Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerTanrı meleklerinden birine, ' Bana kentteki en iyi iki şeyi bulup getirin,'...

Tanrı meleklerinden birine, ‘ Bana kentteki en iyi iki şeyi bulup getirin,’ dedi | Oscar Wilde

Kentin yukarısında, yüksek bir sütun üstünde Mutlu Prens’in yontusu duruyordu. Baştan başa ince, saf bir altın tabakasıyla kaplıydı; gözleri iki parlak gök yakuttu, kılıcının kabzasında da kocaman bir al yakut parlıyordu.

Yontuyu pek beğeniyorlardı. Sanatçı zevkleri olduğu ününü kazanmak isteyen bir belediye meclisi üyesi, “Sanki hava fırıldağı… öylesine güzel,” diye düşüncesini belirtti; ama kendisinin pek pratik olmadığını sanırlar korkusuyla hemen ekledi: “Ancak, o kadar da yararlı değil.” Dikkatli bir anne, ay için tutturup ağlayan oğluna, “Mutlu Prens kadar olamıyor musun? O hiçbir şey için ağlamayı aklına bile getirmez” dedi.

Umutsuz bir adam, bu çok güzel yontuya bakarak, “Hele, dünyada tümüyle mutlu biri varmış” diye söylendi. Hayır kurumunun çocukları parlak kırmızı pelerinleri, tertemiz beyaz önlükleriyle kiliseden çıkarlarken “Tıpkı melek gibi,” dediler. Matematik öğretmeni, “Nereden biliyorsunuz?” diye sordu, “Hiç melek görmediniz ki.” Çocuklar, “A, düşlerimizde var ama…” dediler. Matematik öğretmeni de kaşlarını çatıp pek ciddi tavır takındı, çünkü çocukların düşlemlerle uğraşmasını doğru bulmazdı. Bir gece küçük bir kırlangıç kente doğru çıkageldi. Arkadaşları bir buçuk ay önce Mısır’a gitmişler, ama bu geri kalmıştı. Çünkü en güzel saza gönül vermişti.

Ona ta İlkyaz’ın başında, iri sarı bir kelebeğin peşi sıra ırmaktan aşağı doğru uçarken raslamış, sazın ince ve kırılgan beline öyle vurulmuştu ki konuşmak için önünde durmuştu. Sözü döndürüp dolaştırmaktan hoşlanmayan Kırlangıç, “Sizi seveyim mi?” dedi. Saz da yerlere dek eğildi. Bunun üzerine kırlangıç kanatlarını suya değdire değdire gümüş halkalar çizerek onun çevresinde döndü, döndü. Bu onun yanıp yakılmasıydı ve bütün yaz sürdü. Öteki kırlangıçlar, “Gülünç bir ilgi; parası yok, sonra soyu sopu da kum gibi,” diye cıvıldadılar. Doğrusu ırmak da sazlarla dopdoluydu. Sonra güz gelince hepsi uçup gitti.

Onlar gittikten sonra Kırlangıç pek yalnız kaldı ve sevgilisinden bıkmaya başladı, “Hiç konuşmuyor,” dedi, “Sanırım hoppalığı da var, çünkü hep rüzgârla cilveleşiyor.” Rüzgârın her esişinde saz kesin en zarif iltifatlarını yağdırırdı. “Evine böyle bağlı olmasını kabul ederim…” diye sürdürdü konuşmasını, “… ama ben gezmeye bayılırım, dolayısıyla karım da gezmeden hoşlanmalı.”

Sonunda ona, “Benimle geliyor musun?” diye sordu; saz başını yukarı kaldırdı. Evine pek bağlıydı.
Kırlangıç, “Sen beni oyaladın. Ben piramitlere gidiyorum, hoşçakal!” diye haykırıp uçtu. Bütün gün uçtu, geceleyin kente vardı; “Acaba nereye insem? Umarım kent benim için hazırlıkta bulunmuştur,” dedi. Sonra yüksek sütunun üstündeki yontuyu gördü. “Burada kalırım. Bol havalı, çok güzel bir yer” diye Mutlu Prens’in tam ayaklarının arasına kondu. Çevresine bakınıp uyumaya hazırlanırken, kendi kendisine yavaşça, “Yatak odam altından,” dedi; ama, tam başını kanadının altına koyarken, üstüne iri bir su damlası düştü. “Ne tuhaf şey, gökte bir tek bulut yok, yıldızlar parıl parıl parlıyor da gene yağmur yağıyor. Avrupa’nın kuzeyinde iklim doğrusu pek kötüymüş,” diye haykırdı; “Saz yağmurdan hoşlanırdı, ama bu onun bencilliğinden başka bir şey değildi.” Derken bir damla daha düştü.

“Yağmurdan koruyamayacak olduktan sonra yontunun ne gereği var? İyi bir baca külâhı bulmalı” diye uçmaya davrandı. Ama daha kanatlarını açmadan üçüncü bir damla düştü. Başını kaldırıp bakınca ne görsün?
Mutlu Prens’in gözleri yaş içindeydi, altın yanaklarından da gözyaşları akıp duruyordu. Yüzü ay ışığında o kadar güzeldi ki küçük Kırlangıç’ın yüreği sızladı:
“Kimsiniz?” dedi.
“Ben Mutlu Prensim.”
Kırlangıç, “Öyleyse niye ağlıyorsunuz?” diye sordu, “Beni sırılsıklam ettiniz.”

Yontu, “Ben sağken, daha yüreğim insan yüreğiyken gözyaşı nedir bilmezdim, çünkü kapısından üzüntünün giremediği Sans Souci sarayında otururdum. Gündüzün bahçede arkadaşlarımla oynar, akşamları da büyük salonda dansın başına geçerdim. Bahçenin çevresini saran pek yüksek bir duvar vardı. Ama, onun gerisinde ne olduğunu sormayı aklıma bile getirmezdim. Çevremde her şey o kadar güzeldi ki… Buyruğumdakiler bana Mutlu Prens derlerdi; doğrusu mutluydum da; eğlence mutluluksa… İşte böyle yaşadım, böyle öldüm. Artık ölüyüm diye beni buraya, böyle yükseğe diktiler. Şimdi beldemin bütün çirkinliğini, olanca düşkünlüğünü görüyorum. Yüreğim kurşun olduğu halde elimden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor.” Kırlangıç kendi kendine, “Ne, som altından değil mi?” dedi. Kişisel düşüncelerini açıkça söylemeyecek kadar nazikti.
Yontu alçak, uyumlu bir sesle: “Uzakta”, dedi, “küçük bir sokakta yıkık dökük bir ev var.

Pencerelerinden biri açık, içinde de masa başında oturmuş bir kadın görüyorum. Yüzü zayıf ve yıpranmış. Dikiş iğnesini dürtüklemekten delik deşik, kızarmış, sert elleri var, çünkü bu kadın terzi. Kraliçenin saraydaki söyleşi arkadaşlarından en güzeli için saray balosunda giyilmek üzere canfes bir giysi üstüne çarkıfelek çiçekleri işliyor. Odanın köşesinde, bir yatakta küçük oğlu hasta yatıyor. Ateşi var. Portakal istiyor. Annesindeyse ırmak suyundan başka verecek bir şey yok; çocuk da ağlıyor. Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç, kılıcımın kabzasındaki yakutu çıkarıp ona götürmez misin? Ayaklarım bu altlığa perçinli de kıpırdayamıyorum.”

Kırlangıç, “Beni Mısır’da bekliyorlar,” dedi. “Arkadaşlarım Nil’de aşağı yukarı uçuşup iri nilüferlerle konuşuyor. Yüce Firavun’un türbesinde neredeyse uykuya dalarlar. Boyalı tabutu içinde kendi de oradadır. Baharatla bezenmiş, sapsarı kefenle sarılmıştır. Boynunda uçuk yeşil yeşimden bir zincir vardır. Elleri de solgun yapraklara benzer.”

Prens, “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç” dedi. “Bir gecelik yanımda kalıp yardımcım olmaz mısın? Çocuk öylesine susamış, annesi de öyle bitkin ki.”

Kırlangıç yanıtladı: “Oğlan çocuklarını da hiç sevmem. Geçen yaz ırmakta kaldığım sıralarda bana hep taş atan iki terbiyesiz çocuk vardı, Değirmenci’ nin çocukları. Doğallıkla taşları bana hiç değdiremezlerdi; biz kırlangıçlar hızlı uçtuğumuzdan, bizi taşla vurmak kolay değildir. Sonra ben çevikliğiyle ünlü bir ailenin çocuğuyum. Ama, ne de olsa bu saygısızlık belirtisidir.”

Ama Mutlu Prens’in öyle üzgün bir görünüşü vardı ki Kırlangıç ona acıdı: “Burası çok soğuk,” dedi, “Ancak gene yanınızda bir gece kalır, işinizi görürüm.”

Prens, “Sağol, küçük Kırlangıç.” dedi. Kırlangıç da Prens’in kılıcındaki kocaman yakutu gagasıyla aldı ve kentin çatıları üzerinden karanlığa daldı.
Beyaz mermer meleklerin oyulu olduğu kilise kulesinin yanından geçti. Sarayın önünden süzülürken dans sesleri duydu. Güzel bir kız sevgilisiyle balkona çıktı; erkek kıza: “Şu yıldızlara şaşıyorum, şu aşkın gücüne şaşıyorum,” dedi.

Kız, “Kraliçenin balosuna dek bari giysim yetişseydi,” diye yanıt verdi, “Üstüne çarkıfelek çiçekleri işletiyorum; ama terziler öyle tembel ki.”
Irmağın üzerinden geçip gemilerin serenlerine asılı fenerleri gördü. Yahudi mahallesinin üzerinden aşarken Yahudilerin pazarlık ede ede bakır terazilerle altın tarttıklarını gördü. Sonunda yıkık dökük eve varıp içeri baktı. Çocuk yatağında ateş içinde çırpınıyor, annesi de uyukluyordu; kadıncağız pek yorgundu. Bir sıçrayışta içeri girip kocaman yakutu masanın üstüne, kadının yüksüğünün yanına bıraktı. Sonra kanatlarıyla çocuğun alnını yelpazeleye yelpazeleye yatağın çevresinde hafif hafif uçtu. Çocuk,”Nasıl da serinledim, sanırım iyileşiyorum,” diye tatlı bir uykuya daldı.

Sonra Kırlangıç, Prens’in yanına dönüp yaptıklarını anlattı, “Ne tuhaf,” dedi, “Hava pek soğuk olduğu halde vücudum sanki çok sıcak.”
Prens, “Çünkü iyilik ettin” dedi. Küçük Kırlangıç da düşünceye varıp sonra da uykuya daldı.

Düşünmek her zaman uykusunu getirirdi. Gün ağırırken ırmağa inip yıkandı. Kuşbilim profesörü köprüden geçerken, “Ne görülmemiş şey! Kış mevsiminde bir kırlangıç!” deyip o kentin gazetesine upuzun bir mektup yazdı. Herkes ondan söz etti. Yazı, anlayamadıkları birçok sözcükle dopdoluydu.

Kırlangıç, “Bu gece Mısır’a gidiyorum,” dedi. Bu düşünceyle içi içine sığmıyordu.

Bütün genel anıtları ziyaret edip kilise kulesinin tepesinde uzun uzun oturdu. Nereye gitse serçeler cıvıldaya cıvıldaya, birbirlerine, “Ne kibar bir yabancı…” dediler. Kırlangıç da pek eğlendi.

Ay doğunca Mutlu Prens’in yanına döndü, “Mısır’da görülecek işiniz var mı? Hemen yola çıkıyorum” diye seslendi.
Prens, “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç,” dedi. “Bir gececik daha kalmaz mısın?”
Kırlangıç, “Beni Mısır’da bekliyorlar” diye yanıt verdi, “Yarın arkadaşlarım ikinci çağlayana kadar uçacaklar. Orada hasır otlarının arasında bir su aygırı yatar. Koca granit bir taht üstünde Tanrı Memnon oturur. Bütün gece yıldızlara bakar, sabah yıldızı belirince bir sevinç çığlığı atar, sonra da susar. Öğleyin sarı sarı aslanlar su içmeye ırmak kıyısına gelirler. Yemyeşil zebercetler gibi gözleri vardır. Gürlemeleri çağlayanın gürlemesini bastırır.

Prens, “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç” dedi, “Uzakta, kentin ta öbür başında, çatı arasında bir genç görüyorum. Üzeri kâğıtlarla örtülü bir masaya abanmış, yanında bardak içinde bir demet solgun menekşe var. Saçları kestane renginde kıvırcık, dudakları lâl gibi kıpkırmızı; iri, hülyalı gözleri var. Tiyatronun yönetmeni için bir oyun bitirmeye uğraşıyor. Ocakta ateş yok. Açlıktan da gücü kesilmiş.”
Tertemiz yürekli kırlangıç, “Bir gece daha beklerim. Bir yakut da ona mı götüreyim?” dedi.
Prens, “Ne yazık ki artık yakutum yok. Varım yoğum gözlerim. Gözlerim bin yıl önce Hindistan’dan getirilmiş bulunmaz gök yakuttandır. Birini çıkarıp ona götür. Kuyumcuya satıp yiyecek bir şeyle ocakta yakacak odun alır ve oyununu bitirir.”

Kırlangıç, “Prensçiğim, bunu yapamam,” diye ağlamaya başladı. Prens, “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç; nasıl buyuruyorsam öyle yap,” dedi. Kırlangıç Prens’in gözünü alıp Öğrenci’nin tavan arasına doğru uçtu. Damda bir delik olduğu için içeri girmesi pek kolaydı. Oradan içeri dalıp odaya girdi. Genç elleriyle yüzünü kapamıştı; kuşun kanat çırpmalarını duymadı. Başını kaldırınca güzel gök yakutu solgun menekşelerin üzerinde buldu.
Genç, “Artık beğenilmeye başladım,” diye haykırdı, “Beni çok beğenen birindendir bu.
Şimdi oyunumu bitirebilirim.” Artık pek mutluydu.

Kırlangıç, ertesi gün limana indi. Büyük bir geminin sereni üstünde oturup gemicilerin koca koca sandıkları iplerle ambarlardan çıkarmalarını seyretti. Her sandık çıktıkça, “Yıssa, molaaa,” diye haykırıyorlardı. Kırlangıç, “Mısır’a gidiyorum,” diye bağırdı, ama kimse aldırmadı, o da ay doğunca Mutlu Prensinin yanına döndü:
“Sizinle esenleşmeye geldim” diye seslendi.
Prens, “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç, bir gececik daha kalmaz mısın?” dedi.
Kırlangıç, “Kış geldi, kavurucu kar da nerdeyse gelir. Mısır’da yemyeşil hurma ağaçlarının üzerinde güneş sıcaktır. Timsahlar da çamurlarda yan gelip tembel tembel bakınırlar. Arkadaşlarım şimdi Baalbek Tapınağı’nda yuva yapıyorlar. Pembeli beyazlı kumrular onları seyrede seyrede birbirlerine karşı dem çekiyorlar. Prensçiğim, sevgili Prens, sizden ayrılmalıyım, ama sizi hiç unutmayacağım, önümüzdeki İlkyaz’a verdiklerinizin yerine iki güzel mücevher getiririm; al yakut, al güllerden daha kırmızı; gök yakut da, engin deniz gibi mavi olacak.”
Mutlu Prens, “Aşağıki alanda…” dedi, “… küçük bir kibritçi kız var. Kibritlerini su yoluna düşürdü, hepsi bozuldu. Eve para götürmezse babası dövecek. Kızcağız ağlıyor. Ne ayakkabısı var, ne çorabı, başcağızı da açık. Öbür gözümü çıkar, ona ver de babası dövmesin.”
Kırlangıç, “Yanınızda bir gece daha kalırım,” dedi, “Ama gözünüzü çıkaramam. Sonra büsbütün kör olursunuz.”
Prens, “Kırlangıç, Kırlangıç, küçük Kırlangıç, buyruğumu yap” dedi.

Kırlangıç, Prens’in öbür gözünü de alıp aşağı doğru fırladı. Kibritçi kızın yanından süzülüp mücevheri avucunun içine bırakıverdi. Kız, “Ah, ne güzel cam parçası!” diye gülerek koşa koşa eve gitti.

Sonra küçük Kırlangıç Prens’in yanına döndü, “Şimdi kör oldunuz” dedi. “Artık ben hep yanınızda kalacağım.” Prens, “Hayır, küçük Kırlangıç,” dedi, “Sen Mısır’a gitmelisin.”
Kırlangıç, “Hep yanınızda kalacağım,” diye Prens’in ayağının dibinde uykuya daldı.
Ertesi gün hep Prens’in omuzunda oturup ona yabancı ülkelerde gördüklerini anlattı. Nil’in kıyılarında sıra sıra dizilip kırmızı balıkları avlayan kızıl ibiş kuşlarından; çölde oturup her şeyi bilen, kendisi de dünyayla yaşıt yaşlı Sfenks’ten; develerinin yanında kehribar tespih çeke çeke ağır ağır yürüyen tacirlerden; Ay dağlarının koskoca bir billura tapan, abanoz gibi kapkara kralından; bir hurma ağacında uyuyup kendisini yirmi rahibe bal helvasıyla besleten koca yeşil yılandan; büyük bir gölde iri yayvan yaprakların üstünde yüzüp her zaman kelebeklerle savaşan Yecüc Mecüclerden söz etti.

Prens, “Sevgili küçük Kırlangıç, bana çok meraklı şeyler söylüyorsun,” dedi, “Ama en meraklı şey, insanların acıları. Düşkünlükten büyük hiçbir giz yok. Kentimin üzerinde uç da, küçük Kırlangıç, bütün gördüklerini bana anlat.”
Kırlangıç kentin üzerinde uçtu: yoksullar kapı diplerinde otururken zenginlerin güzel evlerinde safa sürdüklerini gördü. Karanlık ara yollara girip, kapkara sokaklara kayıtsız kayıtsız bakan aç çocukların kâğıt gibi yüzlerini gördü. Bir köprünün kemeri altında iki küçük çocuğun kucak kucağa yatıp birbirlerini ısıtmaya çalıştığını gördü. Çocuklar, “Aman, çok açız,” dediler. Bekçi “Orada yatamazsınız,” diye bağırdı; onlar da yağmur altında gözden yittiler.
Sonra dönüp gördüklerini Prens’e anlattı.
Prens, “Üstüm saf altınla kaplıdır,” dedi, yaprak yaprak söküp yoksullarıma götür; yaşayanlar hep altının insanı mutlu edeceğini sanırlar.”
Kırlangıç, Mutlu Prens perişan bir duruma gelinceye kadar altını yaprak yaprak söktü.
Yaprak yaprak yoksullara dağıttı; çocukların benzine renk geldi ve sokaklarda gülüp oynamaya koyuldular, “Artık ekmeğimiz var,” diye haykırmaya başladılar.
Derken kar bastırdı, arkasından da don. Sokaklar sanki gümüştenmiş gibi parıl parıl parlıyordu. Upuzun buzlar evlerin saçaklarından billur hançerler gibi sarkıyor, herkes kürklerle dolaşıyor, küçük çocuklar da kıpkırmızı başlıklarla buz üstünde kayıyorlardı.
Zavallı küçük Kırlangıç üşüdükçe üşüdü, ama Prens’i bırakmak istemedi; onu çok seviyordu. Ekmekçi görmeden fırının dışındaki ekmek ufaklarını topluyor; kanatlarını çırpa çırpa da ısınmaya çalışıyordu.
Ama sonunda öleceğini anladı. Ancak bir kez daha Prens’in omuzuna dek uçabilecek gücü kalmıştı. Hafifçe, “Hoşçakal, sevgili Prens,” diyebildi, “Elinizi öpmeme izin verir misiniz?”
Prens, “Demek sonunda Mısır’a gidiyorsun küçük Kırlangıç; buna sevindim. Burada uzun süre kaldın, ama beni dudaklarımdan öpmelisin, çünkü seni seviyorum,” dedi.
Kırlangıç, “Gittiğim yer Mısır değil” dedi, “Ben ölümün ocağına gidiyorum. Ölüm de uykunun kardeşi değil mi?”
Ve Mutlu Prens’i dudaklarından öpüp ayaklarının dibine ölü olarak düştü.
Tam o anda Mutlu Prens’in içinde bir şey kırılmış gibi şaşırtıcı bir çatırtı duyuldu.
Kurşundan yüreği, tam ortasından ikiye ayrılmıştı. Don’un pek sert olduğu kesindi.
Ertesi sabah erkenden Belediye Başkanı, Belediye Meclisi üyeleriyle birlikte aşağıdaki alanda dolaşıyordu. Sütunun önünden geçerken başını kaldırıp yontuya baktı, “Vay, Mutlu Prens’e ne olmuş böyle?” dedi.
Her zaman Belediye Başkanı’nın söylediklerine uygun söz söyleyen meclis üyesi de, “Sahi, ne kılığa girmiş?” diye haykırdı; ikisi de, bakmak için yontunun altlığına çıktılar.

Başkan, “Kılıcının yakutu düşmüş, gözleri gitmiş, artık altınlığı da kalmamış; dilenciden biraz iyi durumda…” dedi.
Üyeler de, “Ya, dilenciden biraz iyi durumda” dediler.
Başkan, “İşte ayaklarının dibinde de bir kuş ölüsü!” diye sürdürdü konuşmasını, “Doğrusu kuşların burada ölmesine izin verilemeyeceği konusunda bir buyruk çıkarmalıyız.” Belediye yazmanı bu düşünceyi hemen yazdı.
Bunun üzerine Mutlu Prens’in yontusunu yıktılar. Üniversitede sanat profesörü, “Artık güzel olmadığına göre, yararlı da değildir,” dedi.
Sonra yontuyu fırında erittiler. Başkan, madenle ne yapmak gerektiğine bir karar vermek üzere meclisi topladı; “Elbette başka bir yontu yaptırmalıyız,” dedi, “Bu da ancak benim kendi yontum olabilir.”
Meclis üyelerinin her biri, “Benim yontum, benim yontum!” diye kavgaya tutuştu. Son işittiğim zaman hâlâ kavga ediyorlardı.
Döküm yerindeki işçilerin başı, “Ne tuhaf şey! Bu kurşun yürek bir türlü fırında erimiyor; bari bir yana atalım,” dedi ve içinde ölü kuşun da bulunduğu bir toz yığınının üstüne attılar.
Tanrı meleklerinden birine, “Bana kentteki en iyi iki şeyi bulup getirin,” dedi; melek de kurşun yürekle ölü kuşu götürdü.
Tanrı, “Doğru seçmişsiniz,” dedi, “Çünkü cennetimin bahçesinde bu küçük kuş sonsuza dek ötecek ve Altın Ülkemde Mutlu Prens beni kutsayacak.”

Mutlu Prens | Oscar Wilde

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments