Şu saatlerde eşsiz önderimizin aramızdan ayrılışının hepimizi derin bir yasa gömen acısını yüreğimizde duyuyoruz.(1) Çakan bir şimşeğin ışınları gibi gerçeği bizden çok önce görebilen o yüce insanın anısı hep bizimle olacak.
Lenin’in kişiliği, büyük bir önder olmakla büyük bir insan olmanın mükemmel uyumunun ifadesidir. Bu kendine özgü niteliği yüzünden Lenin’in anısı -Komün savaşçılarının şanlı şehitleri için Marx’ın kullandığı sözleri yinelersek- her zaman “işçi sınıfının yüce yüreğinde kutsanarak saklanacak”tır. Sahteyle gerçeği; kibirle alçakgönüllülüğü; boş böbürlenme ile gösterişsiz sevgiyi, en ufak kuşku duymaksızın derin sezgileriyle hemen ayırır emekçi kitleler.
Ben, unutulmaz önderimiz ve arkadaşımızın anılarına ilişkin belleğimde ne varsa, en küçük ayrıntılarıyla anlatmayı kendim için bir görev saymaktayım. Bu benim, Vladimir İlyiç’e ve onun bütün yaşamını adadığı proleterlere, emeğiyle geçinen insanlara, yani sömürülenlere ve dünyanın herhangi bir yerinde kendi isteği dışında köle gibi çalıştırılanlara karşı borcumdur. Bu, onun bütün sevgisini verdiği devrimci savaşçılara, daha iyi bir toplumsal düzenin kurucuları olarak gururla baktığı yoldaşlarına karşı yerine getirmek zorunda olduğum bir görevdir.
Lenin’le, tüm dünyayı sarsan Rus devriminin patlayışından sonraki ilk karşılaşmam, 1920 sonbaharı başlarında gerçekleşti. Eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, Kremlin’in Sverdlov Salonu’nda. Moskova’ya gelişimden hemen sonra katıldığım bir parti toplantısında karşılaştık. Lenin hiç değişmemiş görünüyordu; çok az yaşlanmıştı. Giydiği gösterişsiz ama dikkatle fırçalanmış ceketinin, onu ilk kez gördüğüm, 1907′deki Stutgart ikinci Enternasyonal Dünya Kongresinde(2) giydiği ceket olduğuna yemin edebilirdim. Her karşılaştığı yüzü bir sanatçının keskin gözleriyle inceleyen Rosa Luxemburg(3), o kongrede, Lenin’i göstererek bana şöyle demişti: “Bu adama iyi bak. O Lenin’dir. Başına dikkat et: Nasıl inatçı, ne kadar güçlü bir iradeye sahip.”
Lenin’in konuşması ve davranışları değişmemişti. Tartışmalarda çok canlı, hatta coşkuluydu. İkinci Enternasyonal Kongresinde olduğu gibi, şimdi de tartışmanın seyrini kaçırmamak için büyük bir dikkatle izliyor, kendine hakim olma gücünün büyüklüğünü ortaya koyuyor ve düşünsel yoğunlaşma, enerji ve esnekliğini açığa vuran bir rahatlık gösteriyordu. Bunu, vurguları, uyarıları ve söz hakkı kendine geldiğinde yaptığı konuşmalarıyla açığa vuruyordu. En önemsiz bir şeyin bile keskin bakışlarından ve berrak zihninden kaçmadığını hissediyordunuz. Ben, her zaman olduğu gibi bu karşılaşmamda da, Lenin’in en karakteristik özellikleri olan sadeliği, içtenliği ve yoldaşlarıyla ilişkilerindeki doğallığı karşısında büyülenmiş gibiydim. Doğallığını özel olarak vurgulamak isterim, çünkü bende bıraktığı kesin izlenim, bu adamın başka türlü davranamayacağı idi. Onun yoldaşları karşısındaki tutumu, içinden geçenlerin en doğal biçimiyle dışa vurulmasıydı.
Lenin, bilinçle girdiği iktidar savaşını aynı bilinçle yürüten, nihai hedefini hiçbir tereddüte yer bırakmayan bir netlikle açıklayan ve Rusya proletaryası ile köylülüğüne yol gösteren bir partinin tartışmasız tek önderiydi. Parti, emekçiler tarafından, büyük bir güvenle ülkeyi yönetmek ve proletarya diktatörlüğünü kurmak için görevlendirilmişti, Lenin, dünyadaki ilk proleter devletin üzerinde kurulduğu büyük ülkenin lideriydi. Onun düşünce ve özlemleri, Sovyet Rusya sınırlarının ötesinde bile milyonlarca insanın düşüncelerini yönlendiriyordu. Onun herhangi bir konu üzerindeki görüşü, benim ülkemin her yerinde kabul görür. Dünyanın her neresinde köle ve ezilen varsa, onlar için Lenin’in adı, umut ve kurtuluşun simgesidir,
Rusya’nın işçileri, “Yoldaş Lenin bize komünizmi gösteriyor. Bütün güçlüklere rağmen ona ulaşacağız,” diyordu. Ve onlar, açlığın ve sefaletin olmadığı, sömürüsüz ve angaryasız bir toplum düşüncesiyle dopdolu, aç ve çıplak cephelere koşuyorlardı, inanılmaz eşitsizliklerle kaplı bir ülkenin toplumsal ve ekonomik yaşamını temelden yıkıp yeniden kurmak gibi ancak devlerin kaldırabileceği bir görevi coşkuyla omuzlamaya hazırlanıyorlardı. Toprağa duydukları açlıkları doyurulan köylüler, “Belki geri dönerde topraklan bizden geri alırlar diye toprak ağalarından korkmamız için hiçbir neden yok, İlyiç ve Bolşevikler, şanlı Kızıl Orduyla imdadımıza yetişirler,” diye düşünüyorlardı.
“Çok yaşa Lenin!” Bu, İtalya’da, Rus devrimini kendi kurtarıcıları olarak coşkuyla alkışlayan proleterlerin, sık sık kilise duvarlarını süsleyen sloganıydı. Lenin’in adı. Amerika, Japonya ve Hindistan’da, çıkarları varolan yasalarla korunanların egemenliğine meydan okuyanları birleştiren bir çığlık haline gelmişti.
Lenin’in konuşma tarzı ne kadar da basit ve alçak gönüllüydü! Son derece büyük bir tarihi görevi daha yeni başarmıştı ve hemen ardından omuzlarına sınırsız güvenin, en ciddi sorumluluğun ve hiç ara vermeksizin sürdürülen bir çalışmanın muazzam ağırlığı çökmüştü. Parti kitlesiyle tamamen kaynaşmıştı, onlarla aynı hamurdandı, tam anlamıyla içlerinden biriydi. “Yönetici” dedikleri tipe hiç benzemiyordu. Baskı kullanmayı hiçbir zaman istemezdi ve bu anlamda tok bir hareketi ya da yüz ifadesi yoktu. Böylesi yöntemler onun yapısına aykırıydı ve o gerçekten çarpıcı bir kişiliğe sahipti.
Kuryelerin askeri ve çeşitli sivil kuruluşlardan durmaksızın taşıdıkları haberlerin her birine mutlaka birkaç satırlık bir yanıt çiziktirip geri gönderiyordu. Gelen her not için kendine has dostça bir baş sallayışı ve gülümseyişi vardı. Bu, sevinçle aydınlanan yüzünün değişmez yanıtıydı. Toplantılarda acil sorunlar üzerinde görevlilerle zaman zaman yaptığı görüşmelerde sorunu başkalarına havale etmez, bizzat kendisi incelerdi. Toplantıya ara verildiğinde, Lenin, tam bir saldırıya uğrardı; dalgalar halinde Petrograd’dan, Moskova’dan ve hareketin diğer merkezlerinden gelmiş erkek ve kadınlar bir anda sarıverirdi çevresini. Hele gençler çevresinde etten bir duvar örerler ve onu soru sağanağına tutarlardı. Her biri kendi düşünce ve tasarılarının onun tarafından onaylanmasını ister; dilekçe, soru ve öneriler dolu gibi yağardı.
Lenin, kendisiyle konuşmak isteyen hiçbir yoldaşını geri çevirmezdi, ister Parti’ye ilişkin olsun, isterse kişisel, ona aktarılan her sorunu, her şikâyeti büyük bir dikkat ve anlayışla dinler ve mutlaka yanıtlardı. Onun gençlerle nasıl anlaştığını görmek insanı çok duygulandırırdı. Gençlerle ilişkisi yoldaşçaydı; onda, yaş farkını üstünlük gibi gören orta yaş grubunun buyurganlığına, kibir ve bilgiçliğine rastlamak imkansızdı.
Lenin her zaman eşitler içinde bir eşit olarak davranırdı. Onda iktidarı elinde tuttuğuna, belirleyici ve egemen kişi olduğuna dair en küçük bir işaret göremezdiniz. Parti içindeki otoritesini; ideal bir önder ve yoldaş olarak yarattığı saygınlıkla, onun her zaman anlayışlı olduğunu ve karşılığında da anlayış beklediğini kavrayanlara gösterdiği saygının üstünlüğüyle kazanmıştı. Lenin’in çevresine yaydığı dostluk dolu havayla, Alman Sosyal Demokrasisi’nin “Parti Babalarının ceberrut tavırlarını karşılaştırmak, beni çok üzmüştür. “Alman Cumhuriyeti’nin Herr Pressdent’i” olarak Sosyal Demokrat Ebert’in önümüze serdiği tatsızlık ve onun burjuvaziyi maymun gibi taklit etmeye kalkışması, bana saçmalığın son perdesi gibi görünür. Ebert, insan onurunu yansıtan sağduyuyu tamamen yitirmiştir. Elbette bu centilmenler, Lenin gibi “bir ihtilal yapmaya kalkışmak ihtiyatsızlığını ve çılgınlığını” asla göstermediler. Ve onlarla birlikte burjuvaziyi savunmak, Ebert’i yasak savan konuşmalarla tarihsel gelişmenin önüne set çekme çabasına itecektir -ta ki, sonunda devrim burada da tarihi hazırlık safhasından, olayların zorunlu tarihsel akışından, sıçrayınca-ya ve bu toplumun içinde de gürleyinceye kadar: “Kendini koru!”
Lenin’in ailesine yaptığım ilk ziyaret, onun hakkında Parti Konferansı’nda edindiğim ve daha sonraki çeşitli konuşmalarda pekişen izlenimle rimi kuvvetlendirmişti. Evet, Lenin, Kremlin’de oturuyordu. Girişte sizi engelleyen birtakım muhafızlarla karşılaşıyordunuz. Ama bu, devrim önderlerinin yaşamlarına karşı daha önce birçok kez gerçekleşen karşı devrimci terörist girişimlere karşı alınmış bir önlemdi. Lenin, zaman zaman ihtişamla döşenmiş devlet dairelerinde kabuller de düzenlemişti. Ailesiyle birlikte kaldığı özel dairesi ise, çok basit ve gösterişsizdi. Ben, “Moskova’nın mutlak egemen diktatörü”nün oturduğu yerden daha iyi mobilyalı işçi lojmanlarında sıkça bulundum.
Lenin’in karısı ve kız kardeşi(4) akşam yemeği zamanı geldiğinde yemeğe kalmam için içtenlikle ısrar ettiler. Soframızdaki, o zamanın orta halli bir devlet memurunun da sofrasında bulunan çay, kara ekmek, yağ ve peynirden oluşan gösterişsiz yiyeceklerle neşe içinde karnımızı doyurduk.
Daha sonra kız kardeşi “tatlı” bir şeyler, yani, “misafir onuruna” yemekten sonra ağzı tatlandıracak bir şeyler aramaya girişti. Sonunda içindi: biraz meyve peltesi olan bir küçük kavanoz, buldu. Köylülerin “İlyiçleri’ne beyaz un, yağ, yumurta, meyve vs. gibi bol miktarda erzak gönderdiği herkesin bildiği bir gerçektir. Ama şunu da herkes iyi bilir ki, bu güzel yiyeceklerin hiçbiri, Lenin’in kilerinde kalmazdı. Çalışan halk yığınları kadar basit yaşama ilkesine sımsıkı bağlı olan Lenin ailesi tarafından hastanelere ve çocuk yuvalarına gönderilirdi bütün bunlar.
Lenin’in karısı yoldaş Krupskaya’yı, Bern’deki Enternasyonal Sosyalist Kadınlar Konferansı’nın(5) yapıldığı 1915 Mart’ından beri görmemiştim, çekici yüzünde ve yumuşak bakışlı gözlerinde, gücünü kemiren hain hastalığın izleri apaçık görünüyordu. Bunun dışında, bir değişiklik yoktu: dürüstlük, sadelik ve bir tevazu simgesi olmayı sürdürüyordu. Sade elbisesi kadar, dümdüz taranıp basit bir topuzla başının arkasında toplanmış saçları, yapması gereken ev işlerini yetiştirememenin telaşı içindeki yorgun bir işçi karısı görünümü veriyordu ona. Burjuva düşünce ve ifadesiyle ” first Lady” olan yoldaş Krupskaya, aslında ezilen ve acı çeken insanlığın davasına bağlılıkta bir numaraydı. Onunla Lenin’in beraberliği, hedefler ve hayatın amacı üzerinde fikir birliğinin en güzel örneğidir. O, Lenin’in sağ kolu, her işine koşan en çalışkan sekreteri, ideolojisinin inançlı izleyicisi ve görüşlerinin denenmiş yorumcusuydu. Zeki ve sabırlı çalışmalarıyla işçiler arasında Lenin’in düşüncelerini yayan yorulmaz bir neferdi. Ancak bütün bunların dışında onun bir de tümüyle kendini adadığı özel bir eylem alanı vardı: Halk eğitim ve öğretimi.
Yoldaş Krupskaya’nın Kremlin’de “Lenin’in karısı” rolünü oynadığını söylemek, yalnız bir saçmalık değil, aynı zamanda da bir iftira olur. O, kocasıyla birlikte çalıştı ve onun dertlerini bölüştü. Bütün yaşamı boyunca ona özen gösterdi, yeraltı çalışmasının zor koşullarına ve her tür eziyete onunla birlikte göğüs gerdi.
Daha ilk görüşte aralarındaki ilişkinin yapaylıktan uzak ve içten olduğu ve bu ilişkiye karşılıklı anlayış ve sevginin egemen olduğu izlenimi uyanıyordu insanda. Daha önce tanıştığımız Yoldaş Krupskaya ile bir merhabamız vardı. Şimdi konuk olduğum evinde bu tanışıklık Krupskaya’nın içten tavırlarıyla derin bir dostluğa dönüştü. Lenin’in eve gelmesinin hemen ardından bir kedi ortaya çıkıvermişti. Evdeki herkes sevgiyle karşıladı onu. “Korkunç terörist lider”in omzuna sıçrayıp dizlerinin üzeri ne rahatça kıvrılıverdi. (Bir an ülkeme geri döndüğümü ve Rosa Luxemburg’un evinde, dostlarına yadigâr kalan kedisi mimiz ile birlikte olduğu mu düşündüm.)
Lenin geldiğinde biz üç kadın kendimizi sanat, eğitim ve öğretim üzerine bir tartışmaya kaptırmıştık. O sırada ben, heyecanla, Bolşeviklerin yürüttükleri büyük kültürel çalışmalara, ülkede sanat ve öğretim alanında yeni ufuklar açmaya çabalayan yaratıcı güçlerin yaygınlaşmasına duyduğum hayranlığı anlatıyordum. Ancak, gördüğüm birçok şeyin bende henüz işin tasarı ve deneme evresinde olunduğu, karanlıkta el yordamıyla yürünmeye çalışıldığı izlenimi bıraktığını söylüyordum. Kültür alanında yeni öz, biçim ve yollara ulaşmak için yapılan araştırmalar sırasında zaman zaman gerçekliğin gözardı edilerek modanın izlendiği ya da Batı modellerini körü körüne taklit etme eğilimlerinin taşındığına ilişkin bende oluşan kanıyı anlatıyordum. Lenin, derin bir ilgiyle hemen katıldı konuşmamıza:
“Yeni güçlerin uyanması ve bunların Sovyet Rusya’da yeni bir sanat ve kültür yaratma görevini yüklenmeleri iyi, çok iyi bir şey. Onların gelişimindeki kasırganın şiddeti anlaşılabilir ve üstelik bu yararlıdır da. Ne yapmak istediğimizi bilmeli ve onu mutlaka gerçekleştirmeliyiz. Önümüzde yapılması gereken çok iş var. Ancak kaos içinde bir mayalanmanın yaşandığını da unutmayalım. Bu nedenle sanat ve düşünce alanındaki belirli akımların bugün yeni olan her şeyi ‘çok yaşa’ çığlıklarıyla göklere çıkaran ve yarın ‘çarmıha gerelim’ feryatlarıyla yerin dibine batıran sloganlarının peşinden koşuşturmak kaçınılmazdır.”
“Devrim, pranga vurulmuş bütün güçleri özgür bırakır ve onları hayatın derin kuytularından çekip gün yüzüne çıkarır. Resim, heykel ve mimarimizin gelişimi üzerinde burjuvazi ve aristokrasinin istek ve zevkleri kadar. Çar hanedanının kaprisleri ve modanın yaptığı etkiyi örnek olarak göz önüne getirin.”
“Özel mülkiyet temeli üzerine kurulmuş bir toplumda sanatçı, pazar için, yani alıcıların ihtiyaçları için üretir. Bizim devrimimiz sanatçıyı bu son derece maddi koşullardan kurtardı. Devleti onların savunucusu durumuna soktu ve onları yasalarla korudu. Her sanatçı ya da kendini böyle gören herkes, hiçbir şeye bakmaksızın özgürce yaratma ve kendi idealini izleme hakkına sahiptir.”
“Ama, mademki biz komünistiz, aylaklığa prim veremeyiz ve gelişmenin dizginlerini koyverip onu bir kaosun içine terk edemeyiz. Öyleyse biz bu süreci hazırlanmış bir plana göre yönlendirmek ve onun meyvelerine de biçim vermek zorundayız. Henüz bundan uzağız, hem çok uzağız. Biliyorum ki bizim de Doktor Karlstadt’larımız(6) var. Biz de büyük ‘resim ikonoklastları’yız(7). Güzel olan korunmalı, ‘eski’ bile olsa çıkış noktası olarak alınmalıdır. Neden gerçekten güzel olan şeye sırtımızı dönüyoruz, neden onu daha ileri gelişmelere başlangıç noktası yapacağımız yerde, sadece ‘eski’ olduğu için terk ediyoruz? Niçin yeniye sadece ‘yeni’ olduğu için Tanrı emri bir itaatle tapınıyoruz? Saçma! Yersiz ve saçma! Bunda ikiyüz lülüğün ve elbette Batı’da egemen olan sanat akımlarına bilinçsizce boyun eğmenin payı büyüktür. Biz iyi devrimcileriz, ama yine de, ‘modern kültürde istenilen düzeyde’ olduğumuzu kanıtlamak zorunda kaldık. Nasılsa kendimi daha fazla tutamadım. Aynı düşüncede olduğumu söyledim. Üstelik, ilham kaynağı olarak alınan bir yüzün sanatsal aktarımında neden burnun yerine üçgenler konulduğunu, devrimci eylem için çalışmanın nasıl olup da aslında organları birbiriyle bağlantılı ve birleşik bir bütün oluşturan insan vücudunu değiştirip, beş çatallı bahçıvan beli gibi iki sırığın üzerine asılmış şekilsiz, yumuşak bir çuval haline sokulduğunu anlamayacak kadar da duygusuzdum.
Bir kere ‘barbar’ olduğumuzu açıklama cüretini göstermiş bulunuyorum. Ekspresyonizm, fütürizm, kübizm ve diğer ‘izm’ ürünlerini artistik dehanın en yüksek bildirimi olarak kabul etmek benden uzaktır. Ben onları anlamam. Onlardan zevk alamam.”
Lenin şiddetli bir kahkaha koyverdi.
“Evet aziz Clara, buna yardım edilemez. Biz ikimiz de eski ve geri kafalıyız. En azından, devrimi ilgilendiren konularda en önde olabilsek ve genç kalabilsek, bizim için yeterlidir. Ama, yeni sanatta kendimize sayfa ayrılmasını isteyemeyiz. Biz ancak arkadan izleyeceğiz.”
“Ama,” diye ekledi Lenin, “bizim sanat üzerindeki görüşümüz önemli de değildir. Milyonlarca insandan oluşan bir toplumun dışındaki birkaç yüz ya da birkaç bin kişinin hizmetinde olan bir sanatın ne önemi vardır? Sanat, halka aittir. Onun kökleri, çalışan yığınların büyük kalabalığında ta derinlere inmelidir. O, bu yığınlar tarafından anlaşılacak ve sevilecektir. Onların duygu, düşünce ve istekleri ortaklaştırılmalı ve yükseltilmelidir. Sanat içgüdülerinin, onların içinde harekete geçmesi ve gelişmesi için çalışılmalıdır. İşçi ve köylü yığınları kara ekmeğe muhtaçken, biz küçük bir azınlığa leziz bir pasta mı sunacağız? Her zaman gözlerimizin önünde işçiler ve köylüler olmalı. Bu cümleyi hem gerçek, hem de mecaz anlamıyla almak gerektiğini söylemeye gerek yok. Yönetmeyi ve tasarlamayı onlar için öğrenmeliyiz. Bu yaklaşımlar sanat ve kültür alanında da geçerlidir.
“Sanatı halka ve halkı sanata daha yakınlaştırmak için, genel eğitim ve kültür standartlarını yükseltmekle işe başlamalıyız. Bu noktada ne durumdayız? Siz, bizim iktidara geldiğimizden bu yana başardıklarımızı heyecanla sınırsız bir kültürel gelişme düzeyine yükseltiyorsunuz. Kuşkusuz, hiç övünmeden diyebiliriz ki, bu konuda, gerçek anlamda hayata geçireceğimiz birtakım şeyler var. Yalnız, bütün ülkelerin Menşeviklerinin ve sizin Kautsky’nin(8) uydurdukları gibi ‘kesik kafalar’ımız yok. Ama buna karşılık elimizde pek çok aydınlatılmış kafa var. Yine de, işçi ve köylülerin eğitim ve genel kültüre olan susamışlığı, ölçülemez büyüklüktedir. Bu yaklaştırmalar, yalnız Moskova, Petrograd ve öbür sanayileşmiş kentler için değil, onlardan çok uzaktaki birçok köy için de geçerlidir. Aynı zamanda biz, tamamen soyulmuş, çok yoksul bir halkız. Elbette cehalete karşı gerçek ve inatçı bir savaş veriyoruz. Kasaba ve köylerde, irili ufaklı kitaplıklar ve okuma odaları kurduk. Her çeşit öğretim kursları örgütledik. Güzel gösteriler ve konserler düzenledik. Ülkenin her yanına ‘hareketli gösteriler’ ve ‘eğitim trenleri’ gönderdik. Ama yine de itiraf etmeliyim ki, en temel bilgilerden, en ilkel kültürden yoksun milyonlarca insan karşısında bütün bunlar nedir ki? Oysa Moskova’da her gün onbinlerce kişi, örneğin tiyatrolarımızın muhteşem temsillerini vecd içinde seyrederken, öte yanda milyonlarca insan, adlarını hecelemeye, sayı saymasını öğrenmeye; dünyanın yassı değil, yuvarlak olduğunu, büyücüler, afsuncular ve bir ’semavi baba’ tarafından değil, doğal yasalar tarafından yönetildiğini anlayabilmek için yeterli bilgiye ulaşmaya çabalıyor.”
“Yoldaş Lenin.” dedim, “cehalet için bu kadar üzülmeyin. Bir bakıma o, sizin devrim yapmanızı kolaylaştırmıştır. Cehalet, işçi ve köylü beyinlerinin burjuva nosyonlarıyla doldurulmasını, böylelikle de bunların orada kök salmasını engellemiştir. Sizin ajitasyon ve propagandanız, bakir toprağa tohum ekiyordu. Ayrık otlarından temizlemek zorunda kalmadığınız bir yeri ekip biçmek daha kolaydır.”
“Evet, bu doğrudur,” diye karşılık verdi Lenin. “Bununla beraber, belirli sınırlar içinde. Ya da, daha açık söylemek gerekirse, mücadelemizin belirli bir evresi için. Eski devlet mekanizmasını parçalamamız zorunlu iken, iktidar savaşı sırasında cahilliğe katlanabilirdik. Ama bizim tek amacımız parçalamak mı? Biz, yetine daha iyisini yaratmak için eskiyi yıkarız. Cehalet kötülüğe götürür; yeniden yapılanma ile katiyen bağdaşamaz. Yeniden yapılanma, eğer özgürlüğe ulaşmak isteniyorsa, Marx’a göre işçilerin ve ben ekliyorum, köylülerin de görevi olmalıdır. Bizim Sovyet sistemimiz bu görevi kolaylaştırır. Çok şükür ki bugün binlerce çalışan insan çeşitli Sovyetler’de görev alıyor ve Sovyet kuruluşları yeniden yapılanmayı çabuklaştırıyor. Sizin ülkenizdeki deyimle, onlar ‘hayatlarının baharın-da’lar. Çoğu, eski rejim altında büyüdüler ve bu yüzden eğitim göreme diler, kültür edinemediler. Ama şimdi büyük bir özlemle bilgi istiyorlar. Sovyet çalışmasının başarısı için erkek ve kadınların her türlü eksiğini gidermek ve onlara gereksinimleri olan pratik ve kuramsal eğitim vermek zorundayız. Yine de; ülkemizin yaratıcı liderlik konusundaki kişisel yetenek ihtiyacının bütününü karşılayamıyoruz. Bu noktada önümüze bürokratik işlerin yerine getirilmesi zorunluluğu çıkıyor ve biz eski bürokratları çalıştırmak zorunda kalıyoruz. Ben bürokrasiden nefret ediyorum, ama birey olarak herhangi bir bürokrattan değil. O çok becerikli bir kişi olabilir. Benim nefret ettiğim sistemdir. Bu sistem baştan aşağı bozan ve felç eden bir etkiye sahiptir. Bürokrasinin yenilmesi ve kökünün kazınmasında öğretimin ve halk eğitiminin en geniş şekilde yayılması belirleyici bir faktördür.
“Gelecek için umutlarımız nelerdir? işçi ve köylü gençliğin çalışma, öğrenme ve kültürü hazmetmesini mümkün kılmak için, örgütlenmiş muazzam kurumlara ve gerçekten yerinde önlemlere sahibiz. Ama burada da aynı üzücü sorunla karşı karşıyayız: Halkımızın büyüklüğü göz önüne alındığında, bütün bunlar nedir ki? Daha da kötüsü, yeterli sayıda ana okulu, çocuk yuvası ve ilkokula sahip olmaktan da uzağız. Milyonlarca çocuk, büyüme çağlarını eğitim ve öğretim görmeden geçiriyor. Babaları ve büyükbabaları gibi cahil ve kültürsüz kalıyorlar. Bu milyonların içinde kim bilir ne kadar telef olan yetenek, ne kadar ayaklar altında çiğnenen ışık var? Yetişen kuşağın mutluluğu göz önüne alındığında bu ölümcül bir suçtur. Bunun sonu Sovyet Devletinin komünist topluma götüreceği serveti soymaya varır. Bu büyük tehlike kaynağıdır.”
Lenin’in genellikle sakin olan sesi, öfkeyle titriyordu.
“Bu soru onu ne kadar da heyecanlandırıyor,” diye düşündüm. “Bu heyecan, adeta onu, üçümüze kışkırtıcı bir söylev vermeye zorluyor.” Şimdi kim olduğunu hatırlayamayacağım, içimizden biri, sanat ve kültür alanındaki birtakım olumsuz somut olayları “dönemin koşulları”na bağlayan birkaç söz söyledi. Lenin cevap verdi:
“Hepsini biliyorum. Şimdiki dönemin güçlük ve tehlikelerinin, panem et circences‘den(9) (ekmek ve eğlence) en iyi biçimde yararlanarak üstesinden gelinebileceğine içtenlikle inananların sayısı epeyce çok. Ekmek, elbette bir sorun. Eğlenceye gelince -kim düzenlerse düzenlesin- bu benim işim değil. Ama eğlencelerin gerçekte büyük bir sanat değeri taşımadığını da unutmayalım. Onları daha çok ya da daha az çekici eğlencelere davet edecek de değilim. Bizim işçi ve köylülerimizin Roma’nın lümpen proletaryası olmadığını da aklımızdan çıkarmamamız gerek. Onlar devlet kesesinden beslenmiyorlar. Tam tersine emekleri ile devleti onlar besliyor. Devrimi ‘yapan’ ve davalarını el üstünde tutan onlar. Kanlarını oluk gibi akıttılar. Sayısız kurban verdiler. Gerçekten de bizim işçi ve köylülerimiz, eğlencelerden daha iyi şeyleri hak ettiler. Onlar, gerçekten büyük sanata hak kazandılar. Bu yüzden biz, halk eğitim ve öğretimini en üst düzeye çıkarmak için işlerimizin en başına aldık. Elbette ki çekirdek sorunun çözümlenmesi koşuluyla, bu, kültür için bir temel yaratacaktır. Bu temel üzerinde, özüyle biçiminin gerçekten birbiriyle uyuşacağı yeni ve komünist bir sanat oluşacak. Bu yol boyunca son derece önemli görevler, aydınlarımızın aracılığıyla çözülmeyi bekliyor. Proleter devrimine karşı borçlarını, bu görevleri bilince çıkartıp üstesinden gelerek ödeyecekler. Çünkü’ bu devrim, Komünist Manifesto’da ustaca belirtildiği gibi, rezilce yaşam koşullarından kurtulup geniş, açık alanlara çıkmalarını sağlayan bütün kapıları onlara da açmıştır.”
O gece, zamanın epeyce ilerlemesine karşın başka konulardan da söz açmıştık. Ama bu tartışmaların hiçbiri, Lenin’in sanat, kültür, halk eğitimi ve öğretimi üzerine yaptığı konuşma kadar etkilemedi beni.’
“Emekçileri nasıl da coşkulu ve içtenlikle seviyor!” Bu kış gecesinde başım dönerek eve vardığım zaman, kafamda bu düşünce pırıldıyordu. “Hâlâ onu soğuk bir düşünce makinesi, halkı yalnız ‘bir tarihi kategori’ olarak gören kuru bir formül fanatiği ve hiç heyecan duymaksızın halkla bilardo toplarıyla oynar gibi oynayan biri olarak görenler var.”
Lenin’in söyledikleri bende öylesine derin bir coşku yaratmıştı ki, onları hemen genel bir özet halinde kâğıda geçirdim. Tıpkı Sovyet Rusya’ya ziyaretimde olduğu gibi. O zaman da kayda değer bulduğum her ayrıntı yi defterime not almıştım günlerce.
O zaman benimle yaptığı bir diğer konuşma sırasındaki açıklamaları da, ruhumun derinliklerinde gömülü kalmıştır.
Batı ülkelerinden gelen pek çok kişi gibi ben de yaşama şartlarımı değiştirmek zorunda kalınca hastalandım. Lenin beni ziyarete geldi. Sevecen bir ebeveyn gibi gereken tıbbi bakımı ve gıdayı alıp almadığımı merak ve endişeyle araştırdı ve bir şeye ihtiyacım olup olmadığını ısrarla öğrenmek istedi. Onun omuzlarının üstünden yoldaş Krupskaya’nın müştik yüzünü gördüm. Lenin, her şeyin gerçekten de benim aktardığım kadar iyi olup olmadığından kuşkuluydu. Bunu özellikle öğrenmek istiyordu, çünkü terk edilmiş bir binanın dördüncü katında kalıyordum.
“Tümüyle, Kautsky’nin peşinden gidenlerin ortaya koyduğu devrim aşkı ve bunu gerçekleştirme yolundaki çabaları gibi,” dedi Lenin alaycı bir tavırla. Konuşmamız hemen politik bir nitelik kazanıverdi.
Kızıl Ordu’nun Polonya’dan geri çekilişi, Sovyet birliklerinin cesaretle ve şimşek hızıyla Varşova’ya ulaştığında uyanan devrimci umutları kırarak moralimizi bozmuş, bu uğursuz olay, tasarılarımızı boşa çıkarmıştı.
Lenin’e, siperli kasketlerindeki kızıl yıldızları, delik deşik olmuş askeri üniformaları ve çok zaman da sivil elbiseleri, hasır ayakkabıları ya da yırtık çizmeleri ve bindikleri küçük, çevik atlarıyla Alman sınırlarında sık sık görünen Kızıl Ordu askerlerinin sadece Alman proletaryasının devrimci öncüleri; Scheidemann’lar ve Dittmann’lar üzerinde değil, küçük ve büyük burjuvazi üzerinde de bıraktıkları izlenimleri anlattım. “Polonya’yı almayı başarabilecekler mi? Alman sınırını geçecekler mi? Sonra ne ola cak?” Almanya’da insanların kafalarını böyle sorular kurcalıyordu. Birahane stratejistleri, bu sorulara cevap bularak kazanacakları üne şimdiden hazırlanmışlardı. Ve bütün sınıflarda ve toplumsal katmanlarda beyaz muhalif Polonya’ya karşı, “ezeli düşman” Fransa’ya duyulandan çok daha şovence bir kin duyulduğu ortaya çıkmıştı.
Yine de, onların devrim hayali karşısında duydukları korku, Versay Antlaşması’nın kutsallığına duydukları korkunun yarattığı saygıdan ve Polonyalılara karşı içlerinde kabaran şovence kinden daha ağır basıyordu. Ağzı kalabalık süper-yurtseverler ve kibarca geveleyen pasifistler, bu tehlikeden kaçınma yollarını araştırıyorlardı. Büyük ve küçük burjuvazi, yol arkadaşları olan reformist unsurlarla birlikte, proletaryayı durdurmaya çalışmaktaydılar. Polonya’daki olayların gelişimi işte böyle, biri üzüntüden gözyaşı döken, öteki ise sevinç kahkahaları atan gözlerle izleniyordu.
Lenin, sendika liderleri ile reformist partinin yanı sıra, Komünist Partisi’nin tutumuna ilişkin verdiğim ayrıntılı bilgiyi de dikkatle dinledi. Birkaç dakika kadar sessiz kaldı ve düşündü.
“Evet,” dedi sonunda, “Polonya’da olanlar belki de kaçınılmazdı. Bizim yılmaz öncümüzün piyadeden takviye alamadığını, silah ikmali yapamadığını, hatta yeteri kadar bayat ekmeği bile olmadığını ve bu yüzden de tahıl ile öbür zorunlu ihtiyaçlarını kaçınılmaz olarak Polonya köylüsü ile küçük burjuvazisinden metazori yoluyla aldığını ayrıntısıyla biliyorsunuz elbette. Bu durum, Polonya köylü ve küçük burjuvasının, Kızıl Ordu askerlerini, onları kurtarmaya gelen kardeşleri olarak değil, ekmeklerine el koyan düşmanları olarak görmesine yol açtı. Onların duygu, düşünce ve eylemlerinin sosyalist ya da devrimci olmaktan uzak, milliyetçi, şovenist ve emperyalist olduğunu söylemek gereksizdir. Pilsudski(10) ve Daszinski’nin peşinden gidenler tarafından aldatılan köylü ve işçiler, sınıf düşmanlarını savundular. Bizim cesur Kızıl Ordumuzun askerlerinin açlıktan kıvranarak ölmelerine göz yumdular, üstüne üstlük bir de onları tuzağa düşürüp öl dürdüler.
“Bizim Budyoni(11) bugün belki de dünyanın en başarılı süvari subayı sayılmalıdır. Köylü kökenden geldiğini tabii bilirsiniz. Mareşallerinin asalarını sırt çantasında taşıyan Fransız devrimci ordusunun askerleri gibi, o da asasını eyerindeki heybede taşırdı. Olağanüstü bir stratejik içgüdüsü vardı. Gözünü budaktan sakınmayan deliliğe varan bir cesareti sahipti. En acı yoksunlukları ve en büyük tehlikeleri, süvarileriyle paylaştı. Adamları onun uğruna parça parça doğranmaya razıydılar. O, tok başına bütün bir süvari bölüğü değerindeydi… Yine de, Budyoni ve diğer devrimci askeri önderlerin sahip oldukları üstün özelliklerin gücü, bizim askeri ve teknik kusurlarımızı dengelemeye yetmedi.
“Tıpkı Brest-Litovsk Anlaşması’nda(12) olduğu gibi; Polonya’yla barış(13) görüşmelerinin sonlandırılmasının ilk defa burada büyük bir dirençle karşılaştığını bilir misiniz? Polonyalıları gözeten ve bizim için pek insafsız olan barış koşullarını onaylamadan yana olduğum için yoğun bir mücadele vermek zorunda kalmıştım. Şimdiden bütün uzmanlarımız, eğer Polon ya’daki işler, özellikle büyük darlık içindeki mali durumu göz önüne alınırsa, hele bir de biz kısa bir süre daha çarpışmaya devam edebilirsek, barış koşullarının önemli ölçüde bizden yana çevrilebileceğini iddia ediyorlar. Bu olayda tam zafer bile olanaksız görünmemektedir. Polonya’nın Doğu Galiçya ve diğer kesimlerinde ulusal çatışmaların sürmesi, Polonya’nın askeri gücünün epeyce zayıflamasına yol açacaktır. Fransızların yaptığı savaş yardımlarına ve verdiği borçlara rağmen, hiç durmadan artan askeri harcamalar ve gücü tükenmiş Polonya hazinesi sonunda köylü ve işçileri eyleme sürükleyecektir. Eğer savaş sürerse bizim şansımızın sürekli artacağını gösteren başka deliller de ek olarak gösterilmiştir.”
Kısa bir duraklamadan sonra devam etti:
“Kendi adıma söylemeliyim ki, bizim durumumuzun, ne pahasına olursa olsun sonunda barış gerektirecek bir konumda olmadığını düşünüyorum. Kışa dayanabiliriz. Ama ben politik görüş açısından, düşmanı yarı yolda karşılamanın daha akıllıca olduğunu hesaplıyorum. Ağır bir barışın doğuracağı geçici zararlar bana savaşın devamından daha yeğlenir görünüyor. Bizim Polonya’yla ilişkimiz, ancak bu yolla en sonunda kazançlı bir duruma girebilir. Biz Polonya’yla barışı, Wrangel’e var gücümüzle vurarak ona ezici darbeyi indirmek için kullanıyoruz. Sovyet Rusya, bir tek kendini ve devrimi savunmak için savaşa gireceğini, dünya üzerinde barışı gözeten tek büyük ülke olduğunu kanıtlamalıdır. Herhangi bir ülkenin topraklarını ele geçirmenin, herhangi bir ulusu boyunduruk altına almanın ya da genel olarak herhangi bir emperyalist maceraya girişmenin, kendi yapısına aykırı olduğunu gösterirse kazanacaktır. Ama yanıtlanması gereken hepsinden önemli soru şudur: En zorunlu ihtiyaç maddelerinden yoksun olarak Rus halkını yeni bir kış seferberliğinin dehşet ve acılarına sürebilir miyiz? Daha önce böylesi birçok yoksulluğa katlanmış olan kahraman Kızıl Ordumuzu, işçi ve köylülerimizi bir kez daha cepheye gönderebilir miyiz? Emperyalist savaştan ve iç Savaş’tan yıllar sonra, milyonlarca insanın sessiz bir ümitsizlikle telef olacağı, yoksulluk çekeceği, donacağı yeni bir kış seferberliğine başlamak. Erzak stoğu yok ve giyim eşyaları çok kötü bir durumda. Hiç almadan sürekli veren işçiler inliyor, köylüler şikâyet ediyor… Hayır, ben bir kış seferberliğinde halkımızı bekleyen dehşeti aklıma bile getirmek istemiyorum. Biz ancak barış yapabiliriz.”
Lenin konuşurken, yüzünü sık sık kırıştırıyordu. Büyüklü küçüklü sayısız kırışıklıkların her biri derin bir üzüntünün ya da kemirgen bir acının ürünüydü… Sonra gitti.
Bir keresinde bana, denizden Perekop’u almakla görevlendirilen Kızıl Ordu askerlerinin onbinlerce deri elbiseye ihtiyaçları olduğunu anlatmıştı. Ama, daha bu elbiseleri hazır edemeden sevinçli haberler bize ulaştı: Sovyet Rusya’nın korkusuz savunucuları, cesur kurnandan Frunze’nin(14) yönetiminde, saldırıyla almışlardı Berzah’ı. Bu eşsiz bir askeri başarıydı. Erlerle kumandanlarının eşit paylaştıkları bir onurdu bu.
Bu, Lenin’i üzüntülerinin bir tanesinden kurtarmıştı. Güney Cephesi’nde bir kış seferberliği olasılığı ortadan kalkmıştı.
Çağdaşlarının Gözüyle Lenin, çeviren: Güneş Şahiner,
Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2005
Notlar
(1) Lenin 21 Ocak 1924 günü öğleden sonra saat 6:50′de öldü
(2) İkinci Enternasyonalin Yedinci Kongresi (18 24 Ağustos 1907).
(3) Rosa Luxemburg (1871-1919): Alman işçi sınıfı hareketinin önemli önderlerinden, İkinci Enternasyonal ve Alman Komünist Partisi’nin ‘Sol’ kanadında yer aldı. Tutuklandı ve 15 Ocak 1919′da vahşice öldürüldü.
(4) N. K. Krupskaya Lenin’in karısı ve silah yoldaşı (1869 1939). M. i. Ulyanova: Lenin’in kendisinden küçük olan kız kardeşi. Pravda’nın yazı kurulu sekreteri (1878-1937)
(5) Bu konferansı örgütleyenler arasında C Zetkin, N. K. Krupskaya ve İ. F. Arrnand da bulunuyordu
(6) Karlstadt: Reformasyon’un ünlü bir kişisi
(7) Resim ikonoklastları: VIII. ve IX. yüzyıllarda Doğu kiliselerindeki aziz tasvirlerini kaldıran Hıristiyanlığın mezhebinin üyeleri, geleneksel eserleri tahrip taraftarları –ç. n.
(8) Karl Kautsky: Alman Sosyal Demokrasisi’nin ve İkinci Enternasyonal’in liderlerinden biri. Önceleri Marksist, daha sonra bir Marksizm döneği ve oportünizmin en tehlikeli türü olan Merkezcilik’in ideoloğu.
(9) Panem et circences: Çöküş döneminde Roma İmparatorluğu’nun büyük şehirlerine doluşan işsiz yığınlarını uyutmak amacıyla düzenlenen eğlenceler ve onlara ekmek dağıtılması, -ç.n.
(10) J. Pilsudski: Polonya devlet başkanı ve gerici diktatör (1918 22). Sovyet Rusya’ya karşı Polonya savaşını örgütleyenlerden biri.
(11) S M. Budyoni (D.1883): Sovyet asken lideri ve devlet adamı. Birinci Süvari Ordusuna Kumanda etti (1919-1920). Sovyetler Birliği Mareşali.
(12) Brest-Litovsk Antlaşması. 3 Mart 1918′de, Sovyet Rusya ve Almanya, Avusturya-Macaristan, Türkiye ve Bulgaristan arasında imzalanmıştır.
(13) 18 Mart 1921′de, Riga’da Polonya’yla imzalanan barış antlaşması
(14) M.V. Frunze (1885-1925): Asker ve Komünist Partisi’nin önemli liderlerinden biri. İç savaş sırasında, Doğu, Türkistan ve Güney cephelerine kumanda etti. Cumhuriyet Devrimci Askeri Konsey Başkanı. Savunma Halk Komiseri (1925).