Topluluk narsisizminin şimdiye dek ele almadığımız başka bir toplumsal işlevi daha vardır. Bir toplum, üyelerinin çoğunu ya da büyük bir kesimini yeterince besleyemiyorsa, toplumsal huzursuzluğu önleyebilmek için hastalıklı bir narsisizmle doyum sağlamak zorundadır onlara. Ekonomik ve kültürel açıdan yoksul olan insanlar için o topluluğun bir üyesi olmanın verdiği narsisist kıvanç tek —ve çoğu zaman çok etkili— bir doyum kaynağıdır. Yaşamı kendilerine “ilginç” bir şey getirmediği, ilgilerini geliştirecek olanaklan sağlayamadığı için bu insanlar aşırı bir narsisizm geliştirebilirler. Bu olgunun en iyi örnekleri son yıllarda Hitler Almanya’sında, bugün de Amerika’nın Güney’inde görülen ırksal narsisizmdir. Her iki örnekte de ırksal üstünlük duygusunun özü aşağı orta sınıftan kaynaklanmıştır. Durum bugün de aynıdır; Almanya gibi Amerika’nın Güneyi’nde de ekonomik ve kültürel açıdan gelişmemiş, (köhnemiş, cançekişen bir toplumun kalıntıları olduğu için) hiçbir gerçekçi gelişme umudu kalmamış olan bu geri kalmış sınıfın bir tek doyum yolu vardır: Kendini dünyada en büyük hayranlığı toplayan topluluk sayarak, aşağı ırk diye damgalanan bir ırksal gruba üstünlük taslayarak kendi imgesini şişirmek. Bu geri kalmış toplulukların üyeleri şu duygular içindedir: “Yoksul ve kültürsüz olsam da önemli bir kişiyim ben, çünkü bugüne dek dünyanın gördüğü en üst topluluğun üyesiyim — “Beyaz’ım” ya da “Hıristiyan’ım.”
Topluluk narsisizmini görebilmek bireysel narsisizmi görebilmekten daha zordur. Birisinin çıkıp da başkalarına şunları söylediğini düşünelim: “Ben (ve benim ailem) dünyanın en üstün insanlarıyız; bizden temiz, bizden zeki, bizden iyi, bizden dürüst insan yoktur, öteki insanların hepsi pis, aptal, ahlâksız ve sorumsuzdur.” Pek çok kimse bu insanın kaba, dengesiz, giderek deli olduğunu düşünecektir. Oysa bağnaz bir konuşmacı, kitlenin karşısına çıkıp da “Ben” ve “benim ailem” yerine ulus (ya da ırk, din, siyasal parti vb.) koyarak bir konuşma yaparsa ülkesini, Tann’yı vb. seven bir insan olarak övülecek, değerli bulunacaktır. Öte yandan başka uluslardan ve başka dinlerden olanlar horgörüldükleri için böyle bir konuşmaya kızacaklardır. Yüceltilen topluluğun içinde her bireyin kişisel narsisizmi doğrulanacak, milyonlarca kişinin paylaştığı bu yargılar akla uygunmuş gibi görünecektir. (Halkın çoğunluğunun akla uygun olarak kabul ettiği şey halkın tümünün değilse bile büyük bir kesiminin kabul ettiği bir şeydir; pek çok insanın gözünde “akla uygunluk” yargısını akıl değil toplumun onayı belirler.) Bir bütün olarak topluluk, varlığını sürdürebilmek için narsisizme gereksinme duyduğu sürece topluluk narsisist tutumlarını artıracak, bu tutumları özellikle gayet haklı ve erdemli tutumlar olarak gösterecektir.
Narsisist tutumun yayıldığı topluluğun yapısı ve boyutları tarih boyunca değişiklikler göstermiştir. İlkel kabile ya da boylarda yalnızca birkaç yüz üye vardır; burada insan henüz “bireyliği”ni kazanmamıştır; kendi topluluğuna henüz koparılmamış olan “ilkel bağlar”la, kan bağlarıyla bağlıdır. Bu nedenle boya olan narsisist bağlılık, üyelerin boy dışında duygusal bir varlık geliştirememelerinden dolayı çok güçlüdür.
İnsan ırkının gelişiminde toplumsallaşmanın gittikçe arttığını görebiliriz; kan bağlılığına dayanan ilk küçük topluluklar zamanla ortak bir dile, ortak bir toplumsal düzene ve ortak bir inana dayanan daha büyük topluluklara dönüşmüşlerdir. Topluluğun çapının büyümesi, ille de narsisizmin hastalıklı niteliklerinin azalması anlamına gelmez. Daha önce de belirtildiği gibi “Beyazlar”ın ya da “Hıristiyanlar”ın topluluk narsisizmleri tek bir kişideki aşın narsisizm ölçüsünde hastalıklı olabilir. Bununla birlikte daha büyük grupların oluşmasına yol açan toplumsallaştırma süreci içinde, kendi aralarında kan bağlılığı bulunmayan başka birçok değişik insan topluluğuyla işbirliği yapma gereksinmesi, topluluğun içindeki narsisizm yükünü ters yönde etkiler. Tehlikesiz bireysel narsisizmi incelerken ele aldığımız durum burada da geçerlidir: Büyük topluluk (ulus, devlet ya da din) araç gereç, kültür ya da sanatsal üretim alanında değerli bir şey yaratmayı narsisist onurunun nesnesi olarak benimsediği sürece, bu alanlarda yapılan çalışma narsisizmin yoğunluğunu azaltacaktır. Roma Katolik Kilisesi’nin tarihi, büyük bir topluluk içinde çeşitli narsisizmlerin karışmasına ve bu karışıma tepki gösteren güçlere iyi bir örnektir. Katolik Kilisesi içinde narsisizme tepki gösteren öğelerin birincisi, insanın evrenselliği kavramı dolayısıyla “Katoliklik”in artık belli bir kabile ya da ulusun malı olmadığıdır. İkincisi de Tanrı fikrinin kabul edilmesinden sonra putların yadsınmasından doğan kişisel alçakgönüllülük fikridir. Tanrı’nın varlığını kabul etmek hiç kimsenin Tanrı olamayacağını, her şeyi yapıp her şeyi bilemeyeceğini kabul etmek demektir; böylece insanın narsisizmine kapılarak kendini putlaştırmasına kesin bir sınır getirilmiş olur. Ama bu arada Kilise yoğun bir narsisizm geliştirmiştir; Kilise’nin tek kurtuluş yolu, Papa’nın da İsa’nın Vekili olduğuna inanan din adamları, olağanüstü bir kurumun üyeleri olarak yoğun bir narsisizme kapılmışlardır. Aynı şey Tanrı’yla olan ilişkide de görülür; Tanrı’nın her şeyi bilme, her şeye gücü yetme niteliği insanın Tanrı karşısında alçakgönüllü olmasına yol açacağına, birey kendini Tanrı’yla özdeşleştirmiş, bu özdeşleşme süreci içinde olağanüstü bir narsisizm geliştirmiştir.
Narsisist ya da narsisist olmayan işlev arasındaki bu belirsizlik Budizm, Musevilik, İslâmiyet ve Protestanlık gibi büyük dinlerin çoğunda görülür. Katolikliği ele alışım yalnızca bunun iyi bilinen bir örnek olmasından değil daha çok Roma Katolik dininin aynı tarihsel dönem içinde on beşinci ve on altıncı yüzyıllarda, hem insancıl hem de şiddetli ve bağnaz bir dinsel narsisizmin temeli olmasındandır. Kilise’nin içindeki ve dışındaki hümanistler Hıristiyanlığın kaynağı olan bir insancılık adına konuşuyorlardı. Cusa’lı Nicholas herkese karşı dinsel hoşgörüden yanaydı; Ficino’nun öğretisine göre sevgi tüm yaratıklann temel gücüydü; Erasmus karşılıklı anlayış ve Kilise’nin demokratikleştirilmesini istiyordu; Kilise yasalarına başkaldıran Thomas More evrensellik ve insanca dayanışma ilkeleri uğruna öldü; Nicholas ve Erasmus’un çizgisini sürdüren Postel de evrensel barış ve dünya birliğinden söz ediyordu; Pico della Mirandola’yı izleyen Siculo da büyük bir coşkuyla insanın onurunu, akıl ve erdemini, kusursuzluk yetisini vurguluyordu. Hıristiyan insancılığı görüşü içinde yetişen bu insanlar ve daha pek çokları, evrensellik, kardeşlik, onur ve akıl adına konuşuyorlar, hoşgörü ve barış uğrunda savaşıyorlardı.
Bu kişilerin karşısına her iki yandan, hem Luther’den hem de Kilise’den bağnaz güçler çıktı. Bu insancılar yıkımdan kaçmaya çalışıyorlardı; sonunda her iki yandaki bağnaz güçler ağır bastı. Dinsel kıyım ve savaş Otuz Yıl Savaşlan’nın getirdiği yıkımla son buldu; bu yıkım insancılığın gelişmesine öyle büyük bir darbe indirdi ki Avrupa bugün bile kendini toparlayamamıştır. Geriye dönüp on altı ve on yedinci yüzyıllardaki dinsel nefrete baktığımızda o zamanki akıldışı durumu açık seçik görebiliriz. Her iki yan da Tanrı, İsa ve sevgi adına konuşuyor, ancak genel ilkelerle karşılaştırıldığında ikinci derecede olan bazı noktalarda ayrılıyordu. Oysa her iki yan da birbirinden nefret ediyor, insanlığın kendi dinsel inançlarının bittiği yerde sona erdiğine içten inanıyordu. Kişinin kendi durumunu üstün görmesinin, bunun dışında her şeyden nefret etmesinin özünde kendine hayranlık yatar. “Biz” hayran olunacak durumdayızdır; “onlar” nefret edilecek durumdadırlar. “Biz”, iyiyizdir, “onlar” kötüdürler. Kişinin kendi öğretisine yöneltilen her türlü eleştiri, kötü niyetli ve dayanılmaz bir saldırıdır; karşı tarafın durumunu eleştirmekse, onların hakikate dönmelerine yardım etmek için yapılan iyi niyetli bir girişimdir.
Rönesans’tan başlayarak bu iki büyük karşıt güç, topluluk narsisizmi ve insancılık, kendi çizgilerinde gelişmişlerdir. Ne yazık ki topluluk narsisizminin gelişmesi insancılığı geride bırakmıştır. Ortaçağ’ in sonlarıyla Rönesans sıralarında Avrupa’da siyasal ve dinsel bir insancılığın doğması umudu belirmişse de bu umut gerçekleşememiştir.
Topluluk narsisizminin, yeni biçimleri türeyerek sonraki yüzyılları etkilemiştir. Bu topluluk narsisizmi dinsel, ulusal, ırksal, siyasal binbir biçime girmiştir. Katoliklere karşı Protestanlar; Almanlar’a karşı Fransızlar; Karaderililere karşı Beyazlar; Yahudiler’e karşı Hıristiyanlar; kapitalistlere karşı komünistler; içerikleri ne olursa olsun bunların hepsinde ruhbilimsel açıdan aynı narsisist olguyla, bu olgunun sonucunda ortaya çıkan bağnazlık ve yıkıcılık söz ko-nusudur.
Topluluk narsisizmi gelişirken onun karşıtı olan şey de —insancılık da— gelişiyordu. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda —Spinoza, Leibniz, Rousseau, Herder ve Kant’tan Goethe’ye ve Marx’a dek— insanların bir olduğu, her bireyin kendi içinde tüm insanlığı taşıdığı, doğuştan üstün olduğunu savunacak hiçbir ayrıcalıklı topluluğun bulunamayacağı görüşü önem kazandı. Birinci Dünya Savaşı insancılığa indirilen ağır bir darbe olarak topluluk narsisizminin çılgınca çoğalmasına yol açtı: Birinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelerin hepsinde görülen ulusal isteri, Hitler’in ırkçılığı, Stalin’in partiyi putlaştırması, Müslüman ve Hindu dinlerinin bağnazlaşması, Batı’daki bağnaz anti-komünizm, Topluluk narsisizminin bu çeşitli belirtileri dünyayı tümden yokolmanın eşiğine getirdi.
İnsanlığı bekleyen bu tehlikeye tepki olarak insancılığın bugün birçok ülkede, değişik ideolojilerin temsilcileri arasında yeniden doğmakta olduğu görülebilir; Katolik ve Protestan dinbilimcilerin, toplumcu ve toplumcu-olmayan düşünürlerin arasında köktenci insancılar vardır. Tümden yıkım tehlikesi, yeni insancıların fikirleri ve yeni iletişim araçlarıyla tüm insanlar arasında kurulan bağlar gibi şeylerin topluluk narsisizmini ortadan kaldırmaya yetip yetmeyeceği insanlığın yazgısını belirleyen etken olacaktır.
Topluluk narsisizminin yoğunlaşması —olsa olsa din, ulus, ırk ve parti narsisizmi diye ad değiştirmesi— gerçekten çok şaşırtıcı bir olgudur. Bu şaşırtıcılık, her şeyden çok, daha önce de incelediğimiz gibi
Topluluk narsisizminin localar, küçük dinsel mezhepler, “eski okul arkadaşlıkları” vb. gibi küçük toplulukları içeren daha zararsız biçimleri vardır. Bunlarda narsisizmin yoğunluğu büyük topluluklara göre az olmasa da narsisizm o denli tehlikeli değildir, çünkü toplulukların gücü sınırlı, bu yüzden de zarar verme olanakları küçüktür.
Rönensans’tan bu yana insancı güçlerin gelişmesinden gelmektedir. Bundan başka gelişmekte olan bilimsel düşünce, narsisizmi anlamsız kılmaktadır. Bilimsel yöntem nesnellik ve gerçekçilik gerektirir; dünyayı kendi istek ve korkularımıza göre çarpıtmadan olduğu gibi görebilmeyi zorunlu kılar. Gerçek veriler karşısında alçakgönüllü olmayı, her şeyi bilebilme ve her şeye gücü yetme umutlarından vazgeçmeyi gerektirir. Eleştirel bir biçimde düşünebilme, deneylere girişme, kanıt bulma gereksinmesi duyma, kuşkulu bir tutum edinme — bunların hepsi bilimsel çalışmanın özellikleri ve narsisist eğilime karşıt olan tutumu belirleyen yöntemlerdir. Kuşkusuz bilimsel düşünme yönteminin çağdaş yeni insancılığın gelişmesi üzerinde büyük etkisi olmuştur; günümüzde en başarılı doğabilimcilerin çoğunun insancı olmaları da bir rastlantı değildir. Ne var ki Batı’daki insanların büyük bir çoğunluğu bilimsel yöntemi okulda, üniversitede “öğrenmiş” olsalar da bilimsel ve eleştirel düşünme yöntemini hiçbir zaman gerçekten tanımamışlardır. Doğa bilimleri alanında birçok profesyonel bile birer teknisyen olarak kalmış, bilimsel bir tutum edinememiştir. Halkın çoğunluğunu düşünecek olursak, bunlara öğretilen bilimsel yöntem daha da az etkili olmuştur. Yüksek öğretimin kişi ve topluluk narsisizmini bir ölçüde yumuşatıp azalttığı söylense de öğrenim, “eğitilmiş” birçok insanı çağdaş topluluk narsisizminin belirtileri olan ulusal, ırksal ve siyasal eylemlere coşkuyla katılmaktan alıkoyamamıştır.
Bilim hiç beklenmedik bir biçimde narsisizme yepyeni bir nesne yaratmıştır — teknik. İnsanın daha önce akla bile gelmeyen şeyleri yaratmaktan, radyoyu, televizyonu, atom gücünü, uzay yolculuğunu bulmaktan, dünyayı tümüyle yokedebilecek bir güç geliştirmekten duyduğu narsisist kıvanç ona kendi kendini büyük görmesine neden olacak yepyeni bir nesne kazandırmıştır. Modern çağda narsisizmin gelişmesi sorununu incelerken Freud’un, Copernicus ve Darwin’in (Freud’un kendisinin de) insanın narsisizmini büyük ölçüde zedeledikleri konusundaki sözleri geliyor akla; çünkü bunlar insanın evrende eşsiz bir rol oynadığı, temel ve vazge-çilmez bir varlık olduğu inancını yıkmışlardır. Bu yolla zedelenmiş olsa da insanın narsisizmi sanıldığı ölçüde azalmış değildir, insan bu zedelenmeye karşı narsisizmini ulus, ırk, siyasal inanç, teknik gibi başka nesnelere dönüştürerek tepkide bulunmuştur.
Topluluk narsisizmi hastalığıyla ilgili en belirgin, en çok rastlanan belirti, bireysel narsisizmde de görüldüğü gibi nesnelliğin ve akla uygun yargıların bulunmamasıdır. Zavallı Beyazlann Karaderililerle ilgili ya da Naziler’in Yahudilerle ilgili yargılarına bakarsak bu yargıların çarpıklığını kolaylıkla görebiliriz. Küçük küçük gerçekler bir araya toplanır; oysa bu yolla oluşturulan bütün, yalanlar ve uydurmalarla doludur. Siyasal eylemler narsisist bir biçimde kendini yüceltmeden kaynaklandığında nesnelliğin bulunmaması yüzünden büyük yıkımlar doğar. Yüzyılımızın ilk yarısında ulusal narsisizmin sonuçlarının en belirgin iki örneğine tanık olduk. Birinci Dünya Savaşı’ndan yıllar önce Fransızlarca benimsenen resmi stratejik öğretide Fransız ordusunun ağır toplara ya da çok sayıda makineli tüfeğe gereksinme duymadığı savunuluyordu; Fransız askeri Fransızlar’a özgü gözüpeklik ve saldırganlık ruhuyla öylesine doluydu ki düşmanı yenebilmesi için yalnızca süngüsü yeterdi. Sonuç binlerce Fransız askerinin Alman makineli tüfekleriyle biçilmesi oldu; Fransızları yenilgiden kurtaran tek şey Almanlar’ın stratejik planlarındaki bazı yanlışlarla daha sonra yapılan Amerikan yardım olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda da buna benzer bir yanlışı Almanlar yapmıştır. Aşırı kişisel narsisizmi yüzünden Hitler milyonlarca Alman’ın topluluk narsisizmini kışkırtmış, Almanya’nın gücünü olduğundan çok büyütmüş, yalnızca Birleşik Amerika’nın gücünü değil —öteki narsisist general Napoleon gibi— Rusya’daki kışın etkisini de küçümsemişti. Zeki olmasına karşın Hitler gerçekliği nesnel bir gözle göremiyordu; çünkü onun kazanma ve yönetme tutkusu silâhlann, iklimin gerçekliklerine ağır basıyordu.
Topluluk narsisizmi de tıpkı bireysel narsisizm gibi doygunluğa gereksinme duyar. Bir düzeyde bu doygunluk insanın kendi topluluğunun üstün, öteki bütün topluluklarınsa aşağı olduğuna ortaklaşa inanmakla sağlanır. Dinsel topluluklarda bu doygunluk şu kolay varsayımla kazanılır: Benim topluluğum gerçek Tanrı’ya inanan tek topluluktur; bu yüzden tek gerçek Tanrı benim Tanrım olduğuna göre öteki topluluklann hepsi saptınlmış, inançsız kişilerle doludur. Bir topluluğun üstünlüğünü kanıtlamak için Tanrı’ya başvurulmasa bile topluluk narsisizmi dinsel olmayan bir düzeyde benzer sonuçlara ulaşabilir. Birleşik Amerika’nın ve Güney Afrika’nın birçok yerlerinde Beyazlann Karaderililerden üstün oldukları yolundaki narsisist inançları bir topluluğun başka bir topluluk karşısında özüstünlük ve küçümseme duygusunun sınır tanımadığını gösteriyor. Ama bir topluluğun narsisist bir biçimde kendini beğenmesinin getirdiği doygunluğun, gerçeklik içinde bir ölçüde doğrulanması da gerekir. Alabama ve Güney Afrika’daki Beyazlar Karaderililer üzerinde toplumsal, ekonomik ve siyasal aynm gözeten yasalarla üstünlüklerini gösterebildikleri sürece narsisist inançlarına bir gerçeklik öğesi katılmış, böylece tüm narsisist düşünce sistemi doğrulanmış olacaktır. Aynı mantık Naziler için de geçerlidir; onlara göre de Yahudiler’in tümüyle ortadan kaldırılması, Hıristiyanların üstünlüklerini kanıtlayacaktı (bir sadistin gözünde adam öldürmek, öldürenin üstünlüğünü kanıtlar). Bununla birlikte narsisist bir üstünlük duygusu içinde olan topluluğun karşısında narsisist doygunluğun nesnesi olarak kullanılacak küçük, çaresiz bir azınlık yoksa topluluğun narsisizmi kolaylıkla askeri fetihlere kayacaktır; 1914’ten önceki Pan-Almancılık ve Pan-Slavcılık fikirlerinde izlenen yol bu olmuştur. Her iki durumda da uluslar “seçkin ulus” olma rolünde ötekilere karşı üstünlük duygularıyla doluydular, bu yüzden üstünlüklerini kabul etmeyen uluslara saldırmakta kendilerini haklı görüyorlardı. Burada Birinci Dünya Savaşı’nın “tek” nedeninin Pan-Almancılık ve Pan-Slavcılık hareketlerindeki narsisizm olduğunu söylemek istemiyorum; ama bu hareketlerin bağnazlığı savaşın patlamasına yol açan etkenlerden biriydi. Bunun ötesinde, savaşın başla-asından sonra çeşitli hükümetlerin savaşı başarıya götürmek için gerekli ruhsal koşul olarak ulusal narsisizmleri nasıl körüklemeye çalıştıklarını da hiçbir şekilde unutmamak gerekir.
Topluluk narsisizmi zedelendiği zaman da bireysel narsisizmde incelediğimiz öfke tepkisini görebiliriz. Tarihte topluluk narsisizmi simgelerinin aşağılanmasının deliliğe yakın bir öfke yarattığını gösteren pek çok örnek vardır. Bayrağa karşı saygısızlık; Tanrı’nın, imparatorun, önderin aşağılanması; savaşın ya da toprağın yitirilmesi — bunların hepsi kitlelerde şiddetli öç alma duygulan uyandırmış, sonunda yeni savaşlara yol açmıştır. Zedelenen narsisizm ancak saldırganın ezilmesiyle, narsisizme yöneltilen aşağılamanın ortadan kaldırılmasıyla kurtanlabilir. ister bireysel isterse ulusal olsun öç alma duygusu, çoğu zaman zedelenmiş narsisizmden, bu zedelenmeyi saldırganı ortadan kaldırarak bir anlamda “tedavi etme” gereksinmesinden doğar.
Narsisist hastalığın son bir öğesini daha eklemek istiyorum bunlara. Aşırı narsisist bir topluluk kendisini özdeşleştirebileceği bir önder bulmak ister. Topluluk, kendi narsisizmini yansıttığı bu öndere hayranlık duyar. Aslında birlikte-yaşama ve özdeşleşmeden başka bir şey olmayan bu öndere boyun eğme durumu içinde bireyin narsisizmi öndere aktarılır. Önder nedenli büyükse onun izleyicileri de o denli büyük olacaktır. Bireysel yapıları yüzünden, özellikle kendilerine hayran olan kişiler önderin peşine takılmaya en yatkın olan kişilerdir. Kendisinin büyüklüğüne inanmış bu konuda hiçbir kuşkusu olmayan önderin narsisizmi kendisine boyuneğenlerin narsisizmine son derece çekici gelir. Yarı deli önderler çoğu zaman en başarılı olanlardır; ama nesnel yargıdan yoksun olmalan, yenilgi karşısında gösterdikleri öfkeli tepkiler, her şeyi yapabilen bir insan imgesini koruma gereksinmeleri yüzünden bunlar yanlışlara düşerek kendi yıkımlannı hazırlarlar. Ne var ki narsisist kitlenin isteklerini doyuracak, yetenekli ama yan psikozlu kişiler her zaman bulunabilir.
Buraya dek narsisizm olgusunu, bu olgunun hastalıklı biçimini, biyolojik ve toplumsal işlevini ele aldık. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Narsisizm tehlikesiz kaldığı, belli bir sınrı aşmadığı sürece gerekli ve değerli bir eğilimdir. Bununla birlikte tanımımız tamamlanmış değildir, insan yalnızca biyolojik ve toplumsal olarak varlığını sürdürmekle değil, değerlerle, kendisini insan yapan değerlerin geliştirilmesiyle de uğraşır.
Değerler açısından bakıldığında narsisizmin akıl ve sevgiyle çeliştiği açıkça görülür. Bunun aynntılı bir biçimde anlatılması gerekmez. Narsisist eğilim —yoğunluğuna göre— yapısı gereği kişiyi gerçekliği olduğu gibi görmekten, nesnel olarak algılamaktan alıkoyar; başka deyişle aklın işleyişini kısıtlar. Narsisist eğilimin sevgiyi neden kısıtladığını görebilmek bu denli kolay olmayabilir — özellikle Freud’un bütün sevgilerde güçlü narsisist bir tamamlayıcı öğe bulunduğunu belirten sözünü düşünürsek iş daha da güçleşir; Freud’a göre bir kadına âşık olan erkek kadını kendi narsisizminin nesnesi yapar; bu yüzden erkeğin bir parçası olan kadın olağanüstü bir güçle arzulanan bir varlık olur. Kadın da erkek karşısında aynı tutumu izleyebilir; böylece sevgi değil de bir tür/o//e â deux (iki kişilik çılgınlık) olan “büyük aşk” ortaya çıkar. Her iki kişi de narsisizmlerinden kurtulmuş değillerdir; (başkaları şöyle dursun) birbirlerine karşı bile gerçek, derin bir ilgi duyamazlar; alıngan ve kuşkuludurlar; büyük bir olasılıkla ikisi de kendilerine taze, narsisist doyumlar sağlayacak yeni kişilere gereksinme duyacaklardır. Narsisist kişinin gözünde eşi hiçbir zaman kendi hakları olan ya da kendi gerçekliği içinde varolan birisi değildir, yalnızca eşinin narsisist bir biçimde yüceltilmiş benliğinin bir gölgesidir. Oysa hastalıklı olmayan sevgi iki insanın karşılıklı narsisizmine dayanmaz. Hastalıklı olmayan sevgi, kendilerini iki ayrı varlık olarak algılayan ama genelde birbirleriyle açılıp bütünleşen iki kişi arasında kurulan sürekli bir ilişkidir.
Bütün büyük insancı dinlerdeki temel öğretilerin şu tek cümleyle özetlenebileceğini düşünürsek narsisizm olgusunun ahlaksal ruhsal açıdan önemi açık olarak ortaya çıkar: insanın amacı, narsisizmini yenmektir. Bu ilke belki hiçbir yerde Budizm’de olduğundan daha köktenci bir biçimde dile getirilmemiştir. Buda’nın öğretisinde özet olarak insanın acılarından ancak içine düştüğü sanrılardan uyanması ve kendi gerçekliğinin farkına varmasıyla kurtulabileceği belirtilir; insan hastalığın, yaşlılığın, ölümün gerçek olduğunu, açgözlülükle peşinden koştuğu amaçların olanaksızlığını kabul etmelidir. Budist öğretinin söz ettiği “uyanmış” kişi, narsisizmini yenmiş, bu nedenle bütünüyle bilinçlenebilecek bir kişidir. Aynı düşünceyi değişik bir biçimde de söyleyebiliriz: insan yokedilemeyen benlik sanrısından vazgeçer, açgözlülüğünün tüm öteki nesneleriyle birlikte bunu da bir yana atabilirse, dünyaya açılabilir ve ancak o zaman dünyaya tümüyle ilgi duyabilir. Ruhbilimsel açıdan bütünüyle uyanma süreci, narsisizm yerine dünyaya ilgi duyma tutumunun benimsenmesiyle aynı şeydir.
İbrani ve Hıristiyan geleneklerinde aynı amaç narsisizmin yenilmesi demek olan çeşitli yollarla belirtilmiştir. Tevrat’ta şöyle denir: “Komşunu kendin gibi sev.” Burada istenen şey insanın narsisizmini, komşusunu hiç değilse kendisi ölçüsünde sevecek noktaya dek yenebilmesidir. Ama Tevrat’ta bundan da ileri gidilerek “yabancı” birini sevmemiz de istenir. (Yabancının ruhunu anlarsınız, çünkü siz kendiniz de Mısır topraklarında yabancısınız.) Yabancı benim klanımdan, benini ailemden, benim ulusumdan olmayan kişidir; narsisist bir biçimde bağlı bulunduğum topluluğun bir parçası değildir o. Tek özelliği insan olmasıdır. Hermann Cohen’in belirttiği gibi, yabancı kişinin içindeki insan yanı bulup çıkarmamız gerekir.Yabancı birine duyulan sevgide narsisist sevgi yok olmuştur. Çünkü bu, bir insanı benden olduğu için değil, kendi özellikleri içinde, benden farklı olduğu için sevmem demektir. Tevrat’taki “düşmanını sev” sözü aynı düşüncenin daha aşırı bir biçimde yinelenmesidir. Yabancıyı tümüyle bir insan olarak görüyorsanız ortada artık düşman diye bir şey de kalmayacaktır, çünkü artık siz kendiniz tam bir insan olmuşsunuzdur. Yabancıyı, düşmanı sevebilmek yalnızca narsisizmin yenilmesiyle, “ben sen olduğumda” gerçekleşebilir.
Peygamber öğretilerinin özünü oluşturan putlarla savaş aynı zamanda narsisizme karşı verilen bir savaştır. Putatapma’da insanın belli bir yanı mutlaklaştınlmış, putlaştınlmıştır. Böylece insan yabancılaştırlmış bir biçimde kendine tapar. Saplanıp kaldığı put, onun narsisist tutkusunun nesnesi durumuna gelir. Tanrı fikri, tam tersine narsisizmin yadsınmasıdır; çünkü her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten varlık —insan değil— Tanrı’dır. Tanımlanamaz ve açıklanamaz bir Tanrı görüşü bir bakıma putlaştırmanın ve narsisizmin yadsınması olarak ortaya çıkmışsa da Tanrı kısa sürede gene putlaştınlmış, insan kendisini narsisist bir biçimde Tanrı’yla özdeşleştirmiştir; böylece Tanrı kavramının başlangıçtaki işlevine ters düşerek din, topluluk narsisizminin belirtisi olup çıkmıştır.
İnsanın bütünüyle olgunlaşabilmesi için hem bireysel hem de toplumsal narsisizminden kurtulması gerekir. Burada ruhbilimsel terimlerle anlattığımız bu akılsa! gelişme temelde insanlığın büyük ruhsal önderlerinin dinsel-ruhsal terimlerle anlattıklan gelişmeyle aynıdır. Terimler değişik olsa da çeşitli kavramlarla anlatılan öz ve deneyler değişmez.
İnsanın zihinsel gelişmesiyle akılsal-duygusal gelişmesi arasında belli bir çelişkinin ortaya çıktığı tarihsel bir dönemde yaşıyoruz; insanın zihinsel gelişmesi birçok yıkıcı silâhların geliştirilmesine yol açmıştır; akılsal-duygusal gelişmesiyse insanı hastalıklı tüm belirtileriyle birlikte belli bir narsisizmden kurtaramamıştır. Bu çelişkinin kolaylıkla yol açabileceği bir yıkımdan kaçınmak için ne yapılabilir? Bütün dinsel öğretilere karşın insanın daha önce başaramadığı bir şeyi başarabilme, yakın bir gelecekte olumlu bir adım atabilme olasılığı var mıdır? Yoksa narsisizm insanın içine çok köklü bir biçimde yerleşmiştir de Freud’un düşündüğü gibi insan bu “narsisist özünden” hiçbir zaman kurtulamayacak mıdır? Narsisist çılgınlığı kendisini yıkıma götürmeden insanın tümüyle insan olabilme olanağını yakalama umudu var mıdır? Bu soruları kimse yamtlayamaz. Olsa olsa insanın bu yıkımdan kaçınmasını sağlayacak uygun olasılıklar üzerinde durulabilir.
Bize en kolay görünen yoldan başlayabiliriz buna. Her insanın içindeki narsisist enerjiyi azaltmaya çalışmaksızın nesneyi değiştirebiliriz. Ulus, ırk ya da siyasal düzen yerine topluluk narsisizminin nesnesi insanlık yani tümüyle insanlık ailesi olursa çok şey çözülmüş olacaktır. Birey kendisini her şeyden önce bir dünya vatandaşı olarak görebilirse, insanlıktan ve insanlığın basanlarından övünç duymayı öğrenirse, o zaman narsisizminin nesnesi olarak birbiriyle çatışan ulusal toplulukları değil de tüm insanlığı benimseyecektir. Tüm ülkelerin eğitim düzenleri içinde ulusların basanları yerine insan ırkının elde ettiği başarılara önem verilse insan olma kıvancı daha inandıncı ve daha etkileyici bir biçimde duyurulabilir. Yunanlı ozanın Antigone’de. “İnsan olmaktan daha güzel bir şey yoktur” sözüyle dile getirmeye çalıştığı duygu herkesin paylaştığı bir deney olsaydı, kuşkusuz ileriye doğru büyük bir adım atılmış olurdu. Aynca buna bir öğenin daha eklenmesi gerekirdi: Yararlı narsisizmden, yani insanı başanya götüren narsisizmden de daha güzel bir şey yoktur. Herkesin ben bu ırktanım diyerek kıvanç duyacağı yükümlülükleri yalnızca bir tek grup, bir tek sınıf, bir tek din değil, tümüyle insanlık üstlenmelidir, insanlığı ortak görevler bekliyor: Hastalığa ve açlığa karşı elele savaşmak, haberleşme araçlarından yararlanarak bilgiyi ve sanatı dünyanın tüm halklarına yaymak. Kabul etmek gerekir ki siyasal ve dinsel ideolojilerdeki tüm ayrılıklara karşın kendisini bu ortak görevlerin dışında tutabilecek hiçbir insan kesimi yoktur; çünkü yüzyılımızın en büyük başarısı insanlann eşitsizliğinin doğal ya da tanrısal olduğu, insanın insanı sömürmesinin de zorunlu ya da yasal olduğu inancının bir daha dirilemeyecek ölçüde ezilmiş olmasıdır. Rönesans insancılığı, burjuva devrimleri, Rus ve Çin devrimleriyle sömürgelerin yaptığı devrimler — bunlann hepsi bir tek ortak düşünceye dayanır: İnsanların eşitliği. Bu devrimlerden bazıları sözkonusu düzenler içinde insanların eşitliğinin zedelenmesine yol açmışsa da gerçek olan tüm insanlann eşitliği, buna bağlı olarak da özgürlüğü ve onurluluğu fikri dünyaya yayılmıştır; insanlığın, uygarlık tarihine kısa bir zaman öncesine dek egemen olan görüşlere dönebileceği artık düşünülemez.
Yararlı narsisizmin nesnesi olarak insan ırkının ve onun başarılarının imgesi Birleşmiş Milletler gibi uluslarüstü örgütler tarafından da temsil edilebilir; bu örgüt kendi simgelerini, bayramlarını, şölenlerini yaratmaya da başlayabilir. Oysa yılın en büyük bayramının ulusal bayramlar değil, “insanlık” günü olması gerekir. Ne var ki böyle bir gelişmenin birçok ulusun, sonunda bütün uluslann, kendi ulusal egemenliklerinden, insanlığın egemenliği uğruna vazgeçebilmeleriyle, bunu istemeleriyle gerçekleşebileceği açıktır; bu yalnız siyasal gerçeklikler açısından değil, aynı zamanda duygusal gerçeklikler açısından da başanlmalıdır. Birleşmiş Milletleri güçlendirmenin, topluluklar arasındaki çatışmaları akıllı ve banşçı bir yolla çözmenin, insanlığı ve onun ortak başanlannı topluluk narsisizminin nesnesi kılabilmek için gerekli koşullar olduğu açıkça ortadadır.
Narsisizm nesnesinin tek tek topluluklardan tüm insanlığa ve insanlığın ortak basanlarına aktarılması daha önce de belirttiğimiz gibi ulusal ve ideolojik narsisizm tehlikelerini önleyecektir. Ama bu yeterli değildir. Siyasal ve dinsel ideallere bağlıysak hem Hıristiyanlık’ın hem bu tür bir girişim için gerekli daha etkin önlemlere bir örnek olarak birkaç öneride bulunmak istiyorum. Tarih kitapları dünya tarihi kitapları olarak yeniden yazılmalıdır, her ülkedeki dünya haritaları nasıl birbirinin aynıysa, ülkelerin boyutları her ülkeye göre büyütülüp şişirilmiyorsa, tarih kitaplarında da her ulusun geçmişi gerçekliğe bağlı olarak, çarpıtılmadan verilmelidir. Dahası öyle filmler yapılabilir ki bunlar insan ırkının gelişmesinin kıvancını duyurur; insanlığın ve onun ortak başarılarının, çeşitli toplulukların attığı tek tek adımların bütünleşmesiyle oluştuğu gösterilebilir.
Kuşaklar boyu sürecek de olsa bunun başarılmasına şimdi eskiye göre çok daha yakınız; çünkü artık herkesin onurlu, insanca bir yaşam sürebilmesi için gerekli maddi koşulları yaratma olanağına sahibiz. Tekniğin gelişmesi bir topluluğun ötekini tutsak etme ya da sömürme gereksinmesini ortadan kaldıracaktır; bu gelişme ekonomik bakımdan akla yatkın bir eylem olan savaşı gereksiz bir duruma sokmuştur; insan ilk kez yarı-hayvan olma durumundan tümüyle insan olma durumuna geçecek, bu yüzden de maddi ve kültürel yoksulluğunu ödünlemek için narsisist doyumlar peşinde koşmayacaktır.
Bu yeni koşullarda bilimsel ve insancı eğilimlerle insanın narsisizmini yenme çabalarına büyük ölçüde yardımcı olunabilir. Daha önce de belirttiğim gibi eğitim çabalarımızı her şeyden önce tekniğe değil, bilimsel bir yöne doğru kaydırmalıyız; bu kaydırma eleştirel düşünceyi, nesnelliği, gerçekliği kabul etmekten, hiçbir dış ölçü tanımayacak ve her türlü toplulukta geçerli olacak bir hakikat kavramını geliştirmekten yana olmalıdır. Uygar uluslar genç kuşakla-rında temel bir bilimsellik eğilimi yaratabilirlerse narsisizme karşı verilen savaşta çok şey başarılmış olacaktır. Aynı amacı gerçekleştirmeye yardım edecek ikinci bir etken de insancı felsefenin ve insanbilimin öğretilmesidir. Düşünsel ve dinsel ayrımların tümüyle ortadan kalkacağını bekleyemeyiz. Aynca bunu istemememiz de gerekir; çünkü “Ortodoks” olduğunu savunan bir düzenin yerleşmesi ikinci bir narsisist gerileme kaynağı oluşturabilir. Bütün bu ayrımlara dokunmasak bile ortak bir insanlık inancı ve deneyi vardır. Bu inanç her bireyin tüm insanlığı kendi içinde taşıdığı, zekâ, yetenek, boy pos, renk gibi kaçınılmaz ayrımlara karşın “insanlık du-rumu”nun değişmez ve tüm insanlarda aynı olduğudur. Bu insanlık deneyi, insanla ilgili hiçbir şeyin bize yabancı olmadığı, “Ben’in Sen olduğu”, iki insanda insan varoluşunun öğelerinin ortak olmasından dolayı birbirlerini anlayabilecekleri duygusundan doğar. Bu insancı deneyi sonuna dek yaşayabilmek için bilinç alanımızı genişletmemiz gerekir. Bilinç alanımız çoğunlukla içinde yaşadığımız toplumun izin verdiği sınırların dışına taşamaz. Toplumun koyduğu bu sınırlara uymayan insan deneyimleri bastırılır. Bu yüzden bilincimiz büyük ölçüde
kendi toplumumuzu ve kendi kültürümüzü yansıtır; oysa bilinçaltımız herbirimizin içindeki evrensel insanı yansıtır. Bilinç alanının genişletilmesi, bilinçliliğin aşılması, toplumsal bilinçaltı alanının aydınlığa çıkarılması insanın tüm insanlığı kendi içinde duymasını sağlayacaktır; insan o zaman hem günahkâr hem ermiş, hem çocuk hem ergin, hem akıllı hem deli, hem geçmişin hem de geleceğin insanı olduğunun farkına varacaktır — insanlığın daha önce geçirdiği tüm evreleri, gelecekte geçireceği her şeyi kendi içinde taşıdığını anlayacaktır.
İnsancı geleneğimizde insancılığı temsil ettiklerini savunan tüm dinsel, siyasal ve düşünsel düzenlerce girişilecek gerçek bir yeniden-doğuş bence bugün varolan en önemli “yenilik”e —insanın tümüyle insan olarak gelişmesine— yol açacak ilerlemeyi sağlayacaktır.
Bütün bu düşünceleri öne sürmekle Rönesans insancılarının inandığı gibi yalnızca eğiti-in, insancılığın gerçekleştirilmesinde belirleyici bir adım olacağına inandığımı söylemek istemiyorum. Bütün bu öğretiler gerekli toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullar sağlandıktan sonra etkili olabilir ancak: Örgütsel sanayileşme yerine insancı-toplumcu bir sanayileşme; sorumluluğun bir merkezde toplanması yerine dağıtılması; örgüt insanı yerine sorumluluk taşıyan, her şeyi paylaşan vatandaşlar; ulusal egemenliklerin yerine insan ırkının ve onun seçkin organlarının egemenliğinin geçerli kılınması; “Varlıklı” ülkelerin “Varlıksız” ülkelerin ekonomik durumlarını düzeltmek üzere onlarla işbirliği yaparak ortak çabaya girişmeleri; evrensel bir silâhsızlanmayla eldeki hammadde kaynaklarının yapıcı görevler için kullanılabilmesi. Evrensel silâhsızlanma başka bir nedenle de zorunludur: İnsanlığın bir yarısı öteki yarısı tarafından bütünüyle yok edilme korkusuyla yaşıyorsa, geri kalan kesimi de her iki blokun kendisini yokedeceği korkusunu duyuyorsa, o zaman topluluk narsisizmi gerçekten ortadan kaldırılamaz, insan ancak, kendisinin ve çocuklarının bir sonraki yıla çıkacağından emin olduğu, daha pek çok yıl yaşayacağını bildiği bir ortamda gerçekten duyabilir insanlığını.