Ölümden çok korktuğum halde, kendimi hayattan koparmamak için çeşitli çarelere başvurmam gerekiyordu.
Bu ruh hali benim de kendini şöyle gösteriyordu: Bu hayat, birinin bana oynadığı aptalca, kötü bir oyundan başka bir şey değildi. Beni yaratan “birini” kabul etmiyorsam da, şöyle bir düşünce gayet normal geliyordu: Beni dünyaya getirmekle son derece aptalca ve kötü bir şaka yapmıştı birisi.
İster istemez gözümün önüne geliyordu ki, orada bir yerlerde alay edip gülen birisi vardı.
Bu, benim otuz – kırk yıl boyunca öğrenerek, gelişerek, vücutça ve kafaca büyüyerek nasıl yaşadığımı ve şimdi aklım tam olgunluğuna ermişken ve hayatın zirvesine ulaşmışken nasıl da zirveden kuşbakışı bakarak, beni deliler delisinin “ hayatta hiç kimse yoktur ve olmayacaktır” görüşüne ulaştığımı seyrediyor, ve gülüyor.
Benimle eğlenen böyle biri, ister var olsun, ister olmasın, mesele benim için değişmiyor. Hayatımda hiçbir harekete akıllıca bir anlam veremiyordum. Bunu daha baştan kavrayamadığıma şaşıyordum yalnızca. Bütün bunlar, bizce artık çoktan malum. Bugün – yarın hastalık ve ölüm, sevdiğim insanları ve beni yakalayacak (zaten yakalamıştı bile) ve geriye pis koku ve kurtçuklardan başka bir şey kalmayacak.
Başarılarım, nasıl olurlarsa olsunlar, er geç unutulacak ve ben hayatta olmayacağım. O halde bütün bu çaba niye? İnsanoğlu bunu nasıl göremez ve yaşamaya devam eder, bu şaşılacak bir şey doğrusu! Ancak hayatın sarhoşluğuna kapılmışsa yaşayabilir insan. Ayılır ayılmaz, bunun yalnızca bir yanılma, hem de aptalca bir yanılma olduğunu görür! Mesele bu ya! Komik ya da esprili bir yanı bile yok; sırf acımasızca ve aptalca.
Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları anlatan o şark masallarını kim bilmez ki. Seyyah, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak için, susuz bir kuyuya atar kendini. Orada, kuyunun dibinde bir ejderha görür, onu yutmak için ağzını açmıştır. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen, ama ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlayamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasında yetişen bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur.
Elleri uyuşur ve az sonra, kendisini her iki tarafta bekleyen felaketin kucağına düşeceğini hisseder, ama hala sımsıkı yapışıp durmaktadır dala. O sırada biri kara biri beyaz iki farenin, onun tutunduğu dalın çevresinde dolaşıp dalı kemirmekte olduklarını görür. Birkaç dakikası vardır, çalı kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir. Seyyah bunu görür ve kurtulma şansının olmadığını bilir. Ama havada debelendiği sürece, çevresine bakınmaktadır. Çalının yapraklarında bal damlaları görür, dilini uzatıp bunları yalamaya koyulur.
İşte ben de aynen öyleyim, ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim halde, hayatın dallarına tutunuyorum ve bu azaba niye düştüğüme bir türlü aklıma almıyor. Ve şimdiye kadar bana teselli vermiş olan balı emmeyi deniyorum.
Ama, bal bana tat vermez oldu artık; beyaz ve siyah fareler, gece gündüz tutunduğum dalı kemirmekteler. Ejderhayı açık seçik görüyorum ve bal bana tatlı gelmiyor artık. Ben sadece, kendilerinden kaçamayacağım o ejderha ile fareleri görüyorum; gözümü onlardan çeviremem. Ve bu bir masal değil, bir gerçektir. Aksi ispatlanamaz ve herkesin algılayabileceği bir hakikattir.