Kendi içerde, fikri iktidarda olan MHP
12 Eylül 1980 faşist darbesini gerçekleştirenler, bunun sebebi olarak genelde “kardeşin kardeşi vurduğu, sağ-sol çatışmasının alabildiğine yayıldığı anarşi ve terör ortamına son vermek, toplumdaki barış ve huzurun tekrar tesis edilmesini sağlamak” demagojisini kullanmışlardır. Oysa ’80 öncesinde yaşanan şey “sağ-sol çatışması” ya da faili meçhul “anarşi ve terör olayları” değil, bizzat burjuva devlet aygıtının desteği ve yönlendirmesi ile tırmandırılan faşist terör dalgasıydı. Darbenin amacı da topluma “barış ve huzur” getirmek değil, işçi sınıfının devrimci hareketini ezmek ve devrim tehlikesini bertaraf etmekti.
Neticede bu amaca ulaşıldı. 12 Eylül faşist diktatörlüğü toplumun üzerinden bir silindir gibi geçti ve faşizmin insanlık için ne büyük bir belâ olduğunu Türkiyeli işçi-emekçi sınıflar da görmüş oldu. Burjuvazinin bu karşı-devrimci iktidarını kurmasında en önemli rolü hiç kuşkusuz MHP oynamıştır.
Fakat 12 Eylül darbesinin ertesinde yaşananlar hiç de MHP’nin beklentilerine uymuyordu.Deyim yerindeyse hareket içinde ciddi bir şok dalgası yayılmaya başladı. 12 Eylül karşı-devrimci askeri darbesi ordunun emir komuta zinciri içinde tepeden indiğinde,darbeye ortamı hazırlamış bulunan özel faşist birliklere de MHP’ye de artık ihtiyaç kalmamıştı. Ve darbenin mayalanma döneminde paramiliter çeteleriyle işlevini yerine getiren MHP lideri Türkeş de içeri tıkıldı. Türkeş ve avenesi, ortamı olağanüstü yönetim için hazır hale getirmişlerdi. Fakat 12 Eylül olağanüstü rejimi, iktidarını bu sivil faşist örgütlenmeyle değil, ordu üst kurmayını temsilen faşist bir askeri cunta ile sürdürecekti. Bu nedenle
Türkeş’in, “kaderin” kendine ettiği bu oyuna fena içerlediğini ve “fikirlerinin iktidarda kendilerinin ise hapiste oluşundan” sık sık yakındığını hatırlatalım. (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., s.257)
Ülkücü kadrolar büyük bir şaşkınlık içerisindeydiler. Türkeş dâhil beş yönetici için idam cezası istenmiş ve büyük çoğunluğu beraatla sonuçlansa da pek çok ülkücü hapse atılarak yargılanmıştı. Ülkücü kadrolar, uğruna canla başla savaştıkları davayı kazandıkları halde neden içeride olduklarını bir türlü anlayamıyorlardı. Onların deyimiyle “Türk’ün Türk düşmanlarıyla aynı zincire vurulması” ve dokuz ülkücünün asılması, ülkücü camianın hafızasına kazındı.
Ancak ülkücü-faşist kadroların da tıpkı devrimciler gibi baskı ve işkence gördüklerini asla düşünmemek gerekir. Bu iddia uydurmacadan ibarettir. Faşist cuntanın başı Kenan Evren’in “bir sağdan bir soldan” söylemine rağmen 9 ülkücüye karşılık 18 devrimci asıldı. Gözaltına alınan veya tutuklanan ülkücülerin sayısı birkaç bini geçmiyordu, oysa ülke çapında 750 bin insan devrimci yahut sol görüşlü olduğu gerekçesiyle içeri alınmış ve işkence tezgâhlarından geçirilmişti. Bu tutuklamalar ve gözaltılar sırasında çıkan çatışmalarda ve işkencede ölen 200’ü aşkın kişinin tamamı devrimcilerden oluşuyordu. Devrimciler “siyasi suçlu” olarak çok daha ağır bir ceza kanununa tâbi tutulurlarken, ülkücüler “adi suçlu” olarak yargılanıyor,hem daha az ceza alıyor hem de askeri Yargıtay tarafından açıkça kollanıyorlardı. Hakkında
idam hükmü verilmiş birçok ülkücü-faşist askeri Yargıtay tarafından serbest bırakılmıştır.Rejimin hapishanelerde yürürlüğe koyduğu sözde “karıştır-barıştır” uygulaması da gerçekte devrimcileri faşistlere kırdırma politikasından başka bir şey değildi. Zaten tutuklanan ülkücülerin önemli bir kısmı da sokaktaki eylemcilerdi. Devlet aygıtı içindeki ülkücülere dokunulmadığı gibi, rejimin en güvenilir kadrolarını da bunlar oluşturuyordu. Özellikle polis içindeki ülkücü-faşistler, devrimcilere uygulanan sistematik işkencenin baş aktörleriydiler. Bu faşist katiller yüzünden yüzlerce devrimci militan hayatını kaybetti ya da sakat kaldı. Bu durum, darbe sonrasında da burjuva devletin pis işlerini ülkücü-faşistlere gördürmeye
devam ettiğinin önemli bir göstergesidir. 12 Eylül rejiminin niyeti, bu “anti-komünist talim ve terbiye görmüş” hazır kadroları kendine entegre etmek ve kullanmaya devam etmekti. Dolayısıyla ilk şok çabuk atlatıldı. Türkeş ve diğer MHP yöneticileri çözülmeyi ve dağılmayı önlemek için hareketi 12 Eylül rejimiyle özdeşleştirmeye çalıştılar. “Fikri iktidarda kendi zindanda” deyişi, bu anlayışın özlü bir ifadesidir. Bu özdeşleştirmenin başarılı olduğunu söylemek mümkündür. İçerdekiler bunun dava uğruna ödenmesi gereken bir bedel olduğunu düşünürlerken, dışarıdakiler de 12 Eylül rejiminin kendilerine verdiği yeni görevleri yerine getiriyorlardı. Ülkücüler ’80 öncesinde yaptıklarını, “devlete ve bayrağa yapılan saldırılara
direnen ülkücülerin milli refleksi” şeklinde meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. 12 Eylül rejiminin resmi ideolojisini de büyük ölçüde, faşist entelijansiyanın toplandığı Aydınlar Ocağı oluşturdu; Kemalizmin faşizan yorumuna eklemlenmiş bir Türk-İslam sentezi. Bu sentez, dağınık haldeki ülkücü harekete en azından ideolojik düzeyde toparlanma imkânı verdi ve rejimle özdeşleşmede kolaylık sağladı. Zaten 12 Eylül anayasasının taslağını hazırlayan da bu çevrelerdi. Böylece hem toplumsal meşruiyet oluşturmaya çalışan faşist rejimin ihtiyacı görülüyor hem de ülkücü hareketin döneme özgü ihtiyaçlarını karşılayan ideolojik bir çerçeve oluşturuluyordu. Özal dönemine gelindiğinde toplumun neredeyse her kademesine hâkim kılınan bu çerçeve, uluslararası konjonktüre de uygundu. ABD emperyalizminin “yeşil
kuşak” stratejisi içinde yer alan “ılımlı İslam” projesiyle örtüşüyordu.
12 Eylül’ün ardından, MHP ve ülkücü-faşist harekette görülen dağınıklık hali 90’lı yıllara kadar devam etti. Ülkücü hareket pek çok fire verdi. MHP’nin üst düzey kadrolarının da yer aldığı bir grup, ’83 seçimleri öncesinde kurulan Özal’ın ANAP’ına geçtiler ve bu yolla 30 kadar eski MHP’li meclise taşındı. Birçoğu da İslami harekete geçen ülkücülerin geride kalanları, Türkeş’in onayıyla 1983’te Muhafazakâr Partiyi (MP) kurdular. 1985’te partinin ismi değiştirilerek Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) yapıldı. Darbe ortamının nispeten yumuşamasıyla birlikte ülkücüler de bildik siyasi çizgilerine yavaş yavaş geri dönüyorlardı.Darbe sonrası içeri atılan siyasilere yönelik seçim ve siyaset yasağının 1987 yılında kalkması
sonucu Türkeş tekrar partinin başına döndü. Partinin genel sekreterliğine de Devlet Bahçeli getirildi. 1993 yılına kadar parti içi çekişmelerle uğraşan Türkeş, o yıl MHP’yi tekrar kurarak kendisine muhalif olan bütün unsurları partiden temizledi. Kısa bir süre sonra da Muhsin Yazıcıoğlu önderliğindeki Türk-İslam ülkücüleri ayrılarak Büyük Birlik Partisini (BBP) kurdular. [6] Böylece ülkücü-faşist hareketteki ilk büyük ayrışma da tamamlanmış oluyordu.
Ülkücü mafya işbaşında
Ülkücü hareketin üst düzey kadrolarını ve devlet aygıtları içinde istihdam edilmiş ülkücüleri bir yana bırakırsak, 12 Eylül sonrasında “sokaktaki ülkücü” için tam bir “boşlukta kalma” durumu söz konusuydu. Bu boşluğu mafya doldurdu ya da başka bir deyişle mafya âleminde oluşan boşluğu ülkücü-faşist kadrolar doldurdular.
Ülkücü-faşist hareketin mafya âlemiyle olan ilişkisi aslında 70’li yıllara dayanır. MHP’nin silahlı faşist çetelerinin başında bulunan Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Çatlı, Mehmet Gül, Mehmet Şener ve Yalçın Özbey gibi isimler, mafya ile iç içeydiler ve bir yandan kaçakçılıkyoluyla harekete silah ve cephane sağlıyor diğer yandan da ciddi maddi gelir elde ediyorlardı. Mafyanın önde gelen isimleriyle (Abuzer Uğurlu, “Oflu” İsmail, Osman İmamoğlu, Bekir Çelenk vb.) bizzat Türkeş’in yakın siyasi ve“iş” ilişkileri vardı. Bu mafya babaları MHP’ye hatırı sayılır para yardımında bulunuyor, silah ve cephane tedarik ediyor, ülkücü-faşist kadrolara lojistik destek sağlayarak zaman zaman yurtdışına çıkışlarını örgütlüyor, boşta kalan ülkücüleri besliyorlardı. Bu ilişkiler sonradan ülkücü mafyanın da temelini oluşturacaktı.
Ayrıca silahlı çeteler şeklinde örgütlenmiş olan ülkücü hareket içinde pek çok şef de,mafyadan ve işadamlarından “götürü” usulü iş alıyor, hem “nafakasını çıkartıyor” hem de faşist harekete kaynak aktarıyordu. Bu şekilde işadamlarından toplanan paralar ve sık sık yapılan soygunlardan, yardım adı altında toplanan haraçlardan ciddi bir gelir sağlanıyordu. Hareketin mafya ile ilişkileri geliştikçe iş büyümeye başlamıştı. 70’lerin sonlarına doğru uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen gelir MHP’nin maddi gelir kaynakları içinde önemli bir yer tutmaya başladı. Dönemin Avrupa Türk Federasyonu başkanı olan ve mafya ile ilişkilerin temelini atmış isimlerden biri olan Lokman Kondakçı, itiraflarında, “parayı bulmanın en kolay yolu eroindir, kilosu 35-40 bin marktır” diyerek işi nasıl örgütlediklerini anlatıyordu.
Mafya âleminde işler, 12 Eylül darbesiyle birlikte bir süreliğine kesintiye uğradı ve daha da önemlisi faşizmin baskıcı ortamında çoğu “mafya babası” işten elini ayağını çekerek “işadamı” kimliğine büründü. Oysa iş dünyasının da, devletin de mafyaya ihtiyacı vardı. 1982 yılının yaz aylarında “bankerler skandalı”nın patlak vermesiyle birlikte bu ihtiyaç aleni bir hal aldı. Yasal yollarla tahsilâtı mümkün olmayan milyarlarca liralık çek ve senet, ihtiyaç duyulan bir “hizmet sektörü”nü doğurdu. 12 Eylül’ün tasfiye ettiği geleneksel babalardan doğan boşluğu, silahlı adamı bol olan ülkücüler doldurdu. Faşist çeteler ülkücü mafya mangalarına, çete reisleri babalara, ülkücü-faşistler de hızla mafya tetikçilerine dönüştüler.
Bu onların faşist ruhuna en uygun işti. Ne de olsa adam kaçırma, yaralama, öldürme,işkence etme, soygun ve haraç toplama gibi işlere (!) alışkındılar. Böylece “aç ve açıkta kalan” ülkücüler mafyatik yapılar içinde istihdam edilerek el altında tutulmuş oluyorlardı. Ülkücü babalar devletin kolluk kuvvetleriyle olan yakın ve iyi ilişkileri sayesinde onlar tarafından kollanıyor ve önleri açılıyordu. Böylece işlerini pervasızlıkla yürüten bu ülkücü babaların mafya âlemi içinde liderliği ele geçirmeleri çok zor olmadı. Alaattin Çakıcı, Mustafa Öz (ve sonradan Sedat Peker) gibi isimler ülkücü mafyanın başına geçtiler. Bu süreçte devletin ülkücü mafyayı himaye etmesinin ve ona göz yummasının ikili bir sebebiolduğu düşünülebilir. Öncelikle devlet, 12 Eylül’le bir kenara attığı ülkücü-faşist kadrolara yeni bir kazanç kapısı açarak adeta onları ödüllendiriyordu. Diğer taraftan mafyanın kontrolünü de ülkücüler sayesinde elinde tutuyordu. Özellikle 90’lı yıllarda ülkücülerin Kürt hareketiyle yürütülen savaşta aktif biçimde yer almaya başlamasıyla birlikte, devlet ve ülkücü mafya arasındaki ilişkiler daha da gelişti ve karmaşıklaştı. Devlet destekli ülkücü mafya, Afganistan’dan Avrupa ve Amerika’ya uzanan uyuşturucu trafiğini tamamen kontrolüne aldı. Uyuşturucu trafiğinde Özel Timci ülkücüler görev alıyor, nakliyat askeriaraçlarla sağlanıyordu. Nitekim sonradan Susurluk kazasıyla ortaya saçılan bu ilişkiler,devletin ve ülkücü mafyanın nasıl da iç içe geçtiğini ve uyuşturucu ticareti de dâhil olmak üzere her türlü mafyatik işin burjuva düzenin asli bir parçası olduğunu açık biçimde göstermiştir. İlerleyen yıllarda bu kârlı kazanç azalmış olsa da tam anlamıyla kurumadı. Uyuşturucu ticaretine insan kaçakçılığı da eklendi.
Değişen görevler ve değişmeyen MHP
’80 sonrasında burjuva devletin ülkücü hareketle teması mafya ilişkileriyle sınırlı kalmadı. 90’lı yıllarda Kürt sorununun bir savaş düzeyine ulaşmasıyla birlikte burjuva devlet bir kez daha ülkücü hareketi yardıma çağıracaktı. [7] Kürt ulusal hareketinin yükselişine karşı bir imha ve inkâr siyaseti izleyen devlet, bu çerçevede milliyetçi ve şoven bir politikayı da körüklüyordu. İdeolojik ve politik açıdan devlet ile tekrar yakınlaşma içerisine giren MHP’nin yıldızı da tekrar parlamaya başladı. Burjuvazinin tüm ideolojik aygıtlarıyla birlikte giriştiği bu kampanya sonucu yaratılan milliyetçi dalganın tepesine MHP oturdu. Kürt hareketine tepki duyan kesimlerin oluşturduğu potansiyelin önemli bir kısmı MHP’ye oy, kitle tabanı ve kadro olarak akmaya başladı. MHP her zaman Kürt sorununda inkâr ve imha politikasını benimsemiş, Kürt halkına yönelik ırkçı, aşağılayıcı, dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı bir tutum izlemiştir. Faşist yazar-çizer takımı bir yandan Kürtlerin “aslında Türk” olduklarını kanıtlamaya çabalarken, bir yandan da Kürtlerin “şeytan soyundan geldiği”ni iddia eden akademik (!) çalışmalar ortaya koyuyor, Newroz’un bir Türk bayramı olduğunu iddia ediyorlardı.
Kürt sorununun çözümüne yönelik öneriler de aynı anlayışın devamı niteliğindeydi.Kürdistan’ı ve Kürt halkını toptan yok etmekten tutun da, Kafkas Türklerinin yüz binlik gruplar halinde bölgeye yerleştirilmesine kadar pek çok saçma fantezi havada uçuşuyordu. Parti sözcüleri sürekli olarak, “1980 öncesinde nasıl ki komünizmi biz önledikse, şimdi de ülkeyi bölünmekten ancak ülkücü hareket kurtarır” söylemini işliyorlardı. Türkeş, “yetki versinler bir tim göndererek Apo’nun kellesini getireyim” derken kurmayları da “terörü bir yıl içinde bitiririz” diye beyanlarda bulunuyorlardı. Her fırsatta, Kürt meselesindeki en katı vetavizsiz siyasi partinin kendisi olduğunu vurgulayan MHP, asker cenazelerinin karşılanması törenlerini propaganda kampanyalarına dönüştürüyor, spor karşılaşmalarından resmi kutlamalara kadar her olayı gövde gösterisine çevirmekten geri durmuyordu. O yıllarda sıkça yapılan devrimci örgütlere yönelik polis baskınlarının ardından, MHP’li gruplar ellerinde bayraklarla polise tezahüratlar yapıyorlardı. Ülkücü hareket kendisinin bile ummadığı bir popülerlik kazanmaya ve taşranın yanı sıra büyük şehirlerde de güç kazanmaya başlamıştı. Kürt düşmanlığının dozunu iyice arttıran MHP’li gruplar, özellikle bazı batı kentlerinde Kürtlere yönelik saldırılar organize etmeye başladılar.
Türkeş, “milli refleks” söylemini tekrar dillendirmeye, demokratik ve siyasi çözüm isteyenleri vatan haini ilan etmeye başlamıştı. Ama en önemlisi, PKK ile mücadelede “gayri nizami harp” yöntemlerinin kullanılması gerektiğini ve ülkücü-faşist kadroların göreve talip olduğunu söylemesiydi. Nitekim 1993 yılında polis bünyesinde Özel Harekât Dairesi kuruldu ve buna bağlı olarak da kamuoyunda Özel Tim olarak anılan birlikler oluşturulmaya başlandı. Ağır silahlarla donatılan ve gerilla eğitimi alan bu birliklerin tamamına yakını ülkücü- faşistlerden temin edilecekti. Böylece uzun bir aradan sonra ülkücü hareket devletin iç savaş aygıtıyla tekrar ve üstelik bu kez çok daha üst düzey ilişkiler kuruyor, devlet hizmetine geri dönüyordu. 90’ların sonuna gelindiğinde binlerce Özel Tim elemanının tamamına yakını MHP referanslıydı. Bu birlikler ilk dönemlerde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde solörgütlere karşı yürütülen “yargısız infaz” operasyonlarında yer aldılar. Daha sonrabölgeye gönderilen bu faşist katiller sürüsü, öldürdükleri gerillaların kulaklarını-burunlarını keserek,Kürt halkına karşı son derece zalimce davranarak, 3000’i aşkın insanı “faili meçhul” cinayetlerle yok ederek, adam kaçırıp işkence yaparak, kısacası ’80 öncesi devrimcilere uyguladıkları faşist terörü bu kez de Kürt halkına karşı yürüterek uğursuz rollerini bir kez daha oynayacaklardı.
Bu süreçte yıldızı iyice parlayan MHP, SSCB’nin çökmesiyle birlikte emperyalistlerin av sahasına dönüşen Kafkasya’da da devlet adına görevler aldı. Türkî cumhuriyetlerin yönetimleriyle ve istihbarat birimleriyle “samimi” ilişkiler kuruluyor, Ermenistan’la savaş halinde olan Azerbaycan’da ülkücü gönüllülerden ve kontr-gerilla subaylarından oluşan bir “Bozkurt Taburu” oluşturuluyor, bu tabur Bakü’de yaşayan Ermeni nüfusa karşı girişilen etnik temizlik hareketinde başı çekiyordu. Hatta iş ilerletilerek Bakü yakınlarında oluşturulan “Rüzgâr” kampında, çevre ülkelerden toparlanan “vatansever” gençlere askeri-siyasi eğitim
verilmeye ve yetiştirilen birlikler Ermenistan sınırını geçip sabotajlar yapmaya başlamışlardı.Hızını alamayan ülkücüler, işi dört kez darbe tezgâhlamaya kadar götürdüler, fakat 1994 yılında Haydar Aliyev’in Türkiye yanlısı Elçibey’i safdışı etmesiyle birlikte bu bahis kapanmış oldu.
Ancak 90’lı yılların sonlarına doğru PKK ile yaşanan sıcak savaşın sönümlenmesiyle birlikte ülkücü-faşist kadrolar da kızağa çekildi. Ordu, başından beri varlığından rahatsız olduğu Özel Tim’e karşılık JİTEM’i kurdu. Ordu kurmayları, ağır silahlarla donatılmış ve denetimleri dışındaki böylesi bir gücün daha fazla palazlanmasını istemiyorlardı. Bu yüzden de 28 Şubat süreciyle birlikte (Susurluk Olayını da çok iyi kullanarak) Özel Tim’i tasfiye ettiler. Bu bakımdan, 28 Şubat’ta ordunun açıkladığı Milli Siyaset Belgesinde ülkücü hareketin “milli tehdit” olarak yer alması çarpıcıdır. Böylelikle ülkücü-faşist hareket, çizmeyi aşmaması için ikaz edilmiş oluyordu. Her şeyin üst üste geldiği 1997 yılı, hareketin tarihsel önderi olan “başbuğ” Türkeş’in ölümüyle birlikte parti içinde kısa süreli de olsa bir fetret devrinin
yaşanmasıyla kapanacaktı. Yerine kimin geçeceği bir tarafa, 2,5 milyon doları aşan kişisel serveti de kavga konusu olmuştu. Bu servetin akıbeti tam olarak öğrenilemedi. Parti içindeki liderlik yarışını ise Devlet Bahçeli kazandı. Silahlı çatışmaların ve kavgaların hâkim olduğu kongrede, şimdilerde medyanın gözbebeği Zekeriya Beyaz’dan Doğan Öz’ün katili İbrahim Çiftçi’ye değin 7 aday yarıştı.
15 Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte MHP için yeni bir dönem başlıyordu. Ortaya çıkan konjonktürden sonuna kadar faydalanan ve Öcalan’ın idamı için düzenlediği kampanyalarla, Kürtlere yönelik saldırılar ve linç girişimleriyle milliyetçi histeri dalgasını en iyi örgütleyen MHP olmuştu. Ülkücü-faşist hareket, Kürt hareketine karşı kazanılan zaferin asıl mimarının kendisi olduğu propagandasını yapıyordu. Bu atmosferNisan ayındaki erken seçimle birleşince sandıktan sürpriz bir şekilde MHP çıktı. Aldığı %18,1’lik oy oranıyla DSP’nin ardından (%22,2) ikinci parti olan MHP’nin kendisi bile böyle bir başarıyı beklemiyordu. ’80 öncesinin kanlı-bıçaklı iki partisinin devamı olan MHP ile DSP, yanlarına ANAP’ı da alarak hükümeti kurdular. Umulmadık biçimde hükümet ortağı olan MHP, hızla imaj değişikliğine yöneldi. Sermaye çevrelerine güven vermeye ve rüştünü ispat etmeye çalışıyor, “değiştiğine” ilişkin bir propagandaya girişiyordu. Daha doğrusu, burjuvazinin “değişmiş gibi görün” baskısına boyun eğerek imajını düzeltmeye çalışıyordu. Çünkü meclise giren 127 milletvekilinden yarıdan fazlasının adı ya bir cinayet davasına ya da silahlı saldırıya karışmış durumdaydı. Sermaye açısından İslamcı hareketin sahip olduğu oyların merkeze çekilmesi için bir vesile olmaktan öte anlam taşımayan (buna belki bir de Öcalan’ın “asılmayıp beslenmesinin” yaratacağı tepkiye tampon olmak vazifesi eklenebilir)
hükümet ortağı MHP, adeta iki ateş arasında kalmıştı. Merkeze yaklaştıkça kendi tabanını kaybediyor, kendi tabanının sesine kulak verdikçe sermaye çevrelerinin gözünde puan kaybediyordu.
Nitekim burjuvazinin tüm çabalarına karşın koalisyon ortağı olarak kendisinden bekleneni veremeyen MHP, yükselişini de sürdüremeyerek 2002 seçimlerinde barajın altında kaldı. Böylece kendi tarihindeki en uzun süreli hükümet ortaklığı da sona eriyor ve MHP bildiğimiz orijinine doğru dönüş yapıyordu. Geriye kalan dört yıllık süreçte MHP’nin genel stratejisini ve politik hattını belirleyen temel faktör, burjuva iktidar bloku içindeki gittikçe tırmanan çatışma olmuştur. Başından beri milliyetçi-statükocu kanadın içinde yer almış olan MHP, çatışmanın kızışmasına paralel olarak tutumunu sertleştirmiş ve 2005 yılındaki Newroz kutlamalarından beri yükseltilmekte olan milliyetçi-şoven dalganın da etkisiyle eski günlerini çağrıştıran bir saldırganlığa bürünmüştür. Uzun bir aradan sonra tekrar harekete geçen
ülkücü-faşist çeteler bir yandan Trabzon, Samsun, Sakarya ve Sivas gibi kentlerde devrimcilere dönük linç kampanyalarına girişmişler, diğer yandan da Kürt halkına yönelik düşmanlığı azdırarak saldırılar organize etmişlerdir.
* * *
Kriz ve emperyalist savaş atmosferindeki dünyada yaşanan genel siyasi gericileşmeyi de arkasına alan milliyetçi-şoven dalganın yükselişi devam ediyor. Seçim sürecine girilmesiyle birlikte bu eğilim, bir CHP-MHP ittifakıyla pekiştirilmeye ve bir “milliyetçi cephe” haline getirilmeye çalışılıyor. Şovenizmin yükselişi ve böylesi kanlı geçmişe sahip faşist bir partinin yeniden piyasaya sürülmek istenmesi ise, sınıf hareketi ve Kürt halkının mücadelesi açısından ciddi bir tehlikedir. Tehlikenin farkına varmanın ve ona karşı mücadelenin ön şartı,faşizmin burjuvazi açısından işlevini ve neler yapabileceğini, yani muhtevasını iyi kavramaktır. Faşizm, burjuvazi açısından vazgeçilmez bir silahtır ve ülkücü-faşist hareketin
tarihi bunun en iyi kanıtıdır.
Bu açıdan bakıldığında asıl tehlike, işçi sınıfının uyanıklığı elden bırakarak gaflete düşmesi ve faşizm tehlikesinin artık eskisi gibi varolmadığı ya da onun bu topraklardaki temsilcisi olan MHP’nin değiştiği yanılgısına kapılmasıdır. Genel olarak faşizm tehlikesinin öneminden bir şey yitirmediğini önceki yazılarımızda etraflıca ele aldık. Dolayısıyla ülkücü-faşist hareketin değişimi sorununa da burada birkaç satırla değinmek yerinde olacaktır. MHP’nin olağan dönemlerdeki “ılımlılığı” kimseyi aldatmamalıdır. Bu partinin faşist niteliğinin değişip değişmediğini anlamak için siciline bakmak yeterlidir. Daha önce de “ılımlı” görünümlere bürünen ülkücü-faşist hareket, burjuvazi kendisine her ihtiyaç duyduğunda üzerindeki kuzu postunu atarak gerçek yüzünü göstermekten geri durmamıştır. Sorun MHP’nin değişiminden ziyade siyasal ve ekonomik koşulların ne yönde değiştiğidir. Bugünkü siyasi atmosfer içinde burjuvazinin faşist bir rejime ihtiyacı yoktur, ama bu bir daha olmayacağı anlamına gelmez.
70’li yıllardan bu yana burjuvazi, ülkücü-faşist çeteleri defalarca kullanmış ve sonra bir kenara kaldırmıştır. Bu bağlamda değişim iddialarına en iyi yanıt, partinin genel başkanı Devlet Bahçeli’nin 5 Kasım 2000 tarihli MHP kongresinde yaptığı konuşmasında söyledikleridir:
Milliyetçi Hareketin değişip değişmediğini, milliyetçiliğin misyonunu tamamlayıptamamlamadığını çok merak edenlere hatırlatmak isterim ki; tarihi kökleri ve iddiaları olan güçlü hareketler, varlığını ve ayrıcalığını sürekli muhafaza ederler. Yani değişipbaşkalaşmazlar, ama gelişirler. Ortaya çıkan yeni ihtiyaç ve gelişmelere yeni cevaplar ve çözüm arayışları içinde olurlar.
Faşizm burjuva rejimde köklü bir değişikliği, ciddi bir alt-üst oluşu ifade eder. Dolayısıyla faşist partilerin, olağan dönemlerde kabuklarına çekilerek dar bir alanda siyaset yapmaları da son derece olağandır. Ancak gidişatın bu biçimde sürmeyeceği ve burjuvazinin olağanüstü dönemlere hazırlandığı herkesin malumudur. Ülkücü-faşizmin ilk fırsatta işçi sınıfının ve devrimci hareketin üzerine atılacağından ve onu boğmak için her şeyi yapacağından kimsenin kuşkusu olmasın! İşçi sınıfının önünde duran tek seçenek,örgütlenmek, mücadeleye atılmak üzere hazırlanmak ve faşizmi onu yaratan kapitalizmle birlikte tarihe gömmektir.
Notlar:
[1] Türkiye’deki faşist hareket kendini “ülkücü” olarak tanımladığından “ülkücü-faşist” deyimiyle sadece Türkiye’deki faşist hareket kastedilmektedir.
[2] Zeki Velidi Togan Türk tarihi profesörüdür ve Ekim Devriminin ardından kısa bir süre Başkurdistan devlet başkanlığı yapmıştır. Nuri Killigil ise Enver Paşa’nın kardeşi olup, asker kimliği dolayımıyla özellikle ordu içinde faşist düşüncenin yayılmasında önemli rol oynamıştır.
[3] Sonradan, müsteşarlığın kasasında “örtülü ödenek” olarak bulunan yaklaşık 240 bin dolar tutarındaki paranın kaybolduğu da anlaşılacaktı.
[4] Hatta kimi kaynaklar MHP’nin, 1 Mayıs katliamının yaratacağı infialden yararlanarak kendisine yakın faşist subaylar aracılığıyla bir darbe yapmayı planladığını yazmaktadır.İddiaya göre olayların yeteri kadar büyümemesi üzerine (300 kişinin öldürülmesi hesaplanmıştı) bundan vazgeçilmişti. Nitekim Haziran ayında Kara Kuvvetleri Komutanı orgeneral Namık Kemal Ersun başta olmak üzere 850 sağ görüşlü subayın ordudan apar topar atılması ve Özel Harp Dairesi ile MİT içinde de benzer bir temizliğe girişilmesi buna kanıt olarak öne sürülmektedir. Planlanmış olması kuvvetle muhtemel bu girişimin içinde işadamı Halit Narin’in de adı geçiyordu.
[5] İtalya’da Mussolini’yi iktidara taşıyan “büyük yürüyüş”e atfen yapılan bu konuşmada ilan edilen proje, istenilen etkiyi yapmamıştır.
[6] Ülkücü hareketin 70’lerin sonlarında girdiği İslamcılaşma süreci, 12 Eylül sonrasındaki çözülmeyle hızlanmış ve nihayetinde bir ayrışmayla sonuçlanmıştır. Bu ayrışma ifadesini İslamcı-Türkçü ideolojilerde bulsa da, 12 Eylül üzerinden devlete bakışa kadar örgütsel ve politik pek çok nokta da daha somutlanıyordu. Ülkü Ocaklarına karşı Nizam-ı Alem Ocaklarını kuran bu grup, Türk-İslam ülkücüleri Muhsin Yazıcıoğlu liderliğinde 29 Ocak 1993’te BBP’yi kurdu. Ancak bu “kopuş” abartılmamalıdır. Çünkü kuruluş günlerinin heyecanı geçtikten sonra ne Kürt sorununda ne de diğer politik meselelerde MHP’den farklı bir tavır alınmamış, hatta kadrolar devletin verdiği birçok görevde birlikte çalışmışlardır. Son yıllarda bu kadrolar etkinliklerini arttırmaya başlamışlardır. Nizam-ı Alem Ocakları üzerinden örgütlenen binden fazla kişi şeriatçı saflarda çarpışmak üzere Çeçenistan’a ve Bosna’ya gönderildi. Trabzon’daki faşist yuvalanma ve bununla ilintili gerçekleştirilen kanlı provokasyonlarda (linç girişimleri,
rahip Santoro cinayeti, Danıştay saldırısı ve son olarak Hrant Dink cinayeti) yerli ve yabancı kontr-gerilla aygıtlarının tetikçisi olarak bu kadrolar kullanılmaktadır.
[7] 80’li yılların hemen akabinde burjuva devlet, Ermeni örgütü ASALA’ya karşı girişilen kontr-gerilla mücadelesinde de ülkücü kadroları göreve çağırmıştı. Kontr-gerilla ile sıkı ilişkileri olan Abdullah Çatlı ve ekibi, bu işe talip oldular, tabii “üstün vatan sevgisi”nin yanında lafı bile edilmeyecek 10 milyon dolar gibi bir meblağ karşılığında! Ancak bu girişim,Fransa’da birkaç öğrenci yurdunun ve soykırım anıtının bombalanmasıyla sınırlı kalmış,ülkücü basın tarafından şişirildiği kadar “büyük işler” başarılmamıştır.
Kerem DAĞLI
(Kaynak: Marksist Tutum Dergisinin 21, 22 ve 23. sayılarından alınmıştır)