Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatEdebiyat ( Dünya )Ey Cesaret, bu şimdi toprakta gömülü olan senin kılıcın | Asi Ruhlar...

Ey Cesaret, bu şimdi toprakta gömülü olan senin kılıcın | Asi Ruhlar – Halil Cibran

Emir mahkeme salonuna girdi, ortadaki sandalyeye oturdu, sağında ve solunda ülkenin ileri gelen adamları oturuyordu. Korumalar, kılıç ve mızraklarla donanmıştı ve davayı izlemeye gelen insanlar kalkıp gözleri ruhlarına dehşet, kalplerine korku veren bir güç yayan Emir’i resmi bir şekilde eğilerek selamladılar. Mahkeme salonu sessizleşince ve yargı zamanı yaklaşınca Emir elini kaldırdı ve bağırarak dedi ki, “suçluları tek tek getirin ve bana ne suç işlediklerini söyleyin.” Hapishanenin kapısı esneyen yırtıcı bir hayvanın ağzı gibi açıldı. Zindanın ücra köşelerinde şakırdayan prangalarla birlikte mahkûmların inilti ve feryatlarının yankıları duyuluyordu. İzleyiciler bu cehennemin derinliklerinden belirecek Ölüm’ün avını görmeye kararlıydı. Birkaç dakika sonra iki asker kolları arkasında bağlı genç bir adam getirdi. Sert yüzü ruhunun asilliğini ve yüreğinin gücünü gösteriyordu. Mahkeme salonunun ortasında durdurdular onu ve askerler birkaç adım geriye çekildi. Emir ona gözlerini dikip baktı ve dedi ki, “Bu önümde gururla ve zafer kazanmış bir şekilde duran adam ne suç işledi?” Mahkemenin adamlarından biri yanıtladı, “O bir katil; çevre köylerden birinde önemli bir görevde olan Emir’in subaylarından birini katletti; tutuklandığında kanlı bıçak hâlâ elindeydi.” Emir öfkeyle yanıtladı, “Adamı karanlık hücreye geri götürün ve onu ağır zincirlerle bağlayın, şafak vakti kafasını kendi kılıcıyla kesin, cesedini ormana atın ki hayvanlar yesin ve hava da onu hatırlatan kokuyu arkadaşlarının ve ailesinin burnuna götürsün.” Genç adam hayatının baharında bir genç olduğundan insanlar ona üzgün gözlerle bakarken hapishaneye geri götürüldü.
Askerler hapishaneden doğal ve kırılgan bir güzelliği olan bir genç kadını getirerek geri geldi. Solgun görünüyordu ve yüzünde zulmün ve düş kırıklığının izleri belirmişti. Gözleri yaşlarla ıslanmış ve başı acının yükü altında eğilmişti. Ona iyice baktıktan sonra Emir dedi ki, “Cesedin başında bir gölge önümde duran bu bir deri bir kemik kadın ne suç işledi?” Askerlerden biri yanıtladı, “O bir zina işledi; dün gece kocası onu bir başkasının kollarında buldu. Aşığı kaçtıktan sonra kocası onu kanuna teslim etti.” Kadın başını ifadesiz bir şekilde kaldırırken Emir bir süre ona baktı ve dedi ki, “Onu karanlık odaya geri götürün ve onu dikenli yatağa uzatın ki hatasıyla kirlettiği yatağı hatırlasın; ona içsin diye mazıyla karıştırılmış sirke verin ki o tatlı öpücüklerin tadını hatırlayabilsin. Şafak vakti onun çıplak bedenini şehrin dışına sürükleyin ve taşlayın. Bırakın kurtlar onun bedeninin yumuşak etinin tadını çıkarsın ve solucanlar onun kemiklerini delsin.” O karanlık hücresine geri dönerken insanlar ona acıma ve hayretle baktı. Emir’in yargısına şaşırdılar ve kadının kaderine üzüldüler. Askerler yeniden göründü, bu kez dizleri titreyen ve kuzey rüzgârında genç bir fidan gibi sallanan kederli bir adamı getirdiler. Güçsüz, hasta ve korkmuş görünüyordu, sefil ve zavallıydı. Emir ona nefretle baktı ve sordu, “Canlıların arasında bir ölü gibi duran bu iğrenç adam ne yaptı?” Gardiyanlardan biri yanıtladı, “O manastıra girip papazların onu tutukladıklarında giysilerinin altında buldukları kutsal vazoları çalan bir hırsız.”

Emir ona kanadı kırık bir kuşa bakan aç bir kartal gibi baktı ve dedi ki, “Onu hapishaneye geri götürün ve zincirleyin, şafak vakti onu yüksek bir ağaca sürükleyin ve yerle gök arasında asın ki onun günahkâr elleri yok olsun ve bedeninin organları parçalara ayrılıp rüzgârla etrafa saçılsın. “Hırsız hapishanenin derinliklerine doğru sendeleyerek giderken insanlar birbirlerine fısıldamaya başladılar ve dediler ki, “Böyle güçsüz ve kâfir biri ne cesaretle manastırın kutsal vazolarını çalabilir?”

Bu anda mahkeme oturuma son verdi ve izleyiciler dağılıp, salon mahkûmların iniltileri ve feryatları dışında boşalırken, Emir bilge adamları eşliğinde ve askerlerin korumasında dışarıya doğru yürüdü. Bütün bunlar ben orada geçen hayaletlerin önünde ayna gibi dururken oldu. İnsanların insanlar için yaptıkları kanunları enine boyuna düşünüyordum, kendimi hayatın gizemleri ile ilgili derin düşüncelerle meşgul ederek insanların “yargı,” dedikleri şeyi düşünüp taşınıyordum. Evrenin anlamını anlamaya çalıştım. Kendimi bulutların ardında yok olan ufuk çizgisi gibi kaybolmuş bulunca şaşkınlıktan dilimi yuttum. Mekânı terk ederken kendi kendime dedim ki, “sebze topraktaki elementlerle beslenir, koyun sebzeyi yer, kurt koyunu avlar, aslan boğayı yutarken boğa kurdu öldürür; ancak Ölüm aslanı ister. Ölümü yenecek ve bu acımasızlığı sonsuz adalet yapacak bir güç var mı? Çirkin şeyleri güzel nesnelere dönüştürecek bir güç var mı? Hayatın tüm unsurlarını, deniz tüm nehirleri neşeyle içine çekerken elleriyle kavrayıp okşayacak bir güç var mı? Maktulü ve katili, zinaya uğrayanla zina yapanı, hırsızla soyulanı tutuklayacak ve onları yüksek mahkemeye ve Emir’in mahkemesinden daha yüce bir yere getirecek bir güç var mı?

Ertesi gün şehrin dar sokaklarından ve belirsiz mekânlarından dertlenmiş olarak sessizliğin ruhun istediğini gün yüzüne çıkardığı, tertemiz gökyüzünün umutsuzluk mikroplarını öldürdüğü tarlalara gitmek üzere şehri terk ettim. Vadiye vardığımda bir karga ve akbaba sürüsünün gökyüzünü ötüşleriyle, ıslıklarıyla ve kanatlarının hışırtılarıyla doldurarak alçaldığını gördüm. İlerleyince önümdeki bir ağaçta yükseklere asılmış bir adam cesedi, bir taş yığınının ortasında çıplak ve ölü bir kadın bedeni ve başı kesilmiş ve toprakla karışık kana bulanmış bir gencin leşini gördüm. Gözlerimi kalın, karanlık bir hüzün perdesiyle kör eden korkunç bir manzaraydı. Her tarafa baktım ve bu korkunç enkazların yanı başında duran Ölüm’ün hayaletinden başka hiçbir şey görmedim. Kargaların insanların kanunlarının kurbanları üzerinde dönerek ötmeleriyle karışık yok olmanın iniltilerinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Dün hayatın kucağında olan üç insan toplum kurallarını çiğnediler diye bugün Ölüm’ün kurbanları olarak düşmüşlerdi. Biri bir diğerini öldürdüğünde insanlar ona katil der ama Emir birini öldürdüğünde haklıdır. Biri manastırı soyduğunda ona hırsız derler ama Emir insanın hayratını çalarsa Emir şereflidir. Bir kadın eşini aldattığında ona zina işledi derler ama Emir onu sokaklarda çırılçıplak yürütür ve sonra da taşlarsa Emir asildir. Kan dökmek yasaktır ama kim bunu Emir için kanuni saymıştır? Birinin parasını çalmak suç ama hayatını çalmak asil bir davranıştır. Eşini aldatmak çirkin bir davranış olabilir ama yaşayan ruhların taşlanması güzel bir görüntüdür. Kötülüğe kötülükle karşılık verip buna da Kanun mu diyelim? Yozlaşmaya karşı daha büyük yozlaşmayla savaşalım ve buna Kural mı diyelim? Suçları daha büyük suçlarla yenip buna Adalet mi diyelim? Emir geçmişinde hiç mi düşmanını öldürmemiştir? Güçsüz halkından hiç mi para ve mal çalmamıştır? Zina işlememiş midir? Katili öldürdüğünde ve hırsızı ağaca astığında hiç mi yanılmamıştır? Hırsızı ağaca asanlar kim? Onlar cennetten inen melekler mi ya da yağmalayıp zorla gasp eden erkekler mi? Katilin kafasını kesenler kim? Onlar kutsal ermişler mi yoksa gittikleri her yerde kan döken askerler mi? O zina işleyen kadını kim taşladı? Onlar manastırlardan gelen erdemli keşişler miydi ya da boş Kanunların koruması altında keyifle vahşet işlemeyi seven insanlar mıydı? Kanun nedir? Onun toprağın derinliklerinden güneşle birlikte geldiğini kim görmüş? Hangi insan Tanrı’nın kalbini görmüş ve onun isteğini ya da amacını bulmuştur? Hangi yüzyılda melekler insanların arasında yürümüş ve onlara vaaz verirken şöyle demiştir, “Güçsüzün hayattan zevk almasını yasaklayın, suçluları kılıcın keskin tarafıyla öldürün ve günahkârların üzerine demir ayaklarınızla basın.”
Aklım bu şekilde acı çekerken yakınlarda çimlerin üzerinde hışırdayan ayak sesleri duydum. Kulak verince ağaçların arkasından gelen genç bir kadın gördüm; oradaki üç leşe yaklaşmadan önce her yöne dikkatlice baktı. Göz attığında gencin kesik başını gördü. Korkuyla ağladı, eğildi ve titreyen kollarıyla onu sarmaladı; sonra gözyaşlarını dökerek ve gencin kanla kaplı kıvırcık saçlarına yumuşak parmaklarıyla dokunarak, paramparça kalbinin kalıntılarından gelen bir sesle ağlayarak ilerledi. Manzaraya daha fazla dayanamadı. Cesedi bir çukura taşıdı, başını omuzlarının arasına yerleştirdi, üzerini toprakla örttü ve mezarının üzerine genç adamın başını kesen kılıcı dikti.

O oradan ayrılırken ben ona doğru yürüdüm, beni görünce titredi, gözleri yaşlarla ağırlaşmıştı. İç çekerek dedi ki, “İstersen beni Emir’e söyle. Benim için ölmek ve hayatımı utancın sımsıkı tutuşundan kurtaran birinin peşinden gitmek onun cesedini yırtıcı hayvanlara yem olarak bırakmaktan daha iyidir.” Ben yanıtladım, “Benden korkma, zavallı kız, ben bu genç adamın senden önce yasını tuttum. Ama söyle bana o seni nasıl hayatın utancından kurtardı?” Boğuk ve baygın bir sesle dedi ki, “Emir’in subaylarından biri çiftliğimize vergi toplamak için gelmişti; beni görünce bana bir kurdun kuzuya baktığı gibi baktı. Babama zengin bir adamın bile ödeyemeyeceği kadar ağır bir vergi koydu. Beni babamın veremediği altına karşın fidye olarak Emir’e götürmek üzere tutukladı. Canımı bağışlaması için ona yalvardım ama kulak asmadı çünkü merhameti yoktu. Sonra bağırarak yardım istedim ve şimdi ölü olan bu genç adam geldi ve beni ölümden kurtardı. Subay onu öldürmeye yeltendi ama o evimizin duvarında asılı olan eski bir kılıcı alıp subayı bıçakladı. Bir suçlu gibi kaçmadı, ölmüş subayın yanında kanun gelip onu gözaltına alana kadar durdu.” Her insanın kalbini hüzünle kanatacak bu sözleri söyledikten sonra dönüp gitti.

Bir kaç dakika sonra yüzünü pelerinle saklayarak gelen bir genç gördüm. Zina işleyen kadının cesedine yaklaşınca giysisini çıkarıp onun çıplak bedenine örttü. Sonra pelerinin altından bir kama çıkardı ve bir çukur kazdı, içine ölü kadını özenle ve şefkatle yerleştirdi, toprakla örttü ve üzerine gözyaşlarını boşalttı. İşini bitirince biraz çiçek topladı ve onları saygıyla mezarın üzerine yerleştirdi. Giderken onu durdurup dedim ki, “Bu zina işleyen kadına yakınlığın nedir? Buraya gelerek onun çıplak bedenini yırtıcı hayvanlardan korumak için hayatını tehlikeye atmana sebep nedir?”

Bana bakınca hüzünlü gözleri onun kederini söyledi ve dedi ki, “Ben onun aşkı uğruna taşlandığı talihsizim; ben onu sevdim o da beni çocukluğundan beri sevdi; birlikte büyüdük; hizmet edip saygı duyduğumuz Aşk kalplerimizin hâkimiydi. Aşk ikimizi birleştirdi ve ruhlarımızı okşadı. Bir gün şehirde yoktum ve geri döndüğümde babasının onu sevmediği biriyle zorla evlendirdiğini öğrendim. Hayatım sürekli bir boğuşmaya ve tüm günlerim uzun ve karanlık bir geceye dönüştü. Yüreğimle barış içinde yaşamaya çalıştım ama yüreğim bir türlü sakinleşmedi. Sonunda onu gizlice görmeye gittim, tek amacım onun o güzel gözlerine şöyle bir bakmak ve o berrak sesinin tınısını duymaktı. Evine gittiğimde onu yalnız başına talihsiz benliğine hayıflanırken buldum. Yanına oturdum; sessizlik bizim önemli konuşmamız ve erdem de eşlikçimizdi. Kocası geldiğinde bir saatlik sessiz anlayış süresi geçmişti. Kendini tutması için onu uyardım ama o onu elleriyle sokağa sürükleyip bağırdı, ’Gelin, gelin de zina işleyen kadın ile sevgilisini görün’ dedi. Tüm komşular dışarıya fırladı ve sonra da kanun gelip onu Emir’e götürdü, ama askerler bana dokunmadı. Bilgisiz hukuk ve anlamsız töreler kadını babasının hatası yüzünden cezalandırıp adamı affetti.”

Böyle konuştuktan sonra adam şehre doğru döndü bense hırsızın o yüksek ağaçta asılı duran ve rüzgârın esip dalları her sallayışında hareket eden cesedine dalarak orada kaldım, onu ağaçtan indirip toprağın bağrına Onur Savunucu ve Aşk Şehidi’nin yanına uzatmasını bekledim. Bir saat sonra narin ve perişan bir kadın göründü, ağlayarak. Asılı adamın önünde durup, saygıyla dua etti. Sonra çabalayarak ağaca tırmandı ve dişleriyle kopana kadar keten ipi çiğnedi ve ceset yere büyük, ıslak bir bez gibi düştü; sonra ağaçtan indi, bir mezar kazdı ve hırsızı diğer iki kurbanın yanına gömdü. Üstünü toprakla örttükten sonra iki tahta parçası aldı ve onlarla bir haç yapıp mezarın başına dikti. Yüzünü şehre dönüp giderken ben onu durdurup sordum, “Gelip bu hırsızı gömmen için seni tahrik eden nedir?” Bana dertli dertli bakıp dedi ki, “O benim sadık kocam ve merhametli eşim; çocuklarımın babası-açlıktan ölmeye yüz tutmuş beş küçük çocuk; en büyüğü sekiz yaşında en küçük hâlâ memede. Kocam hırsız değildi, o bir manastırın topraklarında çalışan bir çiftçiydi, geçimini papazların ve rahiplerin verdiği azıcık yemekle sağlar ve akşamları eve dönerdi. Gençliğinden beri onların çiftçiliğini yapardı, güçsüz düşünce onu azat ettiler ve ona eve çekilmesini, büyür büyümez yerine çocuklarını göndermesini öğütlediler. Onlara İsa adına ve melekler adına kalmak için yalvardı ama onun yalvarmasına kulak asmadılar. Ne ona ne de çaresizce yemek için ağlayan, açlıktan ölen çocuklarına acımadılar. O da iş aramaya şehre gitti ama boşuna zenginler güçlü ve sağlıklı olmayanlara iş vermiyordu. Sonra açlıktan ve aşağılanmaktan acı çekerek, tozlu sokaklarda oturdu ve elini gelen geçene uzatıp dilendi ve yenilgisinin hüzünlü ezgisini tekrarlayıp durdu ama insanlar tembellerin sadakayı hak etmediklerini söyleyerek ona yardım etmediler. Geceleri açlık çocuklarımızı acı acı kemiriyordu özellikle de kuru göğsümden umutsuzca beslenmeye çalışan en küçüğünü. Kocamın ifadesi değişti ve evden gecenin koruması altında çıktı. Manastırın deposuna girdi ve oradan bir kile buğday aldı. O ortaya çıktığında rahipler uykularından uyandılar ve onu acımasızca dövdükten sonra tutukladılar. Şafak vakti onu Emir’e getirdiler ve ona kocamın sunağın altın vazolarını çalmak için manastıra geldiğinden yakındılar. Hapse koydular ve ertesi gün onu astılar. O kendi emeğiyle yetiştirdiği buğdayla küçük ve aç çocuklarının midelerini doldurmaya çalışıyordu ama Emir onu öldürdü ve etini de kuşların ve yırtıcı hayvanların midelerini dolduracak yemek olarak kullandı.” Bu tavırla konuştuktan sonra beni hüzünlü bir halde bırakıp gitti. Ben orada mezarların önünde bir methiyeyi ezberden okumaya çalışırken sözcüksüzlük çeken bir konuşmacı gibi durdum. Nutkum tutulmuştu ama akan gözyaşlarım sözcüklerin yerini almıştı ve ruhum adına konuşuyordu. Bir süre düşünmeye yeltendiğimde ruhum karşı koydu, çünkü ruh karanlık çöktüğünde yapraklarını kapatan bir çiçek gibidir, gecenin hayali görüntüsüne güzel kokularını solumazlar. Sanki baskının kurbanlarını saklayan toprak o ıssız yerde kulaklarımı acı çeken ruhların hüzünlü ezgisiyle dolduruyor gibi ve beni konuşmaya teşvik ediyor gibi hissettim. Sessizliğin yolunda gittim ama eğer insanlar sessizliğin onlara ne dediğini anlasalar vadilerin çiçekleri gibi Tanrı’ya yakın olurlardı. Benim iç çeken ruhumun alevleri ağaçlara dokunsaydı, yerlerinden hareket edip güçlü bir ordunun askerleri gibi yürüyüp dallarıyla Emir’e karşı dövüşürlerdi ve manastırı o rahiplerin ve papazların başlarına yıkarlardı. Orada seyrederek durdum ve merhametin o tatlı duygusunun ve hüznün acısının kalbimden o yeni kazılmış mezarlara aktığını hissettim -onurunu ve yaşamını zalim bir insanın pençeleri ve dişleri arasında kurtardığı güçsüz bir havanı savunmak için hayatını feda etmiş genç bir adamın mezarı; başı cesurluğuna ödül diye kesilen bir genç; kılıcı mezarının başına kurtardığı bu kişi tarafından aptallık ve bozulmuşlukla dolu imparatorluğun üzerinde parlayan güneşin yüzüne karşı kahramanlık sembolü olarak dikilmişti. Bedeni açgözlülük tarafından alınmadan, arzu tarafından gasp edilmeden ve zorbalık tarafından taşlanmadan önce kalbi aşk ile tutuşmuş genç bir kadının mezarı… İnancını ölüme kadar yitirmedi; aşığı mezarının üzerine Aşkın seçtiği ve gözleri dünyevi şeylerle kör edilmiş ve kulakları cehaletle sağır olmuş insanların arasında kutsadığı o ruhları utandıran saatler boyu konuşmaları için çiçekler koydu. Bir manastırın arazisinde ağır işle güçsüz düşen, küçük aç çocuklarını beslemek için ekmek isteyen ve reddedilen dertli bir adamın mezarı. Dilenmeye başvurdu ama kimse kulak asmadı. Ruhu onu yetiştirdiği ve topladığı ürünün bir kısmını geri almaya götürdüğünde tutuklanıp, ölümüne dövüldü. Zavallı dul karısı başucuna gecenin sessizliğini bir tanığı olarak gökyüzündeki yıldızların önünde İsa’nın içten öğretilerini insanların boyunlarını kestikleri ve güçsüzlerin bedenlerini parçaladıkları kılıçlara dönüştüren o papazları kanıtlamak için bir haç dikti.

Güneş ufukta insanların boyun eğmesinden nefret eder gibi ve dünyanın dertlerinden yorulmuş gibi kayboldu. O anda gece sessizliğin enerjisinden narin bir perde örmeye başladı ve onu Doğa’nın üzerine serdi. Elimi mezarlara üzerlerindeki sembollere işaret ederek uzattım, gözlerimi gökyüzüne kaldırıp bağırdım, “Ey Cesaret, bu şimdi toprakta gömülü olan senin kılıcın! Ey aşk, ateşle kavrulmuş bu çiçekler senin! Ey, Hazreti İsa bu gecenin belirsizliğine batmış olan haç senin!”

Mezarların Çığlığı – Asi Ruhlar – Halil Cibran

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments