Hicrân-ı muhitât ile solmuş, sarı, çıplak
Râkid, ölü bir havza düşen bir kuru yaprak
Sessizce nasıl izler açar sîne-i mâda,
Ey tûde-i nûr ü elem, ey çehre-i sâde,
Bir göl gibi durgun uyuyan rûhuma nûrun
Aktıkça, o sâkin suda her lem’a-i dûrun
Bir çîn-i felâket gibi ra’şeyle genişler…
Ey eski kamer, ey ezelî ruh_i münevver,
Sen şimdi bu tüllerle muhîtâtı sararken,
Nûrunda tesellî bütün âlâma koşarken
Yalnız bu derin gölde senin açtığın izler,
Bir gizli gamın şehka-i seyyâlini gizler…
Bir göl ki semâsında ne âhenk, ne de sâye
Vermez o büyük uzlete bir hadd ü nihâye;
Gençlik ve emel, hüzn civârında dikendir,
Üstünde esen nefhada bir girye nihendir.
Tülden ve buluttan ve bütün sîm semenden,
Bir hâb-ı serâbî dökülürken yere senden,
Sen her sûda bir başka güzellikle doğarsın,
Sen her sûda bir başka ziyâ, başka kamersin:
Ormanların ağûş-ı sükûtundan akan âb,
Senden alır âhengine bir girye-i bî-tâb;
Göller ki öper hüsnünü, yalnız leb-i sâye
Feyzinle dolar hâb-ı şeb-âvîzi semâye;
Sevdâlara bir cennet olan sâyeli göller,
Altında senin hüsn-i esâtir ile titrer…
Rûhumda, fakat her dökülen katre-i nûrun,
Yalnız bir ölüm, bir ebedî mâtem-i dûrun,
Neylüfer-i giryânını, ey mâh-ı münevver,
Ezhâr-ı leyâli gibi rüýâ ile besler…
Ahmet HAŞİM