Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cumartesi, Aralık 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaİdeolojiDinİdeoloji - Din - Devrim Çağı 1789-1848 | Eric Hobsbawm

İdeoloji – Din – Devrim Çağı 1789-1848 | Eric Hobsbawm

“Bana, yakıcı duygularını ve dünyevi hırslarını, imanla, umutla ve merhametle soğutmuş; yeryüzünü bir hac yolculuğu, öteki yaşamı gerçek baba toprağı olarak gören; yoksulluklarını ve acılarını Hıristiyanca kahramanlıkla sevmeyi ve onlara göğüs germeyi öğrenmiş; bütün ezilenlerin ilk doğanı İsa Mesih’i seven, ona tapan ve evrenin kurtuluşunu onun çektiği acıda gören bir halk niyaz eyle. Derim; bu kalıptan dökülmüş bir halk niyaz et ki sosyalizmi yenmek kolayca mümkün olmakla kalmasın, bir daha akıllara dahi getirilmesin…” Civilta Cattolica

“Fakat Napoleon ilerlemeye başladığında, sapkın Molokan köylüler, onun, eski ilahilerinde anlatıldığı gibi sahte çarı devirmek ve gerçek Beyaz Çarı tahta geçirmek üzere [Tanrı tarafından] görevlendirilmiş Yehoşafat vadisinin aslanı olduğuna inanıyorlardı. O yüzden Tambov eyaletinin Molokanları, Napoleon’u karşılamak, saygılarını sunmak ve beyaz kaftan giydirmek üzere aralarından bir heyet seçtiler.” Haxhausen,Studienueber…

İnsanların dünya hakkındaki düşündükleri başka bir şey, düşünürken kullandıkları terimlerse daha başka bir şeydir. Tarihin büyük bölümünde ve (belki de Çin başlıca istisnayı oluşturmak üzere) dünyanın büyük kısmında bir avuç eğitimli ve önyargılardan arınmış insanın dışında herkesin dünyayı tasarlarken kullandıkları terimler, ‘Hıristiyan’ sözcüğünün bazı ülkelerde ‘köylü’ hatta ‘insanla aynı anlama gelmesine neden olacak kadar geleneksel dinin terimleriydi. Bu durum, 1848’den önceki bir evrede, (her ne kadar çifte devrimin dönüştürdüğü bölgeler dışında pek öyle değilse de) Avrupa’nın çoğu bölgesinde ortadan kalktı. Din, hiç kimsenin kendisinden kaçamayacağı, yeryüzünün ötesindeki her şeyi kapsayan gökyüzü gibi bir şeyken; büyük, ama sınırlı ve insani bir göğün durmadan değişen bir özelliği olarak bulut kümesini andıran bir görünüme büründü. Bu değişmenin pratik sonuçları, sonradan sanıldığından daha belirsiz ve kararsız olmakla birlikte, bütün ideolojik değişiklikler arasında diğerleriyle karşılaştırılamayacak kadar derindi; ve nereden bakılsa, en benzersiz olanı da buydu.

Benzersiz olan, kuşkusuz kitlelerin laikleşmesiydi. Soylu bayanlar diğer hemcinsleri gibi sofuluklarını sürdürseler de, alt tabakalara örnek olacak biçimde ayinsel görevlerin titizlikle yerine getirilmesiyle birlikte giden kibarca bir dinsel kayıtsızlık, uzunca bir zamandır özgürleşmiş olan soylular arasında bilinmeyen bir şey değildi. Kibar ve eğitimli erkekler, var olmanın dışında hiçbir işlevi olmasa ve insan işlerine doğrudan karışmasa ya da mültefit bir kabullenişin dışında herhangi bir tapınma biçimi gerektirmese de, teknik olarak yüce bir varlığa inanmaktaydılar. Fakat geleneksel dinle ilgili görüşleri, horlama ve açık bir husumet taşıyordu; samimi tanrıtanımazlar olduklarını ilan etmeye hazırdılar. Büyük matematikçi Laplace, Tanrıyı semavi sisteminde nereye oturttuğunu soran Napoleon’a böyle bir hipoteze gereksinmesi olmadığını söylemişti. Samimi tanrıtanımazlık, onsekizinci yüzyıl sonlarının zihinsel modalarını yaratan aydınlanmış âlimler, yazarlar ve soylu beyler arasında yine de görece seyrek rastlanan bir durum olmakla birlikte, samimi Hıristiyanlık bundan da seyrek bir durumdu. Onsekizinci yüzyıl sonunda seçkinler arasında boy atmakta olan bir din varsa, o da ussalcı, aydınlanmacı ve kilise karşıtı Farmasonluktu.

Kibar ve eğitimli sınıftan erkekler arasında yaygın bir eğilim olan Hıristiyanlıktan uzaklaşma tavrı, onyedinci yüzyıl sonuyla onsekizinci yüzyıl başlarına dek uzanmaktadır ve şaşırtıcı, yararlı kamusal etkiler yaratmıştır: Batı ve Orta Avrupa’yı yüzyıllarca meşgul etmiş cadı mahkemelerinin yerini bu kez sapkınlık ve inkârcılara karşı autos-da-fe’nin [yani putperest ve inançsızları yakan mahkemelerin] alması bunu yeterince kanıtlamaktadır. Ancak onsekizinci yüzyıl başlarında bu durum, alt, hatta orta tabakaları pek etkilemedi. Köylülük, yüzeydeki Hıristiyanlığın ardında hâlâ varlığını sürdüren daha eski tanrılar ve ruhlar bir yana, Bakire’nin, Azizlerin ve Kutsal Kitap’ın diliyle konuşmayan ideolojilerin tümüyle dışındaydı. Eskiden beri sapkınlığa yatkın olan zanaatkârlar arasında dindışı düşünceler heyecan yaratmaktaydı, işçi sınıfı içinde en inatçı aydınları, Jacob Böhme gibi gizemcileri yaratmış olan ayakkabıcıların, her tür tanrı hakkında kuşku duymaya başladıkları görülmekteydi. Viyana’daki Jakobenlere yakınlık duyan tek zanaatkâr grubu onlardı; çünkü tanrıya inanmadıkları söyleniyordu. Kentlerdeki vasıfsız yoksullarsa (belki Paris ve Londra gibi birkaç Kuzey Avrupa kenti dışında) son derece dindar ya da boş inançlı insanlar olarak kaldılar.

Fakat, ussalcı, ileri düşünceli, gelenek karşıtı bir aydınlanma ideolojisi, yükselmekte olan orta sınıfın dünyayla ilgili şemasına mükemmelen uymakla birlikte, din düşmanlığı orta tabakalar arasında bile yaygın bir olgu değildi. Bu ideoloji, soylu bir topluma özgü ahlak dışılığı ve aristokrasiyi çağrıştırmaktaydı. Gerçekten de ilk gerçek ‘özgür düşünürler’ olan onyedinci yüzyıl ortalarının libertinleri, adlarının halkta yarattığı çağrışıma tam olarak uymaktaydılar: Moliere’in Don Juan’ı, sadece tanrıtanımazlıkla cinsel özgürlüğün bir bileşimi olarak değil, saygıdeğer burjuvanın bundan duyduğu korkuyu da resmeder. Bacon ve Hobbes gibi büyük ölçüde orta sınıf ideolojisinin habercisi olan düşünsel bakımdan en cüretkâr düşünürlerin, aynı zamanda eski ve çürümüş bir toplumla birlikte anılıyor olmaları gibi bir paradoksal durumun ortaya çıkması için yeterince neden vardı. Yükselen orta sınıfın ordularının, savaşmak için disiplinli, güçlü ve sade ahlaka sahip bir örgütlenmeye gereksinmeleri vardı. Kuramsal olarak bilinemezcilik ya da tanrıtanımazlık bununla eksiksiz biçimde uyuşmaktaydı, bunun için Hıristiyanlığın varlığı gerekmiyordu; ve onsekizinci yüzyılın filozofları [philosophes], yılmadan usanmadan, (örneklerini soylu vahşiler arasında buldukları) ‘doğal’ ahlakın ve bireysel özgür düşünürün sahip olduğu yüksek kişisel ölçütlerin Hıristiyanlıktan daha iyi olduğunu tanıtlamaya çalıştılar. Fakat eski tip dinin sınanmış, güvenilir üstünlükleriyle, ahlakın doğaüstü yaptırımını ortadan kaldırmak, sadece, toplumsal bakımdan yararlı boş inançlar olmadan yaşayamayacak, genelde cahil ve aptal görülen çalışan yoksullar için değil, bizzat orta sınıf için de uygulamada büyük tehlikeler içeriyordu.
Fransa’da devrim sonrası kuşakların yaşamı, (—Robespierre’in 1794’te yaptığı gibi— Rousseaucu bir ‘yüce varlık tapısı’, Hıristiyan olmayan ussalcı temeller üzerine kurulmuş çeşitli sözde dinler gibi) Hıristiyanlığa denk Hıristiyan olmayan bir burjuva ahlakı yaratma çabalarıyla doludur, Fakat yine de bu çabalarda (Saint-Simoncular ve Comte’un ‘insanlık dini’ gibi) ayinler ve tapılar varlıklarını korumaktaydı. Sonuçta eski dinsel tapıların dış, yüzeysel yanlarını koruma gayretine son verildi; ama (‘dayanışma’ gibi çeşitli ahlaki kavramlara) ve hepsinden öte rahipliğin dindışı dengini oluşturan öğretmenlere dayanan biçimsel bir dindışı ahlak kurma çabası sürdü. Her köyde öğrencilerinin kafasını Roma Devrim ve Cumhuriyet ahlakıyla dolduran, köy papazının resmi hasmı, yoksul, özgeci ilkokul öğretmeni, aynı zamanda burjuva istikrarının yerleşmesinden kaynaklanan (nereden bakılsa yetmiş yıllık) siyasal sorunları toplumsal devrimin temellerine dayanarak çözecek olan Üçüncü Cumhuriyet’e kadar muzaffer olamadı. Fakat bu öğretmen tipi [instituteur], “başlıca sınıfların eğitiminden sorumlu olanlara, Cicero ile Sallustius’un ‘devleti kurmak’tan (instituere civitatem) ve ‘devletlerin ahlaki temellerini atmak’tan (instituere civitatum mores) dem vuran sözlerini yansılayacak biçimde instituteur [kurucu] denecektir” diyen Condorcet’in 1792 tarihli yasasında zaten örtük olarak yer almaktadır.

Şu halde burjuvazi, ideolojik bakımdan sözünü sakınmayan özgür düşünürlerden oluşan bir azınlık ile Protestan, Yahudi ve Katolik dindar bir çoğunluk arasında bölünmüş olarak kaldı. Ancak tarihsel bakımdan yeni olan şuydu: Bu ikisinden özgür düşünce yanlıları, diğeriyle karşılaştırılamayacak kadar dinamik ve etkindi. Din, sadece nicelik açısından o büyük gücünü sürdürmekle ve ileride göreceğimiz gibi daha da güçlenmekle birlikte, artık egemen değildi, geri çekilmekteydi; ve günümüze dek de çifte devrimin dönüştürdüğü bir dünyanın çerçevesi içinde kaldı. Yeni ABD’nin yurttaşlarının büyük kısmının (çoğunluğu Protestan olmak üzere) şu ya da bu dine inandıklarına kuşku yoktur; ancak Cumhuriyet’in Anayasası, bilinemezciliğin anayasasıdır ve bütün değiştirme çabalarına karşın öyle de kalmıştır. Ele aldığımız dönemin İngiliz orta sınıfları arasında Protestan dindarların, bilinemezci radikallerin oluşturduğu azınlıktan çok daha kalabalık olduğu ve giderek de sayılarının arttığı kuşku götürmez bir gerçektir. Fakat bu çağın edimsel kurumlarına biçimlerini veren, Wilberforce’dan çok Bentham olmuştur.

Laik ideolojinin dinsel ideoloji üzerindeki bu tayin edici zaferinin en açık kanıtı, aynı zamanda onun en önemli sonucudur da. Amerikan ve Fransız Devrimleri aracılığıyla belli başlı siyasal ve toplumsal dönüşümler laikleştirildi. Onaltıncı ve onyedinci yüzyıl Hollanda ve İngiliz Devrimleri’nin ortaya çıkardığı meseleler hâlâ ister ortodoks ister mezhepçi ister sapkın olsun, Hıristiyanlığın geleneksel dili içinde tartışılmıştı. Amerikan ve Fransız [Devrim] ideolojilerindeyse Avrupa tarihi ilk kez Hıristiyanlığın önemini yitirdiğine tanık oldu. Ölen baldırıçıplak kahramanlardan, eskileri andıran aziz ve şehit tapıları yaratmaya çalışan birkaç folklorik çabayı bir yana bırakırsak, 1789’un dili, simgeleri, giysisi tamamen Hıristiyan dışıydı. Aslına bakılırsa Romalıydı. Aynı zamanda devrimin bu laik niteliği, kendi tekil ideolojik biçimlerini geniş kitlelere dayatan liberal orta sınıfın siyasal hegomonyasına işaret etmekteydi. Fransız Devrimi’nin düşünsel önderlerinin, devrimi gerçekleştiren kitlelerin arasından gelmedikleri düşünülürse, devrimin ideolojisinin, gösterdiğinden daha fazla bir gelenekçilik emaresi gösteremeyecek olmasında anlaşılmaz bir yan yoktur. —

Demek ki burjuvazinin zaferi, Fransız Devrimi’ni, onsekizinci yüzyıl aydınlanmasının bilinemezci ya da laik ahlak ideolojisiyle boyadı ve bu devrimin üslubu, sonraki bütün toplumsal devrim hareketlerinin genel dili oldu, bu laikliği onlara da taşıdı. Özellikle Saint- Simon gibi aydınlarla, aralarında terzi Weitling (1808-1871) gibi birkaç eski Hıristiyan- komünist mezhepçinin bulunduğu önemsiz istisnalar dışında, yeni işçi sınıfının ve ondokuzuncu yüzyıl sosyalist hareketlerinin ideolojisi başından itibaren laikti. Düşüncelerinde küçük artizanların ve yoksul el işçilerinin radikal-demokrat özlemlerini dile getiren Thomas Paine, insan Hakları Kitabı (1791) kadar, İncil’in Tanrının kelamı olmadığını kanıtlamak amacıyla halk diliyle kaleme aldığı Akıl Çağı (1794) kitabıyla da tanınmaktadır. 1820’lerin makinistleri, Robert Owen’ın peşinden sadece kapitalizm çözümlemesi nedeniyle değil, inançsız biri olmasından dolayı gittiler ve Owencılığın çökmesinden uzun zaman sonra da Owencıların Halls of Science’ı ussalcı propagandayı kentlere yaymaya devam etti. Dindar sosyalistler olmuştur ve bugün de vardır; dindar olmasına karşın aynı zamanda sosyalist de olan yığınla insan vardır. Fakat modern emek hareketlerinin ve sosyalist hareketlerin baskın ideolojileri, onsekizinci yüzyıl ussalcılığına dayanmaktadır.

Gördüğümüz gibi kitleler esasen dindar kalmaya devam ederken, geleneksel Hıristiyan bir toplumda yetişmiş kitlelerin doğal devrimci üsluplarının (toplumsal sapkınlık, binyılcılık ve benzerleri gibi) bir başkaldırı üslubu olması, İncil’in bir fesat kaynağı haline gelmesi, daha da şaşırtıcıdır. Ne var ki, yeni emek hareketine ve sosyalist hareketlere hâkim olan laiklik, aynı ölçüde yeni ve daha temel bir olgu olan yeni proletaryanın dine karşı kayıtsız tavrına dayanmaktaydı. Endüstri Devrimi döneminde yetişmiş çalışan sınıfların ve kentli kitlelerin, modern ölçütlerle karşılaştırıldığında dinin çok daha fazla etkisi altında olduklarına kuşku yoktur; fakat ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısının ölçütleriyle örgütlü dinden bu uzaklıklarının, cehaletlerinin ve kayıtsızlıklarının bir benzeri daha yoktu. Bütün siyasal eğilimlerden gözlemciler bu konuda aynı düşüncededirler. 1851 tarihli İngiliz Din Sayımı, bu durumun çağdaşlarını dehşete sürüklediğini ortaya koydu. Bu uzaklığın büyük kısmı, geleneksel yerleşik kiliselerin, insanların toplandıkları yerlerle —büyük kentler ve yeni endüstriyel yerleşimler— ve onların kendi deneyimlerine ve uygulamalarına yabancı toplumsal sınıflarıyla —proletaryayla— uğraşmakta düpedüz başarısız olmasından ileri gelmekteydi. 1851’de Sheffield’da yaşayanların ancak %34’ü, Liverpool ve Manchester’dakilerin ancak %31.2’si, Birmingham’da yaşayanların sadece %29’u için ibadet yeri vardı. Köydeki bir papazın karşılaştığı sorunların, endüstri kentlerinde ya da bu kentlerin teneke mahallelerinde yaşayan ruhların sağaltımına bir yararı olmuyordu.

O nedenle yerleşik kiliseler bu yeni toplulukları ve sınıfları ihmal ettiler ve (özellikle Katolik ve Lutherci ülkelerde) sonunda onları ele geçirecek olan yeni emek hareketlerinin laik inacına terk ettiler (1848’de kiliselerin böyle davranmadığı ülkelerdeyse işçileri imansızlıktan kurtarma dürtüsü fazla güçlü değildi.) Protestan mezhepler, İngiltere gibi mezhepçiliğin oldukça yerleşik dinsel-siyasal bir görüngü oluşturduğu ülkelerde daha başarılıydı. Buna karşın bu mezheplerin, toplumsal çevrenin, rençberler, madenciler ve balıkçılar arasında olduğu gibi geleneksel küçük kent ya da köy havasına daha yakın olduğu yerlerde çok başarılı olduklarına ilişkin yığınla kanıt bulunmaktadır. Öte yandan endüstrinin çalışan sınıfları arasında bu mezhepler asla bir azınlık olmanın ötesine geçemediler. Bir grup olarak işçi sınıfının örgütlü dinle ilişkisinin, dünya tarihinin önceki herhangi bir yoksul kitlesinden çok daha az olduğuna kuşku yoktur.

O nedenle 1789’dan 1848’e kadarki dönemin genel eğilimi, etkili bir laikleşme yönündeydi. Bilim kendini, evrim alanına girdiğinde olduğu gibi, giderek Kutsal Yazı ile çatışma içinde buldu (15. Bölümle karşılaştırın). Özellikle 1830’lardan itibaren Tübingen profesörleri tarafından daha önce görülmemiş dozda İncil’e uygulanan tarihsel bilginlik, Tanrı tarafından yazılmasa bile onun tarafından esinlenen tek bir metni, insanın belgelemiş olmasından kaynaklı bütün kusurlarıyla birlikte tarihsel bir belge derlemesine dönüştürdü. Lachmann’ın Novum Testamentum’u (1842-1852), İncil’in gözle tanıklığa dayanan anlatımlar olduğunu yadsımış ve İsa Mesih’in niyetinin yeni bir din kurmak olduğunun kesin olmadığını ifade etmişti. David Strauss’un tartışmalı eseri Life of Jesus (1835), doğaüstü öğeyi İsa’nın yaşamöyküsünden çıkarıp attı. 1848’de eğitimli Avrupalılar, Charles Darwin’in yaratacağı şoka neredeyse hazırdılar. Çeşitli siyasal rejimlerin, yerleşik kiliselerin mülkleriyle yasal ayrıcalıklarına, ruhbana ve diğer dini simalara yönelik doğrudan saldırıları, bu eğilimi güçlendirdi ve —Roma Katolik kilisesine, bağlı ülkelerde— giderek hükümetlerle öteki laik kuruluşlarda, o güne dek büyük ölçüde dinsel kurumlara bırakılmış —özellikle eğitim ve sosyal refah gibi— işlevleri devralma yönünde bir eğilim belirdi. 1789 ile 1848 arasında manastırlar kapatıldı ve Napoli’den Nikaragua’ya dek hepsinin mülkleri satışa çıkarıldı. Elbette Avrupa dışında fatih beyazlar, ya —1830’larda Hindistan’da kocası ölen kadınların yakılma töresini ve tagların ayinlerde insan kurban etme göreneklerini bastıran İngiliz idareciler gibi— boş inanca karşı aydınlanmanın inanmış savunucuları olarak ya da sadece hangi önlemlerin kurbanları üzerinde etkili olabileceği hakkında hemen hiçbir fikirleri olmadığından, bağlılarının ya da kurbanlarının dinlerine doğrudan saldırıya geçtiler.

Salt sayısal olarak alındığında, fiilen daralmaları söz konusu olmadıkça, bütün dinlerin nüfus artışına koşut olarak genişledikleri görülmektedir. Ancak ele aldığımız dönemde iki din türü yayılma konusunda özel bir yetenek göstermiştir: İslam ve mezhepçi Protestanlık. Arkasına Avrupa’nın askeri, siyasal ve ekonomik istilacı güçlerini alarak Avrupa dışında gerçekleştirdikleri misyonerlik faaliyetlerinde gözlenen bariz artışa rağmen, Katolik olsun Protestan olsun öteki Hıristiyan dinlerin yayılma konusundaki kesin başarısızlıklarıyla karşılaştırıldığında, bu yayılmacılık daha da göz alıcı olmaktadır. Gerçekten de devrimi ve Napoleon’u içine alan onyıllarda, Protestan misyonerliğinin sistemli olarak büyük ölçüde Anglo-Saksonlar tarafından başlatıldığına tanık olunmaktadır. Baptist Misyoner Topluluğu (1792), Mezhepler Arası Londra Misyonerlik Cemiyeti (1795), Evanjelik Kilisesi Misyonerlik Cemiyeti (1799), İngiliz ve Yabancı İncil Cemiyeti’ni (1804); Amerikan Yabancı Misyonerler Komisyonu Kurulu (1810), Amerikan Baptistleri (1814), Wesleyanlar (1813-18), Amerikan İncil Topluluğu (1816), İskoç Kilisesi (1824), Birleşik Presbiteryenler (1835), Amerikan Metodist Piskoposları (1819) ve diğerleri izledi. Hollanda Misyoner Cemiyeti (1797) ile Basel Misyonerleri’nin (1815) öncü niteliğindeki çabalarına rağmen, kıtadaki Protestanlar daha sonraki tarihlerde gelişme göstermişlerdir: 1820’lerde Berlin ve Ren cemiyetleri; otuzlarda Leipzig ve Bremen cemiyetleri, 1842’de de Norveç Misyonerler Cemiyeti kuruldu. Misyonerlik faaliyetleri durgun ve önemsiz boyutlarda olan Roma Katolikliğiyse sonradan bir canlanma içine girdi.

Dinsizlere İncillerin adeta boca edilmesinin ve dini ticaretin, Avrupa ve Amerika’nın dinsel, toplumsal ve ekonomik tarihiyle bir ilgisi vardır. Bizim burada sadece, 1848’de Hawaii gibi Pasifik’teki bazı adalar dışında fazla kayda değer sonuçları olmadığını belirtmemiz yeterlidir. 1820’lerde özgürlüklerine kavuşmuş Amerikalı kölelerin kurdukları devletler olan Liberya ve (1790’larda köle karşıtı ajitasyon sayesinde dikkat çeken) Sierra Leone’de birkaç sıçrama tahtası elde edildi. Avrupalıların Güney Afrika’da yerleştikleri yerlerin civarında (yerleşik yerel İngiliz Kilisesi ile Hollanda Reform Kilisesi’nden olmayan) yabancı misyonerler, Afrikalılara din değiştirtmeye başladılar. Fakat ünlü misyoner ve kâşif David Livingstone 1840’ta Afrika’ya yelken açtığında, bu kıtanın ilk sakinleri hâlâ Hıristiyanlıkla temasa geçmiş değildi.

Oysa İslam, bu din açısından son derece karakteristik olan zorla din değiştirmeye başvurmadan ya da örgütlü bir misyonerlik faaliyetini arkasına almadan sessiz, yavaş, ama emin bir biçimde yayılmaya devam etmekteydi. Hem doğuya doğru, Endonezya’ya ve Kuzeybatı Çin’e, hem de Sudan’dan Senegal’e, daha küçük boyutta da Hint Okyanusu’nun iç sahillerinden başlayarak batıya doğru yayıldı. Geleneksel toplumlarda din gibi temel nitelikteki bir şey değişikliğe uğradığında, çok büyük sorunlarla karşı karşıya kalınacağı açıktır. Afrika’nın içlerinin dış dünyayla olan ticaretini neredeyse tekellerinde bulunduran ve bu sayede kalabalıklaşan Müslüman tacirlerin, İslamın yeni halkların gündemine girmesinde katkıları oldu. Topluluk yaşamını altüst eden köle ticareti, toplumsal yapıları  yeniden birleştirmenin güçlü bir aracı olduğundan İslâmi çekici hale getirdi. — Aynı zamanda Muhammed’in dini, Sudan’ın yarı feodal ve askeri topluluklarına da seslendi ve bu dinin kazandırdığı bağımsızlık, militanlık ve üstünlük duygusunun köleliği dengelemek gibi bir yararı oldu. Müslüman zenciler, kötü kölelerdi: Bahia’ya (Brezilya) ithal edilen Haussa (ve diğer Sudanlılar), 1807 ile (çoğunun öldürüldüğü ya da gerisin geri Afrika’ya gönderildiği) 1835 ‘teki büyük ayaklanma arasındaki zaman diliminde dokuz kez başkaldırdılar. Köleler, ancak son dönemlerde ticarete açılmış olan bu bölgelerden uzak durmayı öğrendiler.

Afrika İslamı’nda beyazlara direniş öğesinin çok az olduğu açık olmakla birlikte (o zamana dek bu bölgede fazla bir direnişe rastlanmamıştı), Güneydoğu Asya’da öteden beri yaşamsal bir rol oynamaktaydı. Burada (bir kez daha tüccarların öncülüğünde) İslam, uzun zaman önce yerel tapılara ve baharat adalarının gerileyen Hinduizmine karşı; aynı zamanda Hindulaşmış penslere karşı halkın bir karşı koyma aracı olmakla birlikte, daha çok Portekizlilere ve Hollandalılara karşı ‘bir tür ön-milliyetçilik’ aracı olarak gelişmişti. Giderek hareket alanları daralan bu prensler, Hollandalıların bağlıları ya da aracıları durumuna düştükçe, İslam da halkın bağrında daha derine kök salmaya başladı. Hollandalılarsa, Endonezya prenslerinin din öğretmenleriyle ittifak kurarak, Yogyakarta Prensi’nin Java Savaşı’nda (1825-1830) olduğu gibi, genel bir halk ayaklanması başlatabileceklerini öğrendiler. Bunun sonucunda, defalarca yerel egemenlerle yakın bir ittifak kurma politikasına ya da dolaylı egemenliğe dönüş yaptılar. Bu arada ticaretin ve deniz taşımacılığının gelişmesiyle birlikte Güneydoğu Asya müslümanlarıyla Mekke arasında kurulan sıkı ilişkiler, hacıların sayısının artmasına, Endonezya müslümanlarının ortodokslaşmasına, hatta Arap Vahabiliğinin militan ve canlandırıcı etkilerine açık hale gelmelerine neden oldu.

Bu dönemde İslama yayılma gücünün büyük kısmını veren İslam içindeki reform ve canlanma hareketlerine, aynı zamanda, Avrupa’nın genişlemesinin yarattığı etkiyi ve eski Muhammedçi toplumların (özellikle de Türk ve İran imparatorluklarının) bunalımını ve belki de Çin İmparatorluğu’nun artan bunalımını yansıtan bir olgu olarak da bakılabilir. Püriten Vahabiler, onsekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan’da ortaya çıkmışlardı. 1514’te Arabistan’ı fethettiler ve Mehmet Ali’nin batılılaşan Mısırı’yla Batılı orduların birleşik güçleri tarafından durduruluncaya kadar Suriye’yi fethedebilecek hale geldiler. Ama öğretileri, doğuya, İran’ın, Afganistan’ın ve Hindistan’ın içlerine kadar yayıldı. Vahabilikten esinlenen Cezayirli bir din adamı olan Sidi Muhammed bin Ali el Sunusi, 1840’lardan itibaren Tripoli’den Sahra çölüne dek yayılan benzer bir hareket geliştirdi. Cezayir’de Abdülkadir, Kafkaslarda Şeyh Şamil, Fransızlara ve Ruslara karşı dinsel-siyasal direniş hareketleri yarattılar (7. Bölüme bakınız) ve sadece Peygamberin ortaya koyduğu biçimiyle saf İslama dönmekle kalmayıp Batılı yenilikleri de bünyesine almaya çalışan bir panislamcılık yaratmayı umdular. 1840’larda İran’da, milliyetçi ve devrimci heterodoksisi çok daha belirgin olan Ali Muhammed’in Bab hareketi ortaya çıktı. Diğer şeyler arasında bu hareketin İran Zerdüştiliğinin bazı eski uygulamalarına geri dönmek ve kadınların peçelerini kaldırmak gibi bir eğilimi vardı.

İslamdaki mayalanma ve yayılma, salt din tarihi açısından bakıldığında, 1789’dan 1848’e kadarki dönemi İslamın dünya çapında canlanması biçiminde tarif edebileceğimiz ölçülere vardı. Gerçi dönemin sonlarında bu türden pek çok özelliğe sahip Çin’deki büyük Taiping isyanının eşiğine geliyoruz ama, Hıristiyanlık dışındaki dinler arasında İslamın kitlesel hareketinin bir benzeri daha yoktu. İngiliz Hindistanı’nda —özellikle Ram Mohan Roy’un (1772-1833) Brahmo Samaj’ı gibi— küçük dinsel aydın reform hareketleri ortaya çıktı. Birleşik Devletler’de beyazlara yenilen yerli kabileleri, yüzyılın ilk on yılında Tecumseh önderliğinde bilinen en büyük Ova Yerlileri konfederasyonunun savaşına ve İroki yaşam tarzını beyaz Amerikan toplumunun bozucu etkilerine karşı korumak amacıyla kurulan Handsome Lake’in dinine (1799) ilham kaynağı olmuş, beyazlara karşı vahye dayalı dinsel- toplumsal direniş hareketleri geliştirmeye başladılar. Bazı Hıristiyan, özellikle Quaker unsurları da benimseyen bu peygamberi resmen tanıma onuru, gerçek aydınlanmanın nadir simalarından biri olan Thomas Jefferson’a aittir. Ne var ki, gelişmiş bir kapitalist uygarlıkla animist halklar arasındaki doğrudan temas, yirminci yüzyıla özgü bir durum olan bu tür kehanetçi ve binyılcı hareketler ortaya çıkaracak boyutta değildi.

Protestan mezhepçiliğinin yayılmacı hareketi, neredeyse tümüyle gelişmiş kapitalist uygarlığın var olduğu ülkelerle sınırlı kaldı ve bu bakımdan İslamın yayılma hareketinden farklıydı. Bu türden bazı hareketler (örneğin Alman pietizmi ya da İngiliz evanjelizmi gibi), kendi yerleşik devlet kiliseleri çerçevesinde kaldıklarından, çaplarını ölçebilmek olanaksızdır. Ancak büyük olduklarına kuşku yoktur. 1851’de İngiltere ve Galler’deki Protestanların kabaca yarısı, İngiliz Kilisesi dışındaki dinsel ayinlere gidiyorlardı. Mezheplerin kazandığı bu olağanüstü zafer, esas olarak 1790’dan, ya da daha kesin olarak Napoleon Savaşları’nın son yıllarından itibaren gerçekleşen dinsel gelişmelerin sonucuydu. Bu anlamda, 1790’da Wesleyan Metodistlerinin Birleşik Krallık’taki üye sayısı zar zor 59.000’i buluyordu; 1850’deyse çeşitli dallarıyla birlikte bu sayının on katına ulaşmışlardı. Birleşik Devletler’de de çok benzer bir kitlesel din değiştirme süreciyle, eski egemen kiliseler pahasına Baptistlerin, Metodistlerin ve daha az ölçüde de Presbiteryenlerin sayısında artış olmuştu; 1850′ d e ABD’deki bütün kiliselerin yaklaşık dörtte üçü, bu üç mezhebe aitti. Yerleşik kiliselerin sarsılması, mezheplerin ortaya çıkarak egemen dinlerden ayrılması, aynı zamanda İskoçya (1843’teki ‘Büyük Bölünme’), Hollanda, Norveç ve başka ülkelerde de bu dönemin din tarihine damgasını vurmaktadır.

Protestan mezhepçiliğinin coğrafi ve toplumsal sınırlarına ilişkin nedenler bellidir. Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı ülkelerde halk mezheplerinin gelişebileceği bir ortam ve gelenek var olmadı. Buralarda yerleşik kiliseden ya da egemen dinden benzer bir kopuşun, mezhep bölünmesinden çok (özellikle erkekler arasında) Hıristiyanlıktan kitlesel bir kopuş biçimini alması çok daha olasıydı.— (Buna karşın Anglo-Sakson ülkelerdeki Protestan kaynaklı din adamı karşıtlığı, kıta ülkelerindeki tanrıtanımaz kaynaklı din adamı karşıtlığının eşdeğerini oluşturmaktaydı.) Dinsel canlanmacılık, olasılıkla, Roma Katolik dininin kabul ettiği çerçeve içinde yeni bir duygusal tapı, keramet sahibi bir aziz ya da hac hareketi biçimini alacaktı. Ele aldığımız dönemde bir iki aziz, örneğin Fransa’da Cure d’Ars (1786-1859) geniş ilgi topladı. Doğu Avrupa’nın Ortodoks Hıristiyanlığı mezhepçiliğe daha uygundu; Rusya’da da geri bir toplumun yaşadığı karışıklıklar, on yedinci yüzyıl sonlarından itibaren birçok yeni mezhebin ortaya çıkmasına neden oldu. Birçokları, özellikle de kendini hadım eden Skoptsi, Ukraynalı Doukhoborlar ve Molokanlar, onsekizinci yüzyıl sonlarının ve Napoleon döneminin ürünleriydiler; ‘Eski İnananlar’, onyedinci yüzyıldan beri vardı. Ne ki, genelde mezhepçiliğin en çekici geldiği sınıflar —küçük el işçileri, satıcılar, ticari üretim yapan çiftçiler ve burjuvazinin diğer habercileri ya da bilinçli köylü devrimcileri—, henüz büyük çapta bir mezhep hareketi yaratabilecek kadar kalabalık değillerdi.

Protestan ülkelerdeyse durum daha farklıydı. Uzun zamandır yerleşmiş mezhepçi bir gelenek var olsa da, buralarda (hele İngiltere ve ABD’de) ticari ve endüstriyel toplumun etkisi daha güçlüydü. Ahlaki katılığı yanında, herkese açık olmaması (dışlayıcı olması) ve Tanrı ile insan arasındaki bireysel iletişimi öne çıkarması, onu girişimciler ve küçük işadamları için çekici kıldı ya da onları yetiştiren bir okul oldu. Kasvetli ve amansız cehennem ve lanetlenme teolojisiyle, sert bir yaşamla sağlanacak kurtuluş teolojisi, zorlu bir çevrede zorlu bir yaşam sürdürmekte olan insanlar (örneğin sınır boylarında yaşayan insanlar, denizciler, tek başlarına çalışan küçük çiftçiler, madenciler, sömürülen zanaatkârlar) için onu çekici hale getirdi. Bu mezhep, toplumsal ya da dinsel hiyerarşinin olmadığı demokratik, eşitçi bir inananlar topluluğuna dönüşerek bu sayede ortalama insana da seslenebildi. Kılı kırk yaran dinsel törenlere ve bilgince öğretilere düşmanlığı, amatör kâhinliklere ve vaazlara olanak verdi. Köklü binyılcılık geleneği, toplumsal başkaldırının ilkel bir biçimiyle kendini ifade etti. Son olarak duygusal bakımdan zorlu bir süreç olan kişisel ‘din değiştirme’ öğesi taşıması, yoğun isterik bir kitlesel dini ‘canlanmacılık’ yolu sunmaktaydı ve insanlar bu sayede, kitlesel boşalmalar için benzeri çıkış kapıları bırakmayan ve geçmişte var olmuş bu türden subapları da ortadan kaldıran bir toplumun yarattığı gerilimlerden kurtulmaktaydılar.

‘Canlanmacılık’, her şeyden önce mezheplerin yayılmasına hizmet etti. Özellikle İngiltere’de Protestan muhalefetin yayılması ve bir rönesans dönemine girmesi yönündeki itki, John Wesley’in (1703-1791) yoğun duygusal, usdışı, kişisel kurtuluş hareketiyle onun Metodistlerinden geldi. Bu nedenden dolayı yeni mezhepler ve eğilimler başlangıçta siyaset dışı, hatta kötü dış dünyaya sırtlarını çevirip laik yapısında herhangi bir toplu değişiklik yapma olasılığını reddedecek biçimde kendine yeterli bir grup yaşamına ya da kişisel kurtuluşa yöneldiklerinden son derece tutucuydular. ‘Siyasal’ enerjilerini, genelde yabancı misyonerliklerin sayısını, köle karşıtı ve ölçülülük yanlısı propagandayı artırmak gibi ahlaki ve dinsel kampanyalar için harcadılar. Amerikan ve Fransız devrimleri döneminde siyasal olarak etkin ve radikal mezhepçilerse, tersine, onyedinci yüzyıldan beri var olan, durgun ya da hatta onsekizinci yüzyıl ussalcılığının etkisi altında entelektüel bir Yaradancılığa doğru evrilen (Presbiteryenler, Kongregasyonalistler, Üniteryenler, Quakerlar gibi) daha eski, daha su katılmadık ve daha sakin muhalif ve püriten topluluklara aittiler. Bu yeni Metodist mezhepçilik türü, devrim karşıtıydı ve ele aldığımız dönemde İngiltere’nin devrime olan bağışıklığı bile —yanlış bir biçimde— onların artan etkilerine yorulmuştur.

Ne var ki, yeni mezheplerin toplumsal niteliği, dünyadan el etek çekmeyi öneren teolojik görüşleriyle uyuşmadı. Kendilerini kabule en hazır olanlar, bir yanda güçlü ve zengin olanlarla öte yanda geleneksel toplumun kitleleri arasında kalmış, yani orta sınıfa yükselmek üzere olanlarla yeni oluşmakta olan bir proletaryaya karışmak üzere olan iki arada kalmış küçük ve bağımsız insanlardan oluşma bir kitleydi. Bütün bu insanların temel siyasal yönelimleri, Jakoben ya da Jeffersoncu bir radikalizme ya da en azından ılımlı bir orta sınıf liberalizmine doğruydu. O nedenle İngiltere’de ‘Uyuşmazcılık’ [Nonkonformizm], ABD’de hâkim Protestan kiliseler, (her ne kadar İngiliz Metodistleri arasında kurucularının Toryciliği, ancak 1848’de sona eren yarım yüzyıllık bir ayrılmalar ve iç bunalımlar sırasında alt edilebilmişse de solda siyasal bir güç olarak yerlerini aldılar.

Başlangıçtaki, var olan dünyayı reddetme tavrı, ancak çok yoksul ya da durumları çok sallantıda olanlar arasında devam etti. Fakat dünyanın sona ereceğine dair binyılcı kehanet biçimini alan ve (Kutsal Kitap’ta belirtilenlere uyan) emarelerini Napoleon sonrası dönemin sıkmalarında bulduğuna inanan ilkel bir devrimci reddiye de vardı. İngiltere’de Irvingistler, bunun 1835’le 1838 arasında olacağını ilan ettiler; ABD’de Yedinci Gün Adventistlerinin kurucusu William Miller ise, dünyanın sonunun 1843’te ya da 1844’te geleceğini duyurduğunda 50.000 izleyicisinin ve 30.000 vaizinin olduğu söylenir. Bireylere ait istikrarlı, küçük çiftliklerin ve küçük bir ticaretin bulunduğu ve dinamik bir kapitalist ekonominin etkisinin güçlü bir biçimde hissedildiği (New York çevresi gibi) bölgelerde bu binyılcı mayalanma özellikle güçlüydü. Bu gelişmenin en dramatik ürünü, vahyini 1820’lerde New York’un Palmyra bölgesi yakınlarında alan ve halkını uzaklardaki Siyon’a götürmek üzere yola çıkan ve sonunda onları Utah çöllerine getiren peygamber Joseph Smith tarafından kurulan Ahir Zaman Ermişleri (Mormonlar) idi.

Bunlar aynı zamanda, ister yaşamlarındaki katılığı ve sıkıcılığı hafiflettiği (Essex fabrikalarında çalışan kızları gözlemleyen bir hanımefendinin dediği gibi, “başka hiçbir eğlence olmadığında dinsel canlanma eğlencenin yerini tutar”), ister toplu dinsel birliği, birbirinden farklı bireylerden geçici bir topluluk yarattığı için olsun, canlanma toplantılarındaki toplu isterinin cezbine kendine kaptıran gruplardı. Modern biçimiyle canlanmacılık, sınır boylarında yaşayan Amerikalıların yaratışıydı. ‘Büyük Uyanış’, 1800’lerde Appalachians’daki dev ‘kamp toplantıları’yla başladı —Kane Ridge, Kentucky’de yapılan böyle bir toplantıya (1801) kırk vaizle birlikte on, yirmi bin arası insan katıldı. Günlerce süren orgiastik isterinin derecesini tahayyül etmek çok zordur; “titreme nöbetine yakalanmış” kadınlar erkekler tükeninceye kadar dans eder, binlercesi vecde gelir, “anlaşılmaz sesler çıkartır” ya da köpekler gibi ulurlardı. Uzak diyarlarda yaşıyor olmak, sert doğal ya da toplumsal çevre ya da bütün bunların bileşimi, canlanmacı harekete olanak verdi ve gezgin vaizler bunu Avrupa’ya götürerek 1808’den sonra Wesleyanlardan ayrılan İlk Metodistler adı verilen ve özellikle İngiltere’nin kuzeyindeki madenciler ve küçük dağ çiftçileri arasında, Kuzey Denizi balıkçıları, çiftçiler, Midlands’deki kederli ağır endüstri işçileri arasında yayılan proleter-demokrat bir hareketin doğmasına neden oldular. Bu tür dinsel isteri nöbetleri, ele aldığımız bütün zaman diliminde dönem dönem yaşandı; Güney Galler’de 1807-09,1828-30, 1839-42, 1849 ve 1859’da patlak verdi ve mezheplerin sayısında büyük artışlar görüldü. Elbette bunları tek bir nedene bağlamak olanaksızdır. Bazıları (bizim ele aldığımız döneme rastlayan Wesleyanların hızla ilerleyen yayılma dönemlerinden biri dışında hepsi), vahim gerilim ve huzursuzluk dönemlerine, bazılarıysa tersine çöküntüden çıkıldığı dönemlere rastgeldi ve kimi zaman da kolera salgını gibi, başka Hıristiyan ülkelerde de benzer dinsel görüngülere yol açan toplumsal felaketler tarafından hızlandırıldılar.

O nedenle, tamamen dinsel açıdan bakıldığında, dönemimizi, artan laikleşmenin ve (Avrupa’da) dine karşı takınılan kayıtsız tutumun, en uzlaşmaz, usdışı ve duygusal bakımdan en zorlayıcı biçimleriyle dinde ortaya çıkan canlanmalarla savaştığı bir dönem olarak görmemiz gerekir. Bu savaşın bir ucunda Tom Paine, diğer ucunda William Miller yer alır. 1830’larda Alman filozof Feuerbach’ın (1804-1872) düpedüz tanrıtanımaz mekanik materyalizminin karşısında, ortaçağ başlarındaki azizlerin yaşamlarının harfiyen doğru olduğunu savunan gençlerden kurulu ‘Oxford Hareketi’ bulunmaktaydı.

Ancak efsaneleri gerçek kabul eden [literal], militan, eski moda dine bu geri dönüşün üç yönü vardı. Kitleler için bu, esas olarak, orta sınıf liberalizminin soğuk ve gayrı insani baskıcı toplumuyla başa çıkmanın bir yöntemiydi: Marx’ın ifadesiyle (ama bunları sadece Marx söylemiş değildi) bu, “kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu… halkın afyonuydu.”  Dahası, bu hareket, bunlardan tamamen yoksun bir çevrede toplumsal ve zaman zaman da eğitsel ve siyasal kurumlar oluşturmaya çalıştı ve siyasal bakımdan azgelişmiş insanlar arasında onların hoşnutsuzluklarına ve özlemlerine ilkel bir ifade kazandırdı. Onun literalizmi, duygusallığı ve boş inanca dayalı yapısı, hem ussal hesabın egemen olduğu bütün bir topluma hem de dini kendi imgesine göre eğip büken üst sınıflara karşı bir başkaldırıydı.

Bu kitlelerden doğan orta sınıf içinse din, güçlü bir ahlaki destek, geleneksel toplumun nefret ve horlamalarına karşı toplumsal varlıklarının bir haklılaştırımı ve yayılmalarının bir aracı olabildi. Din onları (mezhepçi oldukları ölçüde) bu toplumun prangalarından kurtarmaktaydı. Kazançlarına, saf ussal özçıkardan [bencillikten] çok daha büyük bir ahlaki etiket kazandırmakta, baskı altına aldıklarına karşı takındıkları sert tutumu meşrulaştırmakta, dinsizlere uygarlık götürme işiyle mal ticaretini birleştirmekteydi.

Monarşiler ve aristokratlar, daha doğrusu toplumsal piramidin tepesinde bulunanlar içinse, din, toplumsal istikrar anlamına gelmekteydi. Fransız Devrim i’nden, tahtın en güçlü payandasının Kilise olduğunu öğrenmişlerdi. Güney İtalyanlar, İspanyollar, Tirollüler ve Ruslar gibi okuryazar olmayan dindar halklar, yabancılara, imansızlara ve devrimcilere karşı kiliselerini ve yöneticilerini savunmak için silaha sarılmışlar, rahipler de onları kutsamış, hatta bazı durumlarda başlarına geçerek onları yönlendirmişlerdi. Cahil ve dindar halklar, Tanrının onlara uygun gördüğü yoksulluk içerisinde yakınmadan yaşayabilmekte, yine Tanrının başlarına verdiği yöneticilerin idaresi altında, aklın bozucu etkilerinden uzak, basit, ahlaklı ve düzene uygun bir yaşam sürebilmekteydiler. 1815’den sonra tutucu yönetimler —kıta Avrupası’ndaki hangi hükümet tutucu değildi ki?— için dinsel duyarlılıkları ve kiliseleri teşvik, polis karakolları kurmakla ve sansürle birlikte, uyguladıkları politikanın ayrılmaz bir parçasıydı; rahipler, polisler ve sansür, Devrime karşı tepkinin [Reaksiyon] üç ana dayanağını oluşurmaktaydı.

Yerleşik yönetimlerin çoğu için, Jakobenliğin tahtları tehdit ettiği, kiliselerinse onları koruduğu yeterince açıktı. Ancak romantik aydın ve ideologlardan oluşan bir grup için taht ile mihrap arasındaki ittifakın daha derin bir anlamı vardı: Eski, organik, canlı toplumu, aklın ve liberalizmin aşındırmalarına karşı koruyordu ve birey bunu, bu trajik açmaza ussalcıların sunduklarından çok daha uygun bir çözüm olarak görmekteydi. Fransa’da ve İngiltere’de taht ile mihrap arasındaki ittifak için yapılan haklılaştırmaların büyük bir siyasal önemi olmadığı gibi, trajik ve kişisel, romantik bir din arayışı da söz konusu değildi. (İnsan kalbinin derinliklerinin en önemli kâşifi, Danimarkalı Soren Kierkegaard (1813-55), küçük bir ülkedendi ve çağdaşlarının pek az ilgisini çekmişti. (Ancak ölümünden sonra üne kavuşmuştur.) Ne ki, monarşik tepkinin kaleleri olan Alman prensliklerinde ve Rusya’da romantik-reaksiyoner aydınlar; memurlar, bildiri ve programların hazırlayıcıları olarak ve monarkların zihinsel dengesizlikler gösterdikleri yerlerde (örneğin Rusya’da I. Alexander, Prusya’da IV. Frederick William) özel danışman olarak siyasal yaşamda kısmen de olsa bir rol oynadılar. Ancak bütün olarak alındığında Friedrich Gentz ve Adam Müller gibiler önemsiz simalardı ve (Metternich’in güvensiz baktığı) dinsel ortaçağcılıkları, kralların bel bağladığı polislere ve sansürcülere tebliğ edilen biraz gelenekçi bir tarzdan başka bir şey değildi. Avrupa’yı 1815’ten sonra düzen içinde tutacak olan Rusya, Prusya ve Avusturya arasındaki Kutsal İttifak, kendi yok adı var bir haçlı gizemciliğine değil, her bozguncu hareketin Rusya, Prusya ya da Avusturya orduları tarafından ezilmesi gibi basit bir karara dayanmaktaydı. Üstelik gerçekten tutucu olan hükümetler, reaksiyoner bile olsalar hiçbir aydına ve ideoloğa güvenmeme eğilimindeydiler; çünkü bir kez itaat etmek yerine düşünmek ilke haline geldiğinde, son da başlamış demekti. Metternich’in sekreteri Friedrich Gentz’in, 1819’da Adam Müller’e yazdığı gibi: “Şu öneriyi savunmaktan vazgeçmiş değilim: ‘Basının kötüye kullanılmaması için önümüzdeki yıl hiçbir şey basılmamalıdır’. Şayet bu ilke, Yüce Mahkeme’nin kabul edeceği birkaç istisnai durum dışında bağlayıcı bir kural olarak uygulanacak olursa, kısa zamanda Tanrıya ve Hakikate giden yolu bulacağımızdan eminim.” 

Ancak, liberalizm karşıtı ideologların sahip oldukları çok az da olsa siyasal önemin nedeni, liberalizmin dehşetinden gerçek anlamda tanrısal ve organik bir geçmişe doğru hicretlerinin hayli bir dinsel ilgi görmesinden kaynaklanıyordu; çünkü üst sınıfın duyarlı gençleri arasında Roma Katolikliğinin belirgin bir biçimde canlanmasına neden olmuştu. Protestanlık bile bireyciliğin, ussalcılığın ve liberalizmin öncülü değil miydi? Eğer gerçek anlamda dinsel bir toplum tek başına ondokuzuncu yüzyılın hastalığına şifa olacaksa, bu ancak Katolik ortaçağın gerçekte Hristiyan toplumu olmalıydı. — Her zaman olduğu gibi Gentz, konuya uymayan bir açıklıkla Katolikliğin çekiciliğini şöyle ifade ediyordu:

“Bugün katlanmakta olduğumuz bütün kötülüklerin birinci, gerçek ve tek kaynağı Protestanlıktır. Ussallıkla sınırlı kalsaydı hoşgörebilir ya da hoş görmek zorunda kalabilirdik; çünkü akıl yürütme eğilimi insanın doğasında vardır. Oysa hükümetler Protestanlığı bir kez caiz bir din biçimi, Hıristiyanlığın ifadelerinden biri, bir insan hakkı olarak kabul ettiler mi; Devlet içinde, hatta tek gerçek kilisenin yıkıntıları üzerinde ona yer açtılar mı, dünyanın dinsel, ahlaki ve siyasal düzeni hemen yıkılacaktır… Bütün Fransız Devrimi, hatta Almanya’da patlamak üzere olan daha kötüsü, bu aynı kaynaktan doğmuşlardır.”

Böylece soylu genç gruplar, kendilerini aklın dehşetinden kurtarıp Roma’nın kollarına bıraktılar; bekârlık yeminine, çileciliğe, Kilise Babalarının yazılarına, ya da sadece tutkulu bir vazgeçişle Kilisenin sıcak ve estetik olarak doyurucu ayinlerine kucak açtılar. Bekleneceği gibi, çoğu nluğu Protestan ülkelerden gelmişti: Alman romantikleri genellikle Prusyalıydılar. Gerçi genç ateşli üyelerinin, üniversitelerin en obskürantist ve reaksiyoner ruhunu ifade ettikleri ve —yetenekli öğrenci J. H. Newman (1801-1890) gibi— Roma Kilisesi’ne katıldıkları düşünüldüğünde, 1830’ların ‘Oxford Hareketi’ nitelik olarak İngiliz olmakla birlikte Anglo-Sakson okurun bu konuda en yakından tanıdığı örnektir. Geri kalanları, gerçek bir Katolik Kilisesi olduğunu öne sürdükleri Anglikan Kilisesi içinde ‘ayinciler’ biçiminde bir uzlaşma ve dayanak noktası buldular ve, ‘bodur’ ve ‘geniş’ kilise adamlarının dehşet dolu bakışları önünde, cüppeler, buhurdanlar ve başka ‘Papasal’ iğrençliklerle süslenmeye başladılar. Bu yeni dönmeler, dinlerini bir aile arması olarak gören itibarlı aileler ile öteden beri Katolik olan soylular için ve giderek İngiliz Katolikliğinin ana gövdesini oluşturmaya başlayan İrlandalı göçmen işçiler için tam bir bilmeceydiler. Öte yandan bu gençlerin soylu çabaları, Vatikan’ın dikkatli ve gerçekçi din görevlileri tarafından tam olarak takdir edilemedi. Fakat iyi ailelerden geldiklerinden ve üst sınıfların din değiştirmesi pekâlâ aşağı sınıflara da örnek olabileceğinden, Kilisenin fetih gücünün cesaret verici bir işareti olarak memnunlukla karşılandılar.

Ancak örgütlü din içinde —en azından Roma Katolikliği, Protestanlık ve Yahudilik— bile liberalizmin kazmacıları ve madencileri iş başındaydılar. Roma Kilisesi’nde onların başlıca eylem alanı Fransa ve en önemli simaları da, romantik tutuculuktan, onu sosyalizme yaklaştıracak olan devrimci bir halk ülküleştirmesine geçen Hugu es-Felicite-Robert de Lamennais (1782-1854) idi. Lamennais’in Paroles d’un Croyant’ı (1834), Katoliklik gibi statükoyu savunan son derece güvenilir bir silahla arkalarından hançerlenmeyi beklemeyen hükümetler arasında kargaşa yarattı ve bir süre sonra da Roma tarafından lanetlendi. Ancak liberal Katoliklik, her zaman Roma’daki en ufak bir değişikliği biraz değiştirerek de olsa Kilisesine yansıtan Fransa’da yaşamaya devam etti. İtalya’da da 1830’ların ve 1840’ların güçlü devrimci akımı, Papanın birleştirdiği liberal İtalya’nın şampiyonu Gioberti (1801-52) ve Rosmini gibi bazı Katolik düşünürleri girdabına çekti. Ancak Kilisenin ana gövdesi giderek artan ve militan bir biçimde liberalizm karşıtlığına kaydı.

Protestan azınlıklar ve mezhepler, özellikle siyaset bağlamında liberalizme çok daha yakın davrandılar: Bir Fransız Huguenot’u olmak, en azından ılımlı bir liberal olmak demekti (Louis Philippe’in Başbakanı Guizot böyle biriydi). Anglikan ve Lutherci kiliseler gibi Protestan devlet kiliseleri, siyasal bakımdan daha tutucuydu; ama ilahiyatları, Kutsal Kitap âlimliğine ve ussalcı araştırmalara fazla direnç gösterememişti. Liberal akım bütün gücünü hiç kuşku yok ki Yahudiler üzerinde duyurdu. Her şeyden önce siyasal ve toplumsal özgürlüklerini ona borçluydular. Kültürel asimilasyon, bütün kurtulmuş Yahudilerin amacıydı. Aydınlar arasında çoğu, Karl Marx’ın babası ya da (yine de Yahudilerin en azından sinagoga gitmeyi kestiklerinde dış dünyanın gözünde Yahudi olmaktan çıkmayacaklarının farkına varan) şair Heinrich Heine gibi en aşırı olanlar, Hıristiyanlığa ve bilinemezciliğe geçmek üzere eski dinlerini terk ettiler. Küçük bir bölümü de Yahudiliğin zayıf bir liberal biçimini geliştirdi. Ancak küçük kentlerde getto yaşamına egemen olan Tevrat ile Talmud değişmeden kaldı.

İdeoloji: Din – Devrim Çağı 1789-1848 | Eric Hobsbawm

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments