Marguerite Duras’ın “ölüm hastalığı” diye adlandırdığı şey bu ıstırap mıdır? Muammalı adının cazibesine kapılarak bu kitabı okumaya giriştiğimde bunu bilmiyordum ve şansım yaver gittiğinden hâlâ bilmediğimi söyleyebilirim. Kitabı okumayı ve yorumlamayı, birbirini aydınlatan ve karartan bu iki şeyi, ilk kez yapıyormuş gibi yeniden ele almama izin veren şey budur. Öncelikle bu ad, belki Kierkegaard’dan alınma Ölüm Hastalığı adı, sırrını sadece kendi için tutuyor veya saklıyor gibi gözüken bu ad nedir? Bir kez telaffuz edildiğinde her şey söylenmiş olur; bilgi bu adla boy ölçüşemeyeceğinden, söylenmesi gerekenin ne olduğu bilinmez. Teşhis mi yoksa yargı mı? Yalınlığında bir aşırılık vardır. Bu, kötülüğün aşırılığıdır. Kötülük (ahlâki veya fiziksel), her zaman ölçüsüzdür.
O, sorgulanmasına izin vermeyen katlanılmazlıktır. Ölçüsüzlükteki kötülük, “ölüm hastalığı” olarak kötülük, bilinçli veya bilinçsiz bir “ben”le sınırlandırılamaz, öncelikle öteki’ni içerir, ve öteki -ötekisi-masumdur, çocuktur, iniltisi “işitilmemiş” skandal gibi çınlayan hastadır; çünkü gücüm olmadığı halde beni cevap vermeye mahkûm ederek, anlayış gücünü aşar.
Bu saptamalar bize sunulmuş, daha doğrusu dayatılmış olan metinden uzaklaştırmaz bizi -çünkü bu, bir anlatı gibi görünse de anlatı değil bildirici bir metindir. Acımasız bir yazgının tuzağına düşmüş olan kimsenin başına gelecek veya gelebilecek olan şeyi sorgulayan ve belirleyen, başlangıçta yer alan, otoriter olmanın da ötesindeki bir “Siz”le her şey belirlenmiştir. Kolaylık olsun diye, bu “siz”in, cisimlendireceği [veya vücut vereceği] geçici figürü hiçlikten çıkarması gereken aktöre bilgiler veren sahneye koyucunun “siz”i olduğu söylenecektir. Böyle olabilir, fakat o zaman onu İlahi Senarist olarak anlamak gerekir: önümüze neyin çıkacağını bilmeden yol aldığımız olaylar zincirinin ana hatlarını kahince belirleyen ve gökten inen kutsal kitabın Siz’i. “Kadını tanımıyor olmalıydınız, onu aynı anda birçok yerde bulmuş olmalıydınız, bir otelde, bir sokakta, bir trende, bir barda, bir kitapta, bir filmde, kendinizde…’* “Siz” asla kadına hitap etmez; belirsiz, meçhul ve gerçekdışı, bu nedenle edilgenliği içinde ele geçirilemez, ebediyen geçici ve uyuklayan mevcudiyeti içinde yok olan kadın karşısında güçsüzdür o.
İlk okunuşta şöyle açıklanacaktır: Basit; hemcinsleri dışında kimseyi tanımamış, yani sadece kendinin kopyası olan başka erkekleri tanımış bir erkek, demek ki bir erkek ve de birkaç gece için, tüm bir yaşam için ödenmiş bir sözleşmeyle bağlı genç bir kadın; bu nedenle aceleci eleştirmenler bir fahişeden söz etmiştir, oysa bizzat kadın fahişe olmadığını belirtir, ama bir sözleşme vardır -sadece anlaşmaya dayalı ilişki (evlilik, para)- çünkü kadın, sevmeye muktedir olmayan erkeğin ona ancak koşullu olarak, bir pazarlığın sonucunda yaklaşabileceğini, açıkça farkına varmasa da daha ilk andan itibaren hissetmiştir, tıpkı görünüşte kendini tümüyle teslim eden ama sadece kendinin anlaşmalı bölümünü teslim eden, elden bırakmadığı özgürlüğünü koruyan veya saklayan kadın gibi. Buradan şu sonuç çıkarılabilir ki, ilişkilerin mutlaklığı başlangıçtan itibaren saptırılmıştır ve tecimsel bir toplumda varlıklar arasında kuşkusuz ticaret vardır, asla hakiki bir “cemaat” yoktur, aklın alamayacağı kadar aşırı olsalar da “iyi” davranışların mübadelesinin ötesine geçen bir tanışma asla yoktur. Parayı ödeyenin veya kapatma tutanın, yalnızca kendi iktidarsızlığının ölçüsünü veren bu kendi gücü dolayısıyla hayal kırıklığına uğradığı ve aslında tahakküm altına alınan olduğu güç ilişkileri.
Bu iktidarsızlık, cinsel olarak erişemeyeceği bir kadın karşısındaki güçten düşmüş bir erkeğin sıradan iktidarsızlığı asla değildir. Erkek, yapılması gereken her şeyi yapar. Kadın, karşılık beklemeyen özlü ifadesiyle, “oldu,” der. Dahası, kadına “dalgınlıkla” zevk verip bağırttığı da olur, “so-turnasının… ardında boşalmasının uzak ve boğuk gürleyişi”; hatta ona şunu bile dedirtir: “Ne mutluluk!” Ama, erkekteki hiçbir şey bu aşın hareketlere denk düşmediğinden (veya erkek böyle sandığından), bunlar erkeğe yakışıksız gelir, baskı altına alır, keser, çünkü bu davranışlar kendini teşhir eden (tezahür eden) bir yaşamın ifadesidir, oysa ki erkek böyle bir yaşamdan oldum olası yoksundur.
Demek ki, erkeğin haksız yere maruz kaldığı ve kadının, ölüm hastalığının habercisi olarak sorumluluktan muaf olmasa da, görünüşte hiç zarara uğramadığı bu ölümcül hastalık, ölüm anlamına gelen şey duygu yokluğudur, aşk yokluğudur. Yine de bu sonuç, bu sonucu bize sunan metnin kendisi olsa da, açıklanabilir verilerle yetindiği ölçüde bizi hayal kırıklığına uğratır.
Gerçekte metin, indirgenemez olduğu için gizemlidir. Metnin yoğunluğu özlülüğünden çok indirgenemezliğinden kaynaklanır. Herkes kişileri dilediği gibi düşünebilir; özellikle uyarlandığı gerçekliği aşarken kendini neredeyse tek başına dayatan yok-varlığıyla genç kadını. Bir anlamda, sadece kadın vardır; onu keşfeden bakışın altında, ona dokunduğunu sanarak tasarlayan cahil eller tarafından genç, güzel, kişisel olarak betimlenmiştir o. Ve, unutmayalım, erkek için ilk kadındır o, ve bundan böyle o, kadını gerçekte olamayacağı kadar gerçek kılan hayalgücünde, herkes için ilk kadındır -orada olandır, oradaki-varlığmı [etre-lâ] sabitlemek için at-fedilmeye çalışılan bütün sıfatların ötesinde olandır. Geriye (şart kipinde doğru olan) şu önerme kalır: “Uzun boylu olmalıydı, bedeni tek bir dökümde, bir kerede, sanki bizzat Tanrı tarafından, kişisel farklılığın bozulmaz kusursuzluğuyla yapılmış gibi uzun olmalıydı.” “Bizzat Tanrı ta-52 rafından,” tıpkı Hayya veya Lilith gibi, ama adsız; anonim olduğu için değil, hiçbir adın uymayacağı kadar ayrıksı gözüktüğünden. İki özellik daha ona gerçek olan hiçbir şeyin sınırlandırmaya yetmeyeceği bir gerçeklik verir: Biri, savunmasız olmasıdır, en zayıf, en narin olmasıdır ve bedeni aracılığıyla, yüzünü sunar gibi kendini durmadan sunmasıdır, o yüz ki mutlak görünürlüğü içinde kendinin görünmeyen aşikârlığıdır -böylece cinayeti çağırarak (“boğulmayı, tecavüzü, kötü muameleyi, hakareti, nefret çığlıklarını, sınırsız ve ölümcül tutkuların boşanmasını çağırmaktadır”), ama bizzat inceliği ve narinliğiyle, öldürülemez olarak, en yakın ve en uzak, erişilmez dışarının yakınlığı, sürekli çıplaklığı içinde onu dokunulmaz kılan yasakla kendini koruyarak (“O biçime bakarsınız, cehennemi gücünü keşfedersiniz [Lilith], iğrenç kırılganlığını, eşi bulunmaz zayıflığının yenilmez kuvvetini aynı anda fark edersiniz.’’)
Kadının hem orada olmasını hem de olmamasını sağlayan mevcudiyetinin diğer özelliği: Kendi ağzından çıkan sözlerle, sormaya takat bulamadığı sorularla ve özellikle ötekinin, erkeğin tek yazgısı olan bu “ölüm hastalığı”nı -gelecek bir ölümü değil, asla mevcut olmamış bir yaşamın terk edilmesi demek olduğundan zaten geride bırakılmış bir ölümü- dile getirdiği nihai yargıyla bile kesintiye uğramayan bir uykuyla hemen hemen her zaman uyuyor olmasıdır. Canımızın istediği gibi işitmek yerine anlamak söz konusuysa şuna dikkat edelim: Sadece bana indirgenmiş ve fark edilmesi imkânsız bir eksiklik içinde baştan kaybedilmiş yaşam olan bu ölümü bilmezlikten gelmekten veya yaşayarak ölmekten başka bir şey asla yapmayarak, yaşamadan ölüyorum, (Marguerite Duras’ın eskiden çevirdiği ve tiyatroya önerdiği Henry James’in Ormandaki Canavar hikâyesinin teması bu belki: “O, başına hiçbir şey gelmemesi gereken adamdı.”) şeklindeki, ne yazık ki sıradan bu hakikatle karşı karşıya değiliz.
“O, odada uyur. Siz [hitap ettiği erkeği ya her türlü yasadan önce gelen bir zorunluluk içinde tutan, ya da gözleyen zalim “siz”] uyandırmazsınız. Uykusu odaya yayıldıkça mutsuzluk büyür… Hep düzenli bir uykudadır…” Yaşamının, orada kalmasının ve anlık sonsuzluğunun sınırsız uzamı olan geniş yatağın beyazlığından ayırt edilemeyen beyazlıktaki ve erkeğin tarif ettiği denizin yakınlığıyla, rüzgârla ilintili var -yokluğu hariç, hakkında herhangi bir şeyin bilinmesini engelleyen, saygı duyulması gerektiği gibi anlamının da çözülmesi gereken, kadının yaşam tarzı olan esrarlı uyku. Kuşkusuz, kimi zaman Proust’un Albertine’i akla gelir, uykudaki Albertine’in üzerine eğilen anlatıcı, ona en fazla uykudayken yakındır, çünkü Albertine uykudayken, onu yaşamının yalanlarından ve kabalığından koruyan mesafe ideal bir iletişime imkân tanıyordu; şüphesiz sadece ideal, nafile güzelliğe, düşüncenin nafile katıksızlığına indirgenmiş ideal bir iletişimdir bu.
Ama, Albertine’in tersine, veya Proust’un açığa çıkmamış yazgısı düşünüldüğünde belki de Albertine gibi, bu genç kadın da kendini sunuşundaki şüpheli yakınlığı nedeniyle sonsuza kadar ayrıdır; kendi farklılığı bir başka türün, bir başka cinsin, veya mutlak ötekiliğin farklılığıdır. (“5iz yalnızca ölü bedenlerin güzelliğini bilirsiniz, hemcinslerinizin güzelliğini. Ölü bedenlerin güzelliğiyle, bir harekette ezebileceğiniz son derece zayıf şu güzellik, o güç arasındaki farkı görürsünüz birden. / Ölüm hastalığının gizlice orada, 54 onun içinde ürediğini, önünüzde sere serpe duran o biçimin ölüm hastalığı hükmünü verdiğini fark edersiniz.”) Bizi aniden bir başka yoruma, bir başka okumaya yönelten tuhaf bölüm: “Ölüm hastalığı” kadınlığı bilmeyenin veya bilirken bile bilmeyenin -erkeğin- sorumluluğunda değildir sadece. Hastalık, orada olan ve bizzat varoluşuyla hastalık hükmünü veren kişide de (veya önce onda) ürer.
O halde, şu veya bu biçimde karşı karşıya olduğumuz hastalıktan okur veya daha kötüsü yorumcu olarak muafmışız gibi, açığa çıkartmaya çalıştıkça daha da karanlığa gömülen bu muammanın (aydınlatılmasında değil) araştırılmasında daha ileri gitmeyi deneyelim. Ne yapması gerektiği “Siz” tarafından belirlenen erkeğin ayırıcı özelliğinin, durmadan “yapmak”tan başka bir şey asla olmadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Kadın kabul etme, kendini sunma ve katlanma anlamına gelen bir edilgenlik içindeki uyku olmasına rağmen, ölçüsüz yorgunluğuyla, sadece gerçekten konuşan ise; asla tarif edilmeyen, görülmeyen erkek her zaman gidip gelmektedir, mutsuzlukla baktığı bu beden karşısında her zaman faaliyettedir, çünkü bu bedeni, imkânsız bütünlüğü içinde, her yanıyla, bütünüyle göremez, oysa ki kadın, kadını elle tutulabilir bir bütün, sonsuzu bütünleyerek bütünlenebilir bir sona indirgeyen bir yekûn yapan şeyden, toplamdan, kaçtığı ölçüde “kapalı biçim”dir. Baştan kaybedilmiş bu mücadelenin anlamı belki budur. Kadın uyur, erkek daha ziyade uyumanın reddidir, dinlenmeyi başaramayan sabırsız, vaat edilmemiş uyanışı bekleyerek mezarda bile gözlerini yummayacak uykusuzdur. Pascal’ın sözü doğru ise, sevme teşebbüsüyle, durmaksızın arayışıyla, bulmayarak bulduğu bu mutlağa en layık, en yakın olanın, iki oyuncudan erkek olan olduğu iddia edilebilir. En azından, erkeğin kendi dışına çıkmayı canla başla denediği kabul edilmelidir, yine de erkek, kadının bir bencillik yansımasından (belki aceleci bir yargıdır) başka bir şey görmediği, kendi duyarsızlığına duyarlı olarak boş yere akıttığı bu gözyaşı bağışıyla kendi anormalliğinin kurallarıyla ilişiğini kesmiş olmaz, ve kadın soğuk bir şekilde cevap verir: “Ağlamayın, değmez, şu kendinize ağlama alışkanlığım bırakın, değmez,” oysa ki, şeylerin sırrını bildiği izlenimi veren egemen “Siz” şöyle der: “Sevmediğinize ağladığınızı zannediyorsunuz. Ölümü dayatama-dığınıza ağlıyorsunuz.”
O halde, bir lütuf eseri, aşk için yaratılmış, aşka dair her şeyi bilen, sevmeyi başaramayanları yargılayan ve mahkûm eden, ama diğer yandan kendisini sadece (sözleşme koşuluyla) sevilmeye sunan, edilgenlikten sınırsız tutkuya kadar gitme yeteneğine sahip olduğunun işaretlerini asla vermeyen biri ve de kendisine reddedilmiş aşkın peşinde koşan diğeri: Bu iki yazgı arasında ne fark vardır? Okurun araştırmasını durduran belki bu bakışımsızlıktır [dissymetrie], çünkü yazar da bilmemektedir: Anlaşılmaz gizem.
Ölüm Hastalığı – İtiraf Edilmeyen Cemaat | Maurice Blanchot