Bu kısa incelemede ele alacağımız konu, sanatçının felsefi düşüncesi, dünya görüşü ve bilinci ile tarih ve toplum gerçekleri arasındaki ilinti ve tekabüldür.
Osmanlı toplumunun ortaya koymuş olduğu derlitoplu, mütecanis ve sağlam ideolojik doku, bu toplum düzeninin yozlaşmaya başladığı çağa kadar, sanatçının iradi ve bilinçli bir şekilde belli bir dünya görüşünü belli bir felsefi anlayışı aramasını; böyle bir görüşün gerekliliğini duymasını, ihtiyacını hissetmesini zorunlu kılmamıştır. Divan Şiiri ve Osmanlı nesri ile, bu toplumun maddi (ekonomik) şartları arasında sağlam bir tekabül ve tutarlılık vardı. Bu tutarlılık, kapitalizm-öncesi maddi bir yapı üstünde yükselen Osmanlı toplumunun, sosyal bakımından, kendisiyle hemen hemen hiçbir ortak noktası bulunmayan ama tarihi zaman bakımından bu topluma çağdaş olan kapitalist düzenle ister istemez ilişki haline girdiği ve düzenin öldürücü baskısını duyduğu çağda ortadan kalkmıştır.
İç yapısının, kapitalist bir gelişime yatkın olmayışı ve ayrıca yatkın olsa bile, kendisinden daha önce gelişmiş ve doruğu varmış olan kapitalist dünya karşısında bu dünyaya benzer bir sosyal düzene geçebilme şansını, geç kalmış dolayısıyla kaybetmiş bulunması, Osmanlı toplumunda ayağı yerden kesilmiş olan ama bir özlemi karşıladığı için sanki bir gerçekliği ve anlamı varmış gibi görünen fikir hareketlerinin ve sanat görüşlerinin son yüz elli yıl içinde ortaya çıkmasına yol açmıştır. Sosyal ve politik vehçeler de taşıyan ve Batılılaşma, islahat hareketleri ya da devrimler diye adlandırılan hareketler aslında, niteliksel değişiklikler olmadan (bu çeşit niteliksel değişiklikler, bizim ülkemizde, ne alttan gelen yani ezilen sınıflardan gelen itkilerin sonucu olarak ortaya çıkabilmiş, ne de üstten yani tepeden inme değişiklik yapmak isteyenler, bu çeşit ciddi niteliksel değişmelerin gerçekleşmesini istemişlerdir), yani toplumun temelini teşkil eden üretim ilişkileri köklü bir değişikliğe uğratılmadan, bir milletin ekonomik ve sosyal hayatının, bir yaşama ve zihniyet biçiminin değişebileceğini umud etmek bir hayalden (gerçekleşmesi imkânsız ham bir hayalden) ve aldatmacadan ibaret kalmıştır. Ve yine bundan ötürü, Türk toplumunun fikri (İdelojik) dünyasında “ileri-geri”, “devrimci-geri”, “dindar-dinsiz”, kavramları, belki de başka hiçbir toplumda rastlanmadık ölçüde karmakarışık olmuş ve kimi zaman, Batıdaki anlamlarının tam tersini dile getiren karşıtlıklar haline dönüşmüştür.
Bu fikir ve değer kargaşası içinde bir topluluğun en bilinçli kişileri olmak göreviyle karşı karşıya bulunan sanatçıların bile yollarını şaşırmaları olağandır. Ondokuzuncu yüzyıl Türk toplumunun “ilerici” sanatçıları, şekli bir hürriyetin gerçekleşmesi için çalışmışlar; politik bir değişikliğin (istibdat yerine meşruti idarenin gelmesinin), bütün sosyal kötülükleri ortadan kaldıracağına inanmışlardı. İşin garip tarafı, bu şekli hürriyeti gerçekleştirecek ve politik değişikliği gerçek bir değişiklik olarak ortaya koyabilecek olan sosyal güçlerin (sınıfların), Türk toplumu içinde henüz teşekkül etmemiş olmasaydı. Bu durum, sanatçının sosyal bilinci, özlemleri ve ideallleri ile, içinde yaşadığı maddi (ekonomik) şartlar arasındaki uzlaşmazlığı ve tutarsızlığı apaçık bir şekilde dile getirmektir. Bu, burjuvası olmayan bir toplumda, dışardan üstünkörü edinilmiş bilgiler ve özlemlerle, ancak burjuva sınıfının yapabileceği bir değişikliği istemek gibi gerçekleşmesi imkânsız bir hayal peşinde koşmaktı. Nitekim bir Tevfik Fikret’in soyut hümanizmasını ve “idealizmini”; kötümserliğini ve küskünlüğünü, sanatçının bilinci ile yani düşünceleri ve özlemleri ile içinde yaşadığı toplumun maddi şartları (üretici güçleri , sınıf yapısı) arasındaki büyük aykırılıkta aramak gerekir. Sanatçının bilinci ile toplum gerçekleri arasındaki bu derin aykırılık, Cumhuriyet devrinde de süregitmiş ve genel olarak, sanat eserlerinin ideolojik yapısında, göçmüş olan eski dünyaya duyulan özlem (Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi); (1) Batı dünyasının yüceltilmesi, yabancılık duygusu ve kozmopolitik (Yakup Kadri, Halide Edip); ya da gerçeğin tamamen tahrif edilerek ve süslenerek anlatılmasından başka bir şey olmayan sahte Anadoluculuk ve Halkçılık eğilimleri ağır basmıştır.
Bu eğilimlerin yanısıra, soylu sanatçıların, içinde yaşadıkları gerçeklere uygun düşen kavrayıcı ve açıklayıcı bir bilinç edinememekten duydukları ezikliği, sığ bir realizm, ampirik tesbitçilik ya da intibacılık (empresyonizm) ile geçiştirmek zorunda kaldıkları görülmüştür. (Memduh Şevket, Reşat Nuri, Sait Faik). Son yirmi yıl içinde, sosyalist dünya görüşü içinde başarılı eserler veren sanatçılarından çoğunun, bu son eğilimden kurtulamadığı da bir gerçektir. Bu sanatçılar dünya görüşlerini mekanik bir şekilde dışardan alıp aktardıkları için; tespit, tasvir ve intiba aşamasını geçmek ve içinde yaşadıkları toplumun derinlerde yatan gerçeklerine ulaşmak konusunda güçlük çekmişlerdir. Sosyalist dünya görüşünün evrensel bir metod olduğundan ve kaba hatlarıyla alınınca, hemen hemen bütün ülkelerde geçerli olduğundan şüphe edilemez. Ama, bu görüşün gerçek evrenselliği, onun bir metod olarak kullanılmasındadır. Tıpkı politikada olduğu gibi, sanatta da, bu metodu, en derin ve gizli gerçekleri günışığına çıkarmak için kullanmak gerekmektedir. Metodun evrenselliğini teşkil eden şey, onun, yeni gerçekleri ortaya koyabilecek şekilde kullanılmasıdır. Metodun orijinal bir şekilde kullanılmasının, yani metodun insana değil de insanın metoda hakim olmasının, bir sanatçı sözkonusu olunca, bu sanatçının bütün yaratışını, tepeden tırnağa nasıl değişikliğe uğrattığı, Kemal Tahir’in eserlerinde, bütün açıklığıyla, bir örnek olarak gözlerimizin önüne serilmektedir.
İlk romanlarıyla amansız bir gözlemci ve büyük bir şüpheci olduğunu gösteren Kemal Tahir, son yıllarda ardarda yayımladığı eseriyle, Türk toplum gerçeğinin en gizli ve temel unsurlarını, en canalıcı noktalarını ve kaynaklarını dile getirmeye yöneldiğini belli etmişti. Bir yandan, sanatın gereklerine uymak yani somut olanı, canlı olanı, karmaşık olanı, dile gelmezi ortaya dökmek; bir yandan da sınırsız çeşitlilik ve rastlantısallık altında yatan temel gerçeği ve değişmez olanı bulmak, ortaya çıkarmak istiyordu. Büyük eserlerin dokusunu teşkil eden çatışmayı, somutla soyut yani gözlemle fikir arasındaki çatışmayı daha üstün bir düzeyde, tek bir varlık halinde kaynaştırıp vermeye yönelmişti. Kemal Tahir, devrimci aksiyon ve fikir içinde yetişmiş; sosyalist düşünceyi hayatının alınyazısı haline getirmiş olduğu halde, hazır çözümlerden, genel kabullerden nefret eden; metodun kendisine ve kullanmasına yönelen; durmadan arayan; yaşadığı, gördüğü, duyduğu gerçeklik ile, felsefi düşüncesi arasında tam bir mutabakatın bulunmasını isteyen bir yazardır. Bilinci (düşünceleri ve görüşleri) ile, gördüğü, duyduğu, bildiği, yaşadığı gerçeklik arasında mümkün olan en büyük uygunluğu ve tutarlığı kurmak isteyen bir sanatçıdır.
Bundan ötürü, klâsik marksist öğretinin, Türk toplum ve insanı açısından yeterli olmadığını, marksit metodun orijinal bir şekilde uygulanarak gerçeklerimizin ortaya çıkarılması gerektiğini açıkça ileri sürüp bu ülkede sesini ilk yükseltenlerden ve bu konuda bilimsel çalışmalara ilk girişenlerden biridir. Yazarın, tarih ve sosyoloji ve tutkusu; kendi düşünce doğrultusunda olduğunu sezdiği her yeni araştırmaya karşı duyduğu sınırsız ilgi bundan ötürüdür. Somut Anadolu insanını çok iyi ve kendisine sunulmuş ölçüler içine yerleştirilmeyen yazar, bugünün dünden geldiğini bildiğini için, Osmanlı toplumunun yeni bir gözle araştırılması gerektiğini düşünmüş; bilim adamlarımızda bile rastlanmayan bir tutku ve ilgiyle, tarih bilimi alanında incelemeler yapmıştır. Yazar, özellikle, Türk toplumunun, Batı’da görülen üretim biçimlerinden farklı bir yapıya sahip olduğu üzerinde durmuştur. Bu varsayım (faraziye) onu, çok daha önceden sezmiş olduğu bazı somut gerçeklerin felsefi ve bilimsel bir şekilde ifade edilmesine götürmüştür. Kemal Tahir, bu irdelemeleri sonunda özellikle Batıdaki anlamda Derebeyliğin (Feodalité), klâsik Türk toplumunda mevcut olmadığı sonucuna varmıştır. Bu, Kemal Tahir’in felsefi düşüncesinin temelini teşkil eden çok önemli bir noktadır. Yazar, bu ilkeden hareket ederek, görüp yaşadığı somut Türk insanı gerçeğini, genel bir kavram çerçevesi oturtmuştur.
Böylece, Osmanlı tarihinin sosyal ve siyasi olaylarını açıkladığı gibi, Tanzimant çağını ve Cumhuriyet devrini de bu görüş açısından değerlendirmiştir. Kemal Tahir’in gözünde klâsik Türk toplumu (Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik-sosyal yapısı), marksist gelişme şemalarının izlediği yoldan, yani Kölecilikten, Derebeylikten ve Kapitalizmden geçmemiştir. Bu toplum, merkezi iktidar çevresinde toplanmış üretici halk kitlelerinden teşekkül eden bir ekonomik- sosyal yapıdır. Bu yapıda, merkezi iktidarın temsilcisi olan devlet ve bu devletin taşıyıcısı olan yönetici kadro (zümre), büyük önem taşır. Klâsik Türk toplumundaki sınıflaşma olayı, Kemal Tahir’in gözünde, Batıdaki sınıflaşma olayından farklıdır. Bundan ötürü, Klâsik Türk toplumundaki sınıflar ve sınıf mücadelesi de Batıdakinden farklıdır. Yazar böylece Türk toplumundaki sömürülen sınıfların siyasi davranış ve mücadele özelliklerini, yani bu davranış ve savaşkanlığın Batıdaki farklı oluşunu, temel felsefi düşüncesine uygun olarak açıklamıştır. Halk kitlelerinin ve emekçi sınıfların, Türkiye’de, çok zorlukla harekete getirilebilmesini; en korkunç aldatmacalar ve yanılmalar içinde bulunuşunu, somut olarak görmüş ve gerçeği hiçbir idealizasyona (yüceltmeye, yüce göstermeye) girişmeden, olduğu gibi canlandırmıştır.
Bu açıklamalar, Kemal Tahir’in, klâsik Türk toplumunu, Batı gelişme çizgisinin dışında yer alan başka bir üretim biçimi açısından gördüğünü yani Asya-tipi üretim tarzına yakın bulduğunu göstermektedir. Nitekim yazar, yıllarca önce yazdığı romanlarında, somut ve dolayımsız (immédiat) gerçekler olarak büyük bir ustalıkla dile getirdiği insanları, durumları ve yaşantıları, daha sonra yaptığı bilimsel ve felsefi araştırmalar sonunda, genel bir kavramsal yapı içinde fikri açıdan izah etmiştir. Bu kavramsal yapı, yazarın konferanslarında, incelemelerinde ve konuşmalarında da belirttiği gibi, marksist düşüncenin, son on yıl içinde yeniden ele alarak değerlendirdiği ve yukarda sözü geçen Asya- tipi üretim kategorisidir. Son yıllarda üzerinde durulan ve gerçeklerimize ışık tutacağı besbelli olan bu kavram konusunda, marksist Türk bilim ve düşünce adamlarını ilk olarak uyaran ve aydınlatan kimse de Kemal Tahir’dir.(2)
Ve bütün bunlardan ötürü, Devlet Ana, Kemal Tahir’in hem felsefi düşüncesi, hem de sanatı bakımından, manevi dünyasını teşkil eden unsurları en kesin ve özlü bir şekilde dile getirmesi dolayısıyle, bir kavşak noktası teşkil etmektedir. Yazar, bu romanında, dünya görüşünün ve sanatının belkemiğini teşkil eden konuya doğrudan doğruya girmiştir. Kurulmak üzere olan Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik- sosyal yapısı ve bu yapı üzerinde teşekkül eden insan ilişkileri, eserde, Batı’nın Derebeylik (Feodalite) düzenine karşı daha hoşgörülü ve insanca bir düzen olarak açıklanmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun, içinde bulunduğu güç tarihi şartlarda gelişip yayılması da, Derebeyliğe nisbetle çok daha insani bir düzeni getirmiş olmakla, “suyun akarında” bulunmakla açıklamıştır. Gerçekten de, sınıfsız ilkel toplulukların çözülüp dağılmasından sonra ortaya çıkan Asya- üretim tarzı toplumlarında, insanlar arası ilişkiler, Kölelik ya da Derebeylik düzenlerine nisbetle çok daha insanidir. Bu tip toplumlarda, Marx’ın deyimiyle, “genel bir kölelik” bulunmakla birlikte, efendiye kölenin canı üzerinde hak tanıyan köleci toplumlar ve toprak kölesinin, senyörün malı olarak telâkki edildiği derebeylik toplumları ile, Asya-tipi üretim tarzı toplumları arasında, insani ilişkiler bakımından büyük fark vardır ve bu fark Asya-tipi toplumların lehinedir. Yazar, Devlet Ana’da, özellikle bu fark üzerinde durmuştur.
Nitekim Roger Garaudy, aynı düşünceden hareket ederek, İslâm fetihlerinin hız ve gücünü, askeri gücün dışında aramak gerektiğini ileri sürerken, “Zaferin tayin edici faktörü, fatihlerin, cözülme halinde olan bir kölecilik âlemine, ya da ufak parçalara bölünmüş ve hareket yeteneğinden yoksun kalmış bir feodal âleme, daha yüksek ekonomi ve sosoyal örgüt biçimleri getirmiş olmasıdır” (Sosyalizm ve İslamiyet, s.10) diyor ve Batı gelişme çizgisi dışındaki bir ekonomik ve sosyal yapıdan söz ederek büyük imparatorlukların kurulması (Ortaçağda) olayını açıklamak istiyordu. Kemal Tahir’in, genel olarak bütün eserlerinde ve özellikle Devlet Ana’da dile getirdiği bu felsefi düşüncelerin bilimsel değerinin yanısıra, bizce önemli olan bir başka nokta da, yazarın sözü geçen ana temellerden kalkarak, Türk insanın manevi dünyasını, davranışlarını ve yaşantılarını tutarlı bir şekilde yorumlaması ve dile getimesidir. Muhtevanın bu şekilde değerlendirilmesinden sonra, sanatçının, ifade ve biçimle ilgili meseleleri çözüşünde de, bu temel felsefi düşüncelerin belirleyici bir rol oynadığı görülüyor. Edebiyat eleştirmecileri, Kemal Tahir’in felsefi düşüncelerinin, eserlerindeki estetik özellikleri organik bir şekilde nasıl belirlemiş olduğunu araştıracaklardır. Biz burada Kemal Tahir’in, bu genel düşüncelerin mantıki ve organik bir sonucu olarak dili nasıl kullandığını kısaca belirtmeğe çalışacağız.
Türk edebiyatıyla ilgili en yaygın ve en yanlış düşüncelerden biri, bizde “nesir” türünün olmadığı iddiasıdır.(3) Bu iddia, Batı romanının gelişmiş örneklerinde gördüğümüz “nesir”in, bizim edebiyatımızda aranıp bulunmamasından doğal hayal kırıklığının doğurduğu yalınkat bir görüştür. Başka bir deyişle, Batı hayranlığının yaratttığı sığ bir düşüncenin ürünüdür. Evliya Çelebi’nin yazdıklarına “nesir” dememek için, insanın “nesiri” sadece ondokuzuncu yüzyıl Batı romanlarında rastlanan yazı türüyle bir ve aynı şey olarak görmesi gerekir. Ne yazık ki, bu sathi görüş, Türk nesir yazarlarını, Âşıkpaşazâdelere, Neşrilere, Naimâlara, Evliya Çelebilere vb. yönelmekten alıkoymuş, en yüce noktasını Halit Ziya’da bulan frenk taklidi suni ve cansız bir “nesir” dilinin doğup yaygınlaşmasına yol açmıştır. Toplumcu ve devrimci yazarların çoğu ise, kurtuluşu “mahalli ağızları”ları olduğu gibi aktarmakta ya da “şehir argasonu” kullanmakta ya da “öztürkçecilikte” bulmuşlardır. Böylece, bir uçtan öteki uca düşülmüş ve Türkçenin gerçek kaynaklarına ulaşmak için gerekli olan aşma hareketi yapılamamıştır. Ancak Nâzım Hikmet ya da Kemal Tahir gibi kavrayıcı ve aşıcı dünya görüşünü eserlerine sindirebilen büyük sanatçılarda, Türkçenin kullanılması meselesinin gerçek bir çözüme kavuştuğu görülüyor. Kemal Tahir, Türk tarihi ve toplumu hakkındaki orijinal ve sağlam görüşlerinden hareket ettiği için hem “mahalli ağızları”, hem Türkçe’nin küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini (eski büyük yazarlardan yararlanarak) hem de yeni imkânlarını kaynaştırarak ve aşarak kullanabilmiştir.(4) Eserlerindeki eşsiz dil ve uslüp güzelliğinin kaynağı bu davranıştadır. Daha önceki romanlarında da görülen bu özellik, Devlet Ana’da en yüce noktasına erişmiştir. Türkçe’nin unutulmuş olan dehâsı bütün boyutları, zenginliği ve haslığıyla ilk olarak Kemal Tahir’in eserlerinde kendini göstermektedir.
Notlar
1)Bu iki yazarı da, sadece, “göçmüş olan eski dünyaya özlem duyan” kimseler olarak tanımlamanın, bugün pek doğru olmadığını sanıyorum. Abdülhak şinasi, yıkılmakta olan Osmanlı imparatorluğunun insanlarını gerçekçi bir gözle anlatmaktan da geri kalmamıştı. “Göçmüş olan eski dünyaya” duyduğu özlemin yanı sıra, bu özelliğini unutmamak gerekir. Abdülhak Şinasi, bir yazar olarak, bugün, sözü geçen gerçekciliği açısından ilgimizi çekiyor. Gerçekçilik, ele aldığı muhteva ve yazarın kişisel özlemleri ne olursa olsun, mutlaka bir eleştirmeyi de birlikte getirir.(Lukacs bunu çok iyi anlatıyor). Yahya Kemal’in durumu ise, daha da karmaşık. Resmi edebiyat tarihleri, bu büyük şairi bir yandan över bir yandan da “mazi perestlik” le suçlarlar. Bu suçlama, özellikle, Cumhuriyet devri “ilericilik” ideolojisinin ve bunun etkisinde kalmış olan “solcu” (!) düşüncenin ürünüdür. Oysa Yahya Kemal, bir toplumun ruh ve kültür dünyasının, ancak geçmişle hesaplaşarak kurulabileceğini, taklidle hiçbir şey yapılamacayacağını (ya da bugün görüldüğü gibi çok korkunç şeyler yapılacağını) çok iyi biliyordu. Yahya Kemal’in geçmişe bağlılığını, mutlak bir bağlılık olarak değil, içinde yaşadığı çağın zavallılığına gösterdiği bir tepki olarak görmek gerekir. Geçmişle; geçmişin değerleriyle ve zenginlikleriyle, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek, bütün ilişkilerin kesilmesi için her şeyin yapıldığı bir çağda, Yahya Kemal’in, Türk şiirinin kaynaklarına inerek bir dil yaratması ve bu şiirin sürekliliğini yaratıcı bir şekilde koruyarak kendinden sonra gelenlere zemin hazırlaması (tepki göstermek için bile böyle bir zemin gereklidir) başka türlü açıklanabilir? Çağdaş Türk edebiyatında “gerici”, olarak görülen ve gösterilmek istenilen kişilerin ve akımların, topyekün reddedilip bir yana atılmasının yerine, bu kişi ve akımların hem olumsuz hem olumlu yanlarının ortaya konması ve alışıla gelmiş düşüncelerin dışında değerlendirerek yerine oturtulması, bugün, marksist metodu kullanan eleştiricinin ve inceleyicinin ilk ve en önemli görevidir sanırım.
2)Marx, Kapital’de yaptığı açıklamaların ve ileri sürdüğü fikirlerin sadece Batı toplumlarının gelişmesiyle ve geçirdiği aşamalarla ilgili olduğunu söyler (Lettres surle Capital, s.305, Ed. Sociales). Başka bir deyişle, Marx, bütün toplumların, İlkel Sınıfsız Toplum, Kölecilik Feodalite ve Kapitalizm aşamalarından mutlaka geçmesi gerekmediğini açıkça belirtir. Üzerinde çok tartışılan bu açıklama, özellikle Batı dünyası dışındaki toplumların tarihini, zorlamalara başvurmadan bilimsel yani marksist açıdan kavrama ve açıklama imkânını vermektedir. Ama bu, Batıdaki ekonomik ve tarihi gelişmenin dışında kalan toplumların yukarda sözü geçen aşamalardan geçmemiş olduğunu ya da geçmeyeceğini göstermez. Nitekim, Batıdaki ekonomik ve tarihi gelişmenin dışında kalan toplumların yukarda belirtilen aşamalardan farklı bir yol izleyeceğini, yani ilkel Toplum, Asya-Tipi üretim Tarzı, Kölecilik, Feodalite ve Kapitalizm, aşamalarından mutlaka geçeceğini (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirilmesine Katkı adlı eserinde bu sıralamayı yapar) de ileri süremeyiz. Bundan ötürü Asya-Tipi üretim tarzı, “gerçeklerimize ışık tutacağı besbelli olan” bir kavramdır derken, bu kavramın bir varsayım değeri taşıdığını, Ortaçağ Yakındoğu İmparatorluklarının ekonomik ve tarih gerçeklerini açıklamaya elverişli bir bilimsel çalışma varsayımı gibi göründüğünü söylemek istiyorum. Son sözün, her zaman olgularda olduğunu, bir varsayımın olgular karşısında sınav vermesi gerektiğini, başka varsayımlara oranla en çok olguyu açıklayabilen ve gerçeği rasyonel bir biçimde kavramamızı sağlayan bir varsayımın, bilimsel bir teori haline gelebileceğini unutmamak gerekir. Asya-tipi üretim kavramı, çeşitli araştırmacılar tarafından farklı ölçülerde ve tarzlarda tarihi ve siyasi gerçeklerimize başarıyla uygulanmış olmasına rağmen (N. Berkes, S.Divitçioğlu, İ. Küçükömer, İ. Cem, M. Sencer, vb.) teori haline gelebilmek için daha geniş ve derin incelemeleri bekleyen bir kavramdır. Nitekim, çeşitli ülkelerin bilginleri, özellikle Eskiçağ tarihi ve toplumları konusunda, bu tür incelemeler yapmışlar ve sözü geçen kavrama, uygulandığı alanlarda, bilimsel bir teori niteliği kazandırmışlardır.
3)Prof. Fahir İz, Eski Türk Edebiyatında Nesir’in önsözünde, bu yanlış görüşü çok iyi ortaya koyar ve eski nesrin nasıl ele alınması, değerlendirilmesi ve kavraması gerektiğini ilgi çekici bir biçimde açıklar.
4)Türkçenin bütün imkânlarını kullanmak ve alışlagelmiş “edebi”dilin dışına çıkmak eğilimi, Kemal Tahir’de, bütünsel (totale) yani bütün dil unsurlarını ve kesimlerini kullanma yönelimini doğurmuştur. (Dil kesimi deyince, hukuk dili, yazışma dili, ilân ve reklamlardaki dil, aşara öztürkçecilik, belirli yerel ağızlar, eski Osmanlı nesri ve çevirisi, Tanzimant çağı ve daha sonrasının Frenk taklitçiliğinden doğan üslubu, vb. gibi dil yapılarını kast ediyorum.) Kemal Tahir’de dil, “anlatılan”ın yerine geçer, bir nesne haline gelir ve saydamlığını kaybeder. Onun romanlarını okurken, “anlatılan”ı “anlatan”da yani dilde algılamaya başlarız. Kişiler, olaylar ve durumlar, birer “dil olgusu” haline gelir. Tanpınar’ın deyimiyle, Kemal Tahir; “bir dil makinası” kurmuş, bir dil dünyası yaratmıştır. Bu dil, “başkası”nın yaratışı ve malı (anonim halk ürünü, eski büyük yazarlar, Türkçenin belli bir yöredeki kullanılış tarzı) olduğu halde, aynı zamanda, onun hiçbir yazara benzemeyen öz üslubudur. Bütünsel bir dil kurmaya yönelme, çağdaş Batı romanında görülen önemli özelliklerinden biridir. Soruna bu açıdan bakınca, Kemal Tahir ile hemen hiç ilgisi olmadığı halde, James Joyce akla geliyor. Bizde, aynı eğilimin en ilgi çekici ve başarılı bir örneği de, Kemal Tahir’den bambaşka bir dünyası olan Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı ve Tehlikeli Oyunlardır.
Türkiye Defteri, Sayı 7, Mayıs 1974