Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazartesi, Aralık 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküTürkiye'den ÖykülerHem Peygamber Hem Düşkün | Ahmet Ümit

Hem Peygamber Hem Düşkün | Ahmet Ümit

Oteldeki odamda, pencerenin önüne oturmuş, bu kuzey Avrupa kentinin karlı gecesini seyrediyordum. Rüzgâr, önüne kattığı kar taneciklerini cadde boyunca sürüklüyor, sokak lambalarının kırmızı ışığı, geceye alışkın olmadığım bir keder katıyordu. Vakit geceyarısına yakın olmasına karşın az ilerideki gece kulübünün önü arı kovanı gibiydi. Neon ışıklarla aydınlanan kapının önünde otomobiller durup kalkıyor, kadınlı erkekli gruplar içeri girip çıkıyorlardı.

Birden kulübün önünde bir itişme oldu. İri yarı iki güvenlik görevlisinin kısa boylu, çelimsiz birini itekleyerek, dışarı çıkardıklarını gördüm. Adam görevlilere direnmeye çalışıyordu. Bir ara ellerinden kurtularak, içeri girmek istedi. Ama görevlilerden biri onu ensesinden yakaladığı gibi caddeye savurdu; adamcağız az kalsın, bir aracın altında kalacaktı; şoför zamanında fark etti de yaralanmaktan kurtuldu. Yolun karşısındaki kaldırıma çıkan adam birkaç adım attıp, durdu. Yine gece kulübüne gidecek diye düşündüm. Görevliler işlerine dönmüşler, artık onunla ilgilenmiyorlardı. Adam gerçekten de yola doğru yöneldi ama birden üzerine yıldırım düşmüş gibi bedeni çarpıldı. Güçlükle geriye döndü. Duvarlara yaslanarak ilerdeki küçük kiliseye yöneldi. Kilisenin önüne gelmişti ki titremeye başladı ve olduğu yere yığıldı. Düştüğünü benden başka kimse görmemişti.

Ona yardım etmek için ne zaman karar verdiğimi anımsamıyorum. Bildiğim paltomu giyip, otelden fırladığım, birkaç kez düşme tehlikesi geçirerek adamın yanına ulaştığımdı.
Zavallı adam yerde sıtmalı bir hasta gibi titriyor, kontrolsüzce hareket eden bedeni sağa sola savruluyordu. Ellerini yakalayarak, kendini yaralamasını önlemeye çalıştım. Bir ara gözlerim adamın acıyla çarpılmış yüzüne takıldı; açık bir alnı vardı, çıkık elmacık kemikleri ve uzun sakalları daha ilk bakışta dikkati çekiyordu. Bu hastalıklı yüzü bir yerlerde gördüğümü düşünürken, adamın ağzında biriken köpükleri fark ettim. Bu adam saralıydı, daha sıkı tuttum ellerini.

Adamın tepkileri gevşedi, giderek hareketsizleşti. Önce öldü diye korktum. Elimle boynundaki atardamarı yokladım, hayır ölmemişti. Hafifçe soluk alıp veren adamın yüzünden doygunluk ve huzur okunuyordu. Az önce olanları görmemiş olsam, adamcağızın mışıl mışıl uyuduğunu, uykusunda da çok güzel bir düş gördüğünü sanabilirdim. Kendine zarar veremeyeceğini anlayınca ellerini bıraktım. Onu buradan götürmeliydim. Kilisede yardım edebilecek birileri var mıydı acaba? Umarsızca kilisenin iki kanatlı ahşap kapısına dokundum. Tuhaf, sanki kapı dokunmamı bekliyormuş gibi kendiliğinden açılıverdi. İçeride ilk gözüme çarpan şey mum ışığıyla aydınlatılmış, İsa’nın çarmıha geriliş heykeli oldu. Mumlardan yansıyan ışık, kilisenin mistik havasını tamamlıyor, bu ölümü çağrıştıran sessizlik insanda ister istemez derin bir saygı duygusu uyandırıyordu. Fazla düşünmeden adamcağızı sürükleyerek içeri taşıdım. İçerideki sıralardan birinin üzerine yatırdım. Artık ayılmasını beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.

Uyanmasını beklerken bir ara gözlerim İsa’nın heykeline takıldı. Nasıl da canlı görünüyordu. Sıraların arasından geçerek heykele doğru yürüdüm. İsa’nın yüzü de sıranın üzerinde yatan adamınki gibi sapsarı, dikenli tacın çizdiği alnında, avuçlarındaki ve ayaklarındaki çivi başlarının kenarlarındaki koyu renk kan lekeleri de sahici gibiydi. Ben etkilenmiş bir halde heykeli izlerken, ayaklarımın önüne bir damla düştü. Yanılmış mıydım? Hayır, ikinci bir damla ilkini izledi. Bu eski kilisenin damı akıyor olmalıydı. Böyle düşünmeme karşın yine de eğilip, yere düşen damlalara dokunmaktan kendimi alamadım. İşaret parmağımla dokunduğum sıvının ne olduğunu anlamaya çalışırken,
“Ağlıyor değil mi?” diyen bir sesle irkildim. Hızla geriye döndüm. Bizim çelimsiz adamdı.
“Siz miydiniz?” dedim.
“Adam sanki beni duymamış gibi yineledi.
“İsa efendimiz ağlıyor değil mi?”
“Sanmıyorum,” dedim. “Dam akıyor olmalı.”
“Ah,” dedi. “Siz de inançsız birisiniz.” Sesinde suçlamadan çok acıma vardı. Halime üzülüyor gibiydi. Onun bu tavrı canımı sıktı. Aramızda acınacak biri varsa bu kendisiydi. Az önce bir kumarhaneden atılmıştı, yardım etmeseydim belki de sokak ortasında donarak ölecekti.

“Kendinize geldiğinize sevindim,” dedim. Biraz da onun için yaptıklarımı anımsatmak için. “Az önce çok kötü görünüyordunuz.”
Sözlerim hedefini bulmuştu, adam başını öne eğdi.

“Beni siz içeri almış olmalısınız,” dedi. “Özür dilerim, size teşekkür etmeyi unuttum.”
“Önemi yok,” dedim. Neşem yerine gelmişti. “Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı.”
“Yapmazdı,” dedi. “Dünya daha da berbat bir yer olmuş. İnsanlar daha da kötüleşmiş.”
Gülümseyerek adamı tepeden tırnağa süzdüm.
“Dünyaya birkaç kez gelmiş gibi konuşuyorsunuz?”
“Öyle, daha önce de bu dünyada yaşamıştım.”
Gece kulübünden tekme tokat atılmanın nedeni şimdi daha iyi anlaşılıyor, diye geçirdim içimden.
“Ah, kendimi tanıtmayı unuttum,” dedi adam elini uzatarak. “Ben Fyodor Mihayloviç Dostoveyski.”
Dostoveyski sözünü duyunca bu yüzün neden tanıdık geldiğini anladım. Karşımdaki adam gerçekten de, büyük ustaya benziyordu. Bu yüzden adamın abuk sabuk konuşmalarına kahkahalarla gülmek, ya da bu tuhaf kiliseden kaçıp gitmek yerine onunla sohbet etmeyi seçtim.
“Sözleriniz hiç inandırıcı değil,” dedim. “Siz Dostoyevski olamazsınız.”
“Belki de değilimdir ama ben yerinizde olsam tuhaf olaylara, mucizelere inanırdım.”
“Öteki dünyaya gidip gelmek gibi mi?” dedim bıyık altından gülerek.
Adam dalga geçtiğimi anlamamıştı.
“O da var,” diye yanıtladı. “Asıl anlatmak istediğim öteki dünya değil. Gerçeği anlamak için düşler ve hayaller gerekir.”

Konuşmamız ilginç bir hal almaya başlamıştı.
“Diyalektikten mi bahsediyorsunuz?” dedim, meraklanarak.
“Evet, ama Marks’ınki değil; daha çok Hegel’inki.”
“Neden Marks’ınki değil.”
“Yöntemin kurucusu Hegel de ondan.”
“Ama yöntemi yerli yerine oturtan da Marks.”
Durdu, çekik gözlerini yüzüme dikerek, bir süre küçümser bir tavırla beni süzdü.
“Demek siz de sosyalistsiniz?”
“Bir zamanlar siz de öyleydiniz,” dedim. “Tabii hâlâ Dostoyevski olduğunuzu iddia ediyorsanız.”
“Ediyorum tabii, siz beni ne sandınız.”

Sonra çok eskilerde kalmış hoş bir anıyı anımsamış gibi gülümsedi.
“Ben yalnızca sosyalistlere sempati duydum. O da Belinski (1) yüzünden.”
“Oysa kimi eleştirmenler, önerdiğiniz toplum projesinin ütopik sosyalizme yakın olduğunu söylüyorlar.”
Boşver dercesine sağ elini boşlukta salladı.
“İnsanların saçmalama hakları da vardır.”
“Ya ‘Gülünç Adamın Rüyası’?(2) O öyküde hiç de cennetten söz edilmiyor ama insanların eşit, özgür ve mutluluk içinde yaşadığı bir toplum anlatılıyor.”
“Gençlik hayalleri…” diyecek oldu.
“Yapmayın,” diyerek sözünü kestim. “Öyküyü yazdığınızda elli yaşını çoktan aşmıştınız.”
“İyi güzel söylüyorsunuz da, kısa bir öyküden yola çıkarak bana sosyalist yaftası yapıştırmak doğru mu?” Durdu, sinirli sinirli soluyarak ekledi. “Beni anlamak istiyorsanız romanlarımı okumalısınız. Orada sosyalizm gibi insan ruhunu hiçe sayan akılcı akımlarını eleştirisini göreceksiniz.”
“Hiç merak etmeyin,” dedim. “Hepsini okudum. Ama pek söylediğiniz gibi bir sonuç çıkmıyor.”
“Ne çıkıyor peki.”
“Tamam eleştiriyorsunuz ama sosyalizmi değil, akılcılığı. Ama unutmayın akılcılığın kökleri sizin İsa Efendinizin doğumuna kadar uzanır.”
“Abartıyorsunuz,” dedi.
“Hiç de abartmıyorum. Evet siz, insanın yalnızca akla indirgenmesini eleştirdiniz. Bunda da haklıydınız. Üstelik bu eleştirel tavrınız sizi o çok korktuğunuz devrimcilerden biri haline getiriyordu. Çünkü üslubunuz öyleydi.”
“Yanlış,” diye gürledi, “Ben Slavların ortodoks inanç çevresinde birliğine inanırım. Vremya (3) dergisindeki yazılarımı okuyun, daha iyi anlayacaksınız.”
“İnanın sizi sandığınızdan çok daha iyi anlıyorum. Son iki yüzyılın getirdiği olumsuzlukları ilk gören kişilerden biri oldunuz. Bu da yüksek dehanızı gösteriyor. Ama ne yazık ki Batı Radikalizmi ile Slav mistisizmi arasında bir sentez oluşturamadınız. Böyle bir sentez oluşturmanız gerekiyor muydu, ondan da pek emin değilim. Çünkü siz felsefeci değil sanatçısınız. Ama şunu söylemek zorundayım: Yalnızca Vremya dergisindeki yazılarınız değil, Suç ve Ceza, Budala, Ecinliler ve Karamazov Kardeşler gibi başyapıtlarınız bile Batı aydınlanmasıyla, Slav mistisizmi arasında sıkışıp kaldığınızı gösteriyor.”

“Siz kimsiniz,” dedi sesini yükselterek.
“Biraz alçakgönüllü olun lütfen. Karşıma geçip dünyanın gizine ermiş gibi, nasıl böyle emin konuşabilirsiniz.”
“Dünyanın gizine ermediğim kesin. Dahası böyle bir giz var mı ondan bile emin değilim. Yalnızca sizin tutkulu bir hayranınızım, desem?”
İnanmamış gibi yüzüme baktı.
“Tuhaf,” dedi. “Sizin gibi maddeci birisi benim gibi bir yazara neden hayran olsun ki.”

“Size hayran olmamak elde mi üstat? Shakespeare’den sonra insan ruhunu en gerçekçi olarak siz kaleme aldınız.”
Sözlerimde içten olduğumu anlayınca yumuşadı.
“Sesimi yükselttiğim için beni bağışlayın,” dedi, uzun sakallarını sıvazlayarak. “Neden böyle sinirliyim bilmiyorum. İnsanların bu hali hasta ediyor beni.”
“Biz de onların bir parçasıyız.”
“Asıl sorun da bu ya. Başkaları iyi ya da kötü olmuş, o kadar önemli değil. Ama ben kendi içimdeki kötülüğü aşamıyorum. Az önce o kumarhaneden nasıl atıldığımı gördünüz. Şu an sizinle konuşurken bile aklımın bir parçası hâlâ orada.”
“Ama yalnızca kumarı düşünmüyorsunuz, kafanızda daha önemli sorunlar da var.”
Umarsızlık içinde başını salladı.
“Sorunlar mı? Hastalık diyelim şuna. İyi ve kötü sürekli boğazlaşıyor kafatasımın içimde. Bir türlü huzura ulaşamıyorum.”
“Belki de dehanızı bu boğuşmaya borçluyuz.”
Şaka mı yapıyorum yoksa ciddi miyim, anlamak istercesine şöyle bir baktı yüzüme. Ciddi olduğumu anladıktan sonra, “Belki de,” diyerek onayladı beni. ” İyi ve kötü, masum ve canavar, katil ve kurban, zeki ve aptal, korkak ve cesur, namuslu ve alçak, daha sayamayacağım onlarca insanlık durumu. Çoğu insan farkına bile varmıyor bunların. Başının üstünde sallanan tehlikeyi bilmeden, ekmeğini geveleyip, şarabını içip, her fırsatta çiftleşip yaşamaya bakıyor. Belki de doğrusu bu. Ama ben yapamıyorum. Yanlış yapmak korkutuyor beni. İşin kötüsü yanlış yapmaktan, günah işlemekten de alıkoyamıyorum kendimi. Temiz kalmalıyım diyorum ama yaşadıkça daha çok kirleniyorum. Bu kaosu çözebilmiş değilim. Soluk alabildiğim tek alan var: yazmak.”
“O zaman arındığınızı mı hissediyorsunuz?”
“Hayır. Yazmak arındırmıyor beni. Ama suç işlemenin, günaha girmenin, kötülüğün de yaşama dahil olduğuna inanmamı sağlıyor. Yazarken dünyanın, insanların halini daha iyi görebiliyorum. İnsanın o kadar çok hali var ki, bunları azaltmaya çalışırsanız, sanki ruhumuzdan bir şeyler eksiliyor.”
“Bu yüzden mi kahramanlarınızı ruhsal çalkantılar içinde kıvranan insanlar olarak canlandırıyorsunuz.”
“O yüzden değil, öyle olduğu için. Bunu ben uydurmuyorum. İnsanlar böyle. O kadar çok acı, o kadar çok kötülük var ki. Sonra bunun bir raslantı olmadığını anlıyorum. İnsanoğlu ancak büyük kötülüklerden, sonra arınabiliyor; büyük acılardan sonra mutlu olabiliyor.”
“Bence yanılıyorsunuz,” dedim. “İyi olmak için kötü olmamız gerekmiyor. Mutlu olmak içinde acı çekmemiz gerekmiyor. Gelişkin bir toplum yaratılabilirse, olumlu koşullar sağlanabilirse, kötülükler de acılar da en aza iner.”

“Laf bunlar,” dedi sinirli sinirli gülerek. “Kendini halktan üstün sayan aydınların yüreklerindeki ağırlığı hafifletmek için uydurduğu safsatalar. Şu içinde yaşadığınız yüzyıla bak: Ölüm, yoksulluk ve mutsuzluk. O çok övündüğünüz teknoloji ne getirdi size? Hani nerede iyilik?”
“Birdenbire olmayacak tabii. Yeni bir kültür yaratmak zaman alır.”
“Çok dinledim bunları. Hepsi palavra. Bizi ancak tanrısal bir düşünce kurtarabilir. Halkı etkileyecek tek düşünce budur: Kutsanmış ekmek, İsa’nın kanı ve keşişin kutsal sözcükleri.”
“İyi de bu söyledikleriniz zaten vardı. Dinler, kutsal kitaplar, peygamberler, hiçbiri çare bulamadı insanlığın derdine.
“Yeterince inanılmadı çünkü.”
Kuşkulu gözlerle onu süzdüm.
“Ya siz, gerçekten inanıyormusunuz dinlere?”
Ne demek istiyorsun gibilerden ters ters bakmaya başladı.
“Bir yazınızda,” diye açıklama gereği duydum, “tanrının olmadığına ilişkin kanıtlar çoğaldıkça ona daha çok inanıyorum, demiştiniz de.”
“Benim inanıp inanmamam önemli değil,” dedi. Sözlerindeki kesinlik hissedilmeyecek gibi değildi. “İnsanlığın buna gereksinimi var.”
Romanlarındaki insanları anlatırken inanılmaz bir hoşgörü ve derinliğe sahip olan bir zekâ, politik konular açıldığında bu denli bağnaz ve sığ bir yaklaşımı nasıl benimseyebiliyordu anlayamıyordum.
“Rus halkının önderliğinde bir dinsel uyanışa,” diye alay etmeye başladım.
“Evet,” dedi. Sözcüklerin üzerine basa basa devam etti. “Daha açık konuşmak gerekirse, insanlığın Ruslaştırılmasına,”
“Bu uğurda savaşa da hazırsınız.”
“İnsanlığın kurtuluşu için…”
“Hep böyle söylenir.”
Sözlerim onu sinirlendirmeye başlamıştı.
“Çarpıtıyorsunuz,” diye bağırdı,
“söylediklerimi anlayacak ruh temizliği yok sizde.”
“Haklısınız üstat,” dedim. Kendini Dostoyevski sanan bu tuhaf adamdan sıkılmaya başlamıştım. “Benim ruhum yeterince temiz değil. Gidip biraz bedenimi dinlendireyim, bakarsınız ruhum arınır.”

“Alay etmekle gerçeklerden kaçamazsın,” dedi buruk bir tavırla.
“Yine de hoşçakalın,” diyerek kalktım.
Sanki bir şey unutmuşum gibi,”Bekleyin,”
diye seslendi ardımdan.
Ona doğru döndüm. Az önceki öfkeli hali kaybolmuş gibiydi.
“Şey… Sizden bir ricam olacak,” dedi. Bunu söylerken ezik bir tavırla yanıma yaklaşmıştı. “Bana biraz borç verebilir miydiniz?”
Alacağı borçla kumar oynayacağı o kadar belliydi ki, sorup onu alçaltmak istemedim. Cüzdanımı çıkarıp bir miktar para bıraktım avucuna.
“Sağolun, borcumu en kısa zamanda ödeyeceğim” dedi. Çekik gözleri zaferle ışımaya başlamıştı. “Şunu da unutmayın, benim yazar kimliğimle politik kimliğim ayrılmaz.”
Hiçbir şey söylemeden yürüdüm. Kapıdan çıkarken, döndüm. Bakışları hâlâ üzerimdeydi.
“Belki haklısınız,” dedim. “Ama ben; Raskolnikov(4)’u, Dimitri Karamazov(5)’u, Prens Mişkin(6)’i yaratan, insanoğlunun çaresizliğini büyük bir duyarlılıkla anlatan Dostoyevski’yi seviyorum. Tanrının, İsa’nın, Kutsal Ruh’un ve Rus Ortodoks kilisesinin emrindeki Dostoyevski’yi değil.”

Notlar:

1. Vissarion Gregoryeviç Belinski; Rusya’da radikal düşüncenin kurucularından, ünlü edebiyat eleştirmeni.
2. Gülünç Adamın Rüyası; Dostoyevski’nin bir öyküsü.
3. Vremya (Zaman); Dostoyevski’nin 1960 yılında kardeşiyle birlikte çıkardığı bir dergi.
4. Raskolnikov; Suç ve Ceza’nın baş kahramanı.
5. Dimitri Karamazov; Karamazov Kardeşler’in baş kahramanı.
6. Prens Mişkin; Budala’nın baş kahramanı.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments