Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaBilimPsikolojiJacques Lacan Ve Psikanaliz (2.Bölüm) | Hakan Kızıltan

Jacques Lacan Ve Psikanaliz (2.Bölüm) | Hakan Kızıltan

EKSİKLİK VE UTANÇ

Anal dönemi fallik döneme bağlayan kavşakta, öznede fallus imleyenine denk düşen organın (penis ya da klitorisin) bir “eksik” ve bir “utanç” ile eşleştiğini görürüz. Anal dönemin nihai biçimini almış süperegoya (üstben) aktaracağı “süperego çekirdeği”, Öteki karşısında utanç, küçük düşme, sevgiyi kaybetme korkusu ile kendini belli eder. Bu nahoş deneyimler dönemin ayırdedici niteliği olarak, özellikle “beden-ben” ile eşleşmiştir. Burada bedeninden utanmanın çağrıştırdığı bütün ağırlıkları da içerecek şekilde “beden-ben” ve “utanç” bizi fallik dönemin başlangıcındaki narsisistik örselenmeye götürecek kavramlar olarak ön plana çıkıyor.
Ayna Evresi’nde anneden ikinci kez fakat bu sefer psikolojik olarak doğan, yani kendini annesinden ayrı işaretlemeye başlayan bebeğin ayna karşısında “kendi imgesini bir bayram coşkusuyla ele geçirmesi”ne dikkat çeker Lacan. Bu kuşkusuz “oluş”un “beden-ben”de bedenleşen ve Öteki tarafından da paylaşılması beklenen sevincidir. Bu beklenti her şeyden önce, bu yeni varoluşun canlılığının doğrulanması beklentisidir ve karşılandığında bu anlamda kaydedilecektir.
Bebeğin henüz istemli hareket düzleminde kazanamadığı beden bütünlüğünü Öteki’nin bedeninden dolayımlanarak önceden üstlenmesini sağlamak gibi bir öneme de sahip olan Ayna Evresi temel olarak “olmak” kavramını psikanalize sokmuş olması bakımından anlamlıdır. Kohut’un diliyle konuşmak gerekirse “omnipotent, teşhirci muhteşem benlik” ile “Öteki’nin arzusunu arzulayan “ çocuk burada ilk narsisistik örselenmelerine açılır. Artık bu narsisistik örselenmenin işaretini kazanacağı ve Oidipal simgeselliğe ulaşacağı fallik gelişimin mantığına geliyoruz. Yani, “olmak” sorunsalının narsisistik örselenmesinin kendine yabancılaşmış işaretini bulacağı (penise) “sahip olmak” (ya da olmamak) sonucuna bağlanıyoruz.
Öteki’nin arzusunu arzulayan özne, fallik ilgilerini kazanıp dildeki becerilerini geliştirdiğinde Öteki’nin (annenin) arzusunun, annenin kendi penis eksiğiyle ilişkilendirdiği bir tarzda babaya tabi olduğunu keşfeder. (annenin fallusa sahip olmaması, fallusa sahip olanın baba olduğuna işaret etmesi bakımından anlamlıdır) O halde Öteki’nin arzusu burada dolayımlandırıcı bir rol oynayarak çocuğa “Baba”yı göstermiş olur. İşte bu noktada kız olsun erkek olsun insan yavrusu derinden sarsılır. Baba’nın fallusu karşısında sahip olduğu şey, sahip olmadığından daha değerli değildir. Çünkü, “beden-ben”in bu bölümü cinselliğe adanmış olmakla beraber –henüz- cinsel bir erk taşımaz. “Beden-ben”in bu “eksiği” utanç kaynağıdır. İnsan yavrusu böylece “olmak”taki eksiğini fallus imleyeniyle işaretler.
Kültürün simge düzenine geçiş, öznenin yarılmasını da birlikte getirir. Özne kendini sosyokültürel simgeselleştirmede ayrımsar ve belirlerken, kendi otantik fenomenolojik solipsizmini de de yitirmiş olur. Kendini sosyokültürel kod dolayımıyla düşünen özne giderek kendine yabancılaşır. İşte bilinçdışına yol açan bu yabancılaşmadır.
Yukarıdaki ifadeden bilinçdışının saf fenomenolojik bir yaşantılama olduğu çıkarılmamalıdır. İnsanın bireysel yaşamının başında fenomenolojik solipsist bir evre olabilir. Fakat bu psikanaliz açısından ulaşılmaz bir düzeydir. Çünkü, insanda ancak simgeleşmiş bir gerçeklik ele alınabilir ve düşünülebilir, bir araştırma nesnesi olarak konumlandırılabilir. İşte, bu nedenle “bilinçdışı bir dil gibi yapılaşmış” ise, araştırabileceğimiz bu alandır.
Sosyokültürel simgesellik otantik solipsizmi yıkmakla kalmaz, onu tamamen ortadan kaldırır. Öyle ki, insanda simgeselleşmemiş hiçbir yaşantılama olamaz. Simgesel düzen otantik saf solipsizmin üzerini örter ve onu bilinçdışı konuma dönüştürürken, aynı zamanda bu solipsizmi de simgeleştirir. Yani, kaba bir benzetmeyle, simgeleştirme yatay bir düzeyde kültürel özneyi kendi dolayımsız yaşantılamasından keserek ayırırken, dikey bir düzeyde de bu saf fenomenolojik yaşantılamaya da retroaktif bir etkinlikle kültürel simgesini, adını verir, simgeselleştirmenin ardında kalan simgeselleşmemiş otantik deneyim de simgeleşir.
Otantik solipsizmin simgesi Fallus’tur, yani kültürel egemenliğin, eksiksizliğin, bütünlüğün simgesi olan Fallus. Otantik solipsizmi yıkan Babanın Adı, Babanın Yasası olduğu için, baba çocuğu annesiyle dolayımsız bütünlüğünden ayıran güç olduğu için, yani baba çocuğu anneden kestiği, kastre ettiği için yitirilen otantik solipsizm Fallus simgesi ile kodlanır. Bu kod bilinçdışını da kuran kökensel bastırmaya denk düşer.
Freud iki tip bastırma ayırıyor : Kökensel bastırma ve “kelimenin tam anlamıyla bastırma”. Kelimenin tam anlamıyla bastırmada bastırılan psişik temsilciler, aslında kökensel olarak bastırılmış temsilciyle ilişkisinden ötürü bastırmaya maruz kalırlar. O halde kökensel bastırma neye dayanır ? Freud, bu konuya açıklık getirmemektedir. Tura, Lacan’dan hareketle soruna bir yanıt bulunabileceği kanısındadır.
Kökensel bastırmanın hem bilinci hem de bilinçdışını kuran bir edimin sonucu olduğu düşünülebilir. Bilinçdışı düzeyinde libido yatırımı değişmeden kalmakta, bilinç düzeyindeyse bir yatırım çekilmesi söz konusu olmaktadır. Fakat, kökensel bastırmada bastırılan temsilci hiçbir zaman bilinç sisteminde yer almadığına göre burada bir yatırım çekilmesi söz konusu değildir.Kökensel bastırmada, bilinçdışı sistemin uyguladığı bir karşıt-yatırım söz konusudur. İkincil bastırmada da karşıt-yatırım vardır, ancak buna yatırım çekilmesi de eklenmiştir.
“Tam olarak bastırma”da bastırılan simge öncelikle bilinçte (ya da hemen bilinçaltında) yer alır, sonra da bir yatırım çekilmesi ve bir karşıt-yatırım uygulaması yoluyla bu simge bilinçdışına bastırılır, buna karşılık kökensel bastırmada hiç bilinçli olmamış bir simge karşıt-yatırım uygulanmasıyla bilinçdışını kurar.
Kökensel bastırmada –hiç bilinçli olmamış ama bilinçdışı da zaten kökensel bastırmayla kurulacağına göre bilinçdışı da olmayan – bir temsilci bilinçdışına bastırılmaktadır. İlk akla gelen çözüm, kökensel bastırmada hem ilk simgeselleşmenin meydana geldiği, hem ilk simgenin bir ve aynı operasyonla bastırıdığı, hem de böylece gösterenle gösterilen arasındaki kopmaz bağın kurulduğu şeklinde oluyor.
Kökensel bastırma ile yaşantılanan (gösterilen) ilk simgesine ulaşır. İşte bu simgeleştirmeden sonra gösterenler zinciri gösterilenlerle örtüşmeye başlar. Lacan’a göre bu süreç hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmez.
Kökensel bastırma ilk simgeleştirmeyi, tüm gösteren zincirinin gösterilenler üzerindeki hareketinin stabilize olması için ilk referans noktasını sağlar. Demek ki, Lacan’a göre kökensel bastırmayla, gösteren ve gösterilen arasında ilk fiksasyon meydana gelmekte ve Öteki’nin alanındaki simgeler bu hareket noktasından itibaren stabilize olmaktadır.
Çocuk annesi için her şey olma arzusunu sonradan, simgenin düzenine girdiği zaman fallus göstereni ile işaretler. Bu süreç kökensel bastırma sürecidir. Bir başka deyişle, çocuğun annesi için fallus “olmak” arzusu hiçbir zaman bilinçte yer almadan doğrudan bilinçdışına kodlanır. Fallus göstereni hiçbir zaman bilinçte yer almamıştır, çünkü bu gösterenin gösterdiği yaşantılama sırasında fallus göstereni yoktur, dolayısıyla bilinç düzeyinde yer almış bir ide söz konusu edilemez. Simgesel düzene geçiş kökensel bastırmaya andaş ve ayrılmaz bir biçimde bağlıdır (Lemaire). Demek ki,biyolojik varlığı kültürün düzenine bağlayan süreç, öznenin toplumsal olmayan arzusunu bastırma yoluna gitmektedir.
Peki,kökensel bastırmada çocuğun arzusu neden Fallus simgesiyle kodlanmaktadır ? Bu tamamen ataerkil hatta fallus merkezci kültürel yapımızdan ve kültürel bir kurum olan ailenin ensest yasağının yasası ile düzenlenmiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Özne simgesel düzene girerken, bu düzende kendi kimliğini kazanacağı süreci başlatırken kendi ilk kimliğini, yani “Fallus olmak” kimliğini de geride bırakmış olur. Böylece, kökensel bastırmayla “varlıkta / olmakta” eksik de açılmış olur.
Lacan’da Oidipal duruma geçişle simgesel kültürel düzene geçiş aynı anlama gelir. Lacan’da Ben ile Ben-olmayanın ayrışması, gerçekliğin gerçeklik statüsüne ulaşması, özneyle nesne arasına giren simgenin dolayımı sayesinde olmaktadır. Gerçi, Lacan’ın narsisistik dönemi olan Ayna Evresi’nde “ben” denebilecek bir şey ortaya çıkmış, ayrışmaya başlamıştır ama bu sadece bir imkandır ve bu imkanı gerçekleştiren bir dolayım aktıdır, simge kullanmaktır. Çocuk kültürel babanın, simgenin dünyasına girdiği oranda annesiyle dolayımsız ilişkisini, eksiksiz solipsizmini yitirir, böylece de kendisini anneden ayırdetmeye başlar. Kendisini annesinin bir parçası (fallusu) olarak görmek yerine, anneden kopmuş bir bütünlük olarak algılar. Ben’in ayrışması demek, Ben’in Ben-olmayandan ayrışması demektir. Zaten, gerçekliğin gerçeklik statüsünü almasını koşullandıran süreç de budur.
Lacan’da Ben-olanla Ben-olmayanın ayrışması, yani klasik teorideki Ego işlevine giriş doğrudan simgesel düzene, bir başka deyişle Oidipal düzene girişle koşullandırılan bir süreç olarak yorumlanmıştır. Bu durumda, Tura’ya göre, egonun oluşumu ile süperegonun oluşumunu andaş saymak gerekir.
Lacan’a göre psişik belirlenim toplumsal simge sisteminin özneyi aşan yapısından kaynaklanır. Özne kendi gerçekliğini, deneyimini ancak bu nesnel kültürel simge sisteminden dolayımlanarak kavrar, düşünür ve dile getirirken, bu otonom gerçekliğin presubjektif yapısının biçimsel kurallarına da tabi olur. Lacan’a göre dil ile belirlenme, kültürün simgesel düzenine girme, Oidipal evre ile aynı anlama gelmektedir.
Şimdilik simgesel belirlenmeyle Oidipus arasındaki ilişkiyi kabaca şöyle ifade edebiliriz : İnsan yavrusu dil ile kültürel bir kurum olan ailede ve ailenin söylemi sayesinde karşılaşır. Demek ki, ailenin Oidipal düzenini yansıtan aile söylemi, öznenin dil ile belirlenmesinin, kültürel simge sistemine girmesinin, toplumsal öznenin kuruluşunun ilk adımıdır. Bir başka deyişle, toplumsal simge sistemine giriş Oidipus karmaşası sayesinde gerçekleşir.
Lacan’a göre simge ya da bütünüyle simge sistemi üçlü bir etki ifa etmektedir. İlk olarak “ben” ile “ben-olmayan”ı, içsel olanla dışsal olanı ayırdetmeye imkan tanımaktadır. İkinci olarak subjektiviteyi, içselliği bu içselliğin ifadesi olan söylemden ayırdetmeye imkan tanımaktadır. Yani, simgenin düzeninin özerk yapısı, insanın kendi gerçekliğine de bir mesafe alarak düşünmesine imkan tanımaktadır. İnsan kendi subjektivitesini, bu subjektiviteden bağımsız olarak düşünebilme imkanına kavuşur. Bir anlamda bilinçdışını da kuran budur zaten. Üçüncü olarak da simgenin düzeni insanı bir özne olarak diğerleri karşısındaki konumuna yerleştirir. Oidipal dönemi düşünelim ; burada simgesel düzene giren çocuk, anne ve baba karşısındaki kültürel konumunu gene simge sayesinde kazanır. Çünkü, Oidipal düzen özünde simgesel düzendir.
İnsanların birbirleriyle kültürel ilişkilerinin, (söz gelimi en basit ve arkaik biçimi Levi-Strauss’a göre akrabalık ilişkileri olan kültürel yapıların) dilin biçimlerinin birbirleriyle ilişkileri çerçevesinde belirlenmesi yapısına tam anlamıyla uyan bir yapısı vardır. Üstelik, bu ilişkilerin belirlediği konumlar da dilin düzeninde tanımlanmıştır ve bir kültürün eski kuşaklarından yenilerine bu yolla taşınır. Demek ki, simgenin düzenine girmekle birey kendi kültürel konumunu, her şeyden önce kültürel bir kurum olan ailenin yapısı içindeki konumunu da kazanmış olur. Böylece birey kültürün düzeni içinde ayrımlaşmış bir özne halini alır. Söylemin belirleyici bir boyutunu da bu konum oluşturur. Çünkü, bir söz ancak belli bir konumda anlam kazanır ve söz konusu konum da bizzat söylemin kendisi kadar semboliktir.
Özne simgesel düzende kendini bir gösteren aracılığıyla işaret ederken bir, simge olarak simge düzeninin kurallarına tabi olur. Dil, öznenin gerçeklikle, kendisiyle, ötekilerle ilişkisini düzenler. Lacan’a göre, özne kendini simgesel düzende bir gösteren aracılığıyla temsil ettiğinde, sadece bu düzenin kurallarına tabi olmayı üstlenmiş olmaz, aynı zamanda bilinçdışına yolaçan bölünmeyi de kabullenir.
İnsan, kültürel simge sistemi sayesinde ve çerçevesinde kendi öz yaşantılamasını düşünmek suretiyle bu yaşantılamasından uzaklaştıkça, bir başka deyişle kendi gerçeğini toplumsal norm sistemlerine göre düşündükçe bir bilinçdışına da sahip olur.
Dil toplumsal bir veriyi, bir kültürü, yasakları ve yasaları taşır. Bu çok boyutlu simgesel düzene giren çocuk, bu düzen tarafından biçimlendirilecek, onun silinmez damgasını taşıyacaktır ve üstelik bunlar çocuk farkında olmaksızın gerçekleşecektir. Dilin simgesel sistemine geçiş, kültürel düzene geçmekle eşanlamlı olduğuna göre , “anne” , ”baba” , ”aile”, ”akrabalık ilişkileri” vb. sadece dilde ya da aile söyleminde belirlenmiş-tanımlanmış olmakla kalmaz ; kültürel bir yapı olarak aile, bu söylemin gerçekleşmesi, somutlaşması, maddileşmesidir. O halde kültürel söylemler, ideolojiler, sadece birer tasarım değildir, aynı zamanda nesnel bir niteliktirler, maddidirler. İdeolojiler, söylemler gerçekliği tasarım düzeyinde temsil etmekle kalmaz, bu gerçekliğin kurucu bir ögesini de oluştururlar.
Kültürün simge düzeyine geçiş öznenin yarılmasını da birlikte getirmekteydi. Özne kendini sosyokültürel simgeselleştirmede ayrımsar ve belirlerken, kendi otantik fenomenolojik solipsizmi de yitirmiş olur. Kendini sosyokültürel kod dolayımıyla düşünen özne giderek kendine yabancılaşır. İşte bilinçdışına yol açan bu yabancılaşmadır. Oidipus aracılığıyla simgesel sisteme geçme özneyi kurar ve gerçeklik sistemini oluştururken yarattığı yarılma da bilinçdışına sebep olmaktadır.
Simge,dolayımsız ikili ilişkinin arasına giren bir üçüncüdür. İşte insan yavrusuna, bir simge kullanarak ötekini kendinden ayırma imkanı veren – aslında bu imkanı bir zorunluluk olarak kabul ettiren – simge bir dolayım sağlayarak özneyi kurar. Simgesel düzenin temel simgesi Babanın Adı, anne-çocuk dolayımsızlığına son verir ve kendi yasasını kurar. Simgesel baba, annede “eksik” olana sahip olandır ve annenin tabi olduğudur. Bu anlamda Baba iki kez yoksun bırakıcı olarak devreye girer : hem çocuğu annesiyle dolayımsız ilişkisinden çıkarır (annenin tabi olduğu yasa Baba’nın yasasıdır), hem de anneyi fallik nesneden yoksun bırakır (fallusa sahip olan Baba’dır).
Dilde ifadesini bulan simgesel düzen böylece üçlü bir etkiye sahiptir : önce insan yavrusunu özneye dönüştürür, yani ona ilk kültürel kimliği olan cinsel kimliğini verir, ikinci olarak ve aynı zamanda bilinçdışı arzuyu kurar, üçüncü olarak ve aynı zamanda özneyi simgenin metaforlarında kültürel yüceltmeler dünyasına acılı fakat vazgeçilmez biçimde iliştirir. Simgesel düzen özneyi kurar, çünkü özne fenomenolojik aşkın bilincin , “cogito”nun kaçınılmaz bir sonucu, ontolojik bir kategori değidir. Fenomenolojik indirgeme umulmadık bir tortu bırakır aslında ; Dil. Dil paranteze alınamaz, der J.Derrida. Özne kültürel bir kodlamadır. Simge insan yavrusuyla başkaları ve dünya arasına girerek insana “ben” deme, yani kendini bir gösterenle temsil etme imkanı verdiğinde, özne de kurulmuştur.

KİMLİK

Öteki’nin alanı (simgesel düzen) öznenin kim olduğunu sorgulayıp araştıracağı, kimliğini kazanacağı yerdir. Kendi cinsiyetini sorgulayacağı alandır. Simge sistemi insana, kendini bir simge ile, “Ben” göstereniyle ifade etmeye imkan verdiği oranda onun kültürel kimliğinin gelişeceği bir hareket noktası sağlar. Burada ilk “Ben”in aile yapısı içinde kazanıldığını hatırlatmak gerekir. Yani, insana bu ilk “Ben”i bir imkan olarak sunan, ailenin, kültürel düzene özgü söylemidir. Çocuk bu ilk “Ben”i bu söylem içine yerleştirir.
Oidipal dönemde çocuk aile içindeki konumunu, ailenin kurucu yasası tarafından belirlenen kültürel kimliğini kazanır. Bu kimlik herşeyden önce fallus simgesi karşısındaki konumuyla tanımlanan cinsel kimliktir. Lacan’da fallus merkezcilik Kültürün öz niteliğidir. Çocuğu anne doğurduğu sürece, anne-çocuk ilişkisini yasaklayan simge baba olacak , babanın egemenliği de simgesel özetini bulacaktır.
İnsan yavrusunun dille karşılaşması ilk kurumun , ailenin söylemi yani Oidipus çerçevesinde geçtiğine göre bu ilk “Ben”, simgesel Baba karşısındaki yapısal konumuyla belirlenir, o halde cinsel bir kimliktir.
İnsanın kültüre ilişkin ilk kimliği, yani kültürün düzeninde aldığı yer, vaat, ve görevin ilk ayrımlaşması hiç bir biyolojik gerekçede ifade edilemeyecek cinsel kimliğidir. Homoseksüelliğin ve transeksüelliğin biyolojik dayatmalara karşın mümkün olmasını sağlayan, insan cinselliğinin biyolojik değil, kültürel bir kodlama olmasıdır. Öte yandan insanın ilk temel kimliğinin cinsel kimlik olması psikanalizin cinselliğe verdiği vurguyu temellendirir. Analizde araştırılan, öznenin simgesele girişinde yani temel cinsel kimliğindeki yapılaşmadır, Oidipal söylemidir.
Oidipus karmaşasının çözümü nesne ilişkilerine çok önemli bir boyut katar. Cinsel arzu yasaklanmış nesneden (baba veya anne) sapar ve kültürün kabul ettiği metaforlarla ifade edilmeye başlar. Bu özdeşleşme-kimlik kazanma sürecinde kişi, kendini herşeyden önce cinsel kimliği olan biri olarak ortaya koyar. Özdeşleşme-kimlik kazanma süreci sadece kültürel bir yasanın (ensest yasasının) kabul edilmesiyle değil, aynı zamanda anne-babanın içselleştirilmesi yoluyla da ahlaki yaşamı, süperegoyu temellendirir. Çocuk anne-babasıyla özdeşleşirken onların aslında ideal imgeleriyle özdeşleşir. Bir anlamda onları idealize ederek kabul eder. Bir başka deyişle, çocuk anne-babanın süperegosuyla özdeşleşmiştir. Her ne kadar süperegonun oluşumunda Babanın Yasası temel rolü oynuyorsa da bu simgesel yasayı çocuğa kabul ettiren, babaya göndermede bulunan “anne”dir. O halde süperego ancak annenin babayı naklettiği ölçüde “Baba Süperego”su olabilir.

OİDİPUS

Lacan’a göre anne-çocuk ilişkisindeki doğal (klasik teori çerçevesinde oral) frustrasyonlar çocuk için simgesel bir yasa-yasak ile yapılaşır, ne ise o olarak, yani doğal halinde etkili olamaz. Bu simgesel yasa ve yasak ise annenin söyleminde geçen Babanın Adı’dır. Böylece çocuk Oidipus üçgenine girmiş olur.
Frustrasyonların kaynağı yasaklayıcı, yoksun bırakıcı, çocuğu anneden kastre eden “Baba”dır. Dikkat edilirse böylece kültür, biyolojik bir varoluşu kendi düzenine çekmek için simgesel bir hile kullanmış olur ; doğal anne-çocuk ilişkisini yasaklayan, dolayısıyla çocuk için biyolojik bir önem taşımamakla birlikte, birden önem kazanan kültürel baba ile çift değerli özdeşleşme ilişkisi. Aslında elbette doğal frustrasyonlar kendinden bir zorunlulukla “baba”ya, kültüre gönderim yapmaz. Frustrasyonları “baba”ya gönderen annenin söylemidir. O anne-çocuk ilişkisinde simgesel bir üçüncüye yer verdiği oranda çocuğu kültürün dünyasına bağlamıştır. Böylece çocuk ilk kez bir Nirvana durumu yaşantıladığı annenin uterusundan yine bu uterusun hareketleriyle doğal dünyaya atıldığı gibi, annenin simgesel hareketleriyle de kültürün dünyasına atılarak ikinci bir doğum travmasında narsisistik omnipotensini yitirir.
Klasik teoriye göre erişkin bir cinsellik ve duygusal yapılanmaya ulaşabilmek için Oidipal karmaşanın üstesinden gelmiş olmak gerekir. Oidipus karmaşasının çözüme kavuşamaması nevrozun nedenidir. Erkek çocuğun Oidipus’u aşabilmesinde en iyi yol rakip babasının yerine geçmeyi arzulamasıdır. Bu, baba ile özdeşleşmeye açılan yol olacaktır.
Lacan’a göre Oidipus karmaşası, kültürel düzenin kökeninde yeralır. Oidipus biyolojik varlığı kültürel özneye dönüştüren simgesel bir karmaşadır ; bireyin toplum içindeki ilk kimliği olan cinsel kimliği kazandığı, toplumsal bir üye haline dönüştüğü aşamadır. Oidipus olmasa insan kültürün düzenine giremez, çünkü Oidipus olmaksızın tatmin-frustrasyon diyalektiğinde geçen biyolojik anne-çocuk ilişkisi kültürel bir simgeyi,yani “Baba”yı da içine alacak şekilde dönüşemez. Psikotik durum bunun bir örneğidir. Oidipussuz kültür mümkün değildir. Çünkü, kültür kendi taşıyıcı faillerini Oidipus yoluyla üretir.
Değişebilir biçimlerinin ötesinde yapı olarak Oidipal fenomen insan varlığının evrensel ve kökten bir dönüşümüdür. Oidipus ikili dolayımsız ilişkiden sembolik düzene özgü dolaylı ilişkiye geçiştir.
Lacan’a göre Oidipus karmaşası da gerçek dünyanın bir karmaşası değil, simgesel bir karmaşadır, bir başka deyişle simgeselin kendi otonom gerçekliğinden geçen bir karmaşadır. Oidipus için gerçek bir babanın olması koşulu yoktur. Yalnızca simgesel baba işlevi, “Babanın Adı” yeterlidir. Kültürel Baba konumunun tüm anlamını veren, bizzat aile söylemidir. Ailenin kendi gerçek gerçekliği (yani ne ise o olan bu “numen” / “kendinde şey” ) simgeselin kendi otonom kuralları çerçevesinde anlamını kazanır. Böylece simgesel düzen biyolojik ihtiyaçlara, onları kültürün düzeni içinde bir “talep” olarak ifade etmek için simgenin özerk düzenini sunarken doğal (yani ne ise o olan) bu gerçekliğe de simgenin özerk kuralları çerçevesinde biçimini verir.
Lacan’a göre Oidipus aracılığıyla sosyokültürel düzene geçiş iki süreci aynı anda başlatmaktadır ; (1) Sosyokültürel öznenin kuruluşu (2) bilinçdışının kuruluşu. Aslında bunlara bir üçüncüyü, öznenin Oidipus aracılığıyla bağlandığı kültürün dünyasında gerçekleştirdiği kültürel yüceltmeler zincirini de eklemek mümkün.
Oidipus karmaşasının çözümü, anneyle ikili ilişkiyi yasaklayarak, öznenin kökensel arzusunu bilinmeyen duruma iter ve babanın metaforu sürecine göre ona yeni imgesel, toplumsal biçimler ikame eder. Başka şekilde söylersek, simgesel düzene geçiş kökensel bastırmaya andaş ve ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. (Lemaire)
Freud’un, çağının fizyolojik kavramlarıyla haz-tatmin çizgisinde düşünmeye çalıştığı ve erojen bölgelerin otoerotik tatmininde tanımını bulan, geniş anlamıyla birincil narsisistik dönem Oidipus ile yıkılır. Öznenin tüm çabası Oidipus ile girdiği kültürün düzeninde, kültürün düzenine girmekle yitirdiğini (narsisistik omnipotensini) aramaktır.
Oidipus bilinçdışı arzunun çekirdeğini atarak insanın kültürün dünyasındaki yüceltme metaforlarına ilişmesini sağlar. Çünkü, özne bilinçdışı arzusunu tatmin için aslında beyhude bir çabayla temel arzusunu kültürel yüceltmelerle tatmin etmeye çalışacaktır. Her aşamada frustre olacak, her aşamada yeni bir imgesel özdeşleşmenin, imagonun (görsel imge) peşine takılacaktır. Aslında bilinçdışı arzu kültüre uygun dileğin ardında metonimik bir artık olarak kalacaktır.
İnsanı kültürün yüceltmelerine bağlayan “olmakta eksik”tir. İnsan kültüre girmekle yitirdiği narsisistik bütünlüğü, kültürün sunduğu “imago”larla özdeşleşmeye çalışarak, bu imago (görsel imge) metaforlarında kapatmaya, tatmin etmeye çalışır. Bu yol ile bilinçdışı arzu asla doyurulamayacağı için insan kültür içinde sürekli ilerler ; doktor olmak, baba olmak, kitap yazmak vb. imagolarının peşinde koşar.
Kültürel insanın temel dramı ve çelişkisi budur işte. Ardında bıraktığını ileride arayacak, toplumsallaşmanın ilk adımı ile yitirdiğini (yani narsisistik bütünlüğünü) toplumsallaşma sürecinde kapamaya çalışacaktır. İşte, bizi kültürel dünyada yol almaya iten nostaljinin, eksiklik dünyasının temeli budur.
İnsan, dilin metaforlar düzeninde ilk gerçekliğinden her an biraz daha uzaklaşır ve hep ilk dolayımsız gerçekliğini, annesinden ona yansıyan bütünleşmiş bir imge olarak narsisistik omnipotensini, yani insanlaştırıcı kastrasyonla yitirdiğini arar. İnsanın bu acılı çabası boşunadır aslında. Çünkü, insanın kültürün metaforlarında aradığı, zaten oraya girmekle yitirdiği şeydir : Bilinçdışı arzu asla tatmin edilemez (Lacan). İnsan hep düşlerinin peşinde koşar, fakat sadece düşkırıklıklarıyla ilerler.

ÖZETLENEN KAYNAKLAR
1. Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (Saffet Murat Tura, Ayrıntı, 2.Basım, Mart 1996)
2. Defter (Yaz 1995, Sayı:24, Şeyh ve Ayna, Saffet Murat Tura, Sayfa:62-89)
3. Ege Psikiyatri Sürekli Yayınları, Kişilik Bozuklukları (Cilt 1, Sayı 3, Sonbahar 1996, Narsisizm Sorunsalında Kohut ve Lacan, Saffet Murat Tura, Sayfa:437-455)
4. Fallusun Anlamı (Jacques Lacan, Afa Felsefe Yazıları Ansiklopedisi, Ekim 1994, Önsöz, Saffet Murat Tura, Sayfa:7-37)

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments