarak ortaya çıktığı en gelişmiş devletlerin durumunda. Sivil toplumun üstyapıları, modern savaşlardaki siper sistemlerine benzer. Savaş sırasında, şiddetli bir topçu ateşinin düşmanın bütün savunma düzenini yıkmış gibi göründüğü, gerçekte ise yalnızca dış çeperi yıktığı anlar olur; ilerleme ve hücum anında, saldırıya geçenler kendilerini hala etkili olan bir savunma hattının direnişiyle karşı karşıya bulurlar. /em> (Gramsci, Selections From Prison Notebooks, New York: International Publishers, 1971: 235) 

Gramsci devlet-sivil toplum ikiliğinde devleti tahakküm, zor ve baskı ile özdeşleştirirken sivil toplumu hegemonya, rıza ve oydaşma ile özdeşleştirir:  u anda yapabileceğimiz, iki temel üstyapı  üzey ni saptamaktır: Bunlardan birisi,  ivil toplum  yani genellikle  zel diye anılan organizmalar bütünlüğü; öbürü de,  olitik toplum ya da  evlet diye anılandır. Bu iki düzey, bir yanda egemen grubun toplum üzerinde uyguladığı  egemonya işlevine; diğer yanda da, devlet ve hukuksal iktidar yoluyla uygulanan  oğrudan egemenlik ya da  omuta işlevine karşılık gelir. /em>(Gramsci, 1971:12). Yani, sivil toplumun güçlü olduğu toplumlarda sömürülenler mevcut sistemi meşru görerek rıza gösterirler; ancak bu gönüllüğün ortadan kalkmasından sonra kaba kuvvet ve devletin şiddet mekanizması devreye girer. Burada Gramsci’nin zor ve rıza, tahakküm ve hegemonya, şiddet ve uygarlık ikiliklerini yöntembilimsel açılardan (yani konunun daha iyi anlaşılabilmesi için) birbirinden ayırsa da bunların mekanik biçimde ayrılamayacağını vurguladığını bilmek gerekir. Her rıza içerisinde zor unsurunu içerdiği gibi zor kullanımı rızanın gösterilmesinin sağlanması içindir. Gramsci in ifadeleriyle  evlet, kendisi aracılığıyla yönetici sınıfın, egemenliğini yalnızca meşru gösterip koruduğu değil, yönetimi altında tuttuklarının etkin rızasını da kazanabildiği pratik ve teorik etkinlikler bütünlüğüdür. /em>(Gramsci, 1971: 244). Bu noktada hegemonyanın özet bir tanımlamasını yapacak olursak hegemonya bir sınıfın kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi gösterebilme ve bu şekilde diğer sınıfların onay ve desteğini kazanmasıdır. Hegemonya mücadelesi, bir yandan işçi sınıfının burjuva ideolojilerinden kurtulma mücadelesi, diğer yandan da diğer ezilen kesimleri kapsayacak onlara önderlik edecek şekilde onlarla blok kurma mücadelesidir.
Hegemonya kavramı esasen Rus devrimcileri tarafından Çarlığa karşı verilen mücadele sınıfların pozisyonları ve rolleri konusundaki tartışmalarda gerek Menşevik gerekse de Bolşevik teorisyenlerce oldukça sık olarak kullanılmıştı. Gramsci bu kullanımı genişletip derinleştirirken 3.Enternasyonal’in 1920-21 yıllarında yapılan 3. ve 4. kongrelerinde Lenin ve Troçki’nin geliştirdikleri birleşik cephe taktiğini hegemonyanın oluşturulması bağlamında çok sağlam bir örnek olarak ele aldı. Aynı şekilde 4. Kongre’den sonra Enternasyonal’e hâkim olan Stalin’in 3. dönem sapmasını bu çerçevede mahkûm etti. Gramsci hegemonya kavramı üzerinden İtalya’da kapitalist sınıfın zayıflığını ve bunun İtalyan toplumsal hayatına olan etkisine özel bir önem verdi. Ulaştığı sonuç, İtalyan burjuvazisinin ekonomik gelişmesinin politik dönüşümleri peşi sıra sürükleyecek, ezilen sınıfları arkasında toparlayacak ve eski politik kurumları dağıtacak kadar güçlü olmadığıydı. Ayrıca devrimci dönemeçte yoksul köylülüğün aktif desteğinin kazanılamaması İtalyan işçi sınıfının yenilmesinde belirleyici olmuştu. Gramsci bu nedenle güney İtalya’nın geri kalmışlığı ve yoksul köylülüğün durumu üzerine önemli çalışmalarda bulunmuştur. Bu noktada Gramsci, yenilginin başlıca nedenlerinden biri olarak devrimci proletaryanın ezilen diğer toplumsal kesimler üzerinde hegemonya tesis edemeyişini görür. O dönemde İtalyan Sosyalist Partisi -PSI’da Turati önderliğindeki revizyonist kanattan farklı tutumlar geliştiren Bordiga ve Serrati ekonomik gelişmenin işçi sınıfını belirli bir aşamadan sonra kendiliğinden üstün bir pozisyona sürükleyeceğini düşünüyorlardı. Gramsci bu ekonomik determinist bakış açısını mahkum ettikten sonra savaşın ertesinde ülkeye dağılan silahlı askerleri, köylüleri, çözülmekte olan küçük burjuvaziyi arkasına takacak ideolojik söylemler ve politik ekonomik hamleler geliştiren bir devrimci stratejinin eksikliğine işaret eder. Devrimci proletarya salt kendisini ilgilendiren iktisadi talepleri yükseltmemeli (Gramsci buna korporatif bilinç demekteydi) tüm ezilen kesimlere yeni bir toplumun şafağını vaat etmeli ve bunu bizzat müjdelemeliydi. Tümden ihmal edilen bütün bu kesimler bir süre sonra faşizmin saflarını dolduracaklardı. Gramsci daha hapishaneye girmeden önce kaleme aldığı ve Hapishane Defterleri’nin önceli sayılabilecek olan Lyon Tezleri’nde Gramsci devrimci öncünün izole biçimde bekleme lüksünün olmadığını ideolojik gelişimin sürdürmesinin yanı sıra ekonomik ve politik taleplerle kitlelere ulaşması gerektiğini vurgulamıştı.

Gramsci hegemonyanın tesisi konusunda aydınlara özel bir yer ayırır. Gramsci açısından  ydınlar, egemen grubun toplumsal hegemonya ve siyasal hükümet alt işlevlerini yürüten  ekilleri ir /em>(Gramsci, 1971: 12) Gramsci, bu noktada geleneksel aydın – organik aydın ayrımına gider. Geleneksel aydın, geçmiş üretim biçiminde hâkim olan sınıfın dünya görüşlerinin taşıyıcısıyken yeni düzenle beraber boşluğa düşmüştür. Fikirlerinin herhangi bir maddi çelişkinin ürünü olmadığını düşünürler ve bağımsız olduklarına inanırlar; genellikle de toplumdaki hâkim olan çelişkili bilincin taşıyıcısıdırlar. Gramsci organik aydınların ortaya çıkışını ise şöyle açıklar:  konomik üretim dünyasındaki temel bir işlevin kökensel alanı üzerinde ortaya çıkan her toplumsal grup, kendisiyle birlikte, organik olarak, yalnızca ekonomik alanda değil ama aynı zamanda toplumsal ve siyasal alanlarda da kendisine türdeşlik ve kendi işlevine ilişkin bir bilinç veren bir ya da daha fazla aydın katmanı yaratır. /em> (Gramsci, 1971: 5) Organik aydınlar, bağlı bulundukları sınıfın çıkarlarını bilerek ve bununla paralel şekilde düşüncelerini oluştururlar. Organik aydınlar, mevcut toplumsal düzende ezilen sınıfların rıza göstermesinde belirleyici bir rol oynarlar. Bu anlamda Gramsci, işçi sınıfının da hegemonya savaşında kendi organik aydınlarını yetiştirmesi gerektiği üzerinde durur. Gramsci, aydınları dar bir tanımlama içerisine, profesyonel entelektüeller tanımlamasının içerisine hapsetmez. Dünya meseleleri hakkında kafa yoran, belirli bir bakış açısında sahip herkes entelektüel bir faaliyet içerisindedir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendi içerisinden sınıf savaşımında hegemonya tesisinde önemli roller alacak bir organik aydın tabakasını çıkarmalıdır. İşçi sınıfının organik aydınları, fildişi kuleden dünyayı yorumlayan bir antik çağ filozofundan tastamam farklıdır. İşçi sınıfının organik aydınları üretim sürecinin aktif bir parçası, sınıfın çıkarları doğrultusunda hareket eden bir “sürekli ikna ediciler” topluluğudur. İşçi sınıfının organik aydınlarını çıkarmanın yanı sıra Gramsci açısından “başa geçmek isteyen her grubun en önemli özelliklerinden biri, geleneksel aydınları ‘ideolojik olarak’ kendine dönüştürme ve kazanma yolunda yaptığı savaştır. Bu grup, organik aydınlarını yetiştirdiği ölçüde, bu dönüştürme ve kazanma işi çabuk ve etkili olarak gerçekleştirilebilir.” (Gramsci, Aydınlar ve Toplum, Birey ve Toplum Yay, s. 21)

Gramsci, hegemonya tesisinde ve genel olarak sınıf mücadelesinde başat rolü Modern Prens olarak adlandırdığı devrimci partiye verir. Gramsci şüphesiz İtalyan düşünsel tarihinin temel unsurlarından Machievelli’yi gayet iyi biliyordu ve bu kavramsallaştırmayı O’nun Prens adlı eserinden ödün almıştı. Machievelli bu eserinde dönemin en ileri talebi olan İtalyan birliğinin sağlanması yolunda hayali bir prens aracılığıyla gerekli politik liderlik, taktik ve stratejinin esaslarını anlatıyordu. Gramsci’ye göre Modern Prens işçi sınıfının devrimci öncü partisi idi. Gramsci, işçi sınıfının devrimci öncüsünün gelişimi, yapısı ile strateji ve taktikleri konusunda oldukça geniş bir literatürü arkasında bırakmıştır. Gramsci, bu çalışmaları ile devrimci partinin rolü ve görevleri hakkında Lenin’den sonra Marksist parti teorisine en fazla katkı yapan önderlerden biri olmuştur.

Gramsci, Lenin’in geliştirdiği Leninist öncü parti anlayışında her şeyden önce “tarihe yapılan bir iradi müdahele”yle birlikte Marksizmin “kaderci” versiyonlarının reddini görür. Lenin 2. Enternasyonal’e hâkim olan pozitivist kadercilikten bir kopuşu temsil eder. Gramsci, aynı bakış açısıyla Ekim Devrimi’ni “Das Kapital’e Karşı Devrim” makalesiyle selamlamıştır. İlk bakışta yanlış çağrışımlar yaratan bu adlandırma ile Gramsci’nin anlatmak istediği 2. Enternasyonal’e hakim olan ekonomik determinist anlayışın iflasıydı. Bu anlayış tarihin tunç yasalarından dem vurarak ekonomik indirgemeciliği öne çıkarıyor ve bu çerçevede Rusya’nın ekonomik gelişiminin zayıflığını göz önünde bulundurarak Rusya’nın ancak burjuva demokratik bir dönüşümü gerçekleştirebileceğini savunuyordu. Başta Kautsky olmak üzere 2. Enternasyonal’in teorisyenlerini diyalektikten çok mekanik materyalizme dayanan duruşlarını sık sık tarihin tunç yasası ve bilimi olarak yanlış biçimde referans gösterdikleri Kapital’e dayandırıyorlardı. Oysa şimdi Bolşevikler tarihin kaderci yorumuna, “pozitivist Kapital’e” ağır bir darbe indiriyordu. Böylelikle devrimci partinin oynaması gereken rolü perdeleyen determinist düşünce alt edilmiş olunuyordu. Gramsci, bu eleştiriyi Hapishane Defterleri’nde derinleştirdi. Parti teorisi bakımından hayati önem taşıyan kehanetin, ekonomik determinizmin ve kaderciliğin eleştirisi O’nu Buharin, Kautsky, Plehanov ve neo-Kantçılarla hesaplaşmaya götürdü. Gramsci’ye göre parti kendisini kaderciliğe değil mevcut koşulların somut analizine yaslandırmalı ve bilinçli özne olarak sınıf mücadelesine aktif biçimde yön vermeye çalışmalıydı. Bütün bunlardan Gramsci’nin devrimci parti meselesine salt pratik politik mücadeleden değil çok güçlü biçimde felsefeden de ulaştığını çıkarmak yanlış olmayacaktır. Gramsci, mekanik materyalizme ve ekonomik determinizme karşı bilinçli insan unsuruna vurgu yapmıştır. Bilinçli insan unsurunun kapitalist tarihsel momentteki tarihsel anlamı da bunun kolektif irade biçimi olan proleter devrimci öncünün (bunun siyasi partisinin) ta kendisidir.     
Devrimci parti egemen sınıfın toplum üzerindeki hegemonyasını kırmak için evvela iyice detaylandırılmış bir ittifaklar stratejisine sahip olmalıdır. Gramsci, aktif politik hayatı süresince aşırı solcu ve sekter Bordiga çevresine karşı özellikle de ittifaklar stratejisi üzerine uzun süren bir kavga vermek zorunda kalmıştır. Diğer ezilen kesimlerin duygu ve çıkarlarını göz etmeyen saf ilkeselciliğin üstesinden gelinmeden proletaryanın öncü ve hâkim bir sınıf haline gelmesi mümkün olamaz. Bunun dışında hegemonya savaşında devrimci parti kendi saflarını iyi bir eğitimden geçirmeli ve uzun süreli bir savaşa dayanabilecek kaynaşmış bir güç durumuna getirmelidir. Bu noktada devrimci partinin işçi sınıfının organik aydınlarını yetiştirmesinin zorunluluğu ortaya çıkar. Gramsci e göre,  olitik parti, devletin politik toplumda daha geniş ve daha bileşimli biçimde gördüğü işi, sivil toplumda gören, yani belli bir egemen grubun organik aydınları ile geleneksel aydınları birbirine bağlayan mekanizmadır. Parti bu işi, temel görevine bağlı olarak yapar. Bu temel görev de, kendini oluşturanları, yani ekonomik olarak doğup gelişen toplumsal grubun öğelerini işleyip onları eksiksiz, sivil ve politik toplumun birer usta politik aydın yöneticisi ve örgütleyicisi durumuna yükseltir.”(Gramsci, Aydınlar ve Toplum, s. 28)

Gramsci, devrimci partinin yapısını üç unsurun bileşimi olarak açıklar: ” Yaratıcı bir ruh veya örgütsel yetenekten çok disiplin ve sadakatle partiye katılmış, sıradan, ortalama insanlardan oluşan bir kitle unsuru. Bunlar olmadan parti var olamaz, fakat tek başına bunlar da bir partinin olmasına yetmez. Onları merkezileştirecek, örgütleyecek ve disipline sokacak birinin var olması halinde bir güç oluştururlar… (İkincisi) Ulusal çapta merkezileştiren, bir güçler kompleksini etkin ve güçlü hale getiren ve bir yana bırakılması halinde her şeyi sıfıra indirecek başlıca birleştirici unsur. Bu unsur büyük bir birleştirme, merkezileştirme ve disipline etme gücüne sahiptir; aynı zamanda yenileme gücüne -ve aslında bu belki de diğerlerinin temelini oluşturur- sahiptir… (Üçüncüsü) Birinci unsuru ikincisi ile eklemleyen ve ikisi arasındaki ilişkiyi, sadece fiziksel olarak değil, moral ve entelektüel olarak da koruyan bir aracı unsur. Tek başına bu unsurun partiyi oluşturamayacağı da doğrudur. Ne var ki, bu unsur, birinci unsurun yapabileceğinden çok daha fazlasını yapabilir. Ordusuz generallerden söz edilir, fakat gerçekte bir ordu kurmak generalleri oluşturmaktan daha kolaydır.” (aktaran John Molyneux, Marksizm ve Parti, s. 210) Gramsci, devrimci örgütün demokratik merkeziyetçilik ilkesi hakkında da fikir açıcı görüşler bildirmiştir. O’na göre yüksek derecede merkezileşme zorunluyken bu, hiçbir şekilde tabanın pasif biçimde bir memur ve komuta anlayışıyla hareket etmesi anlamına gelmez, aksine parti militanlarının parti politikasının bilinçli aktif örgütleyicileri olmaları beklenir. Gramsci, demokratiklik ve merkeziyetçilik arasındaki gerilim hakkında da şunları belirtir: “Bürokratikleşmiş hale gelme tehlikesinin var olduğu doğrudur, her organik süreklilik göz önünde tutulması gereken bu tehlikeyi yansıtır. Gene de süreksizlik ve doğaçlama tehlikesi daha büyüktür.” (aktaran J.Molyneux, age, s. 211)

Veli Umut Arslan

* Gramsci in manevra ve mevzi savaşı farklılaştırması muğlâklık taşır. Öncelikle mevzi savaşı ebedi bir strateji midir yoksa sadece belli dönemlerde uygun mudur sorusunun cevabı belirsizlik içerir. Diğer bir karışıklık da Rusya ile Batı arasında çizilen karşıtlıkta yatar. Var olduğu kabul edilen karşıtlık Rus devrimci hareketi tarihinin yanlış bir tasvirini içerir. Aslında Rusya a 1820 erde Dekambristlerin Çarlık rejimine silahlı saldırıları ve 1881 e Narodniklerin Çar  suikast ile öldürmeleri gibi manevra savaşının ilk denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Sonraki devrimci kuşaklar tarafından ise farklı bir strateji benimsenmiştir. Otokrasinin yıkılması, on yıllık Marksist tartışma hücreleri, 1905 e kitle partisinin oluşturulmasından önce bir on yıllık ekonomist ajitasyon ve 12 yıllık güçlerin toparlanmasını içeren uzun soluklu bir mevzi savaşını gerektiriyordu. Mevzi savaşı, 1905-6 ve 1917 eki manevra savaşlarının altyapısını hazırlamak için gerekliydi. Lenin n gücü de savunma halinden, mevzi savaşından manevra savaşına stratejik geçişin ne zaman yapılması gerektiğini kavramasında yatıyordu. Dolayısıyla Rusya a mevzi ve manevra savaşlarının gerekli geçişler yapılarak birlikte kullanılması zaferi mümkün kılmıştı.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments