2000’li yıllarda roman üretiminin altın çağı yaşanıyor. Tam da kapitalizmin ruhuna uygun biçimde, karakteristiğini edebi değerde değil sayılarda bulan bir altın çağ bu. Yeni roman ve yeni yazar sayısında her yıl kırılan rekorlar bir yana, çok satan kitapların ulaştığı satış rakamları da Türkiye koşulları göz önüne alındığında “göz kamaştırıcı”.
Tırnak içine alıyorum “göz kamaştırıcılığı”. Gözlerimizin kamaştığı an, bir ilüzyon yaşıyor; çok satan yazarları dergi kapaklarına, gazetelerin magazin sayfalarına ve TV programlarına taşıyarak görünür hale getirirken kitap satışlarını biraz daha körükleyen bu kısır döngüyü farkedemiyoruz. Göz boyamacılığın farkına varıp itiraz edenlerse başarılı olanı çekememezlikle suçlanıyor. Bu nedenle şu bıktırıcı “çok satarlık” meselesini bir kez daha tartışmaya açmak gerekiyor.
Yanlış anlaşılmalara mahal vermemek için bir ilk uyarıyla başlayalım: Kitap üretimi kapitalist üretimin bir parçasıdır. Bu nedenle her edebi ürün başta yazar olmak üzere ürünün üretim sürecinde yer alan herkesin maddi ihtiyaçlarının karşılanması meselesini önümüze koyar. Bu, para kazanmak gayesi de güden yazınsal faaliyetlerin edebi değerden yoksun olacağı anlamına gelmez. Unutmayalım ki, edebiyat tarihinin pek çok başyapıtı Victor Hugo, Dostovyevski, Balzac ya da Alexandre Dumas gibi yazarların “nakite sıkışıklığının” ürünüdür. Daha önce de yazmıştım, bir kez daha vurguluyorum; tartışılması gereken ve edebi açıdan sorun çıkaran şey, bir kitabın çok sevilip çok satması değil, daha ilk baştan çok satmak amacıyla, çok satarlık kalıpları gözetilerek kaleme alınmasındadır. Bir edebiyat eserinin okuyucuyla buluşması, çok satması ve sonuçta edebiyat sektörüne girdi sağlamasından rahatsızlık duyması kimseyi rahatsız etmiyor. Hatta edebi değer yoksunu ürünlerin satış rakamlarından da endişelenmiyoruz. Sorun ettiğimiz bir yazarın ve ürününün –romanının– değerinin sayılarla ifade edilmesinde.
Bir kitabı “çoksatar” –ya da “bestseller”– yapan şey o kitabın çok satmasından ya da popülerleşmesinden bağımsızdır. İster aşkı anlatsın ister nefreti, ister polisiye olsun isterse korku, “çoksatarlık” bir anlatım kalıbıdır:
Grundrisse’deki mükemmel ifadesiyle: “Üretimin tüketim için yarattığı tek şey nesne değildir. Üretim aynı zamanda tüketime özgüllüğünü, karakterini, cilasını verir; artık nesne herhangi bir nesne değil, üretimi tarafından dolayımlanan kendine göre bir adaba göre tüketilecek özgül bir nesnedir. Açlık açlıktır, ama çatal bıçakla yenilecek pişmiş etle giderilen açlık başka, eller tırnaklar dişler yardımıyla çiğ eti mideye indiren açlık başkadır. O halde üretim yalnız nesneyi değil, aynı zamanda tüketim tarzını da; yalnız nesne olarak değil, aynı zamanda öznel olarak da üretmektedir.
Üretim öyleyse tüketiciyi yaratmaktadır” der Marx. Genel üretimin tarzının özel bir alt alanı olan edebi üretim tarzına geçersek eğer, her edebi metinin kendi üretiminin toplumsal ilişkilerini de içerdiğini görebiliriz; “her metin bağlı olduğu görenekler gereği nasıl tüketilebileceğini dolaylı olarak belirtir ve kendi içinde nasıl, kimin tarafından, kimin için üretildiği bellidir. Kendi üretilebilirliğinin tüketilme kapasitesi ile tanımlayarak her metin belli bir okur kitlesi önerir”..! Ama tüketim de ortaya ürünlerin bir ürün olarak varolabilmelerini sağlayan bir özne koymakla, üretimi dolayımlar. Üretici(yazar), tüketicisini(okuyucusunu) seçerken nasıl bir ürün(roman) üreteceğini de belirler.
Tüm özellikleriyle okuyucu edebiyatı gözüyle bakılabilir bu edebiyata. Olanca varlığını belirleyen okuyucudur da ondan. Yazar yalnızca, ama yalnızca okuyucunun isteklerine uygun bir gereç durumundadır…. Okuyucu ne istiyorsa o, nasıl istiyorsa öyle ortaya konur bu edebiyatta her şey. Okuyucu acılı yazılardan mı hoşlanıyor, her sayfada gözyaşı fırsatı kollar yazar; gülünç şeylerden hoşlanıyorsa okuyucu, gülüş avcılığına başlar yazar. Yapıtların mutlu bir sona mı bağlanacağı, yoksa bir düzine kahramanın ardarda ölmesi mi gerekeceği hep okuyucunun eğilimine göre ayarlanır. Okuyucu korkuya, sertliğe düşkünse yontulmamış kuvvetler çıkarır sahneye; çıtkırıldım ilişkiler modaysa, inceldiği yerden kopacak bağlarla örgütlenir olaylar (…) Dilce hemen tanıyabileceğimiz bir kılığa bürünmüştür bu edebiyat. Çığırtkan adlardan, merak uyandıran başlıklardan geçilmez. Konuşmalar sürükleyicidir. Yığın okuyucusunu sıkmayacak niteliktedir anlatış. Sanatça özentiye yer yoktur. Günlük dil kullanılır geniş ölçüde. Söz bölüklerinden en çok nitelemelere, abartıcı nitelemelere başvurulur. Bir kadının güzel olduğunu söylemek için, salt güzelliğini anlatan bir dizi niteleme yan yana konur; bir erkeğin yakışıklı olduğunu söylemek için, yakışıklılık yansıtan tüm niteleme göstergeleri sergilenir. Az çok iyi bir insan en-iyi olur böylece, kötü yanları olan biri de kötünün kötüsü…. Aşktır, cinayettir, serüvendir en çok işlenen. Acıklı, görkemli, eğlendirici, ayran kabartıcı sahnelere sık sık rastlanır. Derin denilen konulara el atılsa bile, bunların yığının anlama ve beğeni olanakları çerçevesinde geliştirileceği açıktır.
“Çoksatar” romanlar görünenin altındaki gerçeği çelişkileriyle birlikte ortaya çıkarmaya çalışmazlar. Zaten ne yazarın entelektüel birikimi ne de seçtiği okuyucu profili buna elverişlidir. İnsan ve toplum anlatımları çelişkili ve yetersizliklerle dolu, eşya ve mekan tasvirleri özensizdir, ancak birbirlerinin, ya da mesela sinema gibi benzer alanların içine sızar, eksikliklerinin okuyucu tarafından tamamlanmasını talep ederler. Bourdieu’nun da savunduğu gibi, yüksek kültür karşısında popüler kültürün ayırt edici temel özelliklerinden bir tanesi, estetik ile gündelik yaşam arasındaki herhangi bir uzaklığı kesin biçimde red etmesidir; kullanılan kalıplar, egemen ideolojinin öngörüye dayalı gündelik anlatımlarıdır.
Şunu özellikle belirtmek gerekir: Batının bestseller endüstrisi, artık “edebiyat dışı” ya da “ucuz roman” adlandırmalarına aldırış bile etmiyor, kendisini edebiyatın terimleriyle savunmuyor. Meşruiyetini bütün dünyada çok satarlığında bulan bu ulusal sınır ve kültürel fark tanımaz endüstri, belki edebiyat sosyolojisinin –ya da genel anlamıyla sosyolojinin– ilgi alanına girmesi gereken bir fenomen. Ancak öte yandan kendisini milyonlara okutturmayı sağlayan hikayeleriyle, yükünü hikayelerin taşıdığı roman sanatının kayıtsız kalamayacağı bir fenomen. “Bestseller” tarzı polisiye-gerilim romanlarının bugün geldiği noktanın edebi açıdan da ilgiye değer olduğunu düşünüyorum.
Azımsanmayacak miktarda “mekanik yazım” içermesine, bu “mekanik yazım”da yazarların roman satırlarını ve karakterleri sanki bir üretim bandı üzerindeymiş gibi oluşturmasına, ayrıştırmasına ve yeniden oluşturmasına rağmen, üretim teknik açıdan giderek mükemmelleşiyor. Çalakalem yazılmış cümleler, gereksiz karakterler, işlevsiz ayrıntılar bulmak neredeyse imkansız. Okuyucusunu tanıyan, seçen ve beklentisine cevap veren bir edebi üretim tarzının çok satmasından daha doğal ne olabilir?
Batıda yıllar önce ortaya çıkan ve bir çözüme bağlanan sorunun Türkiye’de yeni yeni tartışılır olması yaratıyor kargaşayı. Aydınlanmacı bir geleneğin etkileriyle edebiyata yüklenen olumlu anlamların geçerliliklerini hala koruduğu Türkiye’de yazarların hem çok satmayı amaçlayıp hem de geleneksel edebiyatın değer kavramlarını terketmemeleri, bu kavramların içinin boşaltılarak edebi değer ölçütünün dönüp dolaşıp yine çok satarlık kantarına vurulmasına neden oluyor.
Bizim çoksatan yazarlarımız kendi ürünlerinin toplumbilimsel çözümlemelere tabi tutulmalarını kaba buluyor, romanlarının çok satması üzerine yapılan değerlendirmeleri “özne” olarak saygınlıklarına, edebi yaratıcılıklarına, “çıkar gözetmeyen” faaliyetlerine bir saldırı olarak algılıyor, hem çok satmak hem edebiyat aurasını başlarının üzerinde taşımak istiyorlar.
Genel üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu olan bu durumu, kitap endüstrisine kendi istekleriyle ayak basıp “star”lık sistemini kabullenen ve değerlerini “bilboard”larla, satış rakamları ile ölçen yazarları eleştirmek ya da küçümsemek gibi bir niyetim hiç yok. Ancak onların da hem yaratıcılık mitini kimselere bırakmamak, hem de üretimine katkıda bulunup nimetlerinden bolca yararlandıkları popüler kültürden yakınmak hakları olmasa gerek. Aynı anda hem orada hem burada durmak, hem hoşlanmak hem şikayet etmek; yoksa “postmodern yarılma” denilen durum tam da bu mu?
Kitap üretimi ya da edebiyat… Hangi kavramın, hangi kelimenin kullanıldığının hiçbir önemi yok; tartışılması gereken, işte bu yeni ilişkinin –Pazar koşullarının belirlediği üretimin– kendisidir.
Bunun için tarihsel edebiyat kavramının zihnimizde yarattığı kutsallık imgesinden sıyrılmak, yazarın “yaratıcı”lığını, metnin “biricik”liğini bir kenara itmek, kitap üretimini ait olduğu alanın, yani pazarın kavramları ile anlamaya çalışmak ve “edebi” sözcüğünün çağrıştırdığı bütün önkabullerden sıyrılmak zorudayız. Yazarı, yayınevini, kitapçı ve okuyucuyu bir kitap özelinde birleştiren yeni “aura” sayısal değerlerle ölçülen bir şeyse eğer, hikaye, roman ya da şiir, türü ne olursa olsun, bir kitabı yorumlarken bu sayısal değere etki eden parametreleri gözardı edemeyiz artık.
Roman alanındaki bu değerler karmaşası sürüp gitmeyecek elbette; alanın kapitalizmin yasalarına tam uyumlu bir hale gelmesinden sonra ayrışma netleşecek ve çok satarlık –tıpkı Batının “bestseller”leri gibi– ayrı bir roman türü olarak özgürleşirken eleştirmenlerin onları edebi değil ama popüler kültür kavramlarıyla tartışması bir rahatsızlık yaratmatacak…
Yaşar Kemal’in bir söyleşisinde vurguladığı gibi eğer ABD’deki gibi on milyon dolarlarla ölçülen bir Pazar oluşsa belki de “hepsi Bestseller olacak bizim edebiyatın”..!