Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Salı, Aralık 3, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeWalter BENJAMİNEski iyi şeylerden değil, kötü yeni şeylerden işe başla | B.Brecht'le Söyleşiler...

Eski iyi şeylerden değil, kötü yeni şeylerden işe başla | B.Brecht’le Söyleşiler – Walter Benjamin

4 Temmuz. Dün Brecht’le hasta odasında benim “Üretici Olarak Yazar” başlıklı yazım üzerinde uzun uzun konuştuk. O yazımda, edebiyattaki teknik ilerlemelerin sanat biçimlerinin (dolayısıyla, düşünsel üretim araçlarının) işlevini değiştirdiğini, bu yüzden, edebi eserlerin devrimci işlevleri açısından değerlendirilmesinde tekniğin bir ölçüt durumuna geldiğini söylüyordum. Brecht bu teorimin yalnızca bir tür yazara, büyük burjuvazinin yazarlarına uygulanabileceğini düşünüyor, kendini de bu tür yazarlar arasında sayıyordu. “Böyle bir yazar için,” diyordu, “kendi çalışmalarıyla işçi sınıfının çıkarları arasında gerçek bir dayanışma noktası vardır: ve bu noktada yazar kendi üretim araçlarını geliştirebilir. Çünkü yazar işçi sınıfıyla bu noktada özdeşleşir, gene aynı noktada, yazar, bir üretici olarak, bütünüyle işçileşir. Yazarın bir noktada bütünüyle işçileşmesi, işçi sınıfıyla o alanda her zaman dayanışma içinde olmasını sağlar.” Becher gibi işçi sınıfı yazarlarıyla ilgili eleştirimi çok soyut buldu Brecht, bu düşüncesini de Becher’in devrimci edebiyat dergilerinden birinin son sayısında çıkan “Ich sage ganz offen” (Açık Söylüyorum) adlı şiirini çözümleyerek geliştirmeye çalıştı. Bu şiiri, önce, kadın oyuncu Carola Neher için yazdığı kendi didaktik şiiriyle; sonra da, Rimbaud’nun Sarhoş Gemi şiiriyle karşılaştırdı. “Biliyorsun, ben Carola Neher’e yalnız oyunculuğu değil, her şeyi öğrettim” dedi. “Örneğin yıkanmayı benden öğrendi. Daha önce sırf pis demesinler diye yıkanıyordu. Oysa bunun, biliyorsun, çalışmalarımızla hiç ilgisi yoktu. Ona yüzünü nasıl yıkayacağını böyle öğrettim. Sonra bu işi o kadar iyi yapmaya başladı ki, yüzünü yıkarken filmini çekmek istedim.

Ama bu hiçbir zaman olmadı, ben artık film çekmekten, o da o işi başkalarının karşısında yapmaktan hoşlanmıyorduk. Bu didaktik şiir bir örnekti. Bu didaktik şiirden bir şeyler öğrenen bir kimsenin, kendini şiirin ‘ben’i yerine koyması gerekiyordu. Becher ise, ‘ben’ dediği zaman kendini Alman Devrimci İşçi Sınıfı Yazarları Birliği Başkanı olarak düşünür. Aradaki tek fark, hiç kimsenin onu örnek almak istememesidir. Kendini pek beğendiğinden, başka şey söylemez o bize.” Brecht, söz açılmışken, uzun zamandır türlü meslekler için -mühendis, yazar vb.- bir dizi örnek şiir amacında olduğunu söyledi. Sonra Becher’in şiirini Rimbaud’ninkiyle karşılaştırdı. Marks ile Engels Sarhoş Gemi’yi okumuş olsalar, onların, şiirin dile getirdiği büyük tarihi hareketi sezeceklerini düşünüyor Brecht. Marks’la Engels, Brecht’e göre, şiirin betimlediği şeyin, garip bir şairin gezintileri değil, o sıralarda -Kırım Savaşıyla, Meksika serüveniyle- en uzak ülkeleri bile kendi ticari çıkarlarına açmaya başlayan bir sınıfın dünyasında yaşamaya daha fazla dayanamayan bir insanın yaşadığı yerden uzaklaşması, kaçması olduğunu açıkça görürlerdi. Brecht, Rimbaud’nun tutumunun -her şeyi oluruna bırakarak topluma sırt çeviren başıboş bir serseri tutumunun-, işçi sınıfı savaşçısını temsil eden bir örneğe dönüştürülemeyeceğini düşünüyor.

6 Temmuz. Dünkü söyleşimiz sırasında, Brecht: “Sık sık mahkemede sorguya çekildiğimi düşünürüm. ‘Söyleyin bakalım, Bay Brecht, gerçekten ciddi misiniz?’ İtiraf etmeliyim ki hayır, bütünüyle ciddi değilim. Sanat sorunlarını, tiyatroda ne yapılması gerektiğini, bütünüyle ciddi olamayacak kadar çok düşünüyorum. Ancak, bu önemli soruyu ‘hayır,’ diye cevaplandırdıktan sonra, ona daha önemli bir şey ekleyeceğim: anlaşılır bir tutum benimki. Bunu konuşmamız başladıktan kısa bir süre sonra söylediğini belirtmeliyim. Tutumunun anlaşılması açısından değil de, verimliliği açısından şüpheleri olduğunu belirterek konuya girmişti. İlk sözü Gerhart Hauptmann için söylediğim bir şeye verdiği cevaptı. “Bazen kendi kendime sorarım,” demişti. “kim ne derse desin, gerçekten bir yere gelebilmiş yazarlar ancak Gerhart Hauptmann gibileri değil midir: özcü yazarlar (Substanz-Dichter) demek istiyorum.” Bununla, gerçekten, bütünüyle ciddi yazarları kastediyordu. Bu düşünceyi açıklamak için, Konfüçyus’un bir tragedya, ya da Lenin’in bir roman yazmış olabileceği varsayımından yola çıkıyordu. Ama bu varsayımdan yola çıkmanın yararsız, değersiz bir davranış sayıldığını düşünüyordu. “Diyelim ki, çok iyi bir tarihi roman okudunuz, sonra da kitabı yazanın Lenin olduğunu öğrendiniz. Düşünceleriniz hemen değişecektir, eserin de yazarının da aleyhine olarak, değişecektir.

Aynı şekilde, Konfüçyus’un sözgelimi Euripides’in tragedyalarından birini yazmış olması da yanlış bir varsayım sayılacak, böyle bir şeyin hiçbir değeri olmadığı sanılacak. Oysa Konfüçyus’un meselleri değersiz sayılmayacaktır.” Sözün kısası, bütün bunlar bizi iki edebiyat tipi arasında bir ayırım yapmaya götürür: hayatı gönül gözüyle gören ciddi sanatçı ile, pek o kadar ciddi olmayan soğukkanlı düşünen adam. Bu noktada Kafka sorusunu yönelttim. Bu iki öbekten hangisine girerdi Kafka? Bu soruya cevap verilemeyeceğini biliyorum. Brecht büyük bir yazar saydığı Kafka’nın cevap verilemezliğini, Kleist, Grabbe ya da Buchner’de olduğu gibi, doğrudan doğruya ondaki bir başarısızlığın bir işareti olarak görüyor. Kafka’nın çıkış noktası, akılla yönlendirilen, ama inandırıcılık sözkonusu olduğunda da tam anlamıyla ciddi sayılamayan meseldir. Bununla birlikte, mesel, gene de, nasıl bir biçimle verildiğine bağlıdır. Mesel romana doğru gelişir. Biraz incelerseniz, başından beri roman tohumu taşıdığını görürsünüz. Hiçbir zaman her yönüyle apaçık olmamıştır mesel. Brecht’in, Dostoyevski’nin Büyük Engizitör’ü ya da Karamazov Kardeşler’deki ermiş Staret’in (1) kokuşmaya başladığı o bölüm olmadan Kafka’nın kendi özel biçimini bulamayacağına inandığını da burada belirtmeliyim. Öyleyse, Kafka’daki mesel öğesiyle, sanatının geleceği görme niteliği çatışma halindedir. Ancak, diyor Brecht, hayatı gönül gözüyle gören bir sanatçı olarak Kafka, yaklaşan şeyi, yaklaşanın gerçekte ne olduğunu görmeden görmüştü. Burada bir kez daha Kafka’nın eserindeki peygamberce yönü belirtti (bunu daha önce Le Lavandou’da, ama bence o zaman daha açık bir dille ortaya koymuştu). Kafka’nın yalnız bir tek sorunu vardı, o da örgütlenme sorunuydu.

Karıncalar imparatorluğu düşüncesi, insanların toplumdaki yaşama biçimleriyle kendilerine yabancılaşması düşüncesi, Kafka’yı yıldırmıştı. Bu yabancılaşmanın belirli biçimlerini, örneğin GPU yöntemlerini (2) görebilmişti. Ama Kafka hiçbir zaman bir çözüme varmadığı gibi, gördüğü karabasandan da hiç uyanmadı. Brecht, Kafka’nın gerçeğini, gerçeği görmeyen, düş gören bir insanın gerçeği olarak niteliyor.

12 Temmuz. Dün satranç oynadıktan sonra Brecht dedi ki: “Biliyorsun, Korsch gelince, onunla, gerçekten yeni bir oyun oynamamız gerekiyor. Taşların hep aynı biçimde oynanmadığı; her taşın aynı karede bir süre bekledikten sonra görev değiştirdiği bir oyun: bu taşlar ya güçlenecek ya da zayıflayacaklar. Böylece oyunda bir gelişme olmuyor, oyun uzun bir süre aynı durumda kalıyor.”

23 Temmuz. Rusya’ya yaptığı geziden yeni dönen, gezinin coşkusu içindeki Karin Michaelis dün bize uğradı. Brecht, Tretyakov’un Moskova’da kendisini nasıl gezdirdiğini unutmamış. Tretyakov ona şehri tanıtmış, önüne gelen her şeyle övünmüştü. “Kötü bir şey değil bu,” diyor Brecht, “bu, o yerin ona ait olduğunu gösterir. İnsan başkasına ait bir şeyle övünmez.” Sonra ekledi; “Evet, ama, sonunda bu durum beni biraz sıktı. Her şeyi beğenemedim, beğenmek de istemiyordum. Mesele, askerlerin onun askerleri, kamyonların onun kamyonları olmasıydı. Ama ne yazık ki, benim değildi.”

24 Temmuz. Brecht’in çalışma odasında tavanı destekleyen bir kirişin üzerine yağlı boyayla “Doğru Somuttur” kelimeleri yazılmış. Pencere eşiğinde başını sallayan ufak bir tahta eşek var. Brecht eşeğin boynuna küçük bir yafta asıp üzerine de şunu yazmış: “Bunu ben bile anlamak zorundayım.”

5 Temmuz. Kafka’yla ilgili yazımı B.’ye vereli üç hafta oldu. Okuduğuna eminim, ama kendiliğinden hiç sözkonusu etmediği gibi, iki kez sözü oraya getirdiğim zaman da kaçamak cevaplar verdi. Sonunda hiçbir şey söylemeden yazıyı geri aldım. Dün gece birden bu yazı üstüne konuşmaya başladı. Bu oldukça ani değişikliği, Nietzsche’ye özgü günce üslubundan benim de büsbütün kurtulamadığımı hatırlatan bir uyarı izledi. Örneğin, Kafka konusundaki yazım. Bu yazı Kafka’yı doğrudan doğruya olgulara dayanan bir görüş açısından ele alıyor -Kafka’nın eseri sanki ayrı bir yerde, kendiliğinden oluşmuştu, Kafka’nın kendisi de eserinden ayrı bir yerdeydi-, eseri bütün ilişkilerden, yazarından bile koparıyordu. Yazdığım her şey, sonunda, hep öz sorununa gelip dayandı. Kafka sorununun üstesinden gelebilmek için tutulacak yol neydi? En doğrusu, şu soruyu sormaktı: ne yapmıştı Kafka? davranışı nasıldı? Başlangıçta özel’den çok genel’i düşünmeliydi. Böyle düşününce, Kafka’nın Prag’da sağlıksız gazetecilerle kendini beğenmiş aydınlar çevresinde yaşadığı ortaya çıkar; öyle bir dünyada edebiyat, tek değilse bile başlıca gerçekliktir. Kafka’nın güçlü yanları da zayıf yanları da -sanat değeri, ama birçok yönlerden de çaresizliği- hayatı bu açıdan görmesinin bir sonucuydu. Bir Yahudi çocuğuydu- insan Kafka için “Aryan çocuğu” gibi bir söz de kullanabilir-, hüzünlü, sıkıntılı bir yaradılıştaydı, Prag’ın bir bataklık halindeki kültür hayatı üstünde parıldayan küçük bir kabarcıktan başka bir şey değildi.

Ama gene de birtakım çok ilginç yönleri vardı. Bu yönleri aydınlatılabilirdi. İnsan, Lao Tzu ile çırağı Kafka arasında geçen bir konuşma kurabilirdi kafasında. Lao Tzu konuşuyor: “O halde, öğrencim Kafka, örgütlerin, mülkiyet ilişkilerinin, içinde yaşadığın ekonomik biçimlerin yarattığı bir dehşeti duyuyorsun? – “Evet.”- “Artık bir çıkış yolu bulamıyorsun?” – “Hayır.”- “Bir hisse seneti sana korku veriyor?” – “Evet.”- “Onun için de bugün bağlanabileceğin bir önder bekliyorsun?” “Elbette bu tutumdan bir şey beklenemez,” diyor Brecht. “Biliyorsun, Kafka’yı onaylamıyorum.” Bir Çin filozofunun “işe yaramanın belaları” konulu bir meselini anlatıyor sonra. Bir ormanda çok çeşitli ağaç gövdeleri vardır. En kalınlarından gemi kaburgası yaparlar; onlar kadar dayanıklı ama daha az kalın olanlarından sandık, tabut kapağı; en incelerinden de kırbaç yaparlar; ama kurumuş olanlarından hiçbir şey yapmazlar: onlar bir işe yaramanın belalarından kurtulurlar. “Kafka’nın yazdıklarına bir ormandaki ağaçlara bakıyormuş gibi bakmalısın. O zaman bir yığın yararlı şey bulacaksın. İmgeleri iyidir, şüphesiz. Ama geri kalanı tam anlamıyla gizemleme. Saçmalık. Bunları bir kenara itmen gerekir. Derinlik seni bir yere götürmez. Derinlik ayrı bir boyuttur, sadece derinliktir; içinde görülecek bir şey de yoktur.” Tartışmayı bir sonuca bağlamak amacıyla, B.’ye karşıt noktaları görebilmek için derinlere inme yolunu seçtiğimi söylüyorum. Kraus üstüne yazdığım yazıda bunu gerçekten başarmıştım. Kafka yazısının aynı düzeyde olmadığını biliyorum: bu yazının beni bir günce üslubuna sürüklediği suçlamasını bir yana itemem. Kraus’un, bir başka açıdan da Kafka’nın tanımladığı sınır bölgesinin incelenmesi beni bir hayli uğraştırıyor. Kafka yazısında dedim, bu bölgedeki araştırmalarımı henüz bitirmemiştim.

Kafka’nın yazdıklarında bir yığın işe yaramaz döküntü, bir yığın gizemleme olduğunun farkındayım. Gelgelelim, Kafka konusundaki asıl önemli noktanın daha başka bir şey olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum, yazımda da bunlardan bazılarına değinmiştim. Özgül nitelikler taşıyan eserleri yorumlarken, B.’nin yaklaşımının sınırlandırılması gerektiğini söyledim. The Next Village (Bitişik Köy) hikâyesini örnek gösterdim, bu örneğin B.’yi içine düşürdüğü çelişkiyi açıkça görüyordum. B. bu çok kısa hikâyenin “değerli olmadığını” söyleyen Eisler’in görüşüne kesin bir biçimde karşı çıktı, ama hikayenin değerini belirtme yönünde hiçbir sonuca varamadı. “Daha dikkatli incelenmesi gerekir,” dedi. Sonra tartışmamız kesildi, saat ona gelmişti, Viyana radyosundan haberleri dinleyecektik.

31 Ağustos. Önceki gece benim Kafka konusundaki yazım üstüne uzun, ateşli, bir tartışma. Tartışmanın temeli, yazımın Yahudi faşizmine prim verdiği suçlaması. Kafka’yı saran karanlığı dağıtacak yerde artırıyor, alabildiğine yoğunlaştırıyordum. Oysa Kafka’yı aydınlatmak gerekir, başka bir deyişle, hikâyelerinden çıkabilecek uygulanabilir düşünceleri formüllendirmek gerekir. Sırf son derece dingin bir anlatımı olmasından ötürü, hikâyelerinden bu çeşit düşünceler çıkarılabileceği söylenebilir. Ancak, bu düşünceler, bugün insanlığa karşı harekete geçen büyük genel kötülükler yönünde aranmalıdır. Brecht bu kötülüklerin Kafka’nın eserindeki yansımalarını arıyor. En çok üstünde durduğu kitap da Dava. Ona göre, bu kitaptaki en önemli nokta, büyük şehirlerin sonu gelmez, karşı konulmaz büyümesinden duyulan korku. Brecht bu düşüncenin karabasanını kendi özel yaşantılarıyla bildiğini söylüyor. Bu şehirler dolaylı ilişkilerin uçsuz bucaksız labirentini, modern yaşama biçimlerinin getirdiği bölünmeleri, karmaşık, karşılıklı bağımlılıkları dile getirirler. Bütün bunlar zamanla ifadesini bir “önder” özleminde bulur.

Küçük burjuva, önderi, hiç kimsenin hiçbir sorumluluk yüklenmediği bir dünyada, bütün hoşnutsuzluklarından sorumlu tutulabileceği tek adam olarak görür. Brecht Dava’yı peygamberce bir kitap olarak niteliyor. “Gestapo’ya bakarak Çeka’nın ne olabileceğini görebilirsiniz.” Kafka’nın bakışı tekerlekler altında kalmış bir insanın bakışıdır. Odradek bu bakış açısına özgü bir kişiliktir: Brecht kapıcının bir babanın kaygılarını dile getirdiğini düşünüyor. Kaçınılmaz bir şey küçük burjuvanın yıkıma uğraması. Küçük burjuvanın durumu Kafka’nın durumudur. Ne var ki, küçük burjuva akımlarının bugün gördüğümüz türü -yani faşist türü- bu duruma baş eğmez, demir bir iradeyle karşı koymaya kararlı olduğu halde, Kafka hemen hemen hiç karşı çıkmaz; bilge kişidir o. Faşist, kahramanlığı sahneye çıkarırken, Kafka’nın cevabı, soru sormaktır. Bu durumda Kafka’nın aradığı şey güvenliktir. Ama içinde bulunduğu durum öyle bir özellik gösterir ki, aradığı güvenlik bekçilerinin mantıksız olmaları gerekir. Tüm güvenlik örgütlerinin çökmek üzere olduğuna pek inanmış görünen bir adamın bir sigorta temsilcisi olması, Kafka’ya özgü ince bir alaydır. Kafka’nın sınırsız kötümserliği herhangi bir trajik kader duygusundan da uzaktır. Çünkü Kafka’nın bütünüyle ampirik bir temele dayanan yanı (ki bunun sarsılmaz bir temel olduğunu da belirtmek gerekir) sadece ondaki kötülük beklentisi değildir; Kafka başarının ölçütünü de, en iflah olmaz bir saflıkla, en anlamsız, en yararsız girişimlerde arar: seyyar satıcının gelişi, devlet dairesindeki soruşturma. Zamanın parçalarına gelince, konuşmamız “Bitişik Köy” hikâyesi üstünde toplandı. Brecht bu hikâyenin Akhilleus ile kaplumbağa hikâyesinin bir benzeri olduğunu söylüyor. Bir kimse bu yolculuğu, bazı rastlansal durumları saymadan en küçük parçalarına ayırırsa, o kimse hiçbir zaman bitişik köye ulaşamayacaktır.

Bu durumda, sözkonusu yolculuk için hayat çok kısadır. Ne var ki, yanlışlık “bir kimse” sözündedir. Çünkü yolculuk parçalara ayrıldığında, yolcu da parçalara ayrılmış olacaktır. Hayatın birliği yok edilince kısalığı da yok edilecektir. Hayat istediği kadar kısa olsun. Bu önemli değildir, çünkü bitişik köye ulaşan insan, o köye gitmek üzere yola çıkmış olan insan değil, bir başkasıdır artık. -Ben kendi payıma şu yorumu öneriyorum: hayatın gerçek ölçüsü hatırlamadır. Bellek, geçmişe bakınca bütün bir hayatı şimşek gibi bir hızla yeniden insana yaşatır. Geriye doğru birkaç sayfa çevirebildiğimiz anda, bitişik köyden yolcunun yola çıkmaya karar verdiği yere kadar gelmiştir bellek. Hayatı okudukları kitaplarda bulan kimselerse, kitapları ancak tersinden okuyabilirler. Kendileriyle karşılaşabilecekleri tek yol budur, hayatı da ancak bu şekilde -bugünden kaçarak- anlayabilirler.

27 Eylül. Dragor. Birkaç akşam önceki söyleşimizde Brecht o anda kesin tasarılar kurmasını engelleyen tuhaf bir kararsızlıktan sözetti. Bu kararsızlığın en önemli nedeni olarak da, kendi durumunun başka birçok mülteciye göre çok daha fazla ayrıcalıklı olmasını gösterdi. Bu yüzden, başka bir ülkede yaşamanın, tasarıları ya da düşünceleri gerçekleştirmek için bir temel olabileceğini zaten pek kabul etmediği için, bunu şimdi içinde bulunduğu özel durumda hiç kabul etmiyor. Bu göç dönemini aşıyor tasarıları. Burada iki şeyden birini seçmek durumunda. Bir yanda, yazılmayı bekleyen birtakım düzyazı taslakları var: Ui’nin kısa olanı -Rönesans biyografi yazarlarının üslubuyla Hitler üstüne bir hiciv- ile Tui romanının uzun olanı Telektüel-en’lerin (entelektüellerin, aydınların) budalalıklarına bir bakış olacak bu: herhalde en azından bir bölümü Çin’de geçecek. Bu kitabın iskeleti çıkmış durumda. Ama bu düzyazı tasarılarından başka, çok eski çalışmalarıyla da uğraşıyor, eski fikirlerini yeniden gözden geçiriyor. Yeri geldikçe Versuche’nin giriş yazıları ile notlarına, epik tiyatro çerçevesinde aklına gelenleri eklerken, başka konulardaki düşünceleri de aynı ilgilerden kaynaklanmakla birlikte, Leninizm incelemesiyle, hatta ampiristlerin bilimsel yöntemleri üzerindeki incelemesiyle birleşiyor, böylece bu incelemelerin oldukça sınırlı çerçevesi de genişlemiş oluyordu. Uzun yıllar bir gün bir anahtar kavrama, başka bir gün bir başka kavrama bağlanan konular, sırasıyla Aristo’cu olmayan mantık, davranışçılık teorisi, yeni ansiklopedi, fikirlerin eleştirisi, uğraşlarının merkezine yerleşiyordu onun. Bu değişik arayışlar, bugün için felsefi nitelikte bir didaktik şiir kavramına yaklaşıyor. Ama bu konuda bazı şüpheleri var.

İlkin, bugüne kadar yazdıklarına, özellikle bunlardaki hiciv ögelerine bakarak, öncelikle Beş Paralık Roman’ı halkın beğenip beğenmeyeceğini merak ediyor. Bu şüphe, birbirine geçmiş iki ayrı düşünceden doğuyor. İşçi sınıfının sınıf kavgasındaki sorunlarıyla, yöntemleriyle her gün daha yakından ilgilendikçe, hicivci tavrın, hele böylesine alaycı bir tavrın doğruluğundan daha çok şüpheye düşüyordu. Ama çoğu pratik nitelikteki bu şüpheleri daha ciddi şüphelerle karıştırmak yanlış olur. Daha derin kaygıları, sanattaki “sanat” öğesiyle oyun öğesi, daha önemlisi, sanatı bazen bir ölçüde akla aykırı yapan bütün öğeler ile ilgili. Akla karşı sanatı geçerli kılma yolundaki gözüpek çabalarında, Brecht, sanatsal ustalığın, bir eserdeki bütün sanatsal ögelerin sonunda birbirlerini matemetiksel olarak götürmesi olgusuyla kanıtlandığı meselden sürekli olarak yararlanmıştır. Bugün didaktik şiir kavramı içinde daha radikal bir biçim oluşturmaya yönelik çabaları kesinlikle bu meselle ilintilidir. Söyleşimiz sırasında Brecht’e, böyle bir şiirin burjuva değil, işçi okur kitlesini kazanmaya çalışması gerektiğini, bu kitlenin de kendi ölçütlerini, Brecht’in bir ölçüde burjuva kökenli olan eski eserlerinden çok, didaktik şiirin kalıpçı, teorik içeriğinde bulmasının daha akla yatkın göründüğünü açıklamaya çalıştım. “Bu didaktik şiir Marksizmin gücünden yararlanabilirse,” dedim, “daha önce yazdıklarının bu gücü azaltacağı düşünülemez.”

4 Ekim. Dün Londra’ya gitti Brecht. Ya benim varlığımın onu bu yönde garip bir biçimde kışkırtmasından olacak, ya da Brecht’in şimdi buna her zamankinden daha yatkın oluşundan olacak, her olayda saldırganlığı, konuşmalarımız sırasında eskisine göre çok daha belirgin. Bu saldırganlığın ürünü olan özel bir sözlük dikkatimi çekiyor. Özellikle, Würstchen (ufak sosis) sözünü kullanmaktan hoşlanıyor. Dragor’da Dostoyevski’ nin Suç ve Ceza’sını okuyordum. Önce bu kitabı seçtiğim için sağlıksızlıkla suçladı beni. Sonra da gençliğinde bir öğrenci arkadaşının piyanoda Chopin’i çaldığında uzun bir hastalığa (tabii uzun süre farkedilmeyen bir hastalığa) tutulduğunu, bu arada mücadele etme gücünü yitirdiğini anlattı. Brecht, Chopin ile Dostoyevski’nin insan sağlığı üzerinde özellikle kötü bir etki yarattıklarını düşünüyor. Okuduklarım konusunda beni başka yönlerden de iğnelemek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. O sırada kendisi Şvayk’ı okuduğu için, ısrarla, iki yazar arasında karşılaştırmalı değer yargıları ortaya koymamızı istedi. Sonunda düpedüz Dostoyevski’nin Haşek’le boy ölçüşemeyeceği ortaya çıktı, böylece Brecht, daha fazla bir şey söylemeden onu da Würstschen arasına soktu; biraz daha ileri gitse, Dostoyevski için bir şey daha söyleyebilirdi: aydınlatıcı nitelikten yoksun, ya da öyle kabul ettiği her esere Brecht bugünlerde Klump (moloz ya da döküntü) diyor.

1934

28 Haziran. Merdivenli bir labirentteydim. Bu labirentin üstü bütünüyle kapalı değildi. Merdivenlerden birini çıktım; öteki merdivenler aşağı iniyordu. Merdiven sahanlığında durunca doruğa ulaştığımı anladım. Önümde, çok geniş bir alan üzerinde yükselen birçok merdiven vardı. Öteki merdivenlerin sahanlıklarında başka insanlar görüyordum. Bunlardan birisi başı dönerek düştü. Baş dönmesi öbürlerine de geçti; sonra onlar da aşağıdaki derinliğe yuvarlandılar. Benim de başım dönmüştü ki, uyandım.

22 Haziran’da Brecht’e uğradım.
Virgilius ile Dante’nin genel tavırlarındaki incelik ile kayıtsızlıktan söz ediyor Brecht; Virgilius’daki görkemli jest’lerin temelinde de bu tavrın bulunduğunu söylüyor. “Promeneur” (gezici-gezdirici) diyor Dante ile Virgilius için. Cehennem’in klasik değerini belirterek, “Bu kitabı açık havada okuyabilirsin,” diyor.

Papazlara karşı duyduğu derin nefretten sözediyor. Bu nefret ona büyükannesinden geçmiş. Marks’ın teorik öğretilerini kendilerine malederek eserine el koyanların toplumu perde arkasından yöneten ruhban takımının yerini alacağını anlatmaya çalışıyor. Marksizm o kadar kolay “yorum”a geliyordu ki… Bugün yüz yaşında, ama gördüğümüz ne? (Konuşmamız burada kesildi.) ” ‘Devlet ortadan kalkmalıdır.’ Kim söylüyor bunu? Devlet.” (Burada ancak Sovyetler Birliğinden sözetmiş olabilirdi.) Kurnaz, sinsi bir tavır takınıyor, benim oturduğum sandalyenin önündeki sandalyeye geçiyor -“Devlet”i oynuyor- hayali bir üçüncü kişiye kaçamak bir bakışla, “Ben de biliyorum ortadan kalkmam gerektiğini,” diyor.

Yeni Sovyet romanları üstüne konuşuyoruz. Okumuyorduk bunları artık. Konu bu yüzden şiire döndü, Das Wort’da (3) S.S.C.B.’deki çeşitli dillerden çevrilmiş bir yığın şiirden sözettik. Brecht bu ülkedeki şairlerin zor bir dönemde yaşadıklarını söylüyor. “Bir şiirde Stalin’in adı geçmezse, bu bir kötü niyet belirtisi sayılıyor.”

29 Haziran. Brecht epik tiyatro üstüne konuşuyor. Çocukların oynadığı, oynanıştaki hataların yadırgatma etkilerine (alienation effects) özgü bir işleve dönüşmesiyle epik özellikler kazanmış oyunlar gördüğünü anlatıyor. Buna benzer bir şey üçüncü sınıf taşra tiyatrolarında da olabilir. Le Cid’in Cenova’daki temsilinde kralın başına eğri giydirilmiş tacın bana dokuz yıl sonra Tragedya kitabında geliştirdiğim düşüncelerin ilk işaretini verdiğini söylüyorum. Buna karşılık Brecht, epik tiyatro düşüncesinin kafasında doğduğu ilk ânı anlattı. II. Edward’ı sahneye koyma çalışmaları sırasında Münih’de olmuştu bu. Oyundaki savaşın sahneyi kırk beş dakika dolduracağı sanılıyordu. Ne Brecht ne de yardımcısı Asya (Lacis) (4) askerleri sahneye yerleştirebiliyordu. Sonunda Brecht, umutsuzluk içinde, o sıralarda en yakın arkadaşlarından biri olan, oyunun provalarını da izleyen Karl Valentin’e dönerek soruyor: “Peki, sen ne diyorsun? Ne yapalım bu askerleri? Nedir bunun yolu?” Valentin: “Askerler korkmuşlar, yüzleri sararmış, budur yolu!” Bu sözle sorun çözülüyor, Brecht hemen ekliyor: “Yorulmuşlar.” Sonra askerlerin yüzlerine yoğun bir tebeşir makyajı yapılıyor, oyunun sahneye konuluş biçimi de o gün belirleniyor.

Sonra, eski konumuz olan “mantıki pozitivizm”e dönüyoruz. Ben biraz uzlaşmaz bir tavır takınınca tartışma tatsız bir noktaya gelme tehlikesiyle karşılaştı. Brecht şimdiye kadar ilk kez, kanıtlarının yüzeyde kaldığını kabul ederek bu durumu önledi. Bunu yaparken de güzel bir formül buldu: “Derin bir ihtiyaç, yüzeyden kavrama eğilimi doğurur.” Daha sonra evine doğru yürürken de (bunları benim odamda konuşmuştuk): “Bir konuda aşırı bir tavrı olan bir kimsenin sonradan buna tepki göstermesi iyi bir şey. Böyle davranan bir kimse yolun yarısını geçmiş demektir,” dedi. Bu söylediği şey, şimdiki durumunu açıklıyordu: olgunlaşmıştı Brecht. Akşam. Asya için ufak bir hediye -bir çift eldiven- aldırmak istiyorum. Brecht bunun biraz nazik bir iş olduğunu düşünüyor. Herhangi biri eldivenlerin, Jann’ın (5) Asya’ya kendisi için yaptığı “casusluğun” karşılığı olduğunu sanabilir. “Verilen bir direktifin olduğu gibi geri alınması her zaman için çok kötü bir şey. Ama bu direktifteki emirler herhalde sonra gene bağlayıcı olur.” (6)

1 Temmuz. Ne zaman Rusya’nın koşullarından söz açsam, Brecht’in yorumları bir hayli şüpheci oluyor. Önceki gün ona Ottwald’ın (34) hâlâ “içerde”mi olduğunu sordum. “İçerde olmak hâlâ elindeyse, içerdedir,” diye cevap verdi. Dün de Gretle Steffin, Tretyakov’un artık yaşamadığını söyleyerek düşüncesini belirtti.

4 Temmuz. Dün gece Baudelaire üstüne konuştuğumuz bir sırada Brecht dedi ki: “Biliyorsun ben ‘toplumdışı’ya, karşı değilim; ‘toplumsal olmayan’a karşıyım ben.”

21 Temmuz. Lukács’ın, Kurella’nın vb. yazıları Brecht’i bir hayli uğraştırıyor. Ne var ki, onlara teorik düzeyde karşı çıkmamak gerektiğini düşünüyor. O zaman sorunu politik düzeyde koyuyorum. Burada sözünü esirgemiyor. “Sosyalist ekonomi savaşa ihtiyaç duymaz, savaşa karşı olması da bu yüzdendir. ‘Rus halkının barışsever tabiatı’ sözlerinin başka bir anlamı yoktur. Sosyalist ekonomi tek ülkede olmaz. Yeniden silahlanma, Rus proletaryasını kaçınılmaz olarak tarihin çok gerilerine, tarihi gelişmenin çoktan geçilmiş aşamalarına, örneğin monarşik aşamaya geri götürdü. Rusya’da kişisel yönetim vardır bugün. Tabii bunu yalnız kalın kafalılar kabul etmezler.” Kısa bir süre sonra yarıda kesilen bir söyleşiydi bu. Burada, konunun bağlamı içinde, Brecht’in, Birinci Enternasyonalin dağılmasının bir sonucu olarak, Marks ile Engels’in işçi sınıfıyla kurdukları etkin ilişkilerin kesildiğini, o günden sonra da tek tek önderlere -yayımlanmak amacıyla değil de kişisel gönüşleri olarak- öğütler verdiklerini vurguladığını eklemeliyim. Engels’in, üzücü bir durum olmakla birlikte, hayatının son yıllarında doğa bilimleriyle uğraşması da bir raslantı değildi.

Brecht, Béla Kun’un kendisinin Rusya’daki en büyük hayranı olduğunu söyledi. Béla Kun’un incelediği (sic) Alman şairleri yalnızca Brecht ile Heine’ydi. (Brecht zaman zaman, Merkez Komite’de kendisini destekleyen belli bir kimse olduğu ima ederdi.)

25 Temmuz. Brecht “Öküzünün Gözüyle Köylü” başlığını koyduğu Stalin şiirini okumak için dün sabah bana uğradı. İlkin şiirin anlamını iyice kavrayamadım, az sonra kafamdaki Stalin düşüncesi uçup gidince de şiiri bir kez daha dinlemeye cesaret edemedim. Brecht’in uyandırmayı amaçladığı etki az çok buydu, ne yapmak istediğini de bir sonraki söyleşimizde açıkladı. Bu söyleşide, başka şeylerin yanısıra, bu şiirin olumlu yönlerini belirtti. Şiir aslında, ona göre büyük bir değeri olan Stalin’in anısına saygı için yazılmıştı. Ancak, Stalin henüz ölmemişti. Ayrıca, Stalin’i başkalarından farklı, daha coşkun duygularla selamlamak, sürgünde Kızıl Ordunun gelişini bekleyen Brecht’in görevi değildi. Rusya’daki gelişmeleri, bu arada Troçki’nin yazılarını izliyordu. Bunlar gösteriyordu ki, Rusya’da olup bitenleri şüpheci bir gözle değerlendirmeyi gerektiren bir kuşku -haklı bir kuşku- sözkonusuydu. Böyle bir şüphecilik Marksist klasiklerin özünde vardır. Bir gün bu kuşkuların haklılığı ortaya çıkarsa, rejimle savaşma gereği doğar, hem de açıktan açığa. Ama “ister ne yazık ki deyin, ister Tanrıya şükür,” bugün sözkonusu olan kuşku henüz kesinlik kazanmamıştır. Troçki gibi kuşku üzerinde politika oluşturmak haklı gösterilemez. “Birtakım suçlu kliklerin Rusya’da gerçekten iş başında olduklarına şüphe yok. Bunlar, verdikleri zararlarla zaman zaman kendilerini gösteriyorlar.” Sonunda, Brecht biz Almanların kendi ülkemizdeki tersliklerden çok etkilendiğimize dikkati çekti. “Takındığımız tavrın bedelini ödemek zorundayız her yanımız yaralı. Fazlaca duyarlı olmamızdan daha doğal bir şey olamaz.”

Brecht akşama doğru bahçede beni Kapital’i okurken buldu. Brecht: “Tam bu sıralarda Marks okuman, özellikle halkımız arasında Marks’la gitgide daha az karşılaşılabilinen bir zamanda onu okuman, bence ne kadar iyi bir şey.” Ünlü yazarları gözden düştükten sonra okumaktan hoşlandığımı söyleyerek cevap veriyorum ona. Rusya’nın edebiyat politikasını tartışarak sürdürüyoruz konuşmamızı. Lukács’ı, Gábot’u, Kurella’yı kastederek, ona diyorum ki: “Anlaşılan, bu insanlardan birşey beklememek gerekiyor.” Brecht: “Daha doğrusu, tek bir sahneyi bunlarla gerçekleştirebilsen de, oyunun tümünü asla bunlarla sahneye koyamazsın. Açık konuşursak, onlar, ürün verilmesine düşmanlar. Rahatlarını kaçırır üretim. Ürün verilince işin nereye varacağı belli olmaz, önceden bilinemeyen şeydir ürün. Hiçbir zaman bilemezsin ne olup biteceğini. Kendileri de ürün vermek istemezler. Apparatchik (7) rolü oynamak, başkaları üzerinde denetim kurmak isterler. Yaptıkları her eleştiride bir gözdağı vardır.” Sonra nasıl oldu bilmiyorum, Goethe’nin romanlarına geçtik; sadece seçmeci yakınlıklar (Elective Affinities) adlı romanını biliyor Brecht. Bu romanda yazarın ortaya koyduğu gençlik olgunluğunu beğendiğini söyledi. Ona Goethe’nin bu romanı altmış yaşında yazdığını söylediğim zaman çok şaşırdı. Kitapta hiçbir darkafalılık bulunmadığını söyledi. Çok büyük bir başarıydı bu (8). Bildiği bir iki şey vardı bu darkafalılık konusunda. En önemli eserleriyle birlikte bütün bir Alman tiyatrosu bu darkafalılığın (Filistenliğin) damgasını taşıyordu. Seçmeci Yakınlıklar’ın ilk yayımlandığında çok hırpalandığını söyledim. Brecht: “Bunu öğrendiğime sevindim. -Almanlar boktan (sic) bir millet. Hitler’den yola çıkarak Almanlar hakkında genel sonuçlara varmak gerektiğini söylemek doğru bir şey değil. Bende bile, Alman olan her şey kötü. Biz Almanlar konusunda en dayanılmaz şey bizim darkafalı bağımsızlığımızdır. Dünyanın hiçbir yerinde Alman Reich’ındaki şehirler kadar, o boktan Augsburg kadar başına buyruk bir şehir bulamazsın. Lyon hiçbir zaman böyle olmamıştır; Rönesans’ın bağımsız şehirleri birer şehir devletti. -Lukács Alman olmayı tarcih etti. Kendi kendini tüketmiş biridir o.”
Anna Seghers’in The Most Beautiful Legends of Woynok the Brigand adlı kitabından sözederken Brecht eseri övdü. Çünkü bu kitap Seghers’in artık düzen için yazmadığını gösteriyordu. “Seghers düzen için yazamaz. Tıpkı benim bir düzen olmadan nasıl yazmaya başlayacağımı bile bilemediğim gibi.” Brecht bu hikayeleri kahramanının başkaldıran bir yalnız adam oluşundan ötürü de övdü.

26 Temmuz. Brecht’in dün geceki, bir sözü: “Şu konuda artık hiçbir şüpheye yer yoktur: ideolojiye karşı savaş, yeni bir ideoloji haline gelmiştir.”

29 Temmuz. Brecht Lukács’la olan anlaşmazlığıyla ilgili olarak yazdığı bir takım polemik metinleri okudu bana. Bu metinleri makale olarak yazıp Das Wort’da yayımlayacakmış. (9) Bu konuda bir diyeceğim olup olmadığını sordu. O anda bana Lukács’ın durumunun Rusya’da şu sırada çok güçlü olduğunu söylediği için, bir öneride bulunamayacağımı söyledim. “İşin için de bir güç sorunu var. Oradakilerden birinin düşüncesini almak zorundasın. Arkadaşların yok muydu senin orada?” -Brecht: “Doğrusu, yok. Ama Rusların da yok; tıpkı ölüler gibi.”

3 Ağustos. 29 Temmuz akşamı bahçedeki söyleşimiz dönüp dolaşıp Çocuklara Şiirler dizisinin bir bölümünün yeni bir ciltte toplanacak olan şiirleriyle birlikte yayımlanıp yayımlanmaması gerektiği sorusuna gelmişti. Ben, politik şiirlerle özel şiirler arasındaki karşıtlığın sürgün deneyini özellikle belirginleştireceğini, yeni bir dizinin eklenmesiyle bu karşıtlığın azalacağını düşündüğüm için, yayımlamamasından yanaydım. Bunu söylerken, bir iş tam biteceği sırada her şeyi tehlikeye atan Brecht’in kişiliğindeki yıkıcı yanı bir kez daha belirtmiş oluyordum sanırım. Brecht: “Biliyorum; manyak olduğumu söyleyecekler benim. Çağımızın tarihi geleceğe kalacaksa, benim manyaklığımı anlama yeteneği de onunla birlikte kalacaktır. İçinde yaşadığımız çağ benim manyaklığımın kaynağı olacaktır. Ama beni gerçekten sevindirecek şey, insanların benden sözederken, ‘ılımlı bir manyaktı o’ demesi olacak.” -Brecht bu ılımlılığın da ifadesini bu kitapta bulacağını söyledi: hayatın Hitler’e karşın kendi yolunda yürüdüğü, çocukların hayatta her zaman varolacağı anlaşılacaktı. Sanatçılara seslenen şiirinde sözünü ettiği “tarihsiz çağ”ı düşünüyordu Brecht. Birkaç gün sonra bana, böyle bir çağı, faşizme karşı kazanılacak zaferden daha yakın gördüğünü söyledi. Hemen arkasından, pek az gösterdiği bir sabırsızlıkla, Çocuklara Şiirler’i Sürgün Şiirleri bölümüne almak için bir gerekçe daha gösterdi: “Bu kadere karşı verdiğimiz savaşta hiçbir şeye kayıtsız kalmamalıyız. Onlar küçük işler peşinde değil, bundan hiç şüphen olmasın. Otuz bin yıllık tasarıları var. Çok büyük şeyler tasarlıyorlar. Çok büyük suçlar. Hiçbir sınır dinlemeyecekler. Her şeyi yoketmeye çalışacaklar. Her yaşayan hücre onların darbeleriyle ezilecek. İşte biz de bunun için her şeyi düşünmek zorundayız.

Çocuğu daha ana rahmindeyken kötürüm ediyorlar. Çocukları hiçbir zaman dünyamızın dışında bırakmamalıyız.” O böyle konuşurken faşizm kadar zorlu bir gücün varlığını hissediyordum üstümde: faşistlerinki kadar büyük, gene en az faşistlerin gücü kadar derinden gelen, tarihin derinliklerinden fışkıran bir güçtü bu. Çok tuhaf, yepyeni bir duyguydu bu benim için. Sonra Brecht düşüncelerini dile getirmeye yeniden başlayınca, bendeki bu duygu daha da yoğunlaştı. “Çok tehlikeli bir zemin üzerinde felaketler tasarlıyorlar. Gene binlerce yıl için kurulan Kilise ile anlaşmaya varamamalarının nedeni de bu. Onlar beni de proleterleştirdiler. Sadece evimi, balık yetiştirdiğim havuzu, arabamı elimden aldıkları için değil; tiyatro sahnemi, seyircilerimi de çaldılar benden. Bugün ulaştığım noktada, ilke olarak, Shakespeare’in benden daha yetenekli olduğunu kabul edemem. Ama Shakespeare benim gibi çekmecede saklamak üzere yazı yazma durumunda kalmadı. Bunu yapamazdı o. Ayrıca, karakterleri gözünün önündeydi. Çizdiği insanlar sürü sepet geçiyorlardı sokaklardan. O sadece bu insanların davranışlarını gözleyip bazı özelliklerini alıp yazdı; aynı derecede önemli daha birçok özellikleri vardı ki, onlara hiç dokunmadı.”

Ağustos’un ilk günleri. “Rusya’da proletarya üzerinde diktatörlük var. Bu diktatörlük, her şeye karşın proletarya için yararlı şeyler yaptığı sürece, yani proletarya ile köylüler arasında proletaryanın çıkarlarının önde geldiği bir anlaşma sağlamaya yardımcı olduğu sürece, onunla bağlarımızı koparmaktan kaçınmalıyız.” Brecht birkaç gün sonra “işçi monarşisi”nden sözetti; ben de böyle bir organizmanın, deniz diplerinden yüze çıkan boynuzlu balık ya da öteki canavarlar gibi bazı “hilkat garibelerinden” pek farklı olmadığını söyledim.

25 Ağustos. Brecht’in bir özdeyişi: “Eski iyi şeylerden değil, kötü yeni şeylerden işe başla.”

1938

Estetik ve Politika|Eleştiri Yayınları – Çeviri: Bülent Aksoy

NOTLAR

(1) Starets : Rus edebiyatında saygıdeğer yaşlı kimse. Ortodoks kilisesinde öğretici, yol gösterici, ulu bir kişi. Burada romandaki rahip Zossima kastediliyor olmalıdır -P.A.
(2) GPU: GEPEU olarak da, bilinir; Sovyet Siyasi Polisi -P.A.
(3) Das Wort: 1936-1938 yılları arasında Moskova’da yayımlanan mülteci cephesi gazetesi. Daha önce, metinlerde de geçtiği üzere, Brecht, Willi Bredel ve Leon Feuchtwangler’le birlikte bu derginin üç editöründen biriydi P. A.
(4) Asya Lacis: 1920 sonrasının bir kadın tiyatro yönetmeni P. A.
(5) Jahnn: Eldiven alması rica edilen kişi olabilir, ancak, bu adın kimin olduğu kesinlikle anlaşılamamıştır. Belki Hans Henry Jahn akla gelebilir (P.A.)
(6) El yazması metinde bu cümle iyice okunamıyor. (P.A)
(7) Ernst Ottwald: Brecht’in edebi çalışmalarını birlikte yürüttüğü yakın bir arkadaşıydı. Lukács, Ottwald’ı gazetecilikten edinilmiş röportajcılıkla suçlar. Brecht ise, Sovyet yazarı Tretyakov’la birlikte bu yazarların temsil ettiği olumsuz akımla sıkı bir bağ içindeydi. (P.A.)
(8) Apparatchik: gücünü, kimliğini, hiyerarşik parti içi konumundan aldığı için bürokratik, merkeziyetçi, “resmi” görüşlü parti yetkilisi P. A.
(36) Sözü geçen Goethe, Fransız Devrimine karşı tutumuyla olan-biteni anlayacak duyarlılıktan yoksun bir romantikti P.A.
(9) Brecht’in bu yazıları Moskova’daki Das Wort’a gönderip onlar tarafından geri mi çevrildiği, yoksa günlük hayatta kendine özgü uzak görüşü mü onu bu yazıları Moskova’ya göndermekten alıkoyduğu hâlâ karanlıkta kalmış bir konudur. Ama büyük terörün doruğa ulaştığı bir sırada Brecht’in kendisi de pekâlâ bu makaleleri yayımlamaktan vazgeçmiş olabilir. P.A.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments