Koştu. Yatak odasına girdi, soluk soluğa. Atışını yavaşlatabilirmiş gibi kalbini tuttu, bastırdı. Tereddüt. Boncuk boncuk saçsız başı. Gitti geldi eli. Oymalı sandık, çeyiz saklayan sandık, işlemeli, naftalin kokulu. Kuytularında neler gizler böyle?
Oğlumu gördüm, babamı gördüm.oğlumu onun kucağında. Odanın kapısı yarı açık, aradan. Küçücük sarı başı okşayan kocaman , kalın pütürük parmaklar. Tütün kokan ağızdan dökülen sözcükleri, onları gördüm. Tiz bir metal sesi ya da tahtaya sürtünen tırnak gibi ürpertici. Kanın bedenden yavaş yavaş çekilmesi gibi uykuya çeken, çocuğunu hızla yaklaşan bir trenle karşı karşıya görmek gibi çıldırtıcı bir his tüm bedenimi ele geçirdi, ona amade ben, ben ona amade. Ellerimle ördüğüm duvar, bir yıkıntı şimdi.
Eve geldiğinde, alışkanlıkların güvenli kollarında, yapacaklarını düşünmeden yaptığı günlerden bir gündü. Oğul salonda, eş mutfakta, Aziz kapıda. Anahtar cepte el zilde. Poşette istavrit, yeni rakı biraz da roka. Mevsimlerin tek değiştirdiği giysiler, ince kalın, kalın ince. Kavrulmuş soğan, rutubet kokusu ve hiç çıkmayan, apartmana yayılmış, sinmiş mercimek kokusu.
“O geldi.” dedi Sona aceleci, poşetlere hamle yaparak.
“Kim?” poşetleri geri çekti Aziz, ilk kez.
“Aniden kapıda bitiverdi. Şaşakaldım.” Geri adım attı Sona ve kocasının gözlerine bakmaya cesaret etti.
“…..”
“Görsen nasıl yaşlanmış, adam bitmiş.”
“Yeter, tamam.”
“Yalnızlık kolay değil. Aziz”
“Tamam kes artık.”
“O senin baban.”
Aziz’in içinden gelen haykırmaktı, sustu. Sona sustu. Bir uçurum, bir sır vardı. Söylemediği, belki de söylemek istese de dile getiremediği Aziz’in. Sezse de bir kere olsun sormadı Sona, ama emindi bir hikâyesi vardı Aziz’in biliyordu, bunu bilmek de benim sırrım diye düşündü, avundu.
Geceleri kör bir kuyuydu, uyku çekerdi derine, direnirdim. Sonunda kazanan hep o olurdu, benden daha güçlüydü, bu dünyadaki her şey gibi. Ağaçlar, kuşlar, böcekler, bebekler, toz tanecikleri, kum, su, toprak… Onlar vardı ben yok, onlar yaşıyordu ben ölü, onlar büyüyordu ben hep çocuk, cılız, sessiz, tozdan daha toz. Yerin bin kat altı olsa, ben saklansam. Bu aniden uyandırılmalar olmasa. Yalnız olsam, kimsesiz. Anneme yalvardım, inanmadı, geceleri bırakma onu dedim, dinlemedi. Yerin bin kat altı olsa…
Babasını görür, duyar ama dokunmazdı Aziz ilk gençliğinden beri. Son görüşü, duyuşu da yıllar önceydi. Bir tren istasyonunda, onu gözleriyle, sözcükleriyle itmişti adeta, bozkırın ortasındaki kimsesiz memleketine. Artık rengi griye dönmüş, her daim nemli ihtiyar gözleriyle bakmıştı babası oğluna. Çatallı sesi titremiş, düzelmeyen kambur parmaklarını Aziz’e uzatmıştı, son bir umutla. Aziz babasını olduğu yerde bırakıp hızla uzaklaşmıştı ondan. Onun göremeyeceğinden emin olduğu bir yer bulup gizlenmişti ardına. Gittiğini görmeliydi. Gördü, derin bir soluk aldı.
Karısı gebe, babası yolda, Aziz gene de huzursuz. Ya geri dönerse, ya gelirse, oğlum, ya sana yaklaşırsa. Diner mi fırtına? Aziz besler. Yaşamak bir yüktü Aziz’in boynunda. Ödünç alınmış gibi korkarak, sırtında ağırlığını duyarak, geri verecekmiş gibi asıl sahibine el sürmeden, yıpratmaktan çekinir gibi kelimeleri tasarruflu, sesi en alt telden.
Geceler geçmek bilmez. Küçücük bedenimi nerelere saklasam. Kapı gıcırdar, hiçbir zaman derine inemediğim uykumdan çekip alır beni, sarsar. Bir üşüme gelir kendime sarılırım. Büyük, pütürük parmaklar yorganımdan içeri süzülür, Sayısızca yılan dolar yatağıma, ısırır. Soluğundan yayılan tütüne karışmış soğan, çürük diş kokusu, midem kalkar.
Sandık. Aziz elini attı diplere. Çekti aldı yıllar önce sakladığı hazinesini derinden. Bildik bir tiksinti yükseldi, bir üşüme geldi. Gördüğü manzara. Korkudan kaçış yok Aziz, artık dönüş yok buradan. Tekrar etti bunu kendine üç kez daha, yarı duyulur bir sesle. Namlunun ucundaydı artık. Koştu, oğlunu çekip aldı, dışarı git dedi yavrum annen seni çağırır. Eğilip alnından öptü sonra sarıldı. Kapıyı kilitledi ardından. Şimdi artık başbaşaydılar. Hiç düşünmedi Aziz, eli hiç titremedi, yıllarca bu anı düşlemiş gibi, iki el ateş etti.
Aziz | Özlen Yıldız