Gece boyunca yağan kar sabaha karşı şiddetini artırdı. Geciken seferle birlikte bu soğuk sabırları tüketmeliydi, oysa görünürde öyle bir manzara yok. Burada her şey donuk. Çatılardan sarkan buzlar beni hep ürkütmüştür, oysa burada hiçbir anlam ifade etmiyor. İnsanların bıyıklarının bile donduğunu gördükten sonra. Bu arada yeni halimi gördüğünde eminim hiç hoşuna gitmeyecek. O hep gıpta ettiğin, ne de olsa seninki her zaman biraz seyrekti, sakallarım yok artık. Memur olmak her şeyi törpülüyor, pürüzsüzleştim, düzleştim. Yüzüm maymuna döndü, bu öyle önemsediğim bir şey de değil aslında, yalnız şimdi elimi yüzüme götürünce bir boşluk hissettim nedense, aylardan sonra ilk kez, tam da seninle buluşacakken. Oysa biliyorum insan evinden çıkıp, içeri baktığında, başkasının gözleriyle, ya bir devdir gördüğü ya da cüce, ortası yok. Ortalama olmak en güzelidir oysa. Senin yanında devleşiyorum, sen yokken cüce.
İstasyonda beş kişiyiz. Hava hâlâ karanlık. Ay olduğu yere kazık çakmış, gitmeye de hiç niyeti yok. Yalnızca kendini aydınlatan şu ölgün sarı ışıktan başka da aydınlık yok istasyonda. ( Hayır dolaylı yoldan kendimi anlatmıyorum, sözünü ettiğim şey gerçekten de bir ampul. Başka bir niyetim yok). Adamların yüzlerini seçemiyorum. Gerçi buna da gerek yok ya, ne de olsa hepsi birbirine benzer bunların. Bir örnek, aynı ananın evlatları gibiler, aynı ilgisiz babanın oğulları. Şu uzun paltoları, kalın haki atkıları, gri kasketleri, son bir nefes gibi sarıldıkları sigaraları ( Başka da sarılacak neleri var dersin sen şimdi, ne de olsa insanlarla arandaki mesafe, elini uzattığında dokunabileceğin kadar yakın olmuştur hep.) kesik ve hırıltılı inleten öksürükleri ve boğazlarından çıkarıp raylara fırlattıklarıyla tornadan çıkmış gibiler.
Uzaktan kurt ulumasına benzer sesler geliyor, köpek olduklarına inanmak istiyorum. Ayakta durmaktan yoruldum. Birkaç gecedir uykusuzum, artık gücümün sonuna geldim galiba. Buradaki tek banka adeta bıraktım kendimi. Sert, rahatsız, yaslanma yerinde incecik bir tahta kalmış, birileri onu kemirmiş. Rahatı aramayı uzun süre önce bıraktım nasılsa. (Aramak ve umut, birinden vazgeçince öteki de terk ediyor insanı).Bir şey beni bütün gücüyle aşağı çekiyor, göz kapaklarımdan başlayıp kollarımı, ayaklarımı. Yerçekiminden daha güçlü, bu uyku. Biraz gözlerimi kapatsam, ama bu tehlikeli. Uykum çok ağırdır bilirsin. Treni kaçırabilirim. Hep şikâyet ederdin, senin yüzünden ilk derslere geç kalıyoruz diye. İlk derslere yetişir, son derslerde kaçardın. Yine de her yolu dener, beni ayağa dikene kadar direnirdin. Ne inat vardı sende de. En etkili taktiğin su olmuştu, pek yaratıcı olmasa da doğrusu çabanı takdir etmemek elde değil. Beni sürükleyip (bu kısmı hiç anımsamıyorum, gülerek anlatmıştın) banyoya götürmüş, başımdan aşağı su boşaltmıştın. Kolaysa geri yat. Sen, bir arkadaşın, en iyi çalar saat olduğuna inanırdın. Beni de buna inandırdın. Her koşulda uyandıracaktın beni.
Uzaklardan horoz sesleri geliyor. Oturduğum yerden şoseden geçen araçların ışıklarını seçebiliyorum. Şimdi sen de yoldasın, rayların üzerinde saatler süren bir yolculuk. Geldiğinde durmadan söyleneceksin, yorgunluk, uykusuzluk. Sonra hiç durmadan yolculuk anılarını anlatırsın, herkesi, her ayrıntıyı. Normal bir insanın aylarca yolculuk yapması gerekir bu kadar anı biriktirmesi için. Sen anlatırsın ben dinlerim. Bu bir döngüdür. Bu döngüyle dost olduk, çoğaldık. Lambayı az önce söndürdüler, artık hava aydınlanma yolunda. Gözlerimi biraz yumsam, birkaç dakika, bilincimi kaybetmeden. Paltoma daha sıkı sarılıyorum. Elim cebimdeki kitabın dikdörtgen sertliğinde. Çıkarıp karıştırıyorum, içinde sen, mektupta ve fotoğrafta. Yüzünde yarı alaycı bir tebessüm ( fotoğraflarda asla dişlerini göstermezsin), saçların alabros kesim, okul çocuğu gibisin. Tekrar kitabın arasına koyuyorum onları. “Gönülçelen” mutlaka okumalıymışım, kesin geldiğinde soracaksın. Buraya gelmeden az önce bitirebildim. Senin için sabahladım. Yolda küçük bir özet yaptım kafamda ( meslek hastalığı, bu hastalık bulaşıcı galiba ve çok hızlı yayılıyor, kitabı oku özetini çıkar). Gözlerimin içine bakıp o cümleyi kurmam için bekleyeceksin ( buna hep direndim, ama bu defa söyleyeceğim).
“Bu kitapta kendimi buldum ve adeta aydınlandım Sinan”.
Böyle bir şey yok ama ben yine de senin için kuracağım bu cümleyi. Bu kitabı mutlaka okumalısın, bu filmi mutlaka izlemelisin, ne zaman bu cümlelerle gelsen bilirdim ardında hep “aydınlanacaksın” yatardı.
Kitabı tam düşecekken yakaladım. İçim geçmiş. Çevreye bakıyorum, her şey aynı, çok kısa sürmüş anlaşılan. Telaşlanacak bir şey yok. Şimdi sıcak demli bir çay olsa, yanına da koca bir porsiyon kıymalı börek. Trenin saatini kaçırmamak için hiçbir şey yemeden yola düştüm. Hem yalnız da tadı olmuyor zaten. Nasılsa birazdan birlikte içeceğiz çayımızı. Biraz kestirsem. Uyku, yumuşak ve sıcak…
“Hadi, uyanın, artık.”
Gözlerimi açmakta zorlanıyorum. Vücudum ağırlaşmış, taş gibi. Kolumu hissetmiyorum.
“ Hadi ama.”
Işık rahatsız edici, ellerimle siper yapıyorum.
“Bu ne uyku böyle, nerdeyse vazgeçiyordum.”
Kitabım yerde, eğilip alıyorum onu. Adam başımda durmuş gitmeye niyeti yok. Ama saat, gözlerime inanamıyorum.
“Saat kaç, tren…”
Anlamsız anlamsız yüzüme bakıyor.
“Ne treni hocam?”
“Ben birini bekliyordum, bir arkadaşım.”
Yüzünde acımaya benzer bir ifade. Çaresizliğim paçalarımdan akıyor olmalı.
“Ama bugün gelecekti. Adı Sinan.”
İşte şimdi saçmaladım, adından ona ne. Elini omzuma koyuyor, dost olmaya mı çalışıyor.
“Hocam burada donacaksınız, Dün de gördüm sizi, biriyle konuşur gibi…böyle nasıl desem…”
“Sen deme ben söylerim. Treni kaçırdım, sen benden saklıyorsun, öyle değil mi?”
“Evet, hocam kaçırmışsınız, gerçekten çoktan kaçırmışsınız treni.”
Beklenen | Özlen Yıldız