4 Mayıs 1771.
Ne mutluyum, gitmekten! Can dost, insan kalbi ne tuhaf! Öylesine sevdiğim senden hiç ayrılamazken, seni bırakıp da yüreği hoş olmak. Diğer bütün ilişkilerim, benimki gibi bir yüreği korkutmak için, yazgının cilveleri değil miydi?
Zavallı Leonore! Yine de ben suçsuzdum. Kızkardeşi kendince çekimiyle gönlümü hoşça eğlendirirken, bu zavallı yürekte bir tutkunun kıvılcımlanması karşısında elimden ne gelirdi! Yine de – salt suçsuz muyum? Ben de onun duygularını beslemedim mi? Bizi hiç gülünçlüğe düşmeden öylesine çok güldüren doğanın o pek sahih anlatımlarıyla kendim gönenmedim mi, ben yapmadım mı – Hey, insan ne ki, kendinden yakınabiliyor! İstiyorum, sevgili dost, sana söz veriyorum, daha iyi olmak istiyorum, yazgının bize sunduğu bir parça kötülüğü, hep yaptığım gibi, artık geviş getirip durmak istemiyorum; geçmişi geçmişte bırakmak ve şimdinin tadını çıkarmak istiyorum.
Elbette, haklısın, kuzum, – niçin böyle yaratıldıklarını Tanrı bilir – ama insanlar, düşlem güçlerini, umursamaz şimdilerine katlanmaktan çok, geçmiş kötülüklerin anılarını çağrıştırmak için böylesine zorlamasalardı, aralarındaki acılar daha ufak olurdu.
Anneme, işini en iyi biçimde yürüttüğümü ve buna ilişkin haberi ilk fırsatta ulaştıracağımı söylersen, iyi edersin. Teyzemle konuştum ve bizde sözü edilen o kötü karıyı bulmadım onda. Çok iyi yürekli, neşeli ve hararetli bir kadın. Miras payının alıkonmasına ilişkin annemin yakınmalarını ona anlattım; o da bana, hangi durum ve koşulda tamamını vermeye hazır olduğunu söyledi, istediğimizden de fazlasını. – Kısacası, bu konuda şimdi yazmak istemiyorum; anneme, her şeyin iyi olacağını, söyle. Ve sevgili dostum, bu ufak işle ilgilenirken, dünyayı hile ve kötülükten çok, belki yanlış anlamaların karıştırdığını gördüm. Hiç değilse, hile ve desise daha seyrek görülüyor. Burada aslında keyfim pekâlâ yerinde, bu cennet köşede yalnızlık kalbime merhem ve bu gençlik mevsimi, sıkça ürperen yüreğimi bütün gürlüğüyle ısıtıyor. Her ağaç, her çalı bir çiçek demeti ve insan, bu güzel kokular denizinde süzülmek ve bütün besinini oradan toplamak için, mayısböceği olmak istiyor.
Kentin kendisi hoş değil, ama çepçevre doğanın tanımsız güzelliği. Bu da, Kont von M..’yi, bahçesini, en güzel çeşitlemeler içinde birbiriyle kesişerek şirin vadiler oluşturan tepelerden birinde kurmaya yöneltmiş. Bahçe basit ve insan buraya girer girmez, bir bahçevanın bilimsel yöntemle değil de, tasarımı, burada kendini dinlemek isteyen duyarlı bir yüreğin yaptığını sezinliyor. Onun da, benim de en sevdiğimiz yer olan yıkık köşkçükte merhum için epeyce gözyaşı döktüm. Yakında bahçenin sahibi olacağım; bahçevan bana karşı, yalnızca şu birkaç gündür iyi davranıyor, onun için de kötü olmayacak.
***
12 Aralık günü.
Sevgili Wilhelm, kötü ruhların hışmına uğradığı sanılan bedbahtların içinde olmaları gereken haldeyim. Bazen beni kavrıyor; korku değil, kaygı değil – içimde, göğsümü parçalayacak hissi veren, gırtlağımı sıkan, bilinmeyen bir kudurtu! Eyvah! eyvah! ve sonra çevrede bu insan düşmanı mevsimin korkunç gece sahnelerinde serserileniyorum. Dün akşam dışarı çıkmam gerekti. Birden donlar çözülmeye başlamıştı, nehrin taştığını duymuştum, bütün dereler kabarıp, Wahlheim’den aşağıya sevgili vadimi sular altında bırakmıştı! Gece on birden sonra dışarıya fırladım. Kayalıktan aşağıya devrilip gelen, tarlalar, çayırlar, çitler ve her şeyin üzerinden akan selleri ve geniş vadiden yukarıya ve aşağıya rüzgârın uğultusunda fırtınalı bir denizi ay ışığında seyretmek, korkunç bir oyun! Ve sonra ay yeniden çıkıp kara bulutun üzerine kurulunca ve önümden sel korkunç görkemli bir yansımayla yuvarlanıp akarak şarıldayınca: beni yine bir ürperti ve yine bir hasret sardı! Ah, açık kollarla uçuruma karşı durup, derinlere! derinlere nefes aldım! ve kendimi sonsuz bir hazda kaybettim, eziyetlerimi, acımı orada aşağılara saldırmak için! dalgalar gibi çağıldayıp akmak için! Oh! – ve nehri yerinden söküp, bütün acıları bitirmek elimden gelmedi! – Vaktim henüz gelmemiş, bunu hissediyorum! Ey Wilhelm! O fırtınayla bulutları parçalayıp, selleri tutmak için, insan oluşumu seve seve verirdim! Hah! bu haz belki bir kerecik zindandakine de düşmez mi? – Ve Lotte ile birlikte sıcak bir gezintide bir söğüdün altında dinlendiğimiz aşağıdaki bir yere nasıl mahzun baktım, – orayı da su basmıştı, söğüdü nerdeyse tanıyamıyordum! Wilhelm! Onun çayırlarını düşündüm, av evini! çardağımız şimdi vahşi sellerden ne şaşkındır, diye düşündüm.
Ve geçmişin güneş ışınları, bir tutuklunun, sürüler, çayırlar ve onur makamları düşü gibi göründü! Durdum! – Kendimi ayıplamıyorum, zira ölmeye cesaretim var. – Yapabilirdim – Şimdiyse, yavaş yavaş ölmekte olan, sevinçsiz varoluşunu bir an daha uzatmak ve hafifletmek için, çitlerden odununu ve kapılardan ekmeğini toplayan yaşlı bir karı gibi burada oturuyorum.
14 Aralık günü.
Bu nedir, azizim? Kendimden ürküyorum! Ona olan sevgim, en kutsal, en temiz ve en kardeşçe sevgi değil mi? Ruhumda hiç cezayı gerektiren bir arzu hissettim mi? – Yemin etmek istemiyorum – Ve şimdi, düşler! Böylesine karşıt etkileri yabancı güçlere yoran insanlar ne kadar da doğru hissediyorlardı! Bu gece! söylemeye ürperiyorum, onu kollarımda tutsam, sımsıkı sarsam ve sevgi fısıldayan ağzını sonsuz öpüşlerle örtsem; gözüm onun gözünün esrikliğinde yüzüyordu! Tanrım! bu ateşli sevinçleri dopdolu bir içtenlikle anarak, şimdi hâlâ haz duyduğum için, günahkâr mıyım? Lotte! Lotte! – Ve ben bittim! duyularım karmakarışık, sekiz gün oldu şuur gücüm kalmadı, gözlerim yaşla dolu. Hiçbir yerde keyfim yok, her yerde keyifliyim. Bir şey dilemiyor, bir şey istemiyorum. En iyisi, gitmem. O sıralarda dünyayı terk etme kararı, böylesine koşullarda Werther’in ruhunda gittikçe daha fazla güç kazanıyordu. Lotte’ye dönüşten beri bu hep onun son çaresi ve ümidi olmuştu; ama bunun zorlama ve acele bir eylem olmamasını, kendi kendine söylemişti, bu adımı en iyi kanıklıkla ve mümkün olduğunca sakin bir kararlılıkla atmak istiyormuş.
Şüphesi, kendi kendisiyle kavgası, belgeleri arasında bulunan ve olasılıkla Wilhelm için başlanmış tarihsiz bir mektup olan bir ufak kâğıttan ortaya çıkıyor: Onun varlığı, onun yazgısı, benimkini paylaşması, kavrulmuş beynimden en son gözyaşlarını da sıkıyor. Perdeyi kaldırıp, arkasına geçmek! Hepsi bu! Peki bu tereddüt ve bu duraksama niye? Ardında ne olduğunu bilmemekten? ve geri gelmemekten? Ve işte kesin bir bilgiye sahip olmadığımız yerde karanlık ve şaşkınlık sezmek, bunun zihnimizin özelliği olması. – Sonunda bu acıklı düşünceye gittikçe daha alışmış ve onunla dost olmuştu ve arkadaşına yazdığı aşağıdaki örtülü mektubun da belgelediği gibi, kararı dönülmez biçimde kesinleşmişti.
20 Aralık günü.
Sevgin için teşekkür ederim, Wilhelm, sözü böyle kavradığın için.Evet, haklısın: benim için iyisi, gitmem. Size dönmem konusunda yaptığın öneri pek hoşuma gitmiyor; en azından, özellikle sürekli don yüzünden ve yolların açılmasını bekleyip umduğumuz için, yolu dolaştırmak istiyorum. Beni almak için gelmek istemen de bana çok uygun; ama on dört gün daha geçsin ve başka bildireceklerimle benden bir mektup daha bekle. Olgunlaşmadan hiçbir şeyi koparmamak gerek. Ve on dört gün önce ya da sonra, çok şey fark eder. Anneme, oğlu için dua etmesini ve kendisine verdiğim eziyet yüzünden beni bağışlamasını, söyle. Sevinç vermem gerekenleri üzmek, demek benim yazgımmış. Elveda, değerli dostum! Tanrı’ya emanet ol, mutlu ol! Elveda! Bu süre içinde Lotte’nin ruhunda olup biteni, kocasına, mutsuz dostuna karşı duygularının nasıl olduğunu, sözlerle ifade etmeye cesaret edemiyoruz, bu konuda, onun seciyesini bildikten sonra, bir nebze fikir edinebilir miyiz ve güzel bir dişi ruh, kendini onun yerine koyup, onun gibi hissedebilir mi acaba. Şu kadarı muhakkak, Werther’i uzaklaştırmaya kesin kararlıydı, duraksadıysa, bunun ona neye mal olacağını, hatta onun için nerdeyse imkânsız olduğunu bildiği için, kalpten, dostane bir sakınmaydı bu.
Oysa, bu sürede işi ciddi tutması için, daha fazla sıkıştırılmıştı; bu konuda kendisinin hep sustuğu gibi, kocası da bu ilişkiye tamamen susuyordu, dolayısıyla duygularının kocasını hak ettiğini, tavrıyla kanıtlamak daha da fazla işine geliyordu. Werther, buraya alınan son mektubunu arkadaşına yazdığı gün, Noel öncesi pazar günüydü, akşamüstü Lotte’ye gelip, onu yalnız buldu. Küçük kardeşleri için Noel hediyesi olarak yaptığı bazı oyuncakları hazırlamakla meşguldu. Werther, bunun küçüklere yaşatacağı gönül şenliğinden, bir kapının beklenmedik açılmasıyla karşıya çıkan mumlar, şekerlemeler ve elmalarla süslenmiş bir ağaç görüntüsünün, kişiyi cennetsel bir çekime aldığı zamanlardan söz etti. – Siz, dedi Lotte, çekingenliğini sevimli bir gülümsemeyle gizleyerek, siz de hediye alacaksınız, gerçekten hak ederseniz; bir şamdan mumu ve bir şey daha. – Peki, hak etmekten ne anlıyorsunuz? diye seslendi; nasıl olmalıyım, nasıl olabilirim? sevgili Lotte! – Perşembe akşamı, dedi, Noel akşamı, o zaman çocuklar gelecek, babam da, o zaman siz de gelin – ama daha önce değil. – Werther’in gönlü bulandı.
– Rica ediyorum, diye devam etti Lotte, ne yapayım ki bu böyle, benim huzurum için rica ediyorum, olamaz, böyle kalamaz. – Bakışlarını Lotte’den çevirip, odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürüyerek, dişlerinin arasından şöyle mırıldandı: >Böyle kalamaz!< Bu sözlerin onu düşürdüğü ürkünç hali hisseden Lotte, çeşit çeşit soruyla onu bu düşüncesinden çelmek istediyse de, boşuna. – Hayır, Lotte, diye bağırdı, sizi bir daha görmeyeceğim! – Bu da neden? diye karşıladı Lotte, Werther, bizi tekrar görebilirsiniz, görmelisiniz, yalnızca sakinleşin. Ah, niçin bu öfkeyle, bir kere dokunduğunuz her şeye zaptolunmaz biçimde yapışan bu tutkuyla doğmanız gerekiyordu! Rica ediyorum, diye onun eline yapışarak devam etti, sakinleşin! Zekânız, bilginiz, yetenekleriniz, bunlar size nasıl da çeşit çeşit zevk sunuyor! Bir erkek olunuz! Elinden size üzülmekten başka bir şey gelmeyen bir kişiye bu acıklı bağlılıktan vazgeçin. – Dişlerini gıcırdatıp, ona donuk donuk baktı.
Kadın, onun elini tuttu: Bir an sakin olunuz, Werther! dedi. Kendi kendinizi aldattığınızı, bile bile kendinizi mahvettiğinizi, fark etmiyor musunuz! Niçin ben, Werther? tam da ben, bir başkasının sahip olduğu? tam da bu? Korkarım, korkarım, bana malik olmanın imkânsızlığı, size bu arzuyu böyle cazip kılan. – Elini, kırgın, dik bir bakışla Lotte’nin elinden çekti. – Bilge! diye seslendi, çok bilge! yoksa Albert mi bu görüşü bildirdi? Siyasi! çok siyasi! – Herkesin görüşü olabilir, karşılığını verdi Lotte bunun üzerine. Koskoca dünyada gönlünüzün arzularına uygun hiç mi başka kız yok? Kendinizi aşıp, onu arayınız; sizi temin ederim, onu bulacaksınız; zira şunca zaman kendi kendinizi yargıladığınız bu kısıtlama beni çoktandır korkutuyor, sizin ve bizim adımıza. Kendinizi aşınız! bir seyahat sizi avutacaktır, avutmalıdır! Arayıp bulunuz aşkınıza layık birini, arayıp bulun ve geri gelin, hakiki bir dostluğun hazzını birlikte tadalım. Bunu, dedi soğuk bir gülümsemeyle, bastırıp bütün hocalara tavsiye etmeli. Sevgili Lotte! bana biraz daha süre verin, her şey yoluna girecek! – Yalnızca, Werther, Noel akşamından önce gelmeyiniz! – Tam cevap verecekken, Albert odaya girdi. Karşılıklı soğuk bir iyi akşamlar dileyip, sıkkın yan yana odada bir oraya bir buraya gidildi. Werther, önemsiz bir söyleşiye başladıysa da, bu hemen tükendi, Albert de öyle, sonra karısına bazı işleri sordu, ama bunların henüz halledilmediğini işitince, Werther’e soğuk, hatta sert gelen, bazı sözler sarfetti. Gitmek istediyse de, gidemedi ve hiddet ve infiali gittikçe büyüdüğü için, sekize kadar oyalandı, sofra kurulunca, şapkasıyla bastonunu aldı.
Albert, kalmaya davet ettiyse de, o bunu lâfın gelişi diye önemsemeyip, soğukça teşekkür ederek, çekip gitti. Eve geldi, kendisine yol göstermek isteyen hizmetkâr oğlanın elinden ışığı alıp, tek başına odasına gitti, yüksek sesle ağladı, kendi kendine öfkeli öfkeli söylendi, odanın içinde sert sert bir aşağı bir yukarı yürüdü, nihayet giyim kuşamıyla kendini yatağa attı, Bey’in çizmelerini çıkarabilir mi?, diye sormak için, saat on birde odaya girme cesaretini gösteren oğlan, onu öyle uzanmış buldu; çizmeleri çektirdikten sonra, ertesi sabah kendisini çağırıncaya kadar oğlanın odaya gelmesini yasakladı. Pazartesi sabahı, yirmi bir Aralık günü, Lotte’ye yazdığı şu mektup, ölümünden sonra mühürlenmiş olarak yazı masasında bulundu ve sahibine verildi, bu mektuptan bölümleri, onun yazdığı durumların aydınlanması için, buraya alıyorum. Karar verilmiştir, Lotte, ölmek istiyorum, bunu sana romantik bir abartma olmaksızın yazıyorum, sükûnet içinde, seni son defa göreceğim günün sabahında. Sen bunu okurken, en kıymetlim, yaşamının son anlarında seninle sohbetten daha büyük bir tatlılık bilmeyen huzursuzun, bahtsızın katılaşan artıklarını soğuk mezar örtmüş olacak. Korkunç bir gece geçirdim ve ah! şefkatli bir gece. Kararımı o belirledi, kesinledi: ölmek istiyorum! Dün nasıl kendimi senden kopardım, duyularımın ürkünç infialiyle, nasıl bütün bunlar kalbime üşüştü ve senin yanında ümitsiz, sevinçsiz varlığım, ürpertici bir soğuklukla beni kıskıvrak sardı – odama zor ulaştım, kendimden geçmiş dizlerimin üstüne düştüm, ve ey Tanrım! en acı gözyaşlarının en son tesellisini bana bağışladın! Ruhumda bin darbe, bin manzara kudurdu, nihayet orada duruyordu işte, kesin, tam, en son, tek düşünce: ölmek istiyorum! – Çaresizlik değil bu, içimde büyüttüğüm kesin kararlılık ve senin için canımı vermek. Evet, Lotte! bunu niçin senden saklayayım? Üçümüzden biri çekip öte yana gitmeli, o da ben olmak istiyorum! Oh, benim en kıymetlim! bu parçalanmış kalpte kudurgan sürünüp durdu, sık sık – kocanı öldürme düşüncesi! – seni! – beni! – Böyle işte! – Dağa tırmanırsan, güzel bir yaz akşamında, o zaman beni, sık sık vadiden yukarıya gelişimi, anımsa, sonra kilise avlusuna, ötedeki mezarıma, batan güneşin ışığında yüksek otların salınışına bak – başlarken sakindim; şimdi, şimdi çevremde her şey öylesine yaşam dolu olduğu için, bir çocuk gibi ağlıyorum.
– Saat ona doğru Werther hizmetkârını çağırdı ve giyinirken ona şöyle dedi: birkaç güne kadar seyahate çıkacağından, giysilerini çıkarıp sarmak için hazırlasın; ayrıca her yerden hesapları istemesini, ödünç verilmiş birkaç kitabı alıp getirmesini ve haftalık bir şeyler vermeyi alışkanlık edindiği bazı yoksullara iki aylık haklarını peşin ödemesini emretti. Yemeği odasına getirtti, yemekten sonra da ata binip danışmana gitti, ama onu evde bulamadı. Bahçede derin düşüncelere dalıp bir aşağı bir yukarı yürüdü ve son olarak anıların bütün efkârını kendi üstüne yığmak ister gibi göründü. Küçükler onu daha fazla rahat bırakmayıp, peşine takıldılar, üstüne tırmanıp anlattılar: yarın, bir yarın daha, sonra bir gün daha olunca, Noel hediyelerini Lotte’den alacaklarını, ve küçük hayallerinin bundan umduğu mucizeleri anlattılar. – Yarın! diye seslendi ve bir yarın daha! ve bir gün daha! – ve hepsini candan öperek, küçük oğlan kulağına bir şey söylemek için yanaşırken, ayrılmak istedi. Ağabeylerinin istedikleri güzel hediyeleri bir kâğıda yazdıkları sırrını verdi, bu kadar büyük! ve bir tane baba için, Albert ve Lotte için bir tane, bir tane de bay Werther için; Yeni Yıl günü sabahı bunları vereceklermiş. Bu onu çok duygulandırdı, herkese bir harçlık verip, atına bindi, ihtiyara selâm söyleyerek, gözlerinde yaş, atı sürdü. Beşe doğru eve geldi, hizmetçi kızdan ateşe bakmasını ve geceye kadar söndürmemesini istedi. Hizmetkâra, kitapları ve çamaşırları aşağıdaki bavula yerleştirmesini ve giysileri sarmasını söyledi.
Bundan sonra olasılıkla Lotte’ye son mektubunda şu bölümü yazdı: Beni beklemiyorsun! sana itaat edip, seni ilk Noel akşamı göreceğimi sanıyorsun. O, Lotte! ya bugün, ya bir daha hiç. Noel akşamı bu kâğıdı elinde tutup, titreyecek, sevgili gözyaşlarınla ıslatacaksın. İstiyorum, zorundayım! Oh, karar verdiğim için ne kadar rahatım. – O sıralar Lotte tuhaf bir hale girmişti. Werther ile son konuşmasının ardından, ondan ayrılmanın kendisi için ne kadar güç olacağını, Werther’in de, ondan ayrılmak zorunda kalırsa, ne kadar acı çekeceğini duyumsamıştı. Werther’in Noel akşamından önce uğramayacağını, Albert’e şöyle bir söylemiş, Albert de bir iş için komşu yerdeki bir memura gitmişti ve gece orada kalacaktı. Lotte yalnız oturuyordu, kardeşlerinden hiçbiri çevresinde yoktu, ilişkilerinin etrafında sessiz süzülüp duran düşüncelere daldı. Sevgi ve sadakatini bildiği, kalpten bağlandığı, iffetli bir kadının yaşam mutluluğunu üzerine bina edeceği Tanrı lûtfu görünen huzur ve güveni bulduğu adamla ebedi birleşmiş olduğunu gördü; onun kendisi ve çocukları için her zaman önemli olacağını hissetti. Öte yandan, Werther onun için öylesine değerli biri olmuş, karşılaştıkları ilk andan itibaren gönülleri öylesine uyumlu görünmüş ve onunla uzun süren ilişkisi, birlikte yaşanmış bazı durumlar kalbinde silinmez bir etki bırakmıştı.
Duyup düşündüğü her ilginç şeyi onunla paylaşmaya alışmış, onun uzaklaşması, bütün varlığında bir daha doldurulması mümkün olmayan bir boşluk açacakmış duygusuna kapılıyordu. Ah, onu anında bir kardeşe dönüştürebilseydi! ne kadar mutlu olurdu! – onu kız arkadaşlarından biriyle evlendirebilseydi, onun Albert ile ilişkisinin de düzeleceğini umabilirdi! Kız arkadaşlarını bir bir aklından geçirdi, her birinde bir kusur saptayıp, ona layık birini bulamadı. Bütün bu seyrütemaşa sırasında, kalpten gizli arzusunun, onu kendisi için tutmak olduğunu, açıkça belli etmeden, işte o zaman derinden hissetti, ama aynı zamanda, onu tutmasının mümkün olmadığını, tutamayacağını içinden söylendi; o temiz, güzel, aslında öylesine hafif ve kolay onan gönlünde, mutluluk kapısı kapalı karasevdanın ağırlığını duyumsadı. Kalbi sıkıştı, gözüne koyu bir bulut çöktü. Werther’in adımlarını ve merdivenlerden yukarıya geldiğini işittiğinde, kendisini soran sesini tanıdığında, saat böylece altı buçuk olmuştu. Kalbi nasıl çarpmaya başladı, diyebiliriz ki, onun gelişi üzerine ilk defa böylesine. Kendisini yok dedirtmeyi çok isterdi, ama o içeriye girdiğinde, bir çeşit şaşkın bir tutkuyla ona karşıdan seslendi: Sözünüzü tutmadınız. – Ben bir şeye söz vermedim, oldu cevabı. – O zaman hiç olmazsa benim ricamı yerine getirebilirdiniz, diye karşılık verdi, ikimizin huzuru için ricada bulunmuştum.
Ne dediğini bilmiyordu, ne yaptığını da, Werther ile yalnız kalmamak için, kız arkadaşlarını çağırttığında. Werther, getirdiği birkaç kitabı koydu, diğerlerini sordu, Lotte ise, kız arkadaşları hem gelsinler istiyordu, hem de gelmesinler. Hizmetçi kız dönüp, her ikisinin de özür bildirdiğini, söyledi. Kızı işiyle yan odaya göndermek istedi; sonra yine bu düşünceden vazgeçti. Werther, odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolanmaya başladı, o piyanonun başına geçip, bir menuettoya başladı, ama akıp gitmiyordu. Kendini toparlayıp, istifini bozmadan, kanepedeki alışılmış yerine yerleşen Werther’in yanına oturdu. Okuyacak bir şeyiniz yok mu? diye sordu. – Werther’in bir şeyi yoktu. – Orada çekmecemde, diye başladı, Ossian’dan yaptığınız çeviriler duruyor; hep sizin ağzınızdan dinlemeyi umduğum için, henüz okumadım; ama o zamandan beri bir türlü olmadı, fırsat çıkmadı. – Werther gülümsedi, şarkıları çıkardı, eline aldığında bir ürperti geldi, onlara bakınca gözlerine yaş doldu. Oturup, okumaya başladı: Ağaran gecenin yıldızı, ne güzel titriyorsun batıda, ışıyan başını bulutundan çıkarıyorsun, tepeye doğru ağırdan geziniyorsun. Fundalıkta nereye bakıyorsun? Fırtınalı rüzgârlar dindi; uzaktan derenin mırıltısı geliyor; çağıldayan dalgalar kayalarla oynuyor uzakta; akşam sineklerinin vızıltısı sürüyle uçuşuyor tarlanın üstünde. Nereye bakıyorsun, güzel ışık? Ama gülümseyip gidiyorsun, dalgalar sevinçle sarıp seni, şirin saçını yuğuyor. Elveda, huzurlu ışın. Doğ, Ossian’ın ruhundan ey görkemli ışık! Ve görünüyor gücüyle.
Ayrılan arkadaşlarımı görüyorum, Lora’da toplanıyorlar, geçmiş günlerdeki gibi. – Fingal geliyor nemli bir sis sütunu gibi; çevresinde yiğitleri, ve, bak! şarkının ozanları: Kırçıl Ullin! yakışıklı Ryno! Alpin, sevimli şarkıcı! ve sen, uysal yakınan Minona! – Bahar havalarının tepeye doğru hafiften hışıldayan otları bir oraya bir buraya eğmesi gibi, şarkının şanı için yarıştığımız Selma’daki o şenlikli günlerden beri nasıl da değişmişsiniz, dostlarım. O zaman Minona bütün güzelliğiyle göründü, bakışı yerde ve yaşlı gözle, tepeden vuran kararsız rüzgârda saçı ağır akışıyordu. – tatlı sesi yükselmeye başlayınca, yiğitlerin ruhu karardı; zira Salgar’ın mezarını sıkça görmüşlerdi, sıkça beyaz Colma’nın karanlık evini. Colma, tepede terk edilmiş, uyumlu sesiyle; Salgar, gelmeye söz verdi; ama gece çevreye yayıldı. Tepede yalnız oturan Colma’nın sesini dinleyin: Colma: Gece! – yalnızım, fırtınalı tepede yitmişim. Rüzgâr dağlarda vınlıyor. Irmak kayalıklardan aşağıya uğulduyor. Beni, fırtınalı tepede terk edilmiş beni, yağmurdan koruyan bir kulübe yok. Çık, ey ay, bulutlarından! görünün, gecenin yıldızları! Yayını yanına koymuş, çevresinde köpekleri soluk soluğa, aşkımın av meşakkatlerinden dinlendiği yere herhangi bir şavk beni götürse! Ama burada ırmağın dolandığı kayanın üstünde tek başıma oturmak zorundayım. Irmak ve fırtına vınılıyor, sevdiğimin sesini işitmiyorum. Niçin gelmiyor benim Salgar’ım? Verdiği sözü unuttu mu? – İşte kaya, işte ağaç ve burada çağlayan ırmak! Gece inerken burada olmayı söz verdin; ah! yolunu nereye şaşırdı benim Salgar’ım? Seninle kaçmak istedim, babamı, kardeşimi terk etmek! o gururluları! Çoktandır soylarımız birbirine düşman, ama biz düşman değiliz, ey Salgar! Sus bir süre, ey rüzgâr! dur bir an , ey ırmak! vadide sesim çınlasın diye, yolcum beni işitsin diye. Salgar! benim, seslenen! Burada ağaçla kaya! Salgar! sevdiğim! buradayım; niçin gelmeye gecikiyorsun?
Bak, ay şavkıyor, sel vadide ışıyor, kayalar boz duruyor tepenin üstünde, ama onu görmüyorum yüksekte, önünden koşan köpekleri onun gelişini haber vermiyor. Burada yalnız oturmak zorundayım. Ama kim onlar, orada aşağıda fundalıkta uzananlar? – Sevdiğim mi? – Kardeşim mi? – Konuşun, ey dostlarım! Yanıt vermiyorlar. Nasıl da ürkmüş ruhum! – Ah, ölü onlar! Kılıçları kızıl döğüşten. Ey, kardeşim, kardeşim benim! niçin Salgarımı vurdun? Ey benim Salgarım! niçin kardeşimi vurdun? İkinizi de öyle seviyordum! Ey, sen tepede güzeldin binlercesinin arasında! O, savaşta korkunçtu. Yanıt verin bana! işitin sesimi, sevgililerim! Ama ah! onlar dilsiz! ebediyen dilsiz! soğuk, toprak gibi, göğüsleri! Ey, tepenin kayalığından, fırtınalı dağın doruğundan, konuşun, ölülerin ruhları! konuşun! Ürkütmez bu beni! – Nereye gittiniz dinlenmeye? dağın hangi kabrinde bulayım sizi! – Cılız sesi almıyorum rüzgârda, tepenin fırtınasında esen yanıtı almıyorum. Feryadımla oturuyor, gözyaşlarımla sabahı bekliyorum. Eşin mezarı, ey ölülerin dostları, ama kapatmayın ben gelinceye dek. Yaşamım yitiyor bir düş gibi, nasıl geride kalırım. Burada yerleşmek istiyorum dostlarımla çınlayan kayalığın nehrinde – Gece olunca tepede ve fundalıktan esince rüzgâr, ruhum rüzgârda durup, yas tutsun dostlarımın ölümüne. Avcı çardağında işitip beni, ürker sesimden ve sever onu; zira tatlı olmalı sesim dostlarım için, onların ikisi de sevgiliydi benim için! Bu senin şarkındı, ey Minona, Torman’ın hafiften al basan kızı.
Gözyaşlarımız Colma için aktı ve ruhumuz karardı. Ullin kalktı elinde harp ve Alpin’in şarkısını sundu bize – Alpin’in sesi içtendi, Ryno’nun ruhu bir alev huzmesi. Ama hemen uyudular dar yuvada, sesleriyse yavaş yavaş söndü Selma’da. Bir zamanlar, yiğitler düşmeden önce, Ullin avdan döndü. Onların tepedeki şarkı yarışmalarını işitti. Türküleri yumuşak, ama acıklıydı. Yiğitlerin ilki Morar’ın ölümünden yakınıyordu. Onun ruhu da Fingal’ın ruhu gibiydi, kılıcı, Oskar’ın kılıcı gibi – Ama düştü ve babası feryat etti, kızkardeşinin gözleri yaşla doldu, görkemli Morar’ın kızkardeşi Minona’nın gözleri yaşla doldu. Fırtınalı yağmurun gelişini önceden görüp, güzel başını bir bulutun ardında saklayan batıdaki ay gibi, o da Ullin’in şarkısından önce geri çekildi. – Harpa vurdum Ullin ile feryadın şarkısı için. Ryno: Geçti rüzgâr ve yağmur, öğle vakti dupduru, bulutlar parçalanıyor. Çekine çekine ışıtıyor tepeyi sebatsız güneş. Kızıl akıp gidiyor dağın ırmağı vadide. Mırıltın tatlı, ırmak; ama işittiğim ses daha da tatlı. Alpin’in sesi, ölülere yakınıyor. Başı eğik yaşlılıktan, yaşlı gözü kırmızı. Alpin! görkemli şarkıcı! niçin yalnızsın suskun tepede? niçin feryat ediyorsun bir bora gibi ormanda, bir dalga gibi uzak sahilde? Alpin: Gözyaşlarım, Ryno, ölüler için, sesim mezar sakinleri için. Narinsin tepede, güzelsin fundalığın oğulları arasında. Ama sen de düşeceksin Morar gibi ve oturacak mezarında yas tutan. Tepeler unutacak seni, yayın yerde kalacak gerilmeden. Hızlıydın sen, ey Morar, tepede bir karaca gibi, korkunç gökyüzünde gece ateşi gibi.
Öfken bir fırtınaydı, dövüşte kılıcın fundalıkta çakan şimşek gibi. Sesin yağmurdan sonra orman ırmağına benziyordu, uzak tepelerdeki gök gürlemesine. Kimileri düştü kolunun gücü karşısında, öfkenin yalımı yeyip bitirdi onları. Ama savaştan döndüğün zaman, ne denli barışçıldı alnın! fırtınadan sonra güneşe benziyordu çehren, suskun gecede aya eş, göl gibi sakin göğsün, rüzgârın uğultusu dinince. Daracık şimdi evin! kapkaranlık yerin! üç adımda ölçüyorum mezarını, ey sen! sen ki öyle yüceydin! yosun başlı dört taş tek belleğin, yaprağı dökülmüş bir ağaç, rüzgârda fısıldaşan uzun otlar, avcıya güçlü Morar’ın mezarını işaret ediyor. Sana ağlayacak bir ana, sevginin gözyaşlarıyla bir kız yok. Seni doğuran ölü, Morglan’ın kızı düştü. Asasında kim bu? Kim, gözleri yaştan kızaran, bu ak başlı yaşlı? O senin baban, ey Morar! senden başka oğlu olmayan baba. Savaşta ününü işitti, darmadağın olan düşmanları duydu; Morar’ın şanını işitti! Ah! yarasından hiçbir şey? Ağla, Morar’ın babası! ağla! ama oğlun seni işitmiyor. Derindir ölülerin uykusu, alçaktır tozdan yastıkları. Hiçbir zaman kulak vermez artık sese, hiç uyanmaz senin çağrınla. Ey, ne zaman sabah olacak mezarda, uyuyana seslenmek için: Uyan! Elveda! insanların en soylusu, meydan savaşı fatihi! Ama meydan seni hiç görmeyecek artık! Hiçbir zaman ışımayacak karanlık orman senin çeliğinle. Bir oğul bırakmadın ardında, ama şarkılar adını yaşatacak, gelecek zamanlar senin adını dinleyecek, düşen Morar’ın öyküsünü dinleyecek. Yiğitlerin yası sesliydi, en sesli Armin’in patlayan ahı. Bu ona kendi oğlunun ölümünü anımsattı, gençlik günlerinde düştü o.
Carmor kahramanın yakınında oturuyordu, inleyen Galmal’ın Prensi. Niçin hıçkırıyor Armin’in ahı? diye konuştu, ne var burada ağlayacak? Şarkı ve türkü, ruhu tatlı tatlı eritmek ve eğlendirmek için, tınlamıyor mu? gölden vadiye yükselirken püsküren hoş sis gibiler, ve açan çiçeklere doluyor nem; ama güneş yine gelir bütün gücüyle ve sis gitmiştir. Niçin böyle yürekler acısı haldesin, Armin, gölle çevrili Gorma’nın hükümdarı? Yürekler acısı! Hoş, öyleyim, elemimin illeti de az değil. – Carmor, sen oğul yitirmedin, çiçek gibi açan bir kız evlât yitirmedin; Colgar, o yiğit yaşıyor, kızların en güzeli Annira da. Evinin dalları çiçekleniyor, ey Carmor; ama Armin soyunun sonuncusu. Karanlık yatağın, ey Daura! kördür uykun mezarda – Ne zaman uyanacaksın şarkılarınla, o uyumlu sesinle? Haydi! ey güz rüzgârları! haydi! esin fırtınayla karanlık fundalığın üstünden! Orman ırmakları, çağıldayın! uluyun fırtınalar, meşelerin ucunda! Dolan kopuk bulutlar arasında, ey ay, göster arada soluk benzini! Anımsat bana, çocuklarımın öldüğü, Arindal’ın, o kudretlinin düştüğü, Daura’nın, o aşkın bittiği, o ürkünç geceyi. Daura, kızım benim, güzeldin sen! Fura tepelerindeki ay gibi güzel, beyaz yağan kar gibi, soluyan hava gibi tatlı! Arindal, yayın güçlüydü senin, çevikti ciritin savaş alanında, bakışın sis gibiydi dalgada, kalkanın hücumda bir ateş bulutu! Armar, savaşta ünlü, gelip talip oldu Daura’nın sevgisine; kız fazla direnmedi. Güzeldi umutları arkadaşlarının. Erath, Odgal’ın oğlu, kızgındı, zira uzanmış yatıyordu Armar’ın vurduğu kardeşi. Sandalcı kılığında geldi. Güzeldi sandal dalgalarda, lüleleri ak yaşlılıktan, ciddi yüzü sakin. Kızların en güzeli, dedi, Armin’in sevimli kızı, orada kayalıkta, gölde, pek uzak değil, kızıl meyvanın ağaçtan parıldadığı yerde, Armar orada bekliyor Daura’yı; geliyorum, onun sevgisine dalgaları yuvarlanan denizde yol göstermeye.
Onu izledi ve Armar’a seslendi; kayalığın sesinden başka yanıt veren olmadı. Armar! benim sevdiğim! sevdiğim! niçin beni böyle korkuttun! Dinle, Arnath’ın oğlu! dinle! Daura, seni çağıran! Erath, o hain, gülerek kaçtı karaya. Kız sesini yükseltti, babasına, kardeşine ünledi: Arindal! Armin! Daurasını kurtaracak kimse yok mu? Sesi denizden geldi. Arindal, benim oğlum, tepeden aşağıya indi, avdan haşin, okları yanda şakırdadı, yayı elindeydi, beş karaboz köpeği etrafındaydı. Gözüpek Erath’ı kıyıda gördü, yakalayıp onu meşe ağacına bağladı, kalçalarından sımsıkı sardı, ipe vurulanının iniltisi rüzgârları doldurdu. Arindal, kayığıyla dalgalara açılır, Daura’yı alıp getirmek için. Armar hiddetiyle gelip, boz tüylü okunu fırlattı, tınlayıp kalbine saplandı, ey Arindal, oğlum benim! Erath’ın, o satılmışın yerine sen öldün, kayık kayalığa ulaştı, orada yığılıp öldü. Ayaklarının dibinde kardeşinin kanı aktı, neydi o feryadın, ey Daura! Dalgalar kayığı parçaladı. Armar kendini denize attı, Daurasını kurtarmak, ya da ölmek için. Tepeden hemen esen şiddetli bir darbe dalgalara vurdu, o battı ve bir daha çıkmadı. Denizin yıkadığı kayalıkta yalnız kızımın yakınılarını işittim. Çok ve tizdi bağrışı, ama babası onu kurtaramadı. Bütün gece kıyıda durdum, cılız ay ışığında onu görüyordum, bütün gece bağrışını dinledim, gürültülüydü rüzgâr ve yağmur dağın yamacını sertçe kamçılıyordu. Sesi, sabah çıkmadan, zayıfladı, kayaların otları arasındaki akşam havası gibi ölüp gitti. Feryatla yüklü ölerek, Armin’i yalnız bıraktı. Savaştaki gücüm yok oldu, kızların arasındaki gururum yerle bir. Dağın fırtınaları çıkınca, yıldız yeli dalgaları kabartınca, çınlayan kıyıda oturup, ürkünç kayalığa bakıyorum.
Çoğunlukla batan ayda çocuklarımın ruhlarını görüyorum, yarı alaca birlikte hüzünlü bir dirlikle yürüyorlar. – – Lotte’nin gözlerinden bir yaş seli koptu ve sıkışan yüreği ferahladı, Werther’in söyleyişi aksadı. Kâğıdı atıp, ellerine sarıldı ve en acı gözyaşlarıyla ağladı. Lotte, ona yaslanıp, mendiliyle gözlerini gizledi. İkisinin de devinimleri ürkünçtü. Soyluların yazgısında kendi sefaletlerini duyumsadılar, birlikte duyumsadılar ve gözyaşları onları birleştirdi. Werther’in dudakları ve gözleri, Lotte’nin kollarında yandı; bir ürpertiyle sarsıldılar; Lotte uzaklaşmak istediyse de, acı ve şefkat, baygınlık veren kurşun gibi üstüne çöktü. Kendine gelmek için soluk aldı ve hıçkırarak ondan gitmesini rica etti, bütün tanrısal sesiyle yakardı! Werther titredi, kalbi çatlayacak gibi oldu, kâğıdı yerden alıp, yarı kırık okudu: Niçin uyandırıyorsun beni, bahar havası? Ruhumu okşayıp konuşuyorsun: Göğün damlalarıyla çiğ düşerim! Ama solma zamanım yakın, yapraklarımı koparacak fırtına yakın! Yarın o yolcu gelecek, beni güzelliğimle gören gelecek, gözü tarlada çepçevre beni arayacak ve bulamayacak. – Bu sözlerin bütün kudreti zavallının üstüne abandı. Tam bir çaresizlik içinde kendini Lotte’nin ayaklarına attı, ellerine sarılıp, onları gözlerine bastırdı, alnına götürdü ve ürkünç niyetinin sezgisi Lotte’nin ruhunda süzülür gibi oldu. Duyuları karmaşıklaştı, Werther’in ellerini alıp, göğsüne bastırdı, mahzun bir hareketle ona eğildi ve kızgın yanakları birbirine değdi. Dünyayı unuttular. Werther kollarını dolayıp, onu bağrına bastı ve Lotte’nin titreyen, kekeleyen dudaklarını azgın öpüşlerle örttü. – Werther! diye bağırdı boğuk, geri çekilerek, Werther! – ve takatsız eliyle göğsünden itti; Werther! diye seslendi en soylu duygunun ölçülü sesiyle. – Werther direnmedi, onu kollarından saldı ve kendini anlamsız biçimde onun önüne attı. Lotte, kuvvetle kendini çekti ve ürkek bir telaşla, aşkla öfke arasında sarsılarak konuştu: Bu son! Werther! Beni artık hiç görmeyeceksiniz. – Ve aşk dolu bakışı bedbahtın üstünde, yan odaya koşup, ardından kapattı. Werther, arkasından kollarını uzattı, tutmaya cesaret edemedi.
Başı kanepede, yerde uzanıyordu, ve bir sesle kendine gelinceye kadar, yarım saatten fazla bu durumda kaldı. Bu, sofrayı hazırlamak isteyen hizmetçi kızdı. Werther, odanın içinde bir oraya bir buraya yürüdü, yine yalnız olduğunu fark edince, küçük odanın kapısına yaklaşıp alçak sesle çağırdı: Lotte! Lotte! bir tek söz daha! bir elveda! – Lotte susuyordu. Bekledi, yalvardı, bekledi; sonra kopup seslendi: Elveda, Lotte, ebediyen elveda! Kent kapısına geldi. Ona artık alışmış olan bekçiler, bir şey demeden bıraktılar, çıktı. Yağmurla kar arası serpinti vardı, ancak on bire doğru yine kendi kapısını çaldı. Werther eve gelince, hizmetkârı, efendisinin şapkasız olduğunu fark etti. Bir şey söylemeye cesaret edemedi, onun giysilerini çıkardı, her şey ıslaktı. Daha sonra şapka tepenin vadiye bakan yamacındaki bir kayanın üstünde bulundu; karanlık, ıslak bir gecede düşmeden oraya nasıl tırmandığı anlaşılmaz bir şey. Yatağa girip, uzun uzun uyudu. Hizmetkâr, ertesi sabah çağrı üzerine kahveyi getirdiği zaman, onu yazı yazar buldu. Lotte’ye mektubunda şunları yazıyordu: Son defa artık, son defa açıyorum bu gözleri. Ah, güneşi görmesinler, koyu sisli bir gün örtüyor onu. Böyle yas tut artık, doğa! oğlun, dostun, sevgilin sonuna yaklaşıyor. Lotte, bu benzersiz bir duygu, yine de kendi kendine söylemek için, ağaran düşe en yakın o: bu son sabah. Son! Lotte, bu sözün bir anlamı yok benim için: son! Şimdi bütün gücümle durmuyor muyum, yarın ise, yerde pörsük uzanmış olacağım.
Ölmek! ne demek bu? Bak, ölümden söz ederken, düş görüyoruz. Ben kimilerini ölürken gördüm; ama insanlığın ufku öyle dar ki, varlığının başıyla sonu hakkında bir fikri yok. Daha benim şimdi, senin! senin, ey sevgili! Ve bir an – kopmuş, ayrılmış – belki ebediyen? – Hayır, Lotte hayır – Nasıl yok olabilirim ben? nasıl yok olabilirsin sen? – Biz varız ya! – Yok olmak! – Ne demek bu? Bu yine bir söz! boş bir seda! kalbim için hissiz. – – Ölü, Lotte! soğuk toprağa gömmek, dapdaracık! zifiri karanlık! – Umarsız gençliğimde her şeyim olan bir kız arkadaşım vardı; öldü ve cenazesinin peşinden tabutu indirip, urganları altından dızlatarak çektikleri mezarının başında durdum – nasıl da yine çabucak yukarda topladılar, sonra ilk kürek aşağıya topaklandı ve korkak sanduka boğuk bir ses yansıttı ve daha boğuk, hep daha boğuk derken sonunda örtüldü! – Mezarın yanıbaşında yere yıkıldım – müteessir, sarsılmış, ürkmüş, en içimden parçalanmış, ama ne olduğumu bilmedim – ne olacağımı – Ölmek! mezar! bu sözleri anlamıyorum! Ah, affet beni! affet beni! Dün! Yaşamımın son anı olmalıydı. Ey, melek! ilk defa, ilk defa tamamen kuşkusuz canımın en içinde sonsuz haz duygusu beni kızgın kor haline getirdi: Beni seviyor! beni seviyor! Dudaklarımda, hâlâ seninkilerden akan kutsal ateş yanıyor; yeni sıcak sonsuz haz yüreğimde. Affet beni! affet beni! Ah, biliyordum, beni sevdiğini, gönül dolu ilk bakışlarından biliyordum, ilk el sıkışmadan, yine de, ben gidince, Albert’i senin yanında görünce, yine ateşli bir şüpheyle ümitsizliğe kapılıyordum. Benimle bir tek söz konuşamadığın, elini bile veremediğin o meşum topluluk yüzünden, bana gönderdiğin çiçekleri hatırlıyor musun? oh, yarı gece onların önünde diz çöktüm, bana olan sevgini mühürlüyordu onlar. Ama ah! bu izlenimler, gökler dolusu kutsal, gözle görülür işaretlerle kendisine sunulan Tanrı’nın lütfu duygusu ruhundan tekrar yavaş yavaş sıvışan dindar gibi, geçip gitti. Bütün bunlar geçici, ama hiçbir sonsuzluk, dün dudaklarından tattığım, içimde hissettiğim, korlu yaşamı söndüremeyecek! Beni seviyor! Bu kol onu sardı, bu dudaklar onun dudaklarında titredi, bu dudak onunkinde kekeledi. O benim! sen benimsin! evet, Lotte, ebediyen. Ve nedir bu, Albert’in kocan olması? Koca! Bu olsa olsa bu dünya için – ve seni sevmem, seni onun kollarından koparıp kendi kollarıma almak istemem, bu dünya için günah? günah? Peki, ben de bunun için kendi kendimi cezalandırıyorum; bütün sonsuz kutsal hazzı, bu günahı, tattım, hayat iksirini ve gücünü kalbime emdim. Bu andan itibaren sen benimsin! benim, ey Lotte! Ben önden gidiyorum! Pederime gidiyorum, pederine.
Ona yakınacağım, o da, sen gelinceye kadar beni teselli edecek, ve seni karşılamaya uçacağım, seni tutup, sonsuzluk karşısında, ebedi sarılışlarla senin yanında kalacağım. Rüya görmüyorum, hayal görmüyorum! mezarın yakınında aydınlanıyorum. Biz var olacağız! birbirimizi tekrar göreceğiz! Anneni göreceğiz! onu göreceğim, onu bulacağım, ah, ona bütün kalbimi dökeceğim! Annen, senin benzerin. – Saat on bire doğru Werther, acaba Albert döndü mü diye, hizmetkârına sorar? Hizmetkâr: evet, dedi, atını geçerken görmüş. Bunun üzerine bey kendisine açık bir kâğıt verir, içeriği şöyle: Acaba bana niyet ettiğim bir yolculuk için tabancanızı ödünç verebilir misiniz? Hoşça kalınız! Sevgili kadın son gece az uyudu; korktuğu gerçekleşmişti, ne sezinleyebildiği, ne de korktuğu biçimde gerçekleşmişti. Aslında öylesine arı ve rahat dolanan kanı hummalı bir infial içindeydi, güzel kalbini binbir çeşit duyumsama harap etti. Göğsünde hissettiği, Werther’in sarmalarının ateşi miydi? onun cüretkârlığına öfkeli tepki miydi? şimdiki durumunu, bir zamanlar tamamen bağsız özgür masumiyetiyle, tasasız özgüveniyle karşılaştırmasının sıkıntısı mı? Kocasının karşısına nasıl çıkacaktı? pekâlâ itiraf edebileceği, yine de itiraf etmeye cesaret gösteremediği bir sahneyi ona nasıl açıklamalı? Bunca zaman karşılıklı susmuşlardı, şimdi o mu olmalıydı bu susmayı ilk bozan, uygunsuz bir vakitte kocasına işte böyle hiç beklenmeyen bir açıklamayı yapan? Werther’in sırf ziyaretinden söz etmenin bile, hoş olmayan bir etki yapacağından korkmaya başladı, ve hele bu beklenmedik facia! Kocasının onu salt doğru bir ışıkta göreceğini, salt önyargısız algılayacağını umabilir miydi? ve kocasının, onun ruhunu okumasını isteyebilir miydi? Ve yine de, karşısında hep kristal sırça gibi serbestçe durmuş olduğu ve hiçbir duygusunu ondan gizlemediği, gizleyemediği adam karşısında rol yapabilir miydi? O da, bu da sıkıntı yaratıyor ve onu çok zora sokuyordu; ve düşüncesi hep kaybettiği, bir türlü bırakmak istemeyip de, ne yazık! terk etmek zorunda kaldığı, ama Lotte’yi kaybedince, elinde hiçbir şeyi kalmayan Werther’e dönüyordu.
O an bir türlü anlayamadığı, aralarına yerleşen tutukluk, şimdi nasıl ağır üzerine binmişti! Böylesine anlayışlı, böylesine iyi insanlar bazı belli ayrılıklar yüzünden, aralarında susmaya başladılar, her biri kendisinin haklı, öbürünün haksız olduğunu düşünür oldu, böylece ilişkiler öyle karıştı ve kışkırtıldı ki, her şeyin pamuk ipliğiyle bağlı göründüğü tekinsiz bir anda düğümü çözmek imkânsız oldu. Eskiden olduğu gibi, mutlu bir samimiyet onları yeniden birbirine yakınlaştırıp, karşılıklı sevgi ve hoşgörü aralarında hayat bulsa ve kalplerini açmış olsaydı, o zaman belki dostumuz da hâlâ kurtarılabilirdi. Garip bir durum daha eklendi buna. Werther, mektuplarından öğrendiğimize göre, bu dünyayı terk etmek özlemini hiçbir zaman gizlememişti. Albert, bu yüzden onunla sık sık atışmıştı, Lotte ile kocası arasında da bu bazen söz konusu olmuştu. Bu eyleme karşı kesin bir tavır koyan kocası, aslında hiç de tabiatına uymayan bir çeşit duyarlılıkla, böyle bir girişimin gerekçesine ilişkin ciddiyetten duyduğu kuşkuyu belli eder, hatta bunun üzerine şakalar yapmaya yeltenir, buna inanmadığını Lotte’ye de bildirirdi. Gerçi bu Lotte’yi, düşünceleri o acıklı görüntüye kaydığı zaman, bir yandan sakinleştiriyordu, öte yandan ama, kocasına o anda kendisine eziyet veren sıkıntılarını anlatmaktan alıkoyduğunu hissediyordu. Albert dönünce, Lotte onu tedirgin bir telâş içinde karşıladı; keyfi yoktu, işleri iyi gitmemişti, komşu yerin hukuk danışmanı, eğilmez bükülmez, dar ufuklu biriydi. Kötü yol da keyfini kaçırmıştı. Bir şey olup olmadığını sordu, o da tezcanlı cevap verdi: Werther dün akşam buradaydı. Mektup geldi mi diye, sordu, bir mektupla paketlerin odasında olduğu yanıtını aldı. Oraya gidince, Lotte de yalnız kaldı. Sevip saydığı adamın varlığı, kalbinde yeni bir etki yarattı. Yüce gönlünün, sevgisinin ve iyiliğinin anısı onu daha sakinleştirdi, gizli bir çekimle ardından gitmek istedi, eline işini alıp, çokça yaptığı gibi, adamın odasına gitti.
Onu, paketleri açıp okur buldu. Bazılarının hoş şeyler içermediği anlaşılıyordu. Ona bazı sorular yöneltti, adam kısa yanıtlar vererek, yazı yazmak üzere, kürsünün başına geçti. Bu şekilde bir saat birlikte oldular, ama Lotte’nin gönlü gittikçe daha çok karardı. Kalbindekini, pek keyifli olsa bile, kocasına açmanın, ne kadar güç olacağını hissetti: Gizlemeye ve gözyaşlarını yutkunmaya çalıştıkça, daha korkulu olan bir elemin içine düştü. Werther’in hizmetkârı görününce, Lotte’yi en büyük sıkıntıya boğdu; oğlan elindeki kâğıdı Albert’e uzattı, o da karısına dönüp: Tabancayı ver ona, dedi. – Ona mutlu yolculuklar dilediğimi ilet, dedi delikanlıya. – Bu, Lotte’yi bir gök gümbürtüsü gibi vurdu, kalkarken sersemledi, neye uğradığını bilmedi. Yavaş yavaş duvara yürüyüp, silahı indirdi, üstündeki tozu aldı, duraksadı, Albert sorgulayan bir bakışla onu sıkıştırmasaydı, belki de daha uzun süre tereddütte kalacaktı. Ağzından bir tek söz çıkaramadan, uğursuz aleti oğlana verdi, ve o evden çıkınca, işini toplayıp, hiç anlatılmaz bir belirsizlik içinde odasına çekildi. Kalbi, bütün dehşetleri önceden biliyordu. Hemen kocasının ayaklarına kapanıp, her şeyi, dün akşamın öyküsünü, kendi suçunu ve sezgilerini açıklamak istedi. Sonra yine bu girişiminden bir sonuç çıkmayacağını gördü, en az da kocasını Werther’e gitmeye iknayı umut edebiliyordu. Masa kurulmuştu ve sadece bir şey sormak için gelen iyi bir kız arkadaşı hemen gitmek istemesine karşın – kaldı, masadaki sohbeti biraz çekilir kıldı; kendilerini zorladılar, konuştular, anlattılar, kendilerini unuttular. Lotte’nin verdiğini öğrenince, Werther silâhı getiren oğlandan hayranlıkla aldı. Ekmekle şarap isteyip, oğlanı yemeğe gönderdikten sonra, yazmaya oturdu: Senin ellerin değdi onlara, tozlarını aldın, bin defa öpüyorum onları, elin değdi: ey sen, göklerin ruhu, kararımı kolaylaştırıyorsun! ey sen, Lotte, bana aleti sunuyorsun, elinden ölümü arzuladığım sen, ve ah! şimdi bulduğum. Oh, oğlanı sorguya çektim. Bunları ona verirken ellerin titriyormuş, elveda demedin! Eyvah! eyvah! elvadasız! – Beni sana ebediyen bağlayan an yüzünden, kalbini bana kapatmış olabilir misin? Lotte, bin yıl bile o izlenimi silemez! ve hissediyorum, senin için böylesine yanan birinden nefret edemezsin.
Yemekten sonra, oğlana, her şeyi toplayıp paketlemesini buyurdu, pek çok kâğıdı yırttı, dışarı çıkıp ufak tefek borçlarını karşıladı. Yine eve geldi, yine çıktı, kapının önüne, yağmura aldırmaksızın, Kontun bahçesine gitti, çevrede dolanıp durdu ve gecenin sökünüyle dönüp yazdı: Wilhelm, son bir defa tarlayı, ormanı ve gökyüzünü gördüm. Sana da elveda! Sevgili annem, beni bağışlayın! Onu teselli et, Wilhelm! Tanrı’ya emanet olun! İşlerimin hepsi tamam. Size elveda! Yine ve daha sevinçli görüşeceğiz. Sana kötü davrandım, Albert, sense beni bağışlıyorsun. Evinin huzurunu bozdum, aranıza kuşkuyu soktum. Elveda! sonuna getirmek istiyorum. Ölümüm sayesinde mutlu olunuz! Albert! Albert! meleği mutlu et! O zaman Tanrı’nın lütfu üstüne olsun! – Akşam kâğıtlarını daha çokça karıştırdı, bir çoğunu yırtıp sobaya attı, birkaç paketi de Wilhelm’in adresiyle mühürledi. Bazılarını gördüğüm küçük denemeleri, düşünce kırıntılarını kapsıyorlardı; ve saat onda ateşe baktırdıktan ve bir şişe şarap getirttikten sonra, bütün öbür ev çalışanlarının yatak odaları gibi, odası evin çok arkalarında olan hizmetkârı yatmaya gönderdi, oğlan da sabaha hemen hazır olmak için, giysileriyle uzandı; zira efendisi, posta atlarının altıdan önce evin önünde olacağını söylemişti. On birden sonra. Çevremde her şey öyle dingin, ruhum öyle huzurlu. Şükür sana, Tanrım, bu son anlara bu sıcaklığı, bu gücü bağışladığın için. Pencereye geliyorum, biriciğim! bakıyorum ve hâlâ akın akın kaçıp giden bulutların arasından ebedi gökyüzünün tek tük yıldızlarını görüyorum! Hayır, siz düşmeyeceksiniz! ebedi varlık sizi kalbinde taşıyor ve beni. Takımyıldızlar arasında en sevdiğim Büyük Ayı’nın arış yıldızlarını görüyorum.
Gece senden ayrılıp, kapından dışarıya çıkınca, karşımda duruyordu. Nasıl bir esriklikle onu sık sık seyrettim! ne çok ellerimi kaldırarak, onu kendi uğurumun işareti, kutsal alameti yaptım! bir de – Oh, Lotte, bana seni anımsatmayan bir şey var mı! beni sarmıyor musun! ve her çeşit küçük şeyi doyumsuz bir çocuk gibi, ey kutsal kadın, elinin değdiği her şeyi kapmadım mı! Sevgili gölge resim! Onu sana geri veriyorum, Lotte, ve ona değer vermeni diliyorum. Binlerce, binlerce öpücük kondurdum ona, evden çıkınca, eve gelince, bin selam verdim. Bir notla babandan cesedimi korumasını diledim. Kilise avlusunda iki ıhlamur var, arka köşede tarla tarafında; orada yatmak istiyorum. Bunu dostu için yapabilir, yapmalıdır. Sen de rica et. Dini bütün Hristiyanlardan, vücutlarını bir zavallı bahtsızın yanına yatırmalarını bekleyemem. Ah, beni gelip geçen papazın, din adamının, mahut taşın önünden duayla geçtikleri, iyi yürekli insanın yaş döktüğü, bir yol kıyısında ya da ıssız bir vadide gömmenizi isterdim. İşte, Lotte, ölümün baş dönmesini içeceğim, soğuk, ürkünç kupayı tutmaktan ürpermiyorum! Onu bana sen sundun, ben de tereddüt etmiyorum. Hep! hep! Böylece yaşamımda dilek ve umutların hepsi yerine geldi! Ölümün tunçtan kapısını öyle soğuk, öyle sert çalmak için. Senin için ölmek mutluluğuna ermiş olmam! Lotte, senin için can vermek! Yaşamının huzurunu ve hazzını yine yaratabileceksem, senin için cesaretle, sevinçle ölmek istedim. Ama ah! sevdikleri için kanlarını akıtıp, ölümleriyle dostlarına daha yüz defa yeni bir hayat kıvılcımı vermek, ancak az sayıda soyluya bağışlanmış. Bu giysiler içinde, Lotte, gömülmek istiyorum, onlara senin elin değdi, kutsandı; babandan da bunu istedim. Ruhum, tabutun üstünde süzülüyor. Ceplerim aranmasın. Seni ilk defa çocukların arasında gördüğüm zaman göğsünde taşıdığın bu soluk kırmızı fiyong – ah, çocukları bin defa öp ve onlara talihsiz arkadaşlarının yazgısını anlat.
Sevimliler! çevremde fıkır fıkır kaynaşıyorlar. Ah, nasıl kilitlendim sana! ilk andan itibaren seni bırakamadım! – Bu fiyong benimle birlikte gömülsün. Doğum günümde onu bana armağan ettin! Bütün hepsini nasıl da içime çektim! – Ah, yolun beni buraya getireceğini düşünmedim! – – Sakin ol! yalvarıyorum, sakin ol! – Dolduruldular – On ikiyi vuruyor! Öyleyse tamam! – Lotte! Lotte, elveda! elveda! – Bir komşu, barutun alevini gördü ve patlamayı işitti; her şey sakin kaldığı için, buna daha fazla aldırmadı. Sabah altıda elinde ışıkla hizmetkâr içeriye girer. Yerde efendisini, tabancayı ve kan görür. Bağırır, ona yapışır; yanıt yok, yalnızca hırıldıyordu. Hekime, Albert’e koşar. Lotte, çıngırağın çekildiğini işitince, eli ayağı titrer. Kocasını uyandırır, kalkarlar, hizmetkâr uluya, kekeleye haberi verir, Lotte, bayılarak Albert’in önüne düşer. Hekim, talihsizin yanına geldiğinde, onu kurtuluşsuz yerde bulur, nabzı vuruyordu, elleri ayakları kötürümdü. Sağ gözünün üstünden kafasına ateş etmişti, beyni dışarı çıkmıştı. Üstüne üstlük bir de kol damarından kan salındı, hâlâ soluk alıyordu.
Koltuğun dirsekliğindeki kana bakıp, yazı masasının önünde oturarak, eylemi gerçekleştirdiği sonucunu çıkarmak mümkündü, sonra yere yığılıp, koltuğun çevresinde çırpınmış. Pencere tarafında takatsız sırtüstü yatıyordu, çizmeleri ayağında, sarı yelekli mavi frakıyla baştan ayağa giyinikti. Ev, komşular, kent ayağa kalktı. Albert girdi. Werther yatağa kaldırılmış, alnı sarılmıştı, yüzü ölü yüzü gibiydi, hiçbir üyesi kımıldamıyordu. Ciğeri hâlâ bazen güçlü, bazen zayıf ürkünç hırıldıyordu; sonunun gelmesi bekleniyordu. Şaraptan yalnızca bir bardak içmişti. Kürsüde Emilia Galotti açılmış duruyordu. Albert’in şaşkınlığını, Lotte’nin perişanlığını anlatmama gerek yok. Yaşlı danışman, haber üzerine, koşup geldi, sımsıcak gözyaşlarıyla ölmek üzere olanı öptü. En büyük oğulları da hemen onun arkasından yürüyerek geldiler, en bastırılmaz acının ifadesiyle yatağın kenarında çöktüler, ellerini, ağzını öptüler ve onun hep en çok sevdiği en büyük oğlan, canını teslim edinceye ve zorla çekilinceye kadar dudaklarına yapışık kaldı. Öğleyin on ikide öldü. Danışmanın orada olması ve düzenlemeleri bir koşuşmayı önledi. Gece on bire doğru, onu seçtiği yere gömdürdü. İhtiyarla oğulları cenazenin ardından yürüdüler, Albert ise buna dayanamadı. Lotte’nin yaşamından korkuluyordu. Hizmetkârlar onu taşıdılar. Hiçbir din adamı yoktu.
Genç Werther’in Acıları | J.Wolfgang Goethe