Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaBilimPsikolojiBen,Sen,O | Sosyal Zeka - Daniel Goleman

Ben,Sen,O | Sosyal Zeka – Daniel Goleman

Sen ve O

Kız kardeşi kısa bir süre önce ölmüş olan bir kadın, kendi kız kardeşini birkaç yıl önce kaybetmiş bir erkek arkadaşının telefon edip başsağlığı dilediğini anlattı bana. Arkadaşı taziyelerini bildirmiş ve onun empatili sözlerinden duygulanan kadın, kardeşinin uzun süren hastalığının dokunaklı ayrıntılarıyla onu kaybetmekten duyduğu büyük üzüntüden söz etmişti.

Ancak telefonda konuşurken hattın öbür ucunda bilgisayar tuşlarının tıkırtısını duyabilen kadın, sonunda ne olduğunu anlamıştı: Arkadaşı bu acılı anında onunla konuşurken, bir yandan da e-postalarını yanıtlıyordu. Söyledikleri giderek anlamsız, zoraki ve konuyla ilgisiz bir hal almıştı.

Telefonu kapattıktan sonra, kendini çok kötü hissederek, keşke arkadaşım hiç aramasaydı diye düşünmüştü. Tam da Avusturya asıllı felsefeci Martin Buber’in “Ben-O” etkileşimi dediği şeyin darbesini hissetmişti içinde.

Buber’in yazdığına göre, Ben-O etkileşiminde bir taraf ötekinin öznel gerçekliğine ayak uyduramaz, ona karşı gerçek bir empatisi yoktur; alıcının bakış açısından bu, apaçık bir bağlantısızlık olabilir. Arkadaşı belki de kız kardeşini yitiren kadını arayıp taziyelerini bildirmek zorunda olduğunu hissetmiş, ama tam bir duygusal bağlantı kuramaması, arayışını boş bir jest haline getirmişti.

Buber, ‘Ben-O’terimini sadece kayıtsız, mesafeli olandan, tamamen istismarcıya kadar uzanan ilişkiler yelpazesini tanımlamak için icat etmiştir. Bu yelpaze içinde, ötekiler nesnelere dönüşür: Birisine bir kişiden çok, bir eşya gibi davranırız.

Psikologlar, insanları sadece kendi amaçları doğrultusunda kullanılacak araçlar olarak gören, başkalarına karşı bu soğuk yaklaşımı nitelemek için “etkin/özerk” terimini kullanırlar. Beni ilgilendiren sizin hisleriniz değil de, sadece sizden istediğim şeyse, etkin/özerkimdir.

Bu benmerkezci tarz, sizin hislerinizin benim için önemli olmanın ötesinde beni değiştirdiği, üst düzey bir karşılıklı empati hali olan “bağlaşık”la tezat oluşturur. Bağlaşık olduğumuzda, karşılıklı bir geribildirim döngüsü içinde kaynaşmış olarak eşgüdümlü kalırız. Etkin/özerk anlardaysa, bağlantımız kopar.

Başka işler ya da zihinsel meşgaleler dikkatimizi böldüğünde, konuştuğumuz kişiye ayırabileceğimiz bölüm azalarak, “otomatik pilota bağlanmışçasına” sadece sohbeti rota üzerinde tutacak kadar dikkat göstermemize izin verir. Daha fazla mevcudiyet göstermemiz istenirse, bunun sonucu “kopuk” gelen bir etkileşim olacaktır.

Birden çok zihinsel meşgale, rutinin ötesine geçen, özellikle de duygusal açıdan sorunlu alanlara giren her sohbete zarar verir. Telefonda başsağlığı dilerken başka işle meşgul olan kişi kötü bir niyet beslememiş olabilir. Ama modern yaşamın bu yaygın iptilasına kapılarak birçok işle aynı anda meşgul olduğumuzda ve etkinliklerin karışımına bir de konuşma eklendiğinde, kolaylıkla “O” tarzına geçeriz.

Ben-Sen

Bir restoranda yan masadan şu anlatıya kulak misafiri oldum:

“Kardeşimin kadınlarla şansı hiç yaver gitmiyor. İlk evliliği bir felaketti. Otuz dokuz yaşında ve tam bir inek. Teknik becerileri inanılmaz, ama sosyal becerisi sıfır.

“Son zamanlarda ‘hızlı randevulaşma’yı deniyor. Bekar kadınlar ayrı ayrı masalarda oturuyor, erkekler de masadan masaya dolaşarak her kadınla tam beş dakika konuşuyorlar. Beş dakika dolunca bir zil çalıyor ve birlikte olmak isteyip istemediklerini değerlendiriyorlar. İstiyorlarsa, ileride bir randevu ayarlamak üzere birbirlerine eposta adreslerini veriyorlar.

“Fakat kardeşim şansının içine ediyor. Ne yaptığını gayet iyi tahmin edebiliyorum: Oturur oturmaz durmaksızın kendisi hakkında konuşmaya başlıyordur. Onu bir daha görmek istediğini söyleyen kimse çıkmadı şimdiye dek.”

Aynı amaçla, opera şarkıcısı Allison Charney de bir “randevu testi” uyguluyordu: Buluştuğu kişi ona içinde “sen” sözcüğü bulunan bir soru sorana kadar geçen zamanı tutuyordu. Bir yıl sonra evlendiği Adam Epstein’la ilk randevusunda, kronometreyi başlatacak zamanı bile bulamamıştı; adam testten tam puan almıştı.

Bu “test” kişinin bağlantı kurma, ötekinin iç gerçekliğine girerek onu anlamayı isteme kapasitesini ölçer. Psikanalistler, iki kişinin iç dünyalarının kaynaşmasını tanımlamak üzere, biraz biçimsiz olan “intersübjektivite” terimini kullanıyorlar. “Ben-Sen” deyimiyse, aynı empatik bağlantıyı betimlemenin daha şairane bir yoludur.

Avusturya kökenli Buber’in ilişkiler felsefesi üzerine 1937’de yayımlanan kitabında anlattığı gibi Ben-Sen; eşler, aile üyeleri ve sıkı dostlar arasındaher zaman değilse de çoğunlukla bulunan özel bir bağ, uyumlu bir yakınlıktır. Almancada Buber’in kullandığı –Du- dostların ve sevgililerin birbirine hitap etme biçimi olan “sen”dir.

Felsefeciliği kadar mistik bir yanı da olan Buber için, Sen’in aşkın bir boyutu vardır. İnsanın İlahi Varlık’la ilişkisi, sonsuza dek sürdürülebilen tek Ben-Sen bağlantısı, eksikli insanlığımızın nihai ülküsüdür. Ancak Ben-Sen’in gündelik biçimleri, basit saygı ve nezaketten şefkat ve hayranlığa kadar, sevgimizi göstermenin sayısız yoluna uzanır.

Ben-O ilişkisinin duygusal kayıtsızlığı ve uzaklığı, Ben-Sen’in uyumluluğuyla doğrudan tezat oluşturur. Ben-O tarzına büründüğümüzde, diğer insanları başka bir amacın araçları olarak görürüz. Ben-Sen tarzında ise tam tersine, onlarla ilişkimiz kendi başına bir amaç haline gelir. Üst yol, ussallık ve biliş becerisiyle, O için yeterli olabilir. Uyum sağladığımız Sen ise alt yolu devreye sokar.

O ile Sen arasındaki sınır geçirgen ve akışkandır. Her Sen bazen O’ya dönüşür; her O da Sen’e dönüşebilir. Bir Sen muamelesi görmeyi beklediğimizde, O berbat bir his verir, tıpkı şu boş telefon konuşmasında olduğu gibi. Böyle anlarda. Sen kuruyup büzüşerek O haline gelir.

Empati Ben-Sen’e kapı açar. Sadece yüzeyden değil, daha geniş kapsamlı bir karşılık veririz; Buber’in deyişiyle, Ben-Sen “ancak tüm varlığını ortaya koyarak dile getirilebilir.” Ben-Sen bağlantısının belirleyici bir niteliği, “hissedildiğini hissetmek”, yani gerçek empatinin hedefi olan birinin bunu açıkça duyumsamasıdır. Böyle anlarda diğer kişinin ne hissettiğimizi bildiğini sezer, yani tanındığımızı duyumsarız.5

İlk psikanalistlerden birinin deyişiyle, danışan ile terapisti, duygusal bağlantıları yoğunlaştıkça “aynı ritimde salınırlar”; 2. Bölüm’de gördüğümüz gibi, bu durum fizyolojik olarak da gerçekleşir. Hümanist kuramcı Cari Rogers’in önerdiği gibi, sağaltıcı empati, terapistin danışanın hislerini anlamakla kalmayıp, onun anlaşıldığını bir “Sen” olarak tanındığını hissetmesini sağlayacak kadar danışanına uyum sağladığında oluşur.

Hissedildiğini Hissetmek

Japonyalı bir psikiyatr olan Takeo Doi, Amerika’ya ilk kez ayak bastıktan kısa bir süre sonra tuhaf bir olay yaşamıştı. Yeni tanıştırıldığı birini evinde ziyaret ediyordu; ev sahibi Doi’ye aç olup olmadığını sormuş ve “isterseniz dondurmamız var,” diye eklemişti.

Doi aslında hayli acıkmıştı. Ama henüz doğru dürüst tanımadığı birisinin aç olup olmadığını sorması, ona ters gelmişti. Japonya’da asla böyle bir şey sorulmazdı.

Japon kültürünün örf ve adetlerine bağlı kalan Doi, acıktığını itiraf edememiş ve dondurma teklifini geri çevirmişti.

Doi, aynı zamanda ev sahibinin üstelemesini beklediğini de hatırlıyor. Ev sahibinin, “Peki o zaman” deyip konuyu kapatması üzerine hayal kırıklığına uğramıştı.

Doi, Japonya’da bir ev sahibinin onun acıktığını anlayıp, sormaya hiç gerek duymadan yiyecek bir şeyler çıkaracağını belirtiyor.

Diğer kişinin ihtiyaç ve hislerini sezip, talep gelmeden bunlara karşılık vermek, Japon kültüründe (ve genellikle Doğu Asya kültürlerinde) Ben-Sen tarzına verilen büyük değerin bir göstergesidir. Japonca amae sözcüğü, empatinin olağan karşılandığı ve dikkati üzerine çekmeden gereğinin yapıldığı bu duyarlılığa gönderme yapar.

Amae ortamında, hissedildiğimizi hissederiz. Takeo Doi, anne çocuk ilişkisindeki o sıcak bağlantısallığı annenin bebeğin ihtiyaçlarını içgüdüsel olarak sezmesini bu yoğunlaştırılmış uyumun ilk örneği olarak görüyor. Japonların gündelik yaşamında bu uyum her yakın ilişkiyi kapsayarak, sıcak bir yakınlık atmosferi yaratmaktadır.

Amae ‘nin karşılığının bulunmadığı İngilizcede, bu türden uyumlu bir ilişkiye gönderme yapan bir sözcüğün varlığı çok yararlı olurdu. Amae, şu deneysel gerçeğe işaret eder: En kolay uyumu, yakın aile üyeleri ve akrabalar, sevgililer veya eşler, eski dostlar gibi, tanıdığımız ve sevdiğimiz insanlarla sağlarız. Birbirimize ne kadar yakınsak, Amae o kadar güçlüdür.

Amae, uyumlu insanlarda birbirine koşut his ve düşüncelerin karşılıklı harekete geçirilmesini olağan karşılar. Dile getirilmeyen tavır şöyle bir şeydir: Ben bunu hissediyorsam, sen de hissediyor olmalısın, o halde sana ne istediğimi, hissettiğimi ya da gereksindiğimi söylememe gerek yok. Bunu sezecek kadar benimle uyum halinde olmalı, dolayısıyla da bir şey söylenmeksizin gereğini yapmalısın.

Bu görüş sadece duygusal bakımdan değil, bilişsel olarak da mantıklıdır. İlişkimiz ne kadar güçlüyse, birbirimize karşı açık ve dikkatli olma ihtimalimiz o kadar artar. Paylaştığımız kişisel geçmiş ne kadar fazlaysa, ötekinin ne hissettiğini o kadar kolay sezeriz ve ortaya çıkan durumlarla ilgili düşünce ve tepkilerimiz de bir o kadar benzer olur.

Günümüz felsefe çevrelerinde Buber’in modası geçti ve onun yerini, ilişkiler üzerine yorumlarıyla büyük ölçüde Fransız felsefeci Emmanuel Levinas doldurdu. Levinas’ın ileri sürdüğü gibi, Ben-O en yüzeysel ilişki türünü, diğer kişiye uyum sağlamaktan çok onun hakkında düşünmeyi ima eder. Ben-O yüzeysel kalırken, Ben-Sen derinlere iner. Levinas’a göre “O”, Sen’i üçüncü tekil şahıs, salt bir fikir olarak, samimi ilişkiden en uzak mesafede tanımlar.

Felsefeciler, düşünce ve davranış tarzımızı yöneten üstü örtülü dünya anlayışlarını, kurgulanmış sosyal gerçekliğimizin görünmez dayanakları olarak görürler. Bu bilgi, tüm kültürde, bir aile içinde, ya da insanlar arasındaki herhangi bir zihinsel buluşmada dile getirilmeden paylaşılabilir. Levinas’ın işaret ettiği gibi, böylesi bir ortak anlayış “etkileşim halindeki iki kişiden doğan şey”dir; bireysel, öznel dünya anlayışımızın kökleri, ilişkilerimizde yatar.

Freud’un uzun zaman önce ortaya koyduğu üzere, insanlar arasında anlamlı ortak noktalar kuran her şey “benzer hisler” doğurur; çekici bir potansiyel eşle bir sohbet başlatmayı başaran, bir yabancıyla satış görüşmesi yapan, ya da sadece uzun bir uçak yolculuğunda yanındakiyle zaman geçiren herkesin fark ettiği bir olgudur bu. Ancak Freud, bu yüzeysel bağlantının altında, yoğun bir döngüsel ilişkinin düpedüz bir özdeşleşme, yani ötekiyle kendinin neredeyse aynı ve bir olduğuna dair bir duygu yaratabileceğini görmüştü.

Sinirsel düzeyde, benim “seni tanımam”, senin duygusal modellerinle zihinsel haritalarının bende yankılanması demektir. Haritalarımız ne kadar örtüşürse, kendimizi o kadar özdeşlemiş hissederiz ve yarattığımız ortak gerçeklik de o kadar büyük olur. Birbirimizle özdeşleştiğimizde, aklın kategorilerinde bir tür birleşme olur; böylece bilinçdışı olarak, bizim için en önemli olan şeyler hakkında, neredeyse kendimiz hakkında düşündüğümüz gibi düşünürüz. Örneğin evli çiftlerde, eşler genellikle birbirlerinden hoşnut olmaları durumunda benzer yönlerini farklılıklarından daha kolay sayarlar. Aksi halde, farklılıklar ön plana çıkar.

Zihinsel haritalardaki benzerliğin biraz ironik olan bir diğer göstergesi, kendimize uyguladığımız saptırılmış düşünce tarzını en çok değer verdiğimiz insanlara da uygulama eğilimimizdir. Örneğin, kötü şeylerin başkalarının başına gelmesi olasılığının, kendimize veya üzerine titrediğimiz insanlara kıyasla daha fazla olduğuna dair aşırı iyimser bir “bağışıklık yanılsaması”na kapılırız. Genellikle kendimizin veya sevdiklerimizin kansere yakalanması veya bir araba kazası geçirmesi ihtimalinin, diğer insanlara kıyasla çok daha düşük olduğunu tahmin ederiz.

Birlik deneyimi kimliklerin birleşmesi ya da paylaşılması hissi başka birinin bakış açısını benimsediğimizde artar ve olayları onun açısından gördüğümüz sürece güçlenir. Empati karşılıklı hale geldiği an, özellikle zengin bir ahenk oluşur. Bir döngü içinde birleşen iki kişinin zihinleri kaynaşır, hatta birbirlerinin cümlelerini rahatça tamamlarlar; evlilik araştırmacılarının “çok yoğun olumlama” dedikleri canlı bir ilişkinin işaretidir bu.

Ben-Sen, değer verilen öteki kişinin o sırada diğer herkesten ayrı olarak algılandığı, tüm ayırıcı özellikleriyle tanındığı, birleştirici bir ilişkidir. Bu tür derin temaslar, yakın ilişkilerimizde en canlı biçimde anımsadığımız anlardır. Buber, “Gerçek anlamda yaşamak, buluşmaktır,” diye yazarken, tam da bu bütünüyle çevrimsel ilişkiyi kastetmiştir.”

Azizlik mertebesine yükselmedikçe, karşılaştığımız herkesle her zaman bir Sen ilişkisi kurmaya çalışmak, kendimizden çok şey beklemek olur. Buber’e göre, olağan koşullarda yaşam kaçınılmaz olarak bu iki tarz arasında gidip gelir; bizler bir tür bölünmüş benliğe, “sınırları özenle ayrılmış iki mıntıka”ya sahibiz: biri O, diğeri Sen. Sen, bağlantılı olduğumuz anları kapsar. Ama hayatın ayrıntılarını O tarzında, işlerin yapılmasına odaklı faydacı iletişimler aracılığıyla ele alırız.

O Tarzının Yararları

New York Times’ın köşe yazarlarından Nicholas Kristof, saygın gazetecilik kariyeri ve araştırmacı gazeteciliğiyle Pulitzer Ödülü’ne layık görülmüştü. Savaşlara, açlık salgınlarına ve son yirmi-otuz yılın önemli felaketlerine tanıklık ederken, bir gazeteci olarak tarafsızlığını hep korumuştu.

Ancak bir gün Kamboçya’da bu tarafsızlığını yitirdi. Dünyanın her yerinde binlerce çocuğun seks tacirlerine köle olarak satılmasıyla ilgili skandalı araştırdığı sırada oldu bu.

O belirleyici an, Kamboçyalı bir çöpçatan kendisine Srey Neth adlı ufak tefek, titrek bir yeniyetme kız getirdiğinde yaşandı. Kristof, kendi deyişiyle “gazeteciliğe fena halde ters düşen” bir şey yaparak kızı 15 dolara satın aldı.

Kristof, Srey Neth’i ve bir başka bir kızı köylerine geri götürüp serbest bırakarak, yeni bir yaşama başlamalarına yardımcı oldu. Bir yıl sonra Srey Neth, Pnom Penh’te bir estetik okulunu bitirmek üzereydi ve kendi güzellik salonunu açmak için sabırsızlanıyordu. Öteki kız ise trajik bir şekilde, yine para kazanmanın kolay yoluna doğru sürükleniyordu. Köşesinde bu kızlardan bahseden Kristof çok sayıda okuyucuyu etkileyerek, Srey Neth ve onun gibi kızların yeni bir hayata başlamalarına yardım eden bir hayır kuruluşuna bağış yapmak üzere harekete geçirdi.

Nesnellik, gazetecilik etiğinin temel ilkelerinden biridir. İdeal bir gazeteci, tarafsız bir gözlemci olarak olayları herhangi bir şekilde müdahale etmeksizin izler ve haber verir. Kristof ise kesin sınırları olan gazetecilik rolünden çıkıp, o tarafsız bölgeyi aşarak habere bizzat müdahil olmuştu.

Gazeteciliğin kuralı, doktorlardan polis memurlarına kadar birçok başka meslek erbabının kuralları gibi, Ben-O ilişkisini zorunlu kılar. Bir cerrah, hislerinin zihin açıklığını etkilemesi ihtimaline karşı, yakından ilişkili olduğu birisini ameliyat etmemelidir; bir polis memuru, teoride, kişisel bir bağlantının tarafsızlığına gölge düşürmesine asla izin vermemelidir.

Araya bir “profesyonel mesafe” koyma ilkesi, her iki tarafı da görevlerinin icrasında duyguların istikrarsız, önceden kestirilemeyen etkisinden korumayı amaçlar. O mesafeli tutumu sürdürmek, bir kişiyi kendi rolünün bağlamında hasta, suçlu olarak uyum sağlamaksızın görmek anlamına gelir. Alt yol bizi anında diğer kişinin sıkıntısına bağlarken, prefrontal sistemler daha net bir biçimde düşünebilmemiz için aradaki mesafeyi artırır. Üst ve alt yollar arasında kurulan denge, empatiyi etkili hale getirir.

Günlük yaşamda O tarzının belirgin avantajları vardır, en azından sıradan işleri aradan çıkarmamızı sağlar. Dile getirilmeyen sosyal kurallar, hangi insanlarla duygusal döngü içine girmememiz gerektiğine karar verirken bize yol gösterir. Günlük yaşam bunun örnekleriyle doludur: Ne zaman birisiyle sadece sosyal rolü bağlamında bir garson, dükkandaki bir tezgahtar olarak etkileşime girmemiz beklense, ona tek boyutlu bir O gibi muamele ederek, “geri kalan” yanlarını, insan kimliğini göz ardı ederiz.

Yirminci yüzyıl Fransız filozofu Jean Paul Sartre, bu tek boyutluluğu modern yaşamdaki daha geniş çaplı bir yabancılaşmanın belirtisi olarak görmüştür. Toplumsal rolleri bir tür “seremoni”, başkalarına bir O muamelesi yaptığımız ve karşılığında aynı şekilde muamele gördüğümüz, senaryosu iyi yazılmış bir davranış tarzı olarak betimlemiştir. “Bakkalın, terzinin, müzayedecinin bir oyunu vardır; bu oyunda müşterilerini, kendilerinin bir bakkal, bir terzi, bir müzayedeciden başka bir şey olmadıklarına ikna etmeye çalışırlar.”

Ne var ki Sartre, bu Ben-O paravanı sayesinde bitmek bilmeyen bir dizi Ben-Sen karşılaşmasından kaçınmanın sağladığı yararlardan hiç bahsetmemiştir. Bir garsonun ağırbaşlı mesafeliliği onu özel hayatına yapılacak müdahalelerden kurtarır, aynı zamanda hizmet ettiği müşteriler için de bir mahremiyet alanı yaratır. Kendi rolünün dışına çıkmaması işini verimli yapmasını sağlarken, bu arada dikkatini sadece hayal kurmayı ve fantezileri içerse bile özel ilgi ve uğraşlarına yönelterek içsel özerkliğini korur. Rolü, toplumsal yaşamda bile ona bir mahremiyet hücresi sunar.

Havadan sudan konuşmak, böyle kaldığı sürece, bu hücreyi tehdit etmez. “O” rolündeki kişi her zaman birisiyle bir “Sen” olarak ilgilenme, geçici olarak tam bir insan kişiliğine bürünme seçeneğine sahiptir. Fakat genelde rolün kendisi bir tür perde işlevi görerek, onu dolduran kişiyi kısmen gizler. En azından başlangıçta gördüğümüz şey kişi değil, O’dur.

Senli benli olduğumuz tanıdıklarla karşılaştığımızda, karşılıklı dikkat, gülümseme, eşgüdümlü duruş, hareketler ve benzeri şeylerden oluşan sözsüz bir dansa ikimiz de katıldığımız ölçüde, aramızdaki ahenk yükselir. Profesyonel bir roldeki biriyle buluştuğumuzda ise, bir ihtiyaca veya istenilen bir sonuca odaklanmaya eğilimli oluruz. Yardım amaçlı resmi rollerdeki doktor, hemşire, danışman, psikoterapist gibikişilerle etkileşen insanlar üzerinde yapılan araştırmalar, oradaki standart ahenk öğelerinin, gayri resmi temaslarda bulunanlar arasındakine kıyasla her iki tarafta da çok daha zayıf olduğunu göstermektedir.

Bu amaca yönelik odaklanma, her iki tarafa da aşılması gereken bir zorluk çıkarır. Sonuçta ahenk, profesyonel temasın etkililiği bakımından da önemlidir. Psikoterapide terapist ile danışanı arasındaki kimya, işleyen bir ittifakın oluşup oluşmayacağını belirler. Tıbbi hizmetlerde iyi bir ahenk, hastanın doktoruna tavsiyelerine uyacak kadar güvenmesini sağlar.

Yardım amaçlı mesleklerde çalışan insanlar, profesyonel ilişkilerinde ahenk öğelerinin işlemesini sağlamak için daha fazla çaba göstermelidirler. Tarafsızlıklarının, en azından bir parça Ben-Sen duygusunun filizlenmesine yetecek kadar empatiyle dengelenmesi gerekir.

Reddedilmenin Acısı

Mary Duffy o hakikat anınıartık bir kişi olarak değil de, sadece “B2 no’lu odadaki karsinoma” olarak bilindiğini anladığı anı göğüs kanseri ameliyatından sonraki sabah yaşadı.

Hiç habersiz, beyaz önlüklü yabancılar bir doktor ve bir grup tıp öğrencisi tarafından kuşatıldığında, Duffy hala yarı uykudaydı. Doktor, tek kelime etmeden battaniyesini üstünden çekip, sanki bir vitrin mankeniymiş gibi geceliğini çıkararak onu çıplak bıraktı.

İtiraz edemeyecek kadar mecalsiz olan Duffy, kendisini görmezlikten gelen doktora hitaben ancak iğneleyici bir “Eh, günaydın,” demeyi başarabildi.

Doktor ona yanıt vereceğine, yatağın çevresini saran tıp öğrencilerine karsinoma üzerine bir ders vermeye başladı. Öğrencilerse nesnel bir kayıtsızlık içinde, kadının çıplak bedenine bakıyorlardı.

Nihayet doktor Duffy’ye doğrudan hitap etmeye tenezzül edip, “Daha gaz çıkarmadın mı?” diye sordu.

Duffy, “Hayır, üçüncü buluşmadan önce yapmam bunu,” diye nükteli bir yanıtla biraz insanca bir hava yaratmaya çalıştığında ise, doktor alınmış gibi bir tavır aldı, sanki hayal kırıklığına uğratılmıştı.

Oysa Duffy’nin o anda acilen istediği tek şey, doktorun kendisine azıcık da olsa itibar kazandıracak küçük bir jestle insan kişiliğini olumlamasıydı. Bir Ben-Sen anına ihtiyacı vardı. Bulduğu ise soğuk bir O dozuydu.

Duffy gibi biz de, döngüsel bir bağlantı kurmayı beklediğimiz birinin, şu ya da bu nedenle çemberin öbür ucundan tutmayı başaramaması durumunda kaçınılmaz bir şekilde rahatsız oluruz. Sonuçta, annesinin ilgi göstermek istemediği bir bebek gibi, kendimizi yoksun kalmış hissederiz.

Bu incinme duygusunun sinirsel bir temeli vardır. Beynimiz sosyal reddedilişleri, fiziksel olarak incindiğimiz zaman etkinleşen bir alana diğer şeyler arasında, bedensel acının sıkıntılı duyumlarını da ürettiği bilinen ön singulat kortekse (ya da ACC’ye)kaydeder.

UCLA’da bu konuyu araştıran Matthevv Lieberman ve Naomi Eisenberger, ACC’nin, reddedilme tehlikesini saptayan ve beynin diğer kısımlarını buna göre tepki vermeleri için uyaran bir sinirsel alarm sistemi işlevi gördüğünü öne sürüyorlar. Onlara göre, ACC bu şekliyle, beyni fiziksel zararlara karşı uyaran mevcut donanımın sırtında taşınan bir “sosyal bağ sistemi”nin parçasını oluşturuyor.

Reddedilme, beynin öne çıkarmak üzere tasarlanmış gibi göründüğü ilkel bir tehdidi çağrıştırır. Lieberman ve Eisenberger, insanlığın tarih öncesinde bir grubun parçası olmanın sağ kalım açısından hayati önem taşıdığını hatırlatıyorlar; dışlanmak o sıralarda bir idam hükmü olabilirdi, bugün doğadaki yavru memeliler için hala geçerli bir durumdur bu. Beynin acı merkezi sosyal dışlanmaya karşı bu duyarlılığı, muhtemel kovulma konusunda bir uyarı işareti olarak ve belki de bizi tehlike altındaki ilişkiyi düzeltmeye teşvik etmek amacıyla geliştirmiş olabilir.

Bu fikir, bir terslemenin yakıcı sızısını belirtmek için kullandığımız mecazları da mantıklı hale getirir; “kırık kalp” ya da “incinmiş hisler”, duygusal sancının fiziksel yapısını ima eder. Bedensel ve sosyal acının bu şekilde eşitlenmesi, insanların konuşmasında da zımnen kabul edilmiş görünmektedir: Dünyanın birçok dilinde sosyal acıyı betimleyen sözcükler, bedensel incinmeyi ifade eden deyimlerin sözlüğünden alınmadır.

Etkileyici bir örnek olarak, ACC’si hasar görmüş bir maymun yavrusu annesinden ayrıldığında, sıkıntısını bağırarak belirtmeyi beceremez; doğasındaki böyle bir eksiklik, kolaylıkla yavrunun yaşamını tehlikeye sokabilir. Benzer şekilde, ACC’sinde lezyonlar olan bir ana maymun, sıkıntı içindeki bir yavrusunun çığlıklarına tepki olarak onu korumak amacıyla kendine çekemez. İnsanlarda, bebeğinin ağladığını duyan bir annenin ACC’si, karşılık verinceye kadar etkin kalır.

Çok eski zamanlardan gelen bağlantılarımızı koruma ihtiyacımız, gözyaşı ile kahkahanın neden beynin en eski parçası olan beyin sapında birbirine yakın alanları paylaştıklarına açıklama getirebilir. Gülmek ve ağlamak doğum ve ölümler, düğünler ve uzun süre ertelenen yeniden buluşmalar gibi çok önemli sosyal bağlantı anlarında kendiliğinden doğan tepkilerdir. Ayrılmanın hüznü de, sosyal bağ kurmanın neşesi de, bağlantının ilkel gücünü ortaya koyar.

Yakınlık ihtiyacımızın karşılanmaması, duygusal bozukluklara yol açabilir. Psikologlar sorunlu, tehlikeye girmiş ilişkilerin neden olduğu özel mutsuzluğu tarif etmek için “sosyal depresyon” terimini icat etmişlerdir. Toplumdan dışlanmaya da bunun korkusu aynı zamanda kaygının da en yaygın nedenlerinden biridir. Dahil olma hissi, sıklıkla sosyal temas ya da çok sayıda ilişki kurmaktan çok, birkaç kilit ilişkide kendimizi ne derece kabul görmüş hissettiğimize dayanır.

Terk edilme, ayrılma ya da reddedilme tehlikesine karşı tetikte bekleyen bir donanım sistemine sahip olmamız boşuna değildir: Bunlar bugün simgesel tehlikeler olsa da, bir zamanlar yaşamın kendisine karşı gerçek bir tehdit oluştururlardı. Yine de, bir Sen olmayı umarken, sanki hiç önemimiz yokmuş gibi bir O muamelesi görmek, bize keskin bir acı verir.

Empati mi, Yansıtma mı?

Yeni bir hastayla ilk karşılaşmasını anlatan bir psikanalist, inceden inceye bir tedirginlik hissettiğini hatırlıyordu. “Bunun kolaylıkla kapıldığım birçok kaygı türünden biri olduğunu belli belirsiz fark ettim,” dedi bana.

Onu bu kadar tedirgin eden neydi? Dikkatle dinlediği hastasını tepeden tırnağa süzerken, en rahatsız edici ayrıntının, hastanın üzerindeki jilet gibi ütülenmiş, hiç kırışıksız pantolon olduğunu fark etmişti.

Acı bir ifadeyle, “Eddie Bauer’ın ana katalogundan çıkmış gibi” görünen hastasının yanında kendisini “standart dışı bedenlerin ve defolu malların talep üzerine temin edilebileceğini bildiren arka sayfadaki ek”e benzettiğini söyledi.

Psikanalist öyle huzursuz olmuştu ki, kırış kırış pamuklu pantolonunun paçalarını düzeltmek için, göz temasını hiç kaybetmeden iskemlesinde öne doğru eğilmişti.

Daha sonra hasta, annesinin yüzündeki katı ve sessiz hoşnutsuzluk ifadesinin güçlü anısını anlatmıştı. Bu da, kendi annesinin ütülü pantolon giymesi için defalarca yaptığı ikazları hatırlayan psikanalistin kafasında bir çağrışım yapmıştı.

Psikanalist, o anı ince ayarlı bir empatinin terapide oynadığı hayati role örnek olarak anlatmıştı; kendi deyişiyle bu anlar, terapistin hastasının karşısında “tam hedefi” bulduğunu hissettiği, onun içinde hangi hislerin uyandığını isabetle sezebildiği anlardı. Ne yazık ki, analistin hissettiği şeylerin bir kısmı kendi duygusal haznesinden kaynaklanır ve kendi içsel gerçekliğinin hastanınkine yansıtılması şeklini alır. Yansıtma diğer kişinin içsel gerçekliğini göz ardı eder: Yansıtma yaparken, ötekinin bizim gibi hissettiğini ve düşündüğünü varsayarız.

Bu eğilim uzun zaman önce, insan doğasında “kendi duygularımızın aynısını” başkalarına yüklemek ve “kafamızda en çok yer işgal eden fikirleri her yerde bulmak” gibi “kayda değer bir eğilim” gözlemlemiş olan David Hume tarafından fark edilmişti. Ancak tam bir yansıtmada, hiçbir uyum ya da ayar kaygısı gütmeden, sadece kendi dünyamızın haritasını başka birininkinin üstüne çizeriz. Kendi iç dünyalarının içinde kaybolmuş insanların, o duyarlılığı algıladıkları herhangi bir kimseye yansıtmaktan başka seçenekleri yoktur.

Bazıları, her empati ediminin incelikli bir yansıtma içerdiğini, yani başka birine ayak uydurmanın, kendi içimizde, yanılgıyla da olsa kolaylıkla ona atfedebileceğimiz hislerle düşünceleri tetiklediğini ileri sürmektedirler. Psikanalistin önündeki zorluk, kendi yansıtmalarını teknik deyimle “karşı aktarım”ı gerçek empatiden ayırt etmektir. Terapist kendi içindeki hislerin hangilerinin hastanınkileri yansıttığını ve hangilerinin kendi geçmişinden geldiğini fark ettiği ölçüde, hastanın gerçekte ne hissettiğini çözebilir.

Yansıtma ötekini bir O yapıyorsa, empati de ötekini bir Sen olarak görür. Biz kendi algımızı öteki kişinin gerçekliğine “uydurmaya” çalışırken, empati bir geribildirim döngüsü yaratır. Kendi tepkilerini gözleyen terapist, ilk önce kendi bedeninde hissettiği, ama oradan kaynaklanmayan bir duyguyu fark edebilir; o duygu, hastada sezdiği bir şeyden kaynaklanmaktadır. Anlamı ise, danışan terapist ilişkisi geliştikçe, aralarında gide gele tekrarlandıkça ortaya çıkacaktır. Daha sonra empati uyumu artırırken, terapist de o içsel anlamı paylaşarak öteki kişinin deneyimini kendisine geri yansıtabilir.

Kendimizi iyi hissetmemiz bir ölçüde başkalarının bizi bir Sen olarak görmesine bağlıdır; bağlantı kurma arzumuz, en azından ayakta kalmayı destekleyen ilkel bir insani ihtiyaçtır. Bugün o ihtiyacın sinirsel yankısı, O ile Sen arasındaki farka karşı duyarlığımızı yükseltmekte ve sosyal dışlanmayı bedensel acı kadar derinden hissetmemize yol açmaktadır.

Bir O muamelesi görmek bizi bu kadar tedirgin ettiğine göre, demek ki ötekileri hep öyle görenler özellikle rahatsız edicidir.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments