Haug, çoğulcu Marksizm yorumu çerçevesinde “diyalektik anlayışımızı Hegel’den kurtarmak zorundayız” derken, işte bu tikel-evrensel diyalektiği çerçevesinde kurgulanan ‘birlik’ kuramını yıkmayı amaçlıyor. Bunu, örneğin Douglas Kellner gibi, açıkça yapmıyor. Kanımca Haug’un düşüncelerini daha açık ifade eden Kellner, bundan sonra Marksizmin bir geleceği olacaksa, bunun ancak “temel” kuramını reddeden bir Marksizm yorumu çerçevesinde mümkün olabileceğini ileri sürüyor. (1995: 40) Haug, aslında Kellner’e çok yakın olan düşüncesini bu kadar açık bir şekilde ifade etmiyor. O hala “Çoğulcu Marksizmin” hala çokluk içinde birlik ilkesinden hareket ettiğini ileri sürüyor. Ama söz konusu çokluğun birliğini sağlayan şeyin ne olduğu sorusunu bir türlü cevaplayamıyor. Bütün tartışması birliğin olmadığı ve olamayacağı düşüncesi etrafında dönüyor. Örneğin András Gedö’nün bir Marksizm olmadan Marksizmlerin nasıl olabileceğine dair sorusunu basit bir şekilde geçiştiriyor. (Gedö, 1983: 138-139) Bunun, diyalektik felsefenin müdahalesi sonucu aşılmış olan eski görecelliklerin, çıkmazların ve dualizmlerin yeniden üretilmesi anlamına geldiğine dair belirlemesini ciddiye almaz görünüyor. (Haug, 1985d: 53) Oysa Haug’un önermiş olduğu “çoğulcu Marksizm” yorumunun en temel sorunu budur; çünkü “Marksizm yoktur, onu edinmemiz gerekir. Tek Marksizm yoktur, Marksizmler vardır. Marksizm çok sayılı olarak vardır.” demek, ne anlama gelmektedir? Eğer Marksizm yok ise, bu nasıl edinilebilir? Evrensel ve nesnel olarak olmayan bir şeyin türleri nasıl oluşabilir, bunlar arasında bir birlik nasıl kurulabilir? Haug, “canlı Marksizmin kendisi ‘düzenlenmiş bütündür’” derken kuşkusuz haklıdır. (1985a: 11) Bu ‘bütünün’ bir kurum veya bir parti tarafından tek gerçek olarak savunulmaya kalkışılması, kuşkusuz Marksizmin canlılığını yitirmesi, kendi kendisini yıkması anlamına gelecektir. (1985c: 29) Ve Marksizmin “birliği basit bir şekilde verilmemiştir”, tersine sürekli yeniden kurulması gerekir derken, Marksizmin her kişi ve kuşak tarafından aktif bir şekilde yeniden elde edilmesi gerektiğini vurgularken, son derece önemli bir noktaya işaret etmektedir. (1985a: 11)
Fakat bu bizi Marksizme bütünlük kazandıran şeyin ne olduğunu tanımlama yükümlülüğünden muaf tuttuğu anlamına mı gelmektedir? Bu tanım somut koşullara, sınıf mücadelesinin durumu, düzeyi ve ihtiyaçlarına göre daha ‘esnek’ veya daha ‘sıkı’ olabilir. Bunun Ernest Mandel’in doğru olarak belirttiği gibi tek mutlak gerçek olarak tanımlanması gerekmiyor. Ancak bu tanımın Mandel’in “açıklık” adına önerdiği gibi bir hipoteze indirgenmesi de mümkün değildir kuşkusuz. Toplumsal kurtuluş mücadelesi için yola çıkmış bir kuramın belirlemelerinin hipotezden daha güçlü ve güvenilir olması gerekir. Özellikle Mandel’in talep ettiği iç tutarlılığı kurmak ve korumak için öğretinin özüne dair bazı önermelerde bulunmak zorunda değil miyiz! (Mandel, 1995: 445) Örneğin birisi, ben Marksizmden şunu anlıyorum, dediği zaman, bu ifadesiyle, kendi perspektifinden Marksizmin özüne dair bir belirleme yapmış olmuyor mu? Bu ifadenin doğru olup olmadığını gözden geçirmek için, bazı kıstaslara başvurmak ve Marksizmin ‘temeli’ olarak adlandırılabilecek bazı ilkelere dönmek zorunda kalmayacak mıyız? Örneğin Gramsci’nin Bukarin eleştirisi konusunda bir kanıya varmak için yaptığı ilk işlerden birisi Marx’a dönmek değil midir? Yine, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, ne kadar dürüst amaçla yapılmış olursa olsun, Marksizmin idealist yorumuyla materyalist yorumu veya mekanist ve ekonomist yorumuyla diyalektikçi yorumu yan yana durabilir mi? Bu sorun aslında Engels’in en önemli felsefi kavgalarından birisi olan “ebedi gerçeklik” dogmatizmine dair eleştirisi çerçevesinde ifade ettiği gerçeğin süreklilik içinde tarihsel olduğu düşüncesiyle ilgilidir. Burada, bu ilkenin Marksizmin kendisine uyarlandığında, bunun Marksizmin özü ve görünümü açısından ne anlama geldiği sorusu üzerine eğilmemiz mümkün değildir. Lukács’ın Marksizmin özünü diyalektik yöntemde veya Gedö’nün felsefede görmesini tartışmaya kalkmak sayfalar dolduracak ve doğal olarak yazının çerçevesini aşacaktır. Fakat şu açıktır: Marksizmin iç bütünlüğü üzerine düşünen herkesin bu soruları Haug’un yaptığı gibi basitçe geçiştirmesi mümkün değildir.
Haug’un önermiş olduğu Marksizmin çoğulcu yorumunun bu türlü sorunlarla yüz yüze kalışının nedeni, diyalektiği tek yanlı yorumlamasında yatıyor. Yazılarından anlaşıldığına göre, Haug diyalektiği tek yanlı olarak bir gelişme, ilerleme ve nitel sıçrama kuramı olarak tanımlıyor. Buna uygun olarak “Marksizm hareket halindedir” belirlemesi, “Marksizm değildir, o oluşuyor. Marksizm ancak bir süreç olarak var olabilir.” (1985c: 52; 1985b: 20) gibi Alman Marksist bilimcilerinin 1970’li yıllarda ürettiği “Marksizm oluşmuş-oluşan eserdir” ilkesinden esinlenen belirlemeler, temel çıkış noktasını oluşturuyor. Haug’un doğru olarak belirttiği gibi, Marksizm de Marksist diyalektiğin kendisine de uyarlanmasından muaf tutulamaz. Yani Marksist diyalektiğin Marksizme de uygulanması gerekir. (1985c: 52) Bu, her şeyden önce özellikle Marksizm için yaşamsal öneme sahiptir. Fakat Marksizmi tanımlamak için geliştirilmiş olan bu “oluşmuş-oluşan eser” tanımlaması, sürekliliği ve kopuşu beraber düşünen bir ilkedir. Başka bir ifadeyle buna göre Marksizm sürekli zenginleşerek gelişen ve değişen, ama özünü koruyan bir bilimdir. Bu nedenle klasik Marksizm Haug’un önerdiği gibi sadece bir “çıkış noktası” değildir. Kuşkusuz, Marksizmi bütün oluşum süreci içinde anlamak için kaynaklarına inmek, Marx’tan sonraki tartışmaları bütün iniş ve çıkışlarıyla, yanlış ve doğrularıyla öğrenmek, ayrıca bilimsel gelişmeleri bilmek gerekmektedir. Özellikle Marx’ın eserinin yeniden kurgulanması ve kurulması Marksizmin gelişiminin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak Haug yazılarında bu vazgeçilmez mirasın artık gerekli olmadığını önermektedir. Bir taraftan doğru olarak “[h]er dönem, güncel ihtiyaçlarından yola çıkarak kendi Marx okumasını geliştirmiştir. Marksizm her zaman Marksist gelenekte yenilik olarak yaşanmıştır.” diyor. (1985b: 18, vurgu benim) Ama diğer taraftan “Marksist gelenekte yenilik” talebinin ne anlama geldiğini unutur gibi gözüküyor ve kitabının ilerleyen sayfalarında bu talebine zıt önermelerde bulunuyor. Örneğin, Haug “Marksizmi nasıl tanımlayabiliriz?” diye soruyor ve biraz aşağıda devam ediyor:
“Belli bir zamanda ortaya çıkmış olan bir öğretinin yapısını değiştirmeden korumak ve (onu,-DG) bilimsel sosyalizmin kuramı olarak açıklamak mümkün değildir. Tarih-üstü (olarak,-DG) korunmaya çalışılan (bir,-DG) bilim, el değer değmez sona erer, bilim olmaya devam etmez.” (1985c: 34)
Yukarıdaki soruyu sorduktan hemen sonra şöyle devam ediyor:
“Deneyler yapılmıştır. Marksizmi öğreti yapısı olarak sadece yeniden tanımamak pahasına inşa edebiliriz. Marx’ın orijinal yapısını titizce inşa edebilir ve Trier’deki evinde olduğu gibi ziyaretçileri olarak onun içinde dolaşabiliriz. Ama bu bizim için oturulabilir olmayacaktır. Marksizmi düşünce tarihi olarak Marx’ın düşüncelerinin devamı ve yorumu olarak kavrarsak, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş oluruz.” (1985c: 25)
Yukarıya aktarılan bu iki saptamanın metindeki sırası değiştirilerek verilmiştir. Bunun nedeni, yazının akışına daha uygun olduğu içindir. Marksizm açısından, Haug’un Marx’ın eserinin tarihselliğini vurgulamasında şaşılacak bir şey yoktur. Bilimsel sosyalizmin kurucuları kadar buna sürekli işaret eden başka kimse olmamıştır. Hatta Engels, her tarihsel dönemin kendi sınırları olduğunu ve bu sınırların dönemin düşünürlerinin bakış açısına yansıdığına işaret etmektedir. (1987: 190) Bu, Haug’un doğru olarak belirttiği gibi, Marx için de geçerlidir. Ancak, Klasik Marksizmin 19. yüzyılın bir ürünü olduğu gerçeği, onun artık yüzyılı aşkın bir tarihinin olması, geride bırakılan bu tarih içinde Marksizmin gelişmiş, zenginleşmiş ve değişik kültürel gelenekler içinde değişik biçimler almış olması, Haug’un iddia ettiğinin tersine, onun özünün kaybolduğu veya bir inanca dönüştüğü anlamına gelmemektedir. Bu tarihsel gelişim içinde bütün kopuşlara ve sıçramalara karşın Marksizm özünü değişerek, gelişerek ve zenginleşerek korumuştur. Haug’un dikkate almadığı veya almak istemediği gerçek budur. Yapmış olduğu Marksizmin çoğulcu yorum önerisinin en büyük çıkmazı da kanımca budur.
Kaldı ki Marx, felsefi duruşunu tanımlarken Hegel gibi o da bütün farklara, az veya çok gelişmişlik durumuna karşın özün görülebileceğinden ve kavranılabilineceğinden hareket etmektedir. Yani o, Haug’tan farklı olarak kopuşu süreklilik içinde gören bir diyalektik önermektedir. Diyalektiğe dair kuramın başka türlü düşünülmesi de mümkün değildir zaten. Örneğin Marx, Das Kapital’in Almanca birinci baskısına yazdığı “önsöz”de şöyle diyor:
“Aslına bakılırsa, konu, kapitalist üretimin doğal yasalarının sonucu olan toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların şu veya bu derecede gelişmiş olmaları değildir. Burada söz konusu olan, bu yasaların kendileridir, kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimdir. Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olan ülkeye ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir.” (1993: 17, vurgu bana ait)
Görüldüğü gibi Marx, bir şeyin değişik alanlarda kendisini dışa vuran gelişim derecelerinin farklılığının, bunlar arası farkların ve çelişkilerin onun özünün kavranmasının önünde engel teşkil etmediği ilkesinden hareket etmektedir. Marx burada, yukarıda tikel-evrensel diyalektiği olarak tanımladığım ilkeye nasıl yaklaşılması gerektiğine başka bir örnek sunuyor. Ama şu an söz konusu olan süreklilik-kopuş diyalektiğidir ve bu konuda Marx gerçekten ilginç bir yaklaşım sergiliyor. Marx, Das Kapital’in birinci cildinde, konusunun kapitalist üretim tarzı yasalarının farklı gelişim dereceleri değil, bu yasaların kendisi olduğunu söylemekle, kapitalist üretim tarzı hakim olduğu sürece var olacak yasalardan bahsetmiş oluyor. Diğer bir deyişle kapitalist üretim tarzı hakim olduğu sürece, bütün değişikliklere ve gelişmelere karşın hüküm sürecek, süreklilik gösterecek yasaları inceliyor. Görüldüğü gibi Marksist diyalektik Haug’un önerdiği gibi sadece sürekli değişimi değil aynı zamanda sürekliliği de dikkate alan bir diyalektiktir. Diyalektiğin başka türlü düşünülmesi de mümkün değildir.
Marx’ın burada işaret etmiş olduğu süreklilik-kopuş diyalektiği veya süreklilik içinde kopuş diyalektiği, bir “toplumsal formasyon” (kapitalizm) ile sınırlı olan bir diyalektik kuramıdır. Oysa, Jindirich Zelenỳ’in mantıkçı pozitivistlere yönelttiği eleştirisinde gösterdiği gibi, Marx’ın kurguladığı diyalektik materyalizm çerçevesinde ifade edilen süreklilik içinde kopuş diyalektiği sadece bir “toplumsal formasyon” ile sınırlı değildir. Özellikle 20. yüzyılda mantık kuramı, daha doğrusu “küme ontolojisi” çerçevesinde gözlenen gelişmeler bunu göstermektedir. Yani Zelenỳ’in bu saptamasından yola çıkacak olursak, bu durumda Marksist diyalektik çerçevesinde süreklilikten bahsederken, bunun tarihsel ve tarih üstü olmak üzere iki düzeyinin olduğundan yola çıkmamız gerekmektedir. (Zelenỳ, 1986: 275-292) Hans Heinz Holz’un da işaret ettiği gibi, Marksizm sadece kapitalizmin değil, aynı zamanda dünyanın rasyonel açıklanmasına yeltenen bir öğretidir. Bunun için eğer, Haug’un talep ettiği gibi, Marksist diyalektik Marksizme de uygulanacak ise, değişimin ve kopuşun bu iki düzeyli süreklilik kuramı çerçevesinde görülmesi gerekir. Aksi taktirde Haug’un önerisine uyulup sadece gelişim ve kopuş kuramı çerçevesinde ele alınırsa, bu, tarihi anlaşılmaz kılacaktır.
Haug’un önermiş olduğu Marksizme dair çoğulcu yorumun, bütün bu söylediklerimizden bağımsız olarak, Marksist kuram ve diyalektikle uyumlu olup olmadığı sorusunu bir tarafa bırakacak olsak bile, büyük epistemolojik açmazları var. Bunu ayrıntılara girmeden şöyle özetleyebiliriz: bilgi her şeyden önce nesnel ve evrensel olmak zorundadır. Öznel düşünce, istek ve inançtan farklı olarak bilgi, içerik bakımından nesnel gerçeklikle ilgilidir. Ancak böyle kavrandığı taktirde bilgi, görünüşlerin bütün farklılıklarına ve çelişkili çokluğuna, kısacası ilk bakışta bir karmaşa yığınağı gibi gözüken dünyaya bir düzen getirebilir. Görünüşlerin bütün çeşitliliğine, çokluğuna ve bunlar arası çelişkilere yaklaşırken epistemolojik ilke, ne kadar radikal bir çoğulculuk olursa olsun, bunlar arasındaki bütünlüklü ilişkiyi gösterebilmek olmalıdır. Aksi taktirde bilginin bilimsel olması ve böylece de insanlara belli bir hedefe doğru yönelme olanağı sunması mümkün olamaz. Oysa Haug, önermiş olduğu çoğulculuk ilkesi çerçevesinde bilimsel bilginin en önemli kıstası olan nesnel bütünlük ilkesini reddediyor. Bundan dolayı Marksizmin “birliği basit bir şekilde verilmemiştir”, aksine sürekli yeniden kurulması gerekir” derken, sağlanması gereken birliği öznel bir çaba sonucu elde edilebilecek bir tasavvura indirgiyor.
Kendisini diyalektikçi gelenek içinde gören bir yazar olarak Haug’un, çoğulcu veya özsüz Marksizm önermesinin agnostisizme (bilinemezciliğe) yol açtığını ve bunun bilim, bilgi, bilgi süreçleri ve gerçeklik kuramı açısından ortaya atmış olduğu temel sorulardan, yaratmış olduğu çelişkilerden haberdar olmaması, önerisiyle felsefenin en temel talebinden, yani gerçeği bulma ve temsil etme amacından vazgeçtiğini fark etmemesi mümkün değildir. Bu düşüncelerini Haug 1980’li yıllardan itibaren bir dizi yazıda ifade etmeye başlamıştır. Kendisinden takriben on yıl önce, oldukça farklı olmakla birlikte, aynı soruna Hans Heinz Holz da işaret etmiştir. (Holz, 1972a) Ama Holz’un bütün yazılarının etrafında döndüğü soru, uluslararası Marksist hareketin parçalanmışlığının nasıl aşılabileceği, öğretinin bütünlüğü korunarak pratik (taktiksel ve stratejik) farkların dünya kapitalist sistemi karşısında birbiriyle nasıl uyumlu bir hale getirilebileceği sorusudur. Yine, Haug ve Holz’un kaynak olarak başvurdukları, Palmiro Togliatti’nin “vasiyeti” olarak adlandırılan Ağustos 1964 tarihli “Memorandum”u aynı soru etrafında dönmektedir. (1977: 765-779) Haug’un böyle bir amacı yoktur. O bunun yerine “pratik zorunluluklara” bakılmasını tavsiye etmektedir. Pratik zorunluluklar açısından Marksist hareketin gerçekliğine baktığımızda bütünlüklü bir tablo yoktur, bir çekim merkezi bulunmamaktadır, Marksist hareket bölünmüş ve parçalanmıştır. O halde Marksizmin de çoğulcu olması gerekmektedir. Fakat “Marksizmin özü nedir?”, “bütün bu bölünmüşlüğe ve parçalanmışlığa karşın Marksist hareketleri birleştiren kuramsal bir alt yapı var mıdır?”, gibi bir soruyu sormak dahi, Haug’a göre, dolaysız olarak ortodoksluğa ve dogmatizme götürecektir. Kısacası, Haug’a göre ortodoks olanlar sadece Marksizmin gelişmesine ve pratik maddi bir güce dönüşmesine katkıda bulunmuş olan ikinci kuşak Marksistler değildir. Aynı zamanda Marksist öğretinin bir temelinin, bütünleştirici bir ‘çekirdeğinin’ olduğundan yola çıkan herkes ortodokstur ona göre. Tabi bu arada Engels de! Zira Marksist öğretinin temel kuramsal bileşenleri nedir, sorusunu (Marx’ın da küçümsenmeyecek katkısıyla) cevaplama ‘cüretini’ gösteren ilk ‘Marksist’ Engels olmuştur.
Kısacası, Haug’un önermiş olduğu Marksizmin çoğulcu yorumu özsüz bir Marksizm önermesidir. Hegel’den ‘kurtardığı’ diyalektikçi anlayış, Marx’ın diyalektikçi anlayışına katkıda bulunmadığı ve onu geliştirmediği gibi, felsefe tarihi açısından baktığımızda, aslında Hegel’in de gerisine düşen, Kant’ın, Salt Aklın Eleştirisi’nde geliştirdiği, atomist algılama teorisi çerçevesinde olgular arası bütünlüklü ilişkiyi reddeden ‘olgucu diyalektik’ anlayışına geri dönüyor. Marksizmin özüne aykırı felsefi ilkeleri Marksizmin içine taşıyarak, onun özünü mistikleştiriyor. Son yıllarda artan ve bu türden Marksizmin doğasına aykırı felsefi ilkelere başvurarak onu ‘yenileme’ girişimleri karşısında Antonio Labriola’nın neredeyse 110 yıl önce yapmış olduğu uyarıyı hatırlamak bugün her zamankinden daha yerinde olacaktır: “… bu öğreti (Marksizm,- DG) kendi felsefesinin önkoşullarını ve olanaklarını kendi içinde taşıyor…” (1974: 290)
4. “Hegemonsuz hegemonya” veya öznesiz siyaset kuramı
Haug’un aynı pragmatist yöntemi özne sorununda da takip ettiğini görüyoruz. “Jochen Steffen … gerçekliği, her şeyden önce işçi sınıfının gerçekliğini keşfetmek için bir ‘dünya tini’ düşüncesinden vazgeçilmesi için çağrıda bulunurken haklıydı.” (Haug, 1985a: 11) Bu cümleyi okuyunca okur doğal olarak Haug’un (Steffen’in de tavsiyesine uyarak) gerçekliği, özellikle işçi sınıfının gerçekliğini keşfetmek için alan araştırmalarına, yapı analizlerine girişeceğini bekliyor. Zira gerçeği keşfetmek için vazgeçilmesi önerilen “dünya tini” kavramı Hegel’in idealist diyalektiğine atıfta bulunuyor ve Engels’in Hegel’e yönelik bir eleştirisini hatırlatıyor. Engels, Hegel’i eleştirirken onun diyalektiği gerçeklikten önce, yani apriori geliştirdiğine ve bunu şematik bir şekilde gerçekliğe uyarladığına dikkat çekmişti. Bu Hegelci yaklaşım yerine, Engels diyalektiğin gerçekliğin kendi içinde keşfedilmesini önermişti. Diğer bir deyimle Engels bir anlamda Hegel’in diyalektiğinin gerçekliğe hep dışsal veya yabancı kaldığını ve böylece gerçekliği kavrayamadığını ileri sürmüş oluyordu. Haug’un yukarıya aktardığım sözü, Engels’in bu Hegel-eleştirisini andırdığı için okuru büyük beklentiler içine sokuyor. Ama bu beklentiler Haug tarafından hemen hayal kırıklığına uğratılıyor, çünkü Haug’un “gerçekliği, her şeyden önce işçi sınıfının gerçekliğini keşfetmek için” giriştiği Hegel-eleştirisi böyle bir amaca yönelmediği gibi, tartışmasının yönü, Marksizm çerçevesinde işçi sınıfına üretim araçları karşısında almış olduğu duruştan dolayı yüklenen tarihsel misyonun geçerliliğini sorgulamaya ve ekonomik analize dayalı sınıf endeksli siyaset kuramının reddine doğru kayıyor.
Haug, Marx’ın eserinin ‘yeni’ bir yorumunun bugün her zamankinden çok daha gerekli olduğundan hareket etmektedir. Haug, önermiş olduğu yorumu, Marx ve Engels’in eserinin özgünlüğü olarak tanımladığı bir yanıyla, yani ‘bilimsel sosyalizm’ projesiyle başlatmak istiyor. Bu proje onların felsefesinin, iktisat kuramının, tarih düşüncesinin, politik mücadelelerinin, kısacası: Marksizme bir öğreti ve siyasi hareket olarak özgünlük kazandıran ne varsa, hepsinin gelip birbiriyle ilişkilendiği düğüm noktası ve en üst momentidir. Bundan dolayı Haug, yeni yorumunu başlatmak için bu projeyi seçerken oldukça bilinçli davranıyor.
Peki, Marksizme söz konusu özgünlüğü kazandıran nedir? Tarihte sosyalizm düşüncesi Marksizmden çok daha eskidir. Sömürü ve sınıfları ortadan kaldırma düşüncesi Marksizmle başlamamıştır. Bununla beraber “Marx ve Engels’in eserinin özgünlüğü, emeğin ve bilimin güçlerini bir proje içinde birleştirmiş olmasında yatıyor. Buna ‘bilimsel sosyalizm’ adı verildi.” (Haug, 1985b:17) Haug, bu belirlemeyi yaptıktan sonra bu projenin taşıyıcı güçlerinin kim olduğu sorusuna dönüyor: “Bu projenin ‘bilimsel’ taşıyıcılarına dair soruya sadece Volker Braun ile cevap verilebilir: ‘herkes ancak yeter.’” (1985b: 17) Haug’un burada sergilemiş olduğu yöntem tipiktir ve her hangi bir başka konu bağlamında yeniden gözlenebilir. Ne yapıyor Haug? Önce, Marx ve Engels’in eserinin sosyalist düşünce tarihinde özgün bir yerinin olduğunu belirtiyor. Ona bu özgünlüğü kazandıran şeyin ne olduğuna, yanlış anlaşmaya yol açabilecek kavramlarla da olsa, işaret ediyor. Daha sonra hem bu belirlemeyi geri alan, hem de onların eserine özgünlük kazandıran şeyi yadsıyan bir açıklama yapıyor: bilimsel sosyalizmin taşıyıcısı toplumsal güç(ler) kimdir? Herkes! Yani Haug’un, Marksizmi yenilemek için girişmiş olduğu yorumda, bilimsel sosyalizmin taşıyıcısı olan işçi ve emekçi güçleri bilimin taşıyıcısı olarak tanımlamaya dili varmıyor. Buna karşın, Marx açısından bu sorunun cevabı ancak üretim ilişkileri ve bu çerçevede şekillenen sınıf ilişkileri ve çatışmaları temel alınarak verilebilir. Das Kapital’in Almanca ikinci baskısına yazmış olduğu “sonsözde” Marx’ın özellikle bu soruya vermiş olduğu cevap bu konuda iyi bir örnek teşkil ediyor. Şöyle diyor Marx:
Fransa ile İngiltere’de burjuvazi siyasi iktidarı ele geçirmişti. Bundan dolayı sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık bir tehdit edici biçimler aldı. Bu, bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra bu ya da şu teoremin gerçek olması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi olduğu söz konusudur. Çıkar gözetmeyen araştırmaların yerini kara vicdanlı ve kötü niyetli mazur göstermeler almıştır. (1988b: 21; 1993: 23)[5]
Görüldüğü gibi Marx, bilimin taşıyıcısı kimdir?, sorusuna üretim ilişkileri çerçevesinde şekillenen sınıf ilişkileri ve çatışmalarına ve bundan doğan iktidar ilişkilerine bakarak cevap veriyor. Haug gibi, “herkes” diyerek değil. Haug, Marx’ın bu tarihsel bilimsel kazanımını bertaraf etmeye, sınıf kavramının yerine “herkes” gibi belirsiz bir kavramı geçirmeye çalışırken örneğin Antonio Negri gibi bazı “ütopik sosyalistler”in bile gerisine düşüyor ve böylece bugünkü koşullarda bilimde ve siyasette vazgeçilmez unsur olan sınıf-özneyi silikleştirip mistikleştiriyor.
Şimdi, Haug’un “herkes” olarak adlandırdığı bu belirsiz özne kuramına “pratik zorunluluklar” açısından nasıl ulaştığını ele alalım. Haug, öznesiz siyaset kuramını “hegemonsuz hegemonya” veya “hegemonsuz yapısal hegemonya” başlığı altında geliştiriyor. Bunu yaparken, yukarıda da belirttiğim gibi, klasik Marksizmde olduğu gibi üretim ilişkilerine değil, örgütlerin ve grupların durumuna bakıyor. Hegemonya kuramını Gramsci’den aldığını iddia ediyor. Ancak Gramsci’nin bu kuramı Lenin geleneği içinde geliştirdiğini ve sınıf ve sınıf partisi kuramı çerçevesinde kaldığı için artık geçerli olmadığını belirtiyor. Bundan dolayı Gramsci’nin hegemonya kuramını yeniden yorumluyor. Haug, çıkış noktası olarak 1980’lerin başında Almanya’da hakim olan durumu göz önünde bulunduruyor ve bu özel durumu diğer ülkelerin kendine has durumlarını dikkate almadan genelleştirmeye çalışıyor.
Örgütlenme durumu ve düzeyinden bakıldığında durum nedir? Haug’a göre, işçi sınıfının iki temel örgütü olan Sosyal Demokratlar ve Komünistler artık “solun örgütleyici merkezleri olarak etki göstermiyorlar”. (Haug, 1985e: 160) Bunun ikisi dışında işçi sınıfının taşıyıcısı olduğu veya aktif olarak uyguladığı bir hegemonya mümkün değildir. (1985f: 210) Bundan dolayı sol yelpaze içinde “çeşitlilik” ve “merkezsiz” yeni bir kültür gelişmektedir. Bir tarafta gelişen “yeni toplumsal hareketler” diğer tarafta “‘eski’ toplumsal hareketler” var. Eski toplumsal hareketlerden farklı olarak yeni toplumsal hareketler üretim ilişkilerini temel almamaktadır. Bundan dolayı bunların öncelikle “toplumsal-kültürel hareketler” olarak kavranması gerekmektedir. Ancak bu yeni ve eski toplumsal hareketlerin birbirinin karşısına konmaması gerekmektedir. Tersine, bunlar birbirini tamamlayan hareketler olarak görülebilir ve merkezsizlik veya çok merkezlilik ilkesine dayalı olarak uygun bir çerçevede bir araya getirilebilir. (1985e: 161) Haug’a göre bunun çerçevesi ancak klasik anlamda hegemonu bulunmayan, yani sınıf yerine grupları (çok çeşitli özneliliği) temel alan yapısal hegemonya olabilir. (1985e: 172-173) Bu birliğin formülü ise “emeğin, bilimin ve kültürün güçlerinin birliği” olabilir. (1985e: 169) Bir örgüyü (network) andıracak bu birlik çerçevesinde hiç bir güç hegemon olmamalıdır. Bundan dolayı bu birlikten ortaya çıkacak olan yapıyı Haug, “hegemonsuz yapısal hegemonya” veya “hegemonsuz hegemonya” olarak adlandırıyor. Bazen “sol blok”, bazen “çok merkezli örgü” olarak da adlandırdığı bu birliğin sergileyeceği siyasete ise, Haug “çok merkezli siyaset” diyor.
Haug, sınıf eksenli siyasetin bitmediğini belirtse de, Marksist olan ve olmayanlardan oluşturmak istediği “sol blok” çerçevesinde önermiş olduğu “çok merkezli siyaset” sonuç itibariyle sınıf mücadelesini reddetmek zorundadır. Zira bu kadar geniş eksenli bir blok ancak “asgari müşterekler” temelinde oluşabilecek bir birlik olabilir. Sınıf mücadelesini temel almayan yeni toplumsal hareketler ve gruplarla kurulacak bir birliğin asgari müştereğinin sınıf mücadelesini temel alan köklü değişiklikleri amaçlayan bir proğram olmayacağı da açık. Bu kadar geniş bir birlikten çıkabilecek asgari müşterek, ancak reform amaçlı bir proğram olabilir. Kendisini bununla sınırlayan çok merkezli bir siyaset proğramının şu veya bu şekilde sınıf kuramını ve mücadelesini askıya almak zorunda kalacağı da başka bir gerçektir. Aksi taktirde birliğin olması olası değildir.
Marksizmin bir sınıf kuramına indirgenmesi mümkün değil kuşkusuz. Ama sınıf kuramı olmadan, ne kadar devrimci bir öğreti olursa olsun, Marksizm basit herhangi bir öğreti olmaktan öteye gidemez. Werner Goldschmidt, Marx’ın ta ilk yazılarından itibaren temel konularından birisinin, felsefenin nasıl gerçekleşeceği sorusu etrafında döndüğünü kanımca inandırıcı bir şekilde göstermiştir. (Goldschmidt, 1986: 96-126) Genç Hegelciler arasında konu üzerine yürütülen tartışmalarda Marx birçok bakımdan farklı bir çizgi izler. Bunların bazıları felsefeden (veya kuramdan) vazgeçip basit bir şekilde ‘halka’ uymayı önerirken, diğerleri seçkici (elitist) bir duruş alarak halkı küçümserler. Bunlardan farklı olarak Marx, felsefe ve halk arasında diyalektik bir birliğin nasıl oluşabileceği sorusu üzerinde yoğunlaşır, felsefeyi gerçekleştirecek ve gerçeklik haline dönüştürecek, içinde bulunduğu nesnel koşullarından dolayı kurtuluşu için hakikati tersine çevirmek zorunda olan toplumsal bir özne arayışı içine girer. 1843 sonu ile Ocak 1844 tarihleri arasında kaleme aldığı Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie. Einleitung (Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Dair. Giriş) adlı yazısında ulaştığı şu belirleme bu arayışın bir ürünüdür: “[f]elsefe proletaryada maddi temelini bulduğu gibi, proletarya felsefede kendi düşünsel silahını bulmaktadır…” Ve biraz aşağıda, Almanların kurtuluşunu insanın kurtuluşu olarak tartışırken, benzer bir şekilde: “[b]u kurtuluşun beyni felsefe, kalbi proletaryadır.” diyor. (1988b: 391) Marx’ın daha sonraki yıllarda kaleme aldığı yazıları ve eserlerinin konusu yine bu sorudur. Görüldüğü gibi, Marx felsefenin gerçekleşmesiyle proletaryanın kurtuluşu arasında ayrılmaz diyalektik bir bağ kuruyor. Bundan dolayı Marksizm üzerine yürütülen tartışmanın merkezinde, dün olduğu gibi bugün de sınıf ve sınıf kavgası kuramı bulunuyor. Başka bir deyişle, yukarıda aktardığım Frankfurter Zeitung’un tabiriyle, “İnsan Marx’ı ya tam yutar ya da hiç yutmaz, ikisi arasında olan bir şeyden bir şey çıkmaz.” (aktaran: Lenin, 1963: 501) Bugün artan Marksizmi ‘yenileme’ çabaları çerçevesinde sınıf kuramından vazgeçilmesini öneren Dougles Kellner, Haug’un duruşunu daha açık bir şekilde dile getiriyor ve böylece tutucu Frankfurter Zeitung’un duruşunu sol hareket içinde ‘solcu’ olarak temsil ediyor. (Kellner, 1995: 33-41) Çünkü tutucu çevrelerin sözcülüğünü yapan Frankfurter Zeitung’a göre Marx’ın “düşüncelerinin arasında en zararlı olanı” hangisiydi? sorusuna ’sınıf kavgası’ yanıtını veriyor. Ve söz konusu gazeteye göre “kötülük” burada yatmaktadır. Haug ve Kellner Marksistleri sözüm ona bu “kötülükten” kurtarmaya çalışıyor. Bu tür ‘yenilikçilerin’ karşısında Ralph Miliband Marksizmin merkezinde sınıf kuramının bulunduğunu ve hangi amaçla olursa olsun bundan vazgeçilemeyeceğine işaret ediyor. (Miliband, 1995: 224) Bütünlüklü Marksist felsefe olmadan proletaryanın kendi için olması mümkün olmayacağı gibi, kendi için proletarya olmadan da ne Marksizm ne de felsefenin gerçekleşmesi mümkün olabilir.
Haug’un yukarıda aktardığım düşüncelerinin en üst momentini Marksist yeni tip parti kuramının reddi oluşturuyor. Yukarıda söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, Haug daha organik ve disiplinli bir örgüt biçimi olan parti örgütlenmesi yerine fazla bir bağlayıcılığı olmayan bir hareket örgütlenmesi önermektedir. Bu yazıyı sonlarken buna sadece eleştirel olarak işaret edip geçmek istiyorum, çünkü örgüt tartışması hem başlı başına bir konu, hem de Haug’un yeni tip parti örgütünün geçerliliğini yitirdiğine dair belirlemesini desteklemek amacıyla ileri sürdüğü gerekçe pek ikna edici değil. Haug’a göre bu örgüt modeli kriz içinde bulunduğu için artık rafa kaldırılmalıdır. Oysa kriz içinde bulunan sadece bu örgüt modeli değil, bütün sosyal kurtuluş mücadeleleri hareketleridir. Başka bir ifadeyle krizin nedenleri çok daha derinde yatmaktadır. Buna ne öğreti sulandırılarak ne de aslında pek de yeni olmayan yeni bir örgüt modeliyle ya da hareket örgütlenmesiyle cevap verilebilir. Bununla beraber örgütle ilgili bütün bu sorunların tartışmasını hak ettiği yoğunluk ve genişlikte ele alınabilecek başka bir yazıya bırakıyorum.
Kaynakça
Avineri, S. (1983): “Karl Marx – hundert Jahre danach”, Dialektik, no: 6, Pahl-Rugenstein Verlag, Köln, s. 11-14.
Bernstein, E. ve Engels, F. (1984): “Der Internationale Arbeiterkongreß von 1889 – Eine Antwort an die Justice”, Marx-Engels-Werke (MEW), c. 21, Dietz Verlag Berlin, s. 512-522.
Engels, F. (1982a): “An die Redaktion des ‘Sozialdemokrat’”, MEW 22, Dietz Verlag, Berlin, s. 68-70.
Engels, F. (1982b): “An die Redaktion der ‘Critica Sociale’”, MEW 22, Dietz Verlag, Berlin, s. 478-479.
Engels, F. (1984): Friedrich Adolf Sorge’ye 30 Aralık 1893 tarihli mektup, MEW 39, Dietz Verlag, Berlin, s. 187-189.
Engels, F. (1985): Eduard Bernstein’a 2/3 Eylül 1882 tarihli mektup, MEW 35, Dietz Verlag, Berlin, s. 386-390.
Engels, F. (1986a): Paul Lafargue’a 27 Mayıs 1889 tarihli mektup, MEW 37, Dietz Verlag, Berlin, s. 225-226.
Engels, F. (1986b): Laura Lafargue’a 11 Haziran 1889 tarihli mektup, MEW 37, Dietz Verlag, Berlin, s. 233-235.
Engels, F. (1986c): Conrad Schmidt’e 5 Auğustos 1890 tarihli mektup, MEW 37, Dietz Verlag, Berlin, s. 435-438.
Engels, F. (1986d): Friedrich Adolf Sorge’ye 18 Ekim 1890 tarihli mektup, MEW 37, Dietz Verlag, Berlin, s. 482.
Engels, F. (1986e): Leo Frankel’e 25 Aralık 1890 tarihli mektup, MEW 37, Dietz Verlag, Berlin, s. 530-532.
Engels, F. (1987): Die Entwicklung des Sozialismus von der Utopie zur Wissenschaft, MEW 19, Dietz Verlag, Berlin, s. 177-228.
Gedö, A. (1983): Die Philosophie von Marx im Kräftefeld der Wahlverwandschaften – Zur neueren Entwicklungen der Marxismus-Diskussion”, Dialektik, no: 6, s. 134-148, Pahl-Rugenstein Verlag, Köln.
Goldschmidt, W. (1986): “Karl Marx als Kritiker. Von der Kritik der Philosophie über die Kritik der Politik zur Kritik der politischen Ökonomie”, Karl Marx. Kritik und positive Wissenschaft içinde, yay. Hahn, M. ve Sandkühler, H.-J., Pahl-Rugenstein Verlag, Köln, s. 96-126.
Haug, W. F. (1985a): “Vorwort oder Wie es zu diesem Buche kam. Pluraler Marxismus”, cilt 1, Argument-Verlag, West-Berlin, s. 9-14.
Haug, W. F. (1985b): “Notwendigkeit(en) des Marxismus 100 Jahre nach dem Tode von Karl Marx”. Pluraler Marxismus, cilt 1, Argument-Verlag, West-Berlin, s. 17-21.
Haug, W. F. (1985c): “Krise oder Dialektik des Marxismus. Pluraler Marxismus, cilt 1, Argument-Verlag”, West-Berlin, s. 22-51.
Haug, W. F. (1985d): “Die Dialektik des Marxismus lernen”. Pluraler Marxismus, cilt 1, Argument-Verlag, West-Berlin, s. 52-61.
Haug, W.F. (1985e): “Strukturelle Hegemonie”. Pluraler Marxismus, cilt 1, Argument-Verlag, West-Berlin, s. 158-184.
Hegel, G.W.F. (1986): Wissenschaft der Logik, cilt 2, Werke 6, Suhrkamp Verlag, Frankfurt a. M.
Holz, H.-H. (1972a): Strömungen und Tendenzen im Neomarxismus, Carl Hanser Verlag, München.
Holz, H.-H. (1972b): “Die Begründung der Lehre vom Polyzentrismus bei Gramsci und Togliatti”. Strömungen und Tendenzen im Neomarxismus, Carl Hanser Verlag, München, s. 12-29.
Kellner, D. (1995): “The End of Orthodox Marxism”, Marxism in the Postmodern Age – Confronting the New World Order, yay. Callari, A., Cullenberg, S. ve Biewener, C., The Guilford Press, New York/London, s. 33-41.
Labica, G. (1990): “Für eine kritische Bilanz des Marxismus”, Europäische Enzyklopädie zu Philosophie und Wissenschaften içinde, cılt 3, yay. Sandkühler, H.-J., Meiner Verlag, Hamburg, s. 214-219.
Labriola, A. (1974): “Briefe an Georges Sorel”, Über den historischen Materialismus içinde, yay. Ascheri-Osterlow, A. ve Pozzoli, C., Suhrkamp Verlag, Frankfurt a. M., s. 267-414.
Leibniz, “The Monadology”, Selections içinde, yay. Wiener P. P., Charles Scribner’s Sons, New York, s. 533-552.
Leibniz, G.W. (1965): Die Prinzipien der Philosophie oder die Monadologie, Kleine Schriften zur Metaphysik – Philosophische Schriften, cilt 1, yay. Holz, H.-H., Suhrkamp Verlag, Frankfurt a/M, s. 439-483.
Lenin, W.İ. (1962): “Unsere Liquidatoren”, Werke, c. 17, Dietz Verlag, Berlin, s. 44-66.
Lenin, W.İ. (1963): “Marx im Urteil des internationalen Liberalismus”, Werke 13, Dietz Verlag, Berlin, s. 498-502.
Mandel, E. (1995): “The Relevance of Marxist Theory for Understanding the Present World Crisis”, Marxism in the Postmodern Age – Confronting the New World Order, yay. Callari, A., Cullenberg, S. ve Biewener, C., The Guilford Press, New York/London, s. 438-447.
Marx, K. (1988a): “Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie. Einleitung”, MEW 1, Dietz Verlag, Berlin, s. 378-391.
Marx, K. (1988b): Das Kapital – Kritik der politischen Ökonomie, c. 1: Der Produktionsprozeß des Kapitals, MEW 23, Dietz Verlag, Berlin.
Marx, K. (1993),Kapital – Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Sol Yayınları, Ankara.
Öngen, T. (2002): “Marx ve Sınıf”, Praksis, no: 8, Ankara, s. 9-28.
Ralph, M. (1995): “Reclaiming the Alternative”. Marxism in the Postmodern Age – Confronting the New World Order, yay. Callari, A., Cullenberg, S. Ve Biewener, C., The Guilford Press, New York/London, s. 218-224.
Smith, A. (1984): The Theory of Moral Sentiments, yay. Raphael, D.D. ve Macfie, A.L., Liberty Fund, İndiana Polis.
The Economist (2002/2003: Special Christmas Issue): “Marx after communism”, London, s. 17-19.
Togliatti, P. (1977): “Memorandum zu Fragen der internationalen Arbeiterbewegung und ihrer Einheit”. Ausgewählte Reden und Aufsätze, Dietz Verlag, Berlin, s. 765-779.
Zelenỳ, J. (1986): “Zum Rationalitätstypus der Marxschen Theorie”. Karl Marx. Kritik und positive Wissenschaft, yay. Hahn, M. ve Sandkühler, H.-J., Pahl-Rugenstein Verlag, Köln, s. 275-292.
[1] Bu yazı ilk olarak Praksis dergisinde (no:13, s. 123-151 ) yayınlanmıştır. Bloğumda yayınlanmak üzere yeniden gözden geçirilmiştir. Yapılan değişiklikler, bir kaç küçük ekin ve son dört paragrafın dışında daha çok dil ve üsluba ilişkindir.
[2] Marx’ın sözlerinin tarihsel bir geri planı vardır. Anlatıldığına göre benzer bir sözü Saint Simon, öğretisinin takipçisi olduğunu ileri süren örneğin August Comte gibi öğrencilerinin sergilediği teorik ve pratik duruş karşısında, eğer bu Simonizm ise ben Simonist değilim, demiştir. Engels’in Marx’tan aktardığı sözleri bu tarihsel örneğe analojik olarak kendi öğretisinin Fransa’daki takipçilerinin sergilemiş olduğu teorik ve pratik duruş karşısında ifade edilmiştir.
[3] Marx ve Engels’in eserlerini yayınlayan kurulun verdiği bilgiye göre, bu yazıyı Engels’in tavsiyesi üzerine Bernstein kaleme almıştır. Daha sonra Engels üzerinde çalışarak İngilizce baskısını hazırlamıştır. Bu yazı daha sonra Almancaya çevrilmiş ve Bernstein’ın imzasıyla yayınlanmıştır.
[4] Alaattin Bilgi’nin çevirisinde cümlenin anlamı kaybolduğu için Almanca orjinal kaynağa başvurmayı yeğliyorum. Bilgi, bu cümleyi şöyle çeviriyor: “Emeğin, kara deriye damgalandığı yerde, beyaz deriden kendini kurtarması mümkün değildir.” (Marx, 1993: 313) Orjinal metinde cümle şöyledir: “Die Arbeit in weißer Haut kann sich dort nicht emanzipieren, wo sie in schwarzer Haut gebrandmarkt wird.” Hangi çevirinin daha anlaşılır olduğu konusunda taktir okurundur.
[5] Alaattin Bilgi’nin yapmış olduğu çeviride, Almanca orijinal metinden yararlanarak bazı küçük değişiklikler yaptım. Bundan dolayı Almanca kaynağı birinci sırada veriyorum.