Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatEdebiyat ( Dünya )Denemeler ve Bir Alman Dosta Mektuplar | Albert Camus

Denemeler ve Bir Alman Dosta Mektuplar | Albert Camus

1

Bana şöyle diyordunuz: «Yurdumun büyüklüğüne paha biçilmez. Onu büyük yapan hiçbir şeyin anlamı olmayan bir dünyada biz genç Almanlar gibi, uluslarının gücünde bir anlam bulanlar her şeyi ona feda etmelidirler.»

O zamanlar sizi severdim, ama sizinle ayrılığım daha o zamandan başlamıştı bile. Size: «Olamaz, diyordum, insanın güttüğü amaca her şeyi feda etmesi gerektiğine inanmam. Kimi yollar vardır ki bağışlanamaz onlara başvurmak. Adaleti seve seve yurdumu da sevmek isterim. Yurdum için herhangi bir büyüklüğü, hele kana ve yalana dayanan bir büyüklüğü istemem. Adaleti yaşatarak yurdumu yaşatmak isterim.» Bana: «Öyleyse, siz yurdunuzu sevmiyorsunuz» diye karşılık vermiştiniz.

Bunun üzerinden beş yıl geçti. O gün bugün birbirimizden ayrılmış bulunuyoruz. Diyebilirim ki, sizin hesabımıza çok kısa süren, birçok gürültüyle geçen şu uzun yıllarda, gün geçmedi ki, «Siz yurdunuzu sevmiyorsunuz» sözünü anımsamış olmayayım.

Bugün o sözünüzü düşünürken boğazıma bir şeyler tıkanır gibi oluyor. Hayır, onu sevmiyorum. Eğer sevdiğimiz şeyde doğru olmayanı açığa vurmak sevmek değilse, eğer sevdiğimiz şeyin düşüncemizdeki en güzel imgesine uymasını istemek sevmek değilse, sevmiyordum. Bundan beş yıl önce, Fransa’da birçok kimse benim gibi düşünüyordu. Bunlardan birkaçı Almanların kurşunlarına göğüs verdiler. Size göre yurtlarını sevmeyen insanlarımız yurdumuza yaşamınızı yüz kez verebilseniz bile- sizin yapamayacağınız şeyi yaptılar. Çünkü, onlar önce kendi kendilerini yenmeyi başardılar ve gerçek kahramanlıkları da bundandır. Ama, ben burada iki türlü büyüklükten söz ediyorum ve bundaki çelişkiyi de açıklamak zorundayım.

Olabilirse eğer, yine buluşacağız sizinle. Ama, o zaman dostluğumuz da bitmiş olacak. Siz tümden yenilmiş olacaksınız, ama eski utkularınızdan yüzümüz kızarmayacak. Daha çok bütün ezilmiş güçlerinizle o utkuyu yitirdiğiniz için vahlanacaksınız. Bugün hâlâ düşüncemle yakınınızdayım – düşmanınız sayılırım gerçi, ama henüz biraz dostunuz da sayılırım. Çünkü size burada içimi açıyorum. Yarın her şey bitmiş olacak. Utkunuzun bitiremediği şeyi, yenilginiz tamamlayacak. Ama, ilgisizliğe düştüğümüz günden önce, barışın da, savaşın da yurdumun yazgısı üzerinde sizlere öğretemediği şeyi açıklamak istiyorum.

Bizi ne çeşit büyüklük coşturur, hemen söyleyivereyim size. Yani sizde olmayan ve bizim alkışladığımız gözüpeklik ne türlü bir gözüpekliktir, onu söylemek istiyorum size. Çünkü, içine atıldığımız ateş, çoktandır hazırlandığımız ve düşünmekten daha kolaylıkla üstüne yürüdüğümüz. bir ateşse, büyük bir şey değildir bu. Oysa, kinin, kaba gücün boş şeyler olduğunu bile bile ölüme, işkenceye doğru ilerlemek büyük bir şeydir. Savaştan nefret ede ede savaşmak, mutluluğun ne olduğunu bile bile her şeyi yitirmeye razı olmak, yüksek bir uygarlık düşüncesiyle yakıp yıkmaya koşmak, büyük bir şeydir. İşte, biz bunda sizlerden fazlasını yapıyoruz. Çünkü, bizler kendi kendimizi yenmek zorundayız. Sizlerin ne yüreklerinizde yenecek bir şeyiniz vardı, ne de kafanızda. Bizim iki düşmanımız vardı ve silahla kazanılacak utku (ki kendini dizginlemek zorunda olmayan size yetiyordu) yetmiyordu bize.

Bizim yenecek çok şeyimiz vardı, belki bunların başında da, öteden beri size benzeme heveslerimiz geliyordu. Çünkü, bizi içgüdülere kapılmaya, düşünceyi hiçe saymaya, işin kolayına kaçmaya götüren bir şey vardır her zaman. Büyük erdemlerimizden bıkarız sonunda. Zekâmızdan utandığımız olur, zaman zaman da, gerçeğe zahmetsizce ulaştıran mutlu bir barbarlık özlemine kapılırız. Ama, bundan kurtulmamız hiç de güç değil. Çünkü, siz bu özlediğimiz şeyin ne olduğunu bize gösterince, aklımızı başımıza topluyoruz. Tarihte bir yazgıcılığa inansaydım, sizin yanı başınızda, bizim kendimizi düzeltmemiz için, akıl adacıkları gibi durduğunuzu düşünürdüm. Sizi görünce, yeniden düşünmeye başlayıp rahat ediyoruz.

Bir de, kahramanlık üstündeki kuşkumuzu da yenmemiz gerekti. Biliyorum, siz kahramanlığı bize yakıştırmazsınız. Bizler, sadece onu hem öğütleriz, hem sakınırız ondan. Öğütleriz, çünkü, bin yıllık tarihimiz bize soylu olan her şeyi öğretmiştir. Sakınırız, çünkü bin yıllık düşünce bize doğal olmanın sanatını ve onun iyiliklerini belletmiştir. Sizlerin karşısına çıkmak için, çok uzaklardan gelmek zorunda kaldık. İşte, bunun için bütün Avrupa bizi geride bıraktı bu işte. Çünkü, biz gerçeği aramakla uğraşırken, Avrupa, fırsatı bulur bulmaz, yalanın kucağına atıldı.

Ayrıca, insan sevgimizi, barışçı bir yazgı düşümüzü, hiçbir utkunun kazançlı olmadığı, insanları asıp kesmeninse onarılmaz bir yıkım olduğu inancımızı yenmek zorundaydık. Hem bildiğimizden hem umduğumuzdan, sevmeyi daha doğru bulan aklımızdan, her türlü savaşa olan nefretimizden vazgeçmemiz gerekiyordu.

Şimdi artık olan oldu. Dolambaçlı yollardan geçmek zorundaydık, onun için çok geç kaldık. Gerçeklik kaygısının zekâyı, dostluk kaygısının yüreği yokuşa tutmasıdır bu. Doğruluğun, gerçeğin bizden yana olmasını istedik ve bunu çok pahalıya ödedik. Yüzkaralarına, susmalara, acılara, hapislere, nice sabahlar kurşuna dizilmelere, yapayalnız kalmalara, ayrılıklara, açlıklara, çocuklarımızın bir deri bir kemik kalmasına, her şeyden çok da kendi içimizi yemelere katlandık. Ama olması gerekliydi bunların. İnsan öldürmeye, bu dünyanın yoksulluğunu artırmaya hakkımız var mıydı? Bunu anlamak için yitirdik bu kadar zamanı. İşte, bu yitirip yeniden bulduğumuz zaman, önce katlanıp sonra aştığımız bu bozgun, kanla ödediğimiz bu kaygılar, biz Fransızlara bugün şöyle düşünme hakkını veriyor: Biz bu savaşa ellerimiz temiz olarak girdik, kurbanların ve inanmışların temizliğiyle. Bu savaştan yine ellerimiz temiz olarak çıkacağız, haksızlığa ve kendimize karşı kazanılmış büyük bir utkunun temizliğiyle.

Çünkü utkuyu kazanacağız. Kuşkunuz olmasın bundan. Ama utkuyu, bu bozguna, aklımızı kullanmak için uzattığımız bu yola, haksızlığı gördüğümüz ve ders aldığımız bu acılara borçlu olarak. Biz bu arada her türlü utkunun gizini öğrendik. Eğer bu gizi hep, elde tutarsak, günün birinde en son utkuyu da kazanacağız. Bazen düşündüğümüzün tersine, bu bozgun öğretti ki bize, düşünce kılıca karşı güçsüzdür. Ama, düşünce kılıçla birleşti mi, tek başına çekilen kılıcı her zaman yenecektir. İşte onun için biz bugün, düşüncenin bizden yana olduğa inandıktan sonra kılıca sarılmış bulunuyoruz. Buna ulaşmak için, ölenleri görmek, ölmeyi göze almak, sabah karanlığı giyotine giden, hapishane koridorlarından geçerken kapıdan kapıya arkadaşlarını yüreklendiren bir Fransız işçisinin duyduklarını duymamız gerekti. Düşüncemizi kurtarmak için, bedenimizin işkencelere katlanması gerekti. Ancak ödediğimiz şey tam anlamıyla bizim olur. Biz pahalı ödedik ve daha da ödeyeceğiz. Ama buna karşılık bizim inancımızı, aklımızı, doğruluk duygumuzu güçlendirdik. Artık yenileceğiniz gündür.

Ben doğruluğun kendiliğinden güçlü olduğuna hiçbir zaman inanmamışımdır. Ama, güçler eşit oldu mu, doğrunun yalanı alt edeceğini bilmek de büyük bir şeydir. İşte bizler bu güç dengeye varmış bulunuyoruz. Bu ince anlam ayrılığına dayanarak savaşıyoruz. Bugün, biz bu türlü ince anlam ayrılıkları için savaşıyoruz diyeceğim geliyor. Ama bu ayrılıklar insanın kendisi kadar önemlidir. Bizler özveriyi gizemcilikten, enerjiyi zorbalıktan, gücü gaddarlıktan ayıran ince anlam için dövüşüyoruz. Yalanı doğrudan, umutlarımızda yaşayan insanı sizlerin taptığımız alçak Tanrılardan, ayıran anlam için.

İşte, size savaşın bitiminde değil, savaş içinde söylemek istediğim şeyler. İşte hâlâ aklıma takılıp kalan o «Siz yurdunuzu sevmiyorsunuz» sözüne vermek istediğim karşılık. Ama, sizinle daha da açık konuşmak istiyorum. Fransa gücünü de, üstünlüğünü de uzun zaman için yitirdi sanıyorum. Her kültür için gerekli saygınlık payını yeniden bulması için uzun zaman umutsuzca sabırlara, kahırlara katlanması, aklını kullanarak başkaldırması gerekecek. Ama şuna da inanıyorum ki, Fransa bütün bu yitirdiklerini niyetlerinin temizliği yüzünden yitirdi. İşte bunun için de umudumu kesmiyorum ondan. Mektubumun bütün anlamı bu…

***

2

Daha önce yazdım size ve kesin olarak konuştum, Beş yıllık bir ayrılıktan sonra, niçin daha güçlü olduğumuzu söyledim. Haklı olup olmadığımızı aramak için dolambaçlı bir yola saptık, hak kaygısı bizi geciktirdi, sevdiğimiz her şeyi uzlaştırmak çılgınlığına düştük, dedim. Ama bunlar üzerine yeniden dönmeğe değer. Daha önce de söyledim size, biz bu dolambaçlı yolu pahalıya ödedik. Haksızlığa düşmektense, kargaşalığa düşmeyi göze aldık. Ama işte, bizim bugünkü gücümüz bu dolambaçlı yoldan geliyor, utkuya da onunla ulaşmak üzereyiz.

Evet, bütün bunları söyledim size, hem de kesin olarak, yazıp bozmadan, kalemimin ucuna geldiği gibi. Bunlar üzerinde düşünmeye de vakit buldum. İnsan geceleri derin derin düşünür. Üç yıldır kentlerimizi ve yüreklerimizi karanlık içinde bıraktınız. Üç yıldır, bugün silâhlı bir güç haline gelen düşüncenin ardındaydık. Şimdi size akıldan söz edebilirim. Çünkü, bugün vardığımız kesinlik, her şeyin ödeşip aydınlandığı, aklın yürekle el ele verdiği bir kesinliktir. Siz ki, aklı hafife alıyordunuz, şimdi şaşıyorsunuzdur her halde, aklın bu kadar geç kendine gelip birden tarihe girmeye karar verdiğini görünce. İşte bu durumda size yeniden seslenmek istiyorum.

Size daha ileride de söyleyeceğim gibi, kesinliğe varan yürek bu işi seve seve yapmaz. Size bütün yazdıklarımın anlamını bunda bulabilirsiniz. Ama daha önce, sizinle, ortak anılarımızla ve dostluğumuzla dürüstçe hesaplaşmak istiyorum. Henüz elimdeyken, bitmek üzere olan bir dostluğa yapılabilecek tek şeyi yapmak, onu aydınlığa çıkarmak istiyorum. Arada bir yüzüme fırlatırcasına söylediğiniz ve hiç unutamadığım o «Siz yurdunuzu sevmiyorsunuz» sözüne karşılık vermiştim önce. Bugün akıl sözü karşısındaki o sabırsız gülümsemenize karşılık vermek istiyorum sadece. Bana şöyle diyordunuz: «Bütün bu akıllarla Fransa kendini yadsıyor. Aydınlarınız, yerine göre, umutsuzluğu ya da olmayacak bir gerçeğin peşine düşmeyi yurtlarına yeğ tutuyorlar. Bizse, Almanya’yı gerçeğin önünde umutsuzluğun ötesinde görüyoruz.» Görünüşe göre doğru söylüyordunuz. Ama, daha önce de söyledim size, biz kimileyin adaleti yurdumuzdan üstün tuttuysak, bu, yurdumuzu yalnız adalet için de sevmek istediğimizdendi. Onu doğruluk içinde, umut içinde sevmek istiyorduk.

İşte bunda ayrılıyorduk sizden. Bizim vazgeçemediğimiz şeyler vardı; Siz ulusunuzun gücünden yararlanmakla yetinirken, biz ulusumuz için doğruluğu özlüyorduk. Gerçekçi bir politikaya hizmet etmek yetiyordu size, bizse, en kötü bocalamalarımızda, bugün yeniden bulduğumuz bir onurlu politika besliyorduk için için. «Biz» derken, yöneticilerimiz demek istemiyorum. Yönetici pek bir şey demek değildir.

Burada gülümsediğinizi görür gibi oluyorum. Sözcüklere karşı hep bir kuşkunuz vardır sizin. Ben de öyleyimdir ama, daha çok kendimden kuşkulanırdım ben. Sizin girdiğiniz ve aklın akıldan utandığı yola sokmak istiyordunuz beni. O zamandan sizi dinlememiştim. Ama bugün yanıtlarım daha sağlam olacak. Doğruluk nedir, diyordunuz. Onu bilmiyoruz, doğru. Ama, hiç değilse, yalanın ne olduğunu biliyoruz : İşte sizin bize öğrettiğiniz de bu oldu. İnsan düşüncesi nedir? Onun da karşıtının ne olduğunu biliyoruz. O, eninde sonunda, zorbalarla Tanrıları kapı dışarı eden güçtür. Aydınlığın gücüdür o. Bizim korumak zorunda olduğumuz insan aydınlığıdır o. Ve bugün bizim kararlı oluşumuz, insanın yazgısıyla yurdumuzun yazgısının el ele vermiş olmasından geliyor. Hiç bir şeyin anlamı olmasaydı, siz haklı olabilirdiniz. Ama anlamını yitirmeyen şeyler var.

Biz burada ayrılıyoruz birbirimizden. Bunu size ne kadar yinelesem azdır. Biz yurdumuzu daha başka yüce kavramların, dostluğun, insanlığın, mutluluğun, doğruluk özleminin ortasında bir yerde görüyorduk. Onun için de, yurdumuza karşı sert davranabiliyorduk. Ama, sonunda biz haklı çıktık. Biz yurdumuza köleler vermedik, onun uğrunda hiçbir şeyi körü körüne yutmadık. Doğruyu eğriyi açıkça görebilmek için sabırla bekledik, yoksulluklar ve acılar içinde, sevdiğimiz her şey için savaşabilmek sevincini elde ettik. Sizse, tam tersine, insanın yurt dışındaki bütün değerlerine karsı savaşıyordunuz. Özveriniz kısır kalıyor. Çünkü sizin değer ölçünüz yanlış, çünkü değerleriniz yerli yerinde değil. Sizde ihanete uğrayan yalnız yürek değil, akıl da öcünü alıyor sizden. Ona istediği pahayı ödemediniz. Açıkgörürlüğün hakkını vermediniz. Bizim bozgunumuzun derinlerinden diyebilirim ki size, bu yüzden yıkılacaksınız.

*
Ama durun şunu anlatayım size. Bildiğim bir tutukevinden, bir sabah erkenden, Fransa’da herhangi bir yerden, silâhlı askerlerin kullandığı bir kamyon, on bir Fransızı kurşuna dizeceğiniz bir mezarlıkta götürüyordu. Bu on bir kişiden beş ya da altısı kurşuna dizilmelerini gerektiren bir şeyler yapmışlardı: Bildiriler dağıtmışlar, bir iki kez buluşmuşlar, ya da daha kötüsü, kimseyi ele vermemişlerdi. Bunlar kamyonun içinde kımıldamadan duruyorlar. Yüreklerini korku bürümüş kuşkusuz ama, bu bayağı bir korku, her insanı bilinmeyen karşısında kapıp kavrayan, cesaretini sarsmayan, olağan bir korku. Öbürleri hiçbir şey yapmamışlardı ve yanlışlığın ya da kayıtsızlığın kurbanı olmak, onlar için bu anı daha da güçleştiriyordu. Aralarında on altı yaşında bir çocuk vardı. Bizim delikanlıların yüzlerini bilirsiniz, onlardan söz etmek istemiyorum. Ama bu delikanlı, ayıbı utanmayı unutmuş, kendini düpedüz korkuya kaptırmıştı. Küçümserce gülümseyeceksiniz ama söyleyeyim, çocuğun dişleri birbirine vuruyordu. Onun yanına bir rahip, koymuştunuz. Görevi, ölümü beklemenin korkunçluğunu azaltmaktı. Diyebilirim ki size, gelecek yaşam üzerine bir konuşma, ölüme götürülen insanlar için hiçbir işe yaramaz. Hep birden atılacakları çukurda her şeyin bitmeyeceğine inanmak kolay iş değildir. Kamyonda sessiz gidiyordu mahpuslar. Rahip, bir köşede yığılıp kalan çocuğa yüzünü döndü. Onunla anlaşacağını sanıyor. Çocuk karşılık veriyor, bu sese yapışıyor, yeniden umutlanıyor. En korkunç anlarımızın sessizliği içinde, bir kimsenin yalnızca konuşması bazen sevindirmeye yeter insanı, her şey düzelecek belki, der. Çocuk «Ben bir şey yapmadım» diyor. «Evet, diyor rahip, ama sorun o değil artık. Seni ölüme hazırlamam gerek. «Nasıl anlamazlar beni, olur şey değil» diyor çocuk. «Ben senin dostunum, belki de anlarım seni. Ama artık çok geç. Ben senin yanında olacağım, Ulu Tanrı da yanında olacak. Göreceksin, o kadar güç olmayacak.» Çocuk çevirdi yüzünü. Rahip Tanrıdan söz ediyor, acaba çocuk Tanrıya inanıyor mu? Evet, inanıyor. Öyleyse, onu bekleyen huzur yanında hiçbir şeyin önemi olmadığını biliyor. Ama işte asıl bu huzur çocuğu korkutuyor. «Ben senin dostunum» diye yineliyor rahip.

Öbürleri susuyorlar, Onları da düşünmek gerek. Rahip, put gibi sessiz duran mahpuslara yaklaşıyor. Bir an sırtını çocuğa çeviriyor. Kamyon, sabah çiyleriyle ıslak yolun üstünde cızırtılarla yavaş yavaş ilerliyor. Düşünün o külrengi saati, insanların sabah kokusunu, görülmeyen ama sapan gürültüleriyle, bir kuş sesiyle sezinlenen kırları. Çocuk kamyonun tentesine abanıyor, tente gevşiyor biraz. Kamyonun kenarıyla tente arasında dar bir aralık görüyor. İsterse kendini atabilir oradan. Rahibin sırtı dönük. Öndeki askerlerse, sabahın bu alacakaranlığında yola bakıyorlar. Çocuk, uzun boylu düşünmeden tenteyi çekip yırtıyor, delikten atlıyor. Düşmesi duyulmuyor nerdeyse. Yolda koşuşan birkaç adım, sonra tam sessizlik. Çocuk, adımlarının sesini boğan topraklardadır artık. Ama tentenin çırpıntısı, kamyonun içine birden dolan ıslak hava, rahibi ve mahpusları arkaya döndürüyor. Bir saniye, kendine sessiz sessiz bakan adamların yüzlerini süzüyor. Bir saniye içinde, Tanrının adamı, işi gereği, cellâtlardan yana mı, yoksa kurbanlardan yana mı olduğuna karar verecek. Ama, daha düşünmeye kalmadan, arkadaşlarıyla kendi arasındaki bölmeye vurmuştur bile: «Achtung !. » Haber verilmiştir. İki asker kamyona atlayıp mahpuslara silahı çeviriyor. Öbür ikisi aşağı atlayıp tarlalara dalıyorlar. Kamyondakiler bu kovalamanın seslerini, boğuk bağrışmaları duyuyorlar yalnız. Bir silah sesi duyuyorlar, sonra gitgide yaklaşan sesler, sonunda, sağırlaşan adımlar. Çocuk geri getirilmiştir; yaralanmamış, ama çevresini düşmanca kuşatan sisin ortasında, birden cesaretini yitirip durakalmıştır Askerler onu nerdeyse sürükleyerek getiriyorlar. Biraz tartaklamışlar onu, çok değil. Çünkü ölecek nasıl olsa. Çocuk ne rahibe bakıyor, ne de başkasına. Rahip sürücünün yanına binmiştir. Silâhlı bir asker kamyon da onun yerini almıştır. Kamyonun bir köşesine atılan çocuk, ağlamıyor. Tente ile döşeme arasında, akıp giden gün ışığı vurmuş yola bakıyor .

*
Bilirim sizi, öykünün sonunu kendiniz getirirsiniz. Ama bunu bana kim anlattı biliyor musunuz? Bir Fransız rahibi. Bana şöyle diyordu: «Bu rahip adına utanıyorum ve şunu düşünüp seviniyorum ki, hiçbir Fransız rahibi Tanrısını insan öldürme yolunda kullanmayı kabul etmezdi.». Doğruydu bu. Sizin rahip sizin gibi düşünüyordu. İmanını bile yurdu uğruna kullanmak olağandı onun için. Sizde Tanrılar bile silâh altındadır. Dediğiniz gibi, sizinle birliktir onlar, ama zorla. Hiçbir şey görmüyor gözleriniz, atılış olmuşsunuz sadece. Ve siz şimdi kör bir öfkenin gücü ile savaşıyorsunuz. Aklın sesine değil, silah seslerine vermişsiniz kulaklarınızı, her şeyi karartıp saplantılarınızın ardına düşmüşsünüz bütün inadınızla. Bizse, düşünerek, duraksayarak çıktık yola. Öfkenin karşısında güçlü değildik sizin kadar. Bizim dolambaçlı yolumuz sona erdi. Akla öfkeyi katmamız için bir tek çocuğun ölmesi yeter. Şimdi artık bire karşı ikiyiz. Size öfkeden söz etmek istiyorum.

Anımsar mısınız? Büyüklerinizden birinin birden parlamasına şaştığım zaman şöyle demiştiniz bana: «Bu iyi bir şeydir. Ama siz anlamıyorsunuz. Fransızların bir erdemi, öfke erdemi eksik.» Hayır, öyle değil, Fransızlar erdem konusunda titizdirler. Erdemlere ancak gerektiği zaman başvururlar. Bu yüzden öfkeleri sessiz ve görmeye başladığımız gibi de güçlüdür. Sözümü bitirirken de bu çeşit bir öfkeyle konuşacağım sizinle. Öfkenin başka bir türlüsü yoktur bende.

Demin de söyledim, kesinliğe varan yürek bu işi seve seve yapmaz. Bu uzun dolambaçlı yolda neler yitirdiğimizi biliyoruz, kendi kendimizle uzlaşarak savaşmanın o acı sevincini pahalıya ödediğimizi de biliyoruz. Yanılgılara düşmemek kaygısı, güven kattığı kadar acılık da katıyor savaşımıza. Biz savaştan hoşlanmıyorduk. Niçin savaşacağımızı bilmiyorduk. Bizim halkımız iç savaşı, inadı ve ortak kavgayı, su götürmez özveriyi seçti. Bu savaş, budala ya da korkak hükümetlerin buyruğuyla değil, kendi kendine giriştiği bir savaştı. Bu savaşta kendi kendini buldu yeniden, kendine yakıştırdığı bir düşünceyle savaştı. Ama kendi gönlünce bir savaşı seçmek bir lükstü onun için ve bu lüksü korkunç pahalıya maloldu ona.

Burada da bizim halk sizinkinden değerce çok daha üstün: Çünkü ölenler en değerli çocuklarıdır onun: İşte acı düşüncem de bu benim. Savaş budalalığında budalalık yararlı olabilir. Ölüm az çok her bir yana dağılıp rastgele vurur. Oysa bizim seçtiğimiz savaşta, cesaret kendi kendini ortaya koyar ve sizin her gün kurşrma dizdiğiniz insanlar en temiz aydınlarımızdır. Sizin sğlığınız hesaplı bir saflık. Siz en iyiyi seçmesini hiçbir zaman bilmediniz. Neyi yıkmak gerektiğini biliyorsunuz. Biz, düşüncenin savunucuları, kendini beğenen bir gücün onu öldürebileceğini biliyoruz. O dünyadan vazgeçmiş, sessiz yüzlerle, bazen kurşunla delik deşik edip bizim doğruluğumuzu onlarla birlikte darmadağın edeceğinizi sanıyorsunuz. Ama siz Fransa’nın zamanla yaptığı savaştaki inadını hesaba katmıyorsunuz. Bizi güç anlarımızda destekleyen bu yürekler acısı umuttur: Ölen kardeşlerimiz cellatlarınızdan daha sabırlı, kurşunlarınızdan daha sayısız olacaklardır. Görüyorsunuz, Fransızlar da öfkelenebiliyorlar.

Aralık 1943

***

3

Buraya kadar size yurdumdan söz ettim. ön­ce benim dil değiştirdiğimi sanmış olabilirsiniz. Gerçekte hiç de öyle değil. Şu var ki sözcüklere aynı anlamı vermiyoruz, aynı dili konuşamıyoruz artık sizinle.

Sözcükler her zaman yarattıkları eylemlerin ya da özverinin rengini alırlar. Örneğin, yurt sözü sizde, benim her zaman yadırgayacak olduğum kanlı ve karanlık yankılarla yüklüdür. Oysa biz, aynı sözcüğe aklın alevini koyduk. Bu anlam için­de cesaret daha güçtür ama, hiç değilse insan bü­tün insanlığını bulur onda.

Anlıyorsunuz ya be­nim dilim gerçekten hiç değişmedi. 1939’dan önce sizinle hangi dille konuşmuşsam, şimdi de o dille konuşuyorum.

Şimdi size açacağım bir gerçek, bunu her şey­den daha “iyi kanıtlayacak sanıyorum. İnatla ve sessizce yurdumuza hizmet ettiğimiz bütün bu süre, her zaman içimizde olan bir düşünceyi ve bir umudu hiç yitirmedik. Bu, Avrupa düşüncesi ve umudu idi. Gerçi beş yıldır bunun hiç sözünü etmedik. Ama edemezdik, çünkü siz çok yüksek sesle söylüyordunuz bunu. Burada da aynı dili konuşmuyorduk, bizim Avrupa’mız sizin Avrupa’ nız değildir.

Ama Avrupa’nın ne olduğunu söylemeden ön­ce size şunu bildirmek isterim ki, sizinle savaşma nedenlerimiz (ki bunlar sizi yenme nedenlerimiz olacaktır) arasında en köklüsü yalnızca yurdumuzun, en diri varlığımızın çiğnendiğini değil, en gü­zel düşlerimizi de elimizden aldığınızı görmek ol­muştur. Siz dünyaya bu düşlerin iğrenç ve gülünç bir örneğini verdiniz. İnsanın en ağırına giden şey, sevdiğinin kepaze edilmesidir. Bizim en iyi düşü­nenlerimizden bu Avrupa kavramını aldınız, ona insanı çileden çıkartan bir anlam verdiniz, Bu kavramın tazeliğini ve etkenliğini yitirmemek için, bize bilinçli bir sevginin bütün gücü gerek. Siz , kö­lelik ordusuna Avrupalı diyeli beri artık biz bu sı­fatı kullanamaz olduk. Kullanamaz olduk, çünkü, onun içimizde her zaman yaşayan temiz anlamını kıskançlıkla saklamak istiyoruz. Size Avrupa’nın ne demek olduğunu söylemek istiyorum.

Siz de Avrupa diyorsunuz, ama şurada ayrılıyoruz sizden. Sizin için Avrupa bir mülktür. Oysa biz kendimizi ona bağlı duyuyoruz. Siz yalnız Afrika’yı yitirdikten sonra Avrupa’dan böyle söz ettiniz. Gerçek sevgi bu değildir. Bunca yüzyılların örnekleriyle yüklü olan bu toprak sizin için zorun­lu bir sığınak, bizim içinse umutların en güzelidir. Ansızın parlayan tutkunuz kırgınlıklardan ve zor­lamalardan doğmuştur. Kimseye onur kazandırmayacak bir duygudur ve bu kendini bilen hiçbir Av­rupalının böyle bir Avrupa’yı niçin istemediğini an­lamanız gerekir.

Siz Avrupa denince ordularla dolu bir toprak, buğday ambarı, yumruk altında endüstriler, gü­dümlü kafalar anlıyorsunuz. Çok mu ileri gidiyo­rum? Ama şunu çok iyi biliyorum ki, siz en iyi zamanınızda, kendi yalanlarınıza kapıldığınız günlerde bile, Avrupa denince, ister istemez düşündü­ğünüz Avrupa, bir derebeylik Almanya’sının kanlı bir masal geleceğine doğru sürdüğü uysal uluslar sürüsüdür. Aramızdaki bu ayrılığı çok iyi kavramanızı istiyorum. Sizin için Avrupa denizlerle, dağlarla kuşatılmış, barajlarla kesilmiş, maden ocaklarıyla didiklenmiş, ürünlerle donatılmış bir yaşam alanıdır ve bu alanda Almanya yalnız kendi yazgı­sının üstüne bir oyun oynamaktadır. Bizim içinse, Avrupa yirmi yüzyıldan beri insan kafasının en şa­şırtıcı serüvenini yaşayageldiği bir ülkedir. Öyle mutlu bir arenadır ki Avrupa bizim için, orada batılı insanın dünyaya, Tanrılara karşı giriştiği savaş bugün en çalkantılı anına varmıştır.

Görüyorsunuz ya, ortak ölçü yok aramızda. Size karşı eski bir propagandanın temalarını kullanacak değilim, korkmayın. Hıristiyanlık geleneğine sahip çıkmayacağım. Bu, bir başka sorundur. Siz çok söz etti­niz bundan. Roma’nın savunucuları geçinerek İsa’ yı öne sürmekten çekinmediniz ve sonunda onu çarmıha gönderecek olan öpücüğü kondurdunuz yüzüne. Ama, Hıristiyanlık geleneği, Avrupa’yı ya­pan geleneklerden bir tanesidir yalnızca ve onu si­ze karşı savunmaya yetenekli değilim. Bunun için kendini Tanrıya bırakmış bir yüreği olmalı insa­nın. Benim böyle bir şeyim olmadığımı bilirsiniz. Ama, yurdumun Avrupa adına konuştuğunu ve bi­rini savunurken ötekini de savunduğumuzu düşündüğüm zaman, ben de bir geleneğe bağlıyımdır. Bu gelenek, aynı zamanda hem bazı büyük insan­ların, hem de tükenmez bir halkın geleneğidir. Be­nim geleneğimde kafa ve yürek başta gelir. Bu ge­leneğin düşünce kralları ve sayısız bir halkı var­dır. Sınırı birkaç deha ve bütün halklarının derin yüreği olan bu Avrupa’nın, geçici haritalarda ken­dinize eklediğiniz renkli lekeden ayrı olup olmadı­ğını siz düşünün.

Anımsar mısınız? Düşüncelerinize isyan etti­ğim zaman alay ediyordunuz benimle. Bir gün de­miştiniz ki bana: «Faust yenmeye kalktı mı, Don Quichotte duramaz önünde.» Ben de demiştim ki size: «Ne Faust, ne de Don Quichotte birbirini yenmek için yaratılmamışlardır ve sanat dünyaya kötülük etmek için icat edilmemiştir.»

Size göre ya Hamlet’i seçmeliydi insanlar, ya Siegfried’i. Ben seçmek istemiyordum o zaman, üstelik de Batıyı güç ile bilgi arasındaki dengede görüyordum yalnız. Ama siz bilgiyi alaya alıyor, yalnız «güç»ten söz ediyordunuz. Bugün ne demek istediğimi daha iyi anlıyorum ve biliyorum ki, Faust bile işinize yaramayacak sizin. Çünkü, biz kimi durumlarda seçmenin gerekli olduğunu kabul etmiştik ama, biz seçtiğimizin insanlığa aykırı olduğunu ve büyük düşüncelerin birbirinden ayrılamayacağını bile bile seçseydik, sizinkinden daha önemli bir seçme yapmış olmazdık. Biz sonradan birleştirmesini bi­leceğiz. Siz bunu hiçbir zaman bilemediniz. Görüyorsunuz ya, döne dolaşa hep aynı düşünceye va­rıyoruz. Biz bu düşünceyi o kadar pahalıya ödedik ki, onu bırakamayız artık. Bu düşünceye dayana­rak diyorum ki size, sizin Avrupa’nız değildir asıl Avrupa. Sizinkinin birleştiren, ya da coşturan hiç­bir yanı yok. Bizim Avrupa’mız ortak bir serüven­dir. Bu serüveni, size inat, zekânın rüzgârında sür­düreceğiz.

Çok uzağa gitmeyeceğim. Kimi zaman bir so­kağın dönemecinde, ortak savaşın bana bıraktığı kısa dinlenme anlarında, Avrupa’nın bildiğim yerlerini düşündüğüm olur. Çaba yüklü, tarih yüklü ya­man bir topraktır Avrupa. Batının bütün insanlarıyla yaptığım gezintileri yeniden yaşatıyorum ka­famda : Floransa Manastırı’ndaki gülleri, Cracovie’ nin yaldızlı kubbelerini, Hradschin’i ve ölü saray­larını, Ultava üstündeki Charles Köprüsünün bük­lüm büklüm heykellerini, Salzbourg’un güzelim bahçelerini. Bütün o çiçekler ve taşlar, o tepeler, o güzel yerler, ki hepsinde insanların zamanı ile dün­yanın zamanı, yaslı ağaçları ve anıtları birbirine karışmıştır. Birbiri üstüne yığılan bütün bu görüntüleri kafam eritip bir tek yüz yapmıştır, en büyük yurdumuzun yüzü. Bu güçlü ve kaygılı yüzü, yıllar­dır gölgenizle kararttığınızı düşündükçe içim burkuluyor. Oysa, bu yerlerin birkaçını sizinle birlikte görmüştük. Günün birinde oraları sizin elinizden kurtarmak gerekeceği aklımdan geçmemişti o za­man. Öfke ve umutsuzluk anlarında, içerlediğim olur. San Marco Manastırı’nda hâlâ güllerin açma­sına, Salzbourg Katedrali’nden güvercinlerin küme küme havalanmasına, Silezya’nın küçük mezarla­rında kırmızı sardunyaların durmadan açmasına.

Ama kimi anlarımda da, ki asıl gerçek olan onlardır, bütün bunlar sevindirir beni. Çünkü, bü­tün o güzel yerler, o çiçekler, o sürülmüş tarlalar, toprakların en eskisi, sizin kana boğamayacağınız şeyler olduğunu her ilkyazda vuruyor yüzünüze. Sözlerimi bununla bitirebilirim. Batının bütün bü­yük dehâlarının ve otuz ulusunun bizimle birlik olduğunu düşünmem yetmiyor bana: Toprağı bir yana bırakamazdım. Ve biliyorum ki, bütün Avrupa’da, doğa ve akıl çılgınca bir kine kapılmadan, utkuların sessiz gücü ile yok sayıyor sizi. Avrupa kafasının size karşı kullandığı silâhlar, bu toprağın ekinleri ve çiçekleriyle durmadan tazelenen silâh­ları, aynı silâhlardır.

Bizim savaşımız, ister iste­mez, utkuya ulaşacak, çünkü, ilkyazların inadı var onda.

Yenildiğiniz zaman her şeyin düzelmeyeceğini biliyorum. Avrupa’nın yine de kurulması gereke­cek. Onun her zaman kurulması gerek zaten. Ama hiç değilse, yine Avrupa olacak, yani size şimdi an­lattığım Avrupa. Hiçbir şey yitmeyecek. Bizim şu anda ne olduğumuzu düşünün isterseniz. Haklı ol­duğumuzu biliyoruz, yurdumuzu seviyoruz, bütün Avrupa ile birliğiz, mutluluk isteği ile özveri arasında, akılla kılıç arasında tam bir denge kurmu­şuz. Size bir kez daha söylüyorum bunu, söyleme­liyim, doğruu olduğu için söylüyorum, sizinle dost olduğumuz günlerden bu yana yurdumun ve benim hangi yoldan geçtiğimizi göstermek için söylüyo­rum:

Bundan böyle sizden üstünüz ve bu üstünlü­ğümüz yıkacak sizi.

Nisan 1944

***

4

İnsan yok olurmuş. Olabilir.
Ama dayanarak yok olalım.
Yazgımız hiç­likse bile, bunu
kendimiz hak etmiş olmayalım.

Oberman

İşte sizin bozgun geldi çattı. Size dünyanın ün­lü bir kentinden yazıyorum. Bu kent sizden kur­tulacağıı günü hazırlıyor. Bunun kolay olmayacağını biliyorum. Bu kurtuluşa varmadan, dört yıl ön­ce sizin gelmenizle başlayan geceden daha karan­lık bir gece geçirmemiz gerekiyor. Size her şeyden, ışıktan, ateşten, yiyecekten yoksun ama yok olma­mış bir kentten yazıyorum. Yakında orada aklınızdan geçmeyen bir şeyler esecek. Talihiniz varsa, o zaman sizinle karşılaşırız ve ne yaptığımızı bile bi­le çarpışırız. Ben sizin düşüncelerinizi biliyorum, siz de benimkileri kestirebilirsiniz. Bu temmuz ge­celeri hem hafif hem ağır. Seine üzerinde ve ağaçlarda hafif, bekleyenlerin yüreklerinde ağır: Gör­mek istedikleri tek sabahı bekleyenler yürekle­rinde. Bekliyor ve sizi düşünüyorum. Son bir şey daha söylemek isterim size. Nasıl oluyor da bir za­man birbirimize o kadar benzerdik ve bugün düş­manız. Nasıl sizin yanınızda olabilirdim ve niçin aramızda her şey bitti artık.

Birlikte inanıyorduk ki, bu dünyanın yüce bir anlamı yok ve biz ezilmiş, umudunu yitirmiş insan­larız. Buna, bir bakıma yine de inanıyorum. Ama, ben bundan sizin söylediğiniz ve kaç yıldır tarihe sokmak istediğiniz şeylerden daha başka sonuçlar çıkardım. Bu o kadar ağır ve önemli bir şey ki, bi­zim için umut, sizin için kara haber yüklü olan bu gece üstünde durmalıyım. Siz bu dünyanın anlamı olduğuna hiçbir zaman inanmadınız ve bundan şu düşünceye vardınız ki, her şey bir yola çıkar ve iyi ile kötüye insan dilediği anlamı verir. Madem ne insanca ne de Tanrıca hiçbir çeşit ahlâk yoktur de­diniz, öyleyse bu dünyada değer olarak yalnız hay­vanları güden güçler vardır, yani zorbalık ve kur­nazlık. Öyleyse insan hiçtir, ruhu öldürülebilir, de­diniz. Sizce tarihlerin en çılgınında insan tekinin yapacağı tek iş üstünlük peşinde koşmaktı, ülkeler fethetmekten başka ahlâk olamazdı. Gerçekte, ben de sizin gibi düşündüğümü sanıyor, size nasıl karşı koyacağımı bilemiyordum. Yalnız içimde da­yanılmaz bir doğruluk duygusu vardı ve bu duy­gu en beklenmedik tutkular kadar aklı aşıyordu. Nerde ayrılıyorduk? Siz umutsuzluğu rahatça kabul ediyordunuz, bense etmiyordum. Siz insan yazgısındaki haksızlığı kabul edip hoş görüyor­dunuz, bense dünyanın haksızlığıyla savaşmak i­çin hakkı öne sürmek, mutsuz1uğa karşı koymak için mutluluk yaratmak gerektiğine inanıyordum. Siz umutsuzluğunuzu bir taşkınlığa vardırdınız, ondan kurtulmak için onu bir ilke yaptınız. İnsa­nın yaptıklarını yıkmayı, onunla savaşıp büsbü­tün rezil etmeyi istediniz. Bense umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmala­rını istiyordum.

Görüyorsunuz ya, aynı ilkeden iki ayrı ahlâk çıkardık. Siz yolda aklın ışığını bıraktınız ve bir adamın sizin ve milyonlarca Almanın yerine dü­şünmesini daha rahat – sizin deyiminizle hepsi bir­saydınız. Yazgıya karşı savaşmaktan bezdiğiniz için, bu Yıpratıcı serüvende dinlendiniz, canları kesip biçmek, toprağı altüst etmek tek işiniz oldu. Kısacası, haksızlığı seçtiniz ve böylece Tanrılar­dan yana oldunuz. Mantığınız yalnız sözde kaldı. Bense, topraktan ayrılmamak için, doğruluğu seçtim. Yine de bu dünyanın yüce bir anlamı olmadığına inanıyorum ama, onda bir şey olduğunu bili­yorum. O da insandır. Çünkü, bir anlam arayan tek varlık odur. Bu dünyada hiç değilse insanın gerçeği var ve bizim ödevimiz, onun yazgısına kar­şı koymasına yardım etmektir. Dünyanın insandan başka anlamı yoktur. Yaşam anlayışımızı kurtar­mak istiyorsak, onu kurtarmak gerekir. Bana yu­karıdan bakıp gülümseyecek ve insanı kurtarmak da ne oluyor, diyeceksiniz. Ben de size bütün varlığımla şunu haykırıyorum: İnsanı kurtarmak, onu kesip biçmernek, yalnız onun düşünebileceği doğruluğu bulmasına olanak vermektir.

İşte biz bunun için savaşıyoruz. İşte bunun için, ilk zamanlar, istemediğimiz bir yola sizinle girmek zorunda kaldık ve bu yolun sonunda boz­guna uğradık. Sizin gücünüzü yapan umutsuzluğu­nuzdu. Umutsuzluk, tek başına, katıksız, kendin­den emin oldu mu, bir şey dinlemeden sonuna kadar gitti mi, amansız bir güç kazanır. Biz durak­sarken ve mutlu anlarımızdan ayrılamazken, sizin umutsuzluk gücünüz bizi ezdi. Bizce mutluluk, insanın kazanacağı en büyük utkuydu, insanın kendi yazgısına karşı kazandığı bir utku. Bozgunun için­de bile, onu aramaktan kendimizi alamıyorduk. Ama, siz gereğini yaptınız ve biz tarihe girdik. Beş yıldır, akşamın serinliğinde kuş seslerini tadamaz olduk. Umudumuzu yitirmek zorunda kaldık. Dün­yadan kopmuştuk, çünkü, dünyanın her anına sü­rülerle ölüm görüntüleri doldu. Beş yıldır, yeryüzünde ecel teri dökmeyen sabah, zindansız akşam, kana bulanmamış öğle geçirmedik. Evet, ardınızdan geldik, ister istemez. Bizim işimiz daha giiçtü biz de sizin gibi savaşa girerken, mutluluğu unut­muyorduk. Çığlıklar ve vuruşmalar arasında, yüreğimizin dibinde mutlu bir denizin, unutulmaz bir tepenin anısını, sevgili bir yüzün gülümsemesini saklıyorduk. Hem de bu, bizim en iyi silahımız idi. Hiçbir zaman indirmeyeceğimiz bir silâh. Çünkü, onu yitirdiğimiz gün, sizin kadar ölmüş olacaktık. Şimdi, biliyoruz ki, mutluluğun silâhlarını yapmak çok zaman ve çok fazla kan istiyor.

Sizin felsefenize girmek, az çok size benzemek zorunda kaldık. Siz yönsüz kahramanlığı seçtiniz. Çünkü, anlamını yitirmiş bir dünyada kalan tek değer buydu. Bu kahramanlığı kendiniz için seçer­ken, herkes için ve bizim için de seçmiş oldunuz. Ölmemek için size öykünmek zorundaydık. Ama o zaman ayrımına vardık ki, bizim size üstünlüğü­müz, bir yönümüz olmasındandı. Madem bu iş bi­tiyor, artık size öğrendiğimiz şeyi söyleyebiliriz. Kahramanlık büyük bir şey değil, güç olan mutlu­luktur.

Bugün artık her şeyi açıkça görüyorsunuzdur.

Düşmanız birbirimize. Siz haksızın adamısınız. Be­nim yüreğiminse dünyada bundan çok iğrendiği şey yoktur. Ama, önceleri yalnızca bir tutku olan şeyin nedenlerini görüyorum şimdi. Sizinle savaşı­yorum. Çünkü sizin mantığınız yüreğiniz kadar kana boyalıdır. Dört yıldır bize bol bol gösterdiğiniz korkunç sahnelerde, içgüdünüz kadar aklınızın da payı vardı. Bunun için, yargım toptan olacak: Siz benim gözümde ölmüşsünüz. Ama o korkunç dav­ranışınızın hesabını soracağım zaman unutmayacağım ki, siz ve biz aynı yalnızlıktan yola çıktık. Siz ve biz bütün Avrupa ile birlikte, aynı kafa tra­gedyasının içindeyiz. Biz inancımıza bağlı kalmak için, sizin başkalarında saygı göstermediğiniz şe­ye, biz sizde saygı göstermek zorundayız. Uzun za­man bu size üstünlük sağladı, çünkü, siz bizden çok daha kolay öldürüyordunuz. Dünya durdukça, size benzeyenlerin kazancı da bu olacak. Ama, dünya durdukça, size benzemeyen biz, size karşı tanık­lık edeceğiz: İnsanın en büyük kusurlarını aşarak insanlığımı ve günahsız yanını bulabilmesi için. İş­te bunun için savaşın sonunda, bu cehenneme dö­nen kentin içinde bizimkilerin çektiği bunca işken­celerin üstünde, tanınmaz olmuş ölülerimize, ye­tim dolu köylerimize karşın, size diyebilirim ki, sizi acımadan yıkacağımız bugünlerde, kin beslemi­yoruz size karşı. Hatta yarın, bunca ölenler gibi bizim de ölmemiz gerekse, yine kin duymayacağız. Korkmayacağımıza söz veremeyiz, aklımızı yitirme­meye çalışacağız. Ama, nefret duymayacağımıza söz verebiliriz. Bugün benim dünyada nefret ede­ceğim tek şey ile hesaplaşmak zorundayız: Sizin gücünüzü yıkmak istiyoruz, ruhunuzu değil.

Görüyorsunuz ya, sizi bizden güçlü yapan şey, yine de sizde kalıyor. Ama bizim size üstünlüğümüzü yapan da budur. Bu gece onun için rahat içim. Bizim gücümüz şu : Dünyanın derinliği üstüne sizin gibi düşünüyoruz, içinde bulunduğumuz dramı kabul ediyoruz, ama bununla birlikte, insan kavramını bu düşünce uçurumundan kurtarıyor ve onda yeni doğuşların yorulmak bilmez cesare­tini buluyoruz. Dünyayı suçlandırmakta hiç de gevşemiş değiliz. Yeni bilgimizi o kadar pahalıya ödedik ki, çağımızı umut kırıcı görmekte devam ediyoruz. Gün doğarken öldürülen yüzbinlerce insan, zindanların korkunç duvarları, toprağı du­man duman bir Avrupa, milyonlarca ceset, hepsi aynı Avrupa’nın çocukları, bütün bunlarla ne ka­zandık? Birkaç yeni düşünce ki, onların da, kimi­lerimizin daha iyi ölmesine yardım etmekten başka bir yararı olmayacak belki. Evet, bu, umut kı­rıcı bir şeydir. Ama biz, bunca haksızlığa layık olmadığımızı kanıtlamak istiyoruz. Kendimize ver­diğimiz ödev bu. Yarın başlayacağımız iş bu. Yazın nefesleri dolaşan bu Avrupa gecesinde, silâhlı silâhsız milyonlarca insan savaşa hazırlanıyor. So­nunda, yenileceğiniz yerde gün doğdu doğacak. Biliyorum, sizin korkunç utkunuza kayıtsız kalan Tanrı, hak ettiğiniz bozgununuza da kayıtsız kala­cak. Bugün bile Tanrıdan bir şey beklemiyorum. Ama, onun yarattığı ve sizin yapayalnız bırakmak istediğiniz varlığı kurtarmaya biz yardım ettik hiç değilse. Siz insana bağlı kalmayı küçük gördüğü­nüz için şimdi binlerce ama her biri yapayalnız ölecek olan sizlersiniz. Şimdi size allahaısmarla­dık diyebilirim.

Çevirenler :Sabahattin Eyuboğlu – Vedat Günyol

Say Yayınları -1991-7-baskı

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments