Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeGilles DELEUZEKavramsal Kişilikler - Felsefe Nedir | Gilles DELEUZE

Kavramsal Kişilikler – Felsefe Nedir | Gilles DELEUZE

Descartes’ın cogito’su kavram olarak yaratıldı, ama önvarsayılmışları vardı. Bu bir kavramın daha başkalarını varsayması gibi değildir (örneğin, “insan”, “hayvan” ve “akıllı” kavramlarını varsayar). Burada önvarsayılmışlar zımnidirler, özneldirler, kavramöncesidirler, ve bir düşünce imgesi oluştururlar: düşünmenin ne demek olduğunu herkes bilir. Herkesin düşünme imkânı vardır, herkes doğruyu ister… Şu iki öğeden; kavram ve aynı gruptan kavramlar tarafından doldurulacak olan düşünce imgesi ya da içkinlik düzlemi’nden (cogito ve ona bağlanabilecek kavramlar) başka bir şey var mı? Descartes örneğinde, yaratılmış cogito’dan ve düşüncenin önvarsayılmış imgesinden başkaca bir şey var mı? Sahiden de başka şey, zaman zaman ortaya çıkan, ya da görünüp kaybolan ve kavramla kavramöncesi düzlem arasında, birinden ötekine giderek, muğlak, aracı bir varoluşa sahip gibi görünen, az buçuk gizemli bir şey var. Şimdilik, Budala’dır bu şey: Ben öznesini kullanan odur, cogito’yu ortaya atan odur, ama aynı zamanda öznel önvarsayılmışları elinde tutan ya da düzlemi çizen de odur. Budala, kamusal hocaya (iskolastik) karşıt olarak özel düşünürdür: hoca, durmamacasına öğretilmiş kavramlara (insanakıllı hayvan) göndermeler yaparken, özel düşünür, herkesin doğrudan doğruya kendisi için sahip olduğu doğuştan gelen güçlerle bir kavram oluşturur (düşünüyorum). işte size çok garip bir kişilik tipi, kendisi aracılığıyla, “doğal ışık” aracılığıyla düşünmek isteyen ve düşünen kişi. Budala bir kavramsal kişiliktir. Soruya daha da kesinlik kazandırabiliriz: cogito’nun öncüleri var mı? Budala kişiliği nereden geliyor, nasıl ortaya çıktı, Hıristiyanlığın “iskolastik” örgütlenişine karşı, Kilise’nin otoriter örgütlenişine karşı tepkime sonucu, bir Hıristiyan atmosfer içinde mi doğdu? Acaba Aziz Augustinus’ta bile izleri bulunur mu? Acaba Nicolas de Cuse mü ona kavramsal kişilik olmanın tüm değerini veriyor? Bundan ötürü bu filozof cogito’ya yakın olsa gerektir, yine de onu kavram olarak berraklaştıramamıştır . Her türlü şıkta, felsefe tarihi bu kişiliklerin, düzlemler boyunca sergiledikleri sıçrayışların, kavramlar boyunca gösterdikleri çeşitliliklerin araştırılmasından geçmek zorundadır. Ve felsefe hiç durmadan kavramsal kişilikleri yaşatır, onlara hayat verir.

Budala, bir başka dönemde, bir başka bağlam içinde, yine Hıristiyan, ama bu kez Rus olarak yeniden ortaya çıkar. Slavlaşmış haliyle, yine tuhaf kişi ya da özel düşünür olarak kalmıştır, ama tuhaflığı değişmiştir. Dostoyevski’de özel düşünürle kamu hocası arasındaki yeni bir zıtlaşmanın gücünü bulan Chestov olmu;^tı^r,2. Eski budala onlara kendiliğinden ulaşacağı bellilikler istiyordu: bu arada her şeyden, 3+2=5’den bile şüphede olacaktı; Doğa’nın bütün doğrularından şüphelenecekti. Yeni budala bellilik falan istemez, 3+2=5’e asla “boyun eğmeyecektir”, saçma’yı ister o aynı düşünce imgesi değildir bu. Eski budala doğru’yu istiyordu, ancak yenisi saçmayı düşüncenin en üstün gücüne, yani yaratmak fiiline çevirmek ister. Eski budala akıldan başka bir şeye hesap vermek istemiyordu, ama, Sokrates’ten çok Eyüb’e yakın olan yeni budala, “Tarihin her kurbanı için” kendisine hesap verilmesini ister; bunlar aynı kavramlar değillerdir. O, Tarih’in doğrularını asla kabul etmeyecektir. Eski budala, neyin anlaşılabilir neyin anlaşılmaz, neyin akla uygun neyin değil, neyin yitirilmiş neyin kazanılmış olduğunu kendi kendisine kavramak istiyordu, ama yeni budala yitirilmişin, anlaşılmaz olanın, saçmanın yeniden kendisine verilmesini ister. Besbelli ki, o artık aynı kişilik değildir, bir sıçrama gerçekleşmiştir. Ve yine de incecik bir iplik iki budalayı birbirine bağlar, sanki, ötekinin aklı kazandığı anda çoktan yitirmiş olduğu şeyi ikinci yeniden bulsun diye, birincinin aklı yitirmesi gerekirmiş gibi. Rusya’da, çıldırmış bir Descartes mı yoksa? 

Kavramsal kişilik, kendisi için pek ender olarak, veya yanılsama yoluyla belirebilir. Yine de oradadır; ve, adı konmamış bile olsa, yeraltında bile kalsa, okur tarafından her zaman yeniden ortaya çıkarılmak zorundadır. Bazen, belirdiği zaman bir özel ad taşır: Sokrates, platonculuğun başlıca kavramsal kişiliğidir. Birçok filozof diyaloglar yazdı, ama diyalogdaki kişiliklerle kavramsal kişilikleri birbirine karıştırmak tehlikelidir: ancak adlandırma bakımından rastlaşırlar bunlar ve rolleri aynı değildir. Diyalogdaki kişilik kavramları sergiler: en basit durumda, aralarından, sevimli biri, yazarın temsilcisidir, oysa az ya da çok sevimsiz olan ötekiler, yazarın onlara getireceği eleştirilere veya onlarda yapacağı değişikliklere zemin hazırlamak üzere, kavramlarını sergiledikleri başka felsefelere göndermeler yaparlar. Buna karşılık kavramsal kişilikler, yazarın içkinlik düzlemini çizen devinimleri harekete geçirirler ve bizatihi kavramlarını yaratışında devreye girerler. Aynı şekilde, “sevimsiz” oldukları durumlarda bile, düşündüğümüz filozofun çizdiği düzleme ve yarattığı kavramlara bütünüyle ait olarak sevimsizdirler: o zaman bu düzleme özgü tehlikeleri, kötü algıları, kötü duygulanımları ve hatta bundan çıkan olumsuz devinimleri işaretlerler ve itici vasfı o felsefenin kurucu özelliği olarak kalan özgün kavramları bizzat esinlendirirler. Düzlemin olumlu devinimleri, çekici kavramlar ve sevimli kişilikler; bütün bir felsefece Einfühlung için bu haydi haydi böyledir. Ve çoğunlukla, binlerinden ötekilere, çok büyük kaypaklıklar vardır.

Kavramsal kişilik filozofun temsilcisi olmadığı gibi, hattâ bunun tersi geçerlidir: filozof, başlıca kavramsal kişisiyle, tavassutçular ve felsefesinin hakiki özneleri olan bütün ötekilerin, zarfıdır yalnızca. Kavramsal kişilikler filozofun “ötekiad”lan [hiteronymes], filozofun adıysa, yarattığı kişiliklerin sıradan lâkabıdır. Ben artık ben değilimdir de, beni birçok noktada geçen bir düzlem boyunca, düşüncenin, kendini görmeğe ve kendini geliştirmeğe yönelik bir yatkınlığıyımdır. Kavramsal kişiliğin soyut bir kimlikleştirmeyle, bir simge ya da bir alegoriyle uzaktan yakından ilişiği yoktur, zira kavramsal kişilik yaşar, diretir. Filozof, kavramsal kişiliklerinin mizacıncadır. O kişilikler tarihsel olarak, mitoljik olarak veya güncel olarak olduklarından daha başka şey haline gelirlerken, kavramsal kişiliğine veya kişiliklerine dönüşmek, filozofun kaderidir (Platon’un Sokrates’i, Nietzsche’nin Dionysos’u, Cuse’ün Budala’sı). Kavramsal kişilik, filozof için geçerli olan bir felsefenin halinegelişi veya öznesidir, öyle ki Nietzsche’nin “Deccal”i veya “Çarmıha gerilmiş Dionysos”u imzaladığı gibi, Cuse ya da hattâ Descartes “Budala”yı imzasalar gerekir. Gündelik hayattaki sözel eylemler, aslında altta yeralan bir üçüncü kişiye tanıklık eden psikososyal tiplere göndermede bulunurlar: Cumhurbaşkanı olarak seferberlik ilan ediyorum, seninle baban olarak konuşuyorum… Aynı şekilde, felsefece bağlantı da, bir kavramsal kişiliğin orada hep Ben öznesini telâffuz ettiği, üçüncü şahısta kullanılan bir sözel eylemdir: Budala olarak düşünüyorum, Zerdüşt olarak istiyorum, Dionysos olarak raks ediyorum, Aşık olarak talepte bulunuyorum. Bergsongil süre bile bir koşucuya gereksinir. Felsefece sözcelemde, bir şey onu söyleyerek yapılmaz, ama, bir kavramsal kişilik aracılığıyla, devinimi düşünerek devinim gerçekleştirilir. Bu nedenle kavramsal kişilikler sözcelemin gerçek taşıyıcılarıdır. Kimdir Ben öznesi?, her zaman bir üçüncü şahıs.

Nietzsche’yi anmamızın nedeni, sevimli (Dionysos, Zerdüşt) ya da sevimsiz (Isa, Rahip, Üstün insanlar, sevimsiz haliyle bizzat Sokrates…), kavramsal kişiliklerle onun kadar iş görmüş pek az filozofun bulunmasıdır. Nietzsche’nin, neredeyse kavramlardan vazgeçtiğine bile inanılabilir. Oysa, düşüncenin imgesini alaşağı eden (doğruluk istencinin eleştirisi) yeni bir içkinlik düzlemi (güçlülük istencinin ve ebedi dönüş’ün sonsuz devinimleri) çizdiği ölçüde, muazzam ve yoğun kavramlar (“güçler”, “değer”, “halinegeliş”, “yaşam”, ve “hınç”, “kötü niyet”… gibi itici kavramlar) yaratır. Ancak işe karıştırılan kavramsal kişilikler onda asla imâ edilmiş olarak kalmazlar. Ortaya çıkmalarının kendiliğinden bir kaypaklık içerdiği doğrudur, öyle ki pek çok okur Nietzsche’yi bir ozan, bir keramet taslayıcı, ya da bir mitos yaratıcısı gibi düşünür. Ne ki, kavramsal kişilikler, Nietzsche’de ve başkalarında, mitoscul kimlikleştirmeler olmadığı gibi, tarihsel kişiler, edebi veya romanesk kahramanlar da değillerdir. Nietzsche’deki Dionysos’un mitoslara aidiyeti, Platon’daki Sokrates’in tarihsel Sokrates oluşundan fazla değildir. Halinegelmelk olmak değildir ve Nietzsche Dionysos halinegelirken, aynı anda Dionysos da filozof halinegelir. Burada da ilk başlayan Platon’du: Sokrates’i filozof halinegetirirken, aynı anda Sokrates haline geldi.

Kavramsal kişiliklerle estetik figürler arasındaki farklılık öncelikle şundan ibarettir: birinciler kavramların güçleri, İkincilerse duygulam ve algılamların güçleridir. Birinciler DüşünceValık’ın (numen) bir imgesi olan bir içkinlik düzlemi üzerinde iş görürler, ötekiler, Evren imgesi (fenomen) olan bir kompozisyon düzlemi üzerinde… Düşüncenin ve romanın, ama aynı zamanda resmin, yontunun ve müziğin büyük estetik figürleri, kavramların gündelik görüşlerden taştığı oranda, sıradan duygulanımlardan ve algılamalardan taşan duygulamlar meydana getirirler. Melville, bir romanın bir dolu ilginç karakter yanında, bir uzay kümesindeki tek güneş gibi, şeylerin başlangıcı gibi, ya da gizli bir evreni karanlıklardan çıkaran fener gibi, bir tek özgün Figür taşıdığını söylüyordu: kaptan Ahab, ya da Bartleby (3K Kleist’ın evreni, ono oklar bibi delip geçen, ya da Hombourg’un veya Perth6sil£e’mn figürlerinin dikildiği yerde, aniden taşlaşıveren duygulamlarla kkiedilmlştir. Figürlerin benzerlik ya da retorikle hiçbir ilişiği yoktur, ancak bunlar, bir evren kompozisyonu düzlemi üzerinde, sanatın, taştan ve madenden, tellerden ve rüzgârlardan, çizgilerden ve renklerden duygulamlar üretebilmesinin koşuludur. Sanat ve felsefe kaosu keserler ve onunla kapışırlar, ama bu aynı kesim düzlemi, kaosun aynı biçimde doldurması değildir; orada evrenin yıldız kümeleriyle kaplanması, ya da duygulam ve algılamlar vardır, burada içkinlik karmaşıklaşmaları ya da kavramlar. Sanat felsefeden daha az düşünmez, ama duygulam ve algılamlar aracılığıyla düşünür.

Bu da, iki bütünlüğün, her ikisini de birlikte götüren bir halinegeliş içinde, onları birliktebelirleyen bir yoğunluk içinde, çoğu kez içiçe geçmelerine engel olmaz. Don Juan’ın teatral ve müzikal figürü, Kierkegaard’la birlikte kavramsal kişilik halinegelir, ve Nieizsche’deki Zerdüşt kişiliği, şimdiden büyük bir müzik ve tiyatro figürüdür. Sanki birinden ötekine, yalnızca ittifaklar değil, ama çatallaşmalar ve birbirinin yerine geçmeler de meydana geliyormuş gibidir bu. Çağdaş düşüncede, felsefenin bağrındaki kavramsal kişiliklerin varlığını en derinlemesine keşfedenlerden biri de Michel Gu^rin’dir; ama o, duygulamı düşüncenin içine yerleştiren bir “logodram”, ya da bir “figüroloji” içinde tanımlar bunları (4). Çünkü bu şekilde tanımlandığında, duygulam, kavramın duygulamı olduğu ölçüde, kavram da, duygulam kavramı olabilir. Sanatın kompozisyon düzlemiyle felsefenin içkinlik düzlemi, iç içe geçebilirler, öyle ki, birinin açıklarını ötekinin bütünlükleri doldurur. Gerçekten, her bir şıkta, düzlem ve onu dolduran şey, tıpkı göreceli olarak ayrı, göreceli olarak ayrışık iki kısım gibidir. Demek ki, bir düşünür kesin bir şekilde düşüncenin anlamını değiştirebilir, yeni bir düşünce imgesi kotarabilir, yeni bir içkinlik düzlemi çatabilir; ama, onu dolduracak yeni kavramlar yaratacak yerde, ona daha başka çabalar, şiirsel, romanesk, ya da hattâ resimsel veya müzikal, daha başka bütünlükler yerleştirir. Ve aynı şekilde bunun tersini de ya

(3) Melville, Büyük Dolandırıcı.

(4) Michel Guörin, La terreur et la pittâ (Dehşet ve Acıma), Actes Sud Yay. 

par. Bir kompozisyon düzlemi üzerine taşınmış kavramsal kişilik, bir içkinlik düzlemine sürüklenmiş estetik figür olarak Igitur, tam tamına böyle bir durumdur: özel adı bir bağlaşımdır onun. Bu düşünürler “yarı yarıya” filozofturlar, ama aynı zamanda filozoftan da daha fazla bir şeydirler ve bununla birlikte birer bilge değillerdir. İşte Hölderlin, Kleist, Rimbaud, Mallarmö, Kafka, Michaux, Pessoa, Artaud ve de Melville’den Lawrence ya da Miller’a kadar nice İngiliz ve Amerikalı romancı; dengesiz ayakların taşıdığı yapıtları ne kadar da güçlüdür; okur, hayranlıklar içinde spinozacılığın romanını yazmış olduklarını keşfeder onların… Şüphesiz, sanatla felsefenin bir bireşimini yapmıyorlar. Çatallaştırıyorlar, durmamacasına çatallaştırıyorlar. Bunlar, doğal farkı yok etmeyen, onun yerini almayan, tersine “atletikJik”lerinin bütün kaynaklarını bizatihi o farklılık içine yerleşmek üzere seferber eden melez dahiler, sürekli bir güç gösterisi içinde gerilmiş akrobatlardır.

Besbelli ki, kavramsal kişilikler (ve de estetik figürler), burada da yine sonu gelmez sızmalar olmakla birlikte, psikososyal tiplere indirgenemezler. Simmel ardından da Goffman, anklavlar içinde ya da bir toplumun kıyısında yaşayan, çoğunlukla durağan görünmeyen bu tiplere ilişkin araştırmayı alabildiğine derinleştirdiler: yabancı, dışlanmış, göçmen, geçerken uğrayan, yerli, ülkesine dönen kişi… (5). Aneddot tpplama merakında n değil elbette. Bize öyle geliyor ki, bir toplumsal alan, yapılar ve işlevler taşımakla birlikte, sırf bu nedenle Socius’u etkileyen birtakım devinimler hakkında bizi doğrudan bilgilendirmez. Hayvanlarda yurtluklar edinmeyi, buraları terketmeyi veya buralardan çıkmayı ve hattâ daha başka türden bir şeyin üzerinde başka yurtluklar oluşturmayı öngören bu faaliyetlerin önemini esasen bilmekteyiz (etnologlar bir hayvanın oyun arkadaşının veya dostunun “onun evi değerinde” olduğunu, ya da ailenin “hareket edebilen bir yurtluk” olduğunu söylerler). İnsanımsılar için bu haydi haydi böyledir: doğum eylemiyle birlikte, ön ayağını yurtsuzlaştırır, onu bir el haline getirmek üzere topraktan koparır ve sonra onu dallar ve aletler üzerinde yeni baştan yurtlandırır. Bu kez bir sopa, yurtsuzlaştırılmış bir daldır. Herkesin, her yaşta, en büyük sınavlarda olduğu gibi en küçük şeylerde de, kendisine nasıl bir yurtluk aradığını, yurtsuzlaşmalara göğüs gerdiğini veya bunu sürdürdüğünü ve, bir anı, fetiş ya da düş, hemen hemen her bir şeyin üzerinde yeni baştan yurtlandığını görmek gerekir. Bu güçlü dinamizmalar nakaratlarla dile getirilir: Ka

(5) Bkz. Isaac ^sepKin, Simmel ve Gofiman’a atıflarda bulunan çözümlemeleri: Le passant considerable, Librairie de Meridiens. 

nada’daki kulübem… gidiyorum elveda…, evet benim, gelmem gerekiyordu… Birincil olanın hangisi olduğunu söylemek bile mümkün değildir ve her türlü yurtluk belki de daha önceki bir yurtsuzlaşmayı varsayar; ya da hepsi aynı zamandadır. Toplumsal alanlar her üç devinimin de birbirine karıştığı çözülmez düğümlerdir; öyleyse, onları çözmek için, hakiki tipler veya kişilikler teşhis etmek gerekir. Tacir herhangi bir yurtlukta alım yapar, ama ürünleri meta halinde yurtsuzlaştırır ve ticaret yolları üzerinde yeniden yurtlanır. Kapitalizmde, sermaye ya da mülkiyet yurtsuzlaşır, toprağa ait olmaktan çıkar ve üretim araçları üzerinde yeniden yurtlanır, beri yandaysa emek ücret içinde yeniden yurtlanmış “soyut” emek haline gelir: bu nedenle Marx yalnızca sermayeden, emekten söz etmez, ama KAPİTALİST diye, PROLETER diye, sevimsiz veya sevimli, hakiki psikososyal tipler kotarma gereğini duyar. Eğer Yunan dünyasının özgünlüğünü araştıracaksak, Yunanlıların ne tür yurtluklar çattıklarını, nasıl yurtsuzlaştıklarını, neyin üzerinde yeniden yurtlandıklarını kendi kendimize sormamız ve bunun için de tastamam Yunan olan tipleri (örneğin Dost?) çekip çıkarmamız gerekecektir. Belli bir anda, belli bir toplumdaki iyi tipleri seçmek her zaman kolay değildir: sinolog Tökei’nin ayrıntılı portresini çıkardığı Dışlanmış figürü, Tçeu Çin imparatorluğundaki azatlı köle, bir yurtsuzlaşma tipi olarak böyledir. Psikososyal tiplerin tam tamına şu anlamla yüklü olduklarını sanıyoruz: en önemsiz ya da en önemli koşullarda, yurtlukların oluşumlarını, yurtsuzlaşmanın vektörlerini, yeniden yurtlanmanın yöntemlerini algılanır kılmak.

Ancak, yalnızca fiziksel veya zihinsel değil, ama tinsel de olan yalnızca göreceli değil, ama daha sonra belirlenecek bir anlam içinde mutlak olanyurtluklar ve yurtsuzlaşmalar da yok mu? Düşünür, filozof, ya da sanatçı tarafından anımsatılan Vatan ya da Sıla hangisidir? Felsefe, apriori’nin de, doğuştanlığın da, belleğe vuruşun da tanıklık ettikleri gibi, bir Sıla’dan ayrılabilemez. Ama neden bu vatan, düşünürü bir Sürgün durumuna getirerek bilinmeyen, yitirilmiş, unutulmuş bir vatan olur? Ona, yurtlukla eşdeğerde ve kendievi gibi kabul edilebilecek olan şeyi kim verecektir? Felsefece nakaratlar hangileri olacaktır? Düşüncenin Toprak’la bağlantısı nedir? Yolculuk etmesini sevmeyen Atinalı, Sokrates, sanki platonculuğun en azından iki kavramsal kişiliğe gereksinimi varmışçasına, gençliğinde Elealı Parmenides, yaşlılığındaysa, onun yerini alan Yabancı tarafından yönlendirildi (6). Ölüler ülkesinden dönüyor

(6) Platon’da Yabancı’nın kişiliği için, J.F. Matt£i, L’tiranger et te simutacre (Yabana ve Aldanma), PUF Yay. 

muş havasıyla, ne menem bir yabancı var filozofun içinde? Kavramsal kişiliklerin rolleri budur; düşüncenin yurtluklarını, yurtsuzlaşmalarını ve yeniden yurtlanmalarını ortaya çıkarmak. Kavramsal kişilikler düşünürlerdir, yalnızca düşünürlerdir ve kişiselleştirmeci belirticileri, düşüncenin diyagramsal belirticileri ve kavramların yoğun belirticileriyle sıkı sıkıya birleşir. Bizden önce belki de varolmamış, şu ya da bu kavramsal kişilik düşünmektedir içimizde. Örneğin, bir kavramsal kişilik kekeliyor dendikte, bu artık belli bir dilde kekeleyen bir tip değil, ama bütün bir dili kekeleten ve kekelemeyi dil olarak bizatihi düşüncenin belirticisi yapan bir düşünürdür: o zaman da ilginç olan, “yalnızca kekeleyebilen bu düşünce neyin nesi?” sorusudur. Yine örneğin, Dost bir kavramsal kişiliktir, ya da Yargıç, Yasakoyucu böyledir dendikte; söz konusu olan asla özel, kamusal veya yargısal durumlar değil, ama hak olarak düşüncenin ve yalnızca düşüncenin payına düşen şeydir. Kekeme, dost, yargıç, somut varoluşlarını yitirmezler, tersine, düşüncenin şu ya da bu kavramsal kişilikle olan gerçek alışverişindeki iç koşulları olarak yeni bir varoluş kazanırlar. Bunlar düşünme alıştırmaları yapan iki dost değillerdir, düşüncenin kendi kendisinde paylaşılıp alıştırma yapabilmesi için, düşünürün bir dost olmasını düşünce zorlamaktadır. Bizatihi düşüncedir dostlar arasındaki bu düşünce paylaşımını zorlayan. Bunlar artık ampirik, psikolojik ve toplumsal belirlemeler değil, soyutlamalar hiç değil, ama tavassutçular, düşüncenin kristalleri veya tohumlarıdır.

“Mutlak” sözcüğü doğru gibi görünse bile, düşüncenin yurtsuzlaştırmalarının ve yeniden yurtlandırmalarının psikososyal’e aşkın olduğuna inanmayacağımız gibi, onun bunlara indirgeneceğine, ya da bunların bir soyutlaması, bir ideolojik ifadesi olduğuna da inanmayacağız. Su, daha çok bir bağlaşım, sürekli bir gönderme ve değiştirme sistemidir. Kavramsal kişiliklerin belirticileri, içinde ortaya çıktıkları tarihsel dönem ve ortamla, sadece psikososyal tiplerin ölçümlenmelerine izin verdiği bağlantılara sahiptir. Ama, bunun tersine, psikososyal tiplerin fiziksel ve zihinsel devinimleri, patolojik belirtileri, ilişkisel tutumları, varoluşsal kipleri, yargısal statüleri, başlıbaşına düşünen ve düşünülmüş bir belirlemeye elverişli hale gelirler, bu da onları, bireylerin yaşanmışlığından olduğu kadar bir toplumun tarihsel şeyleri durumundan da koparıp, kavramsal kişiliklerin belirticileri, ya da, kendine çizdiği düzlem üzerindeki veya yarattığı kavramlar altındaki düşüncenin olayları kılar. Kavramsal kişilikler ve psikososyal tipler birbirlerine göndermede bulunurlar ve asla birbirlerine karışmaksızın birlikte olurlar. 

Kavramsal kişiliklerin belirticilerine ilişkin derlenecek hiçbir liste eksisiz olabilemez, zira durmadan yenileri doğar ve de bunlar içkinlik düzlemleriyle birlikte değişiklik gösterirler. Ve, belli bir düzlem üzerinde, bir kişiliği ortaya çıkarmak üzere çeşitli türden belirticiler birbirine karışır. Patetik belirticiler olduğunu düşünüyoruz: Budala, kendisiyle düşünmek isteyen kişi ve değişebilen, başka bir anlam alabilen bir kişilik. Ama aynı zamanda da bir Deli, bir tür deli, düşüncenin içinde bir düşünme iktidarsızlığı bulan, kataleptik düşünür ya da “mumya”. Ya da bir büyük manyak, düşünceden önce gelen şeyi, bir Zatenburada’yı arayan, ama bizatihi düşüncenin bağrında arayan, çıldıran biri… Felsefeyle şizofreni sık sık birbirlerine yaklaştırıldı; ama kimi vakada şizofren, düşünürün içinde yoğunlukla yaşayan ve onu düşünmeye zorlayan bir kavramsal kişiliktir, kimi vakada, yaşayanı saklayan ve düşüncesini ondan çalan bir psikososyal tiptir. Ve bazen de, sanki çok güçlü bir olaya, taşınması çok zor bir yaşanmışlık durumu karşılık verirmiş gibi, bu ikisi birlikte olurlar, kucaklaşırlar.

İlişkisel belirticiler vardır: “Dost”, ama dostuyla, rekabet taşıyıcı bir sevilen şeyin aracılığından başkaca bir ilişkisi olmayan bir dost. Şey ya da kavram için çekişen, “Talip” ve “Rakip”tir; ama kavram, bilinçsiz, uyuyakalmış bir duyulur bedene, kavramsal kişiliklere eklenen “Oğlan”a gereksinir. Şimdiden bir başka düzlem üzerinde değil miyiz, zira sevgi tıpkı düşünmeye zorlayan şiddet, “Seven Sokrates” gibidir; oysa ki dostluk yalnızca bir parçacık iyi niyet beklemiyor muydu? Ve bu kez bir “Nişanlı kız”ın, mahvına koşma pahasına, ama bir yandan da filozofun kendisi de kadın “halinegelirken”, kavramsal kişilik rolünü üstlenmesine nasıl engel olmalı? Kierkegaard’ın dediği gibi (veya Kleist’ın ya da Proust’un), bir kadın, kendinin ne olduğunu bilen bir dosttan daha yeğlenesi değil midir? Peki, ya kadının kendisi de filozof haline gelirse ne olur? Ya da düşünceye içsel olacak ve “evlenmiş Sokrates”i kavramsal kişilik yapacak, bir “Çift” olursa? Meğer ki yeni baştan, ama fazlasıyla sıkı bir sınavdan, dile getirilmez bir felaketten sonra, yani bir kez daha yeni bir bağlamda, düşüncenin yeni bir hakkını oluşturan karşılıklı bir daral, karşılıklı bir yorgunluk içinde (Yahudi olmuş Sokrates) “Dost”a gönderilmiş olmayalım. Birlikte iletişen ve birbirlerini yeniden anımsayan iki dost değil, ama tersine, düşünceyi yarabilecek, onu kendi kendisinde bölebilecek bir unutkanlığa ya da söz yitimine uğramış dostlar. Kişilikler yayılırlar ve çatallanırlar, birbirlerine çarparlar, yer değiştirirler… f7).

(7) Burada sadece özet göndermeler bulunmaktadır: Yunanlılardaki Eros ve muhabbet ilişkisi 

Dinamik belirticiler vardır: eğer ilerlemek, tırmanmak, inmek kavramsal kişiliklerin dinamizmalarıysa, Kierkegaard tarzı atlamak, Nietzsche gibi dans etmek, Melville gibi dalmak da, birbirlerinden yenilmez felsefe atletleri için öteki dinamizmalardır. Ve eğer bugün sporlarımız yoğun sıçramalar gösteriyorsa, eğer enerji üreticisi eski faaliyetler, tam tersine, varolan erkesel [önergötique] demetler üzerinde yerleşen alıştırmalara yer açıyorsa, bu yalnızca tipin içindeki bir sıçrama değildir, bunlar, dalgada ya da karda, yeni varlık maddeleriyle “kayan” ve düşünürü kavramsal kişilik olarak bir tür surfçü yapan bir düşüncenin içine sızan, daha başka dinamik belirticilerdir; o halde, yeni bir kavramsal kişilikte kendini ifade eden saf dinamik farklılığı ortaya çıkarmak için, sportif tipin erkesel değerinden vazgeçiyoruz.

Düşünce, hak olarak payına düşen şeyi durmamacasına talep ettiği, ve de Sokratesöncesi filozoflardan beri Adaletle kapıştığı ölçüde, yargısal belirticiler vardır: ancak bu, felsefenin trajik Yunan mahkemesinden çekip kopardığı şekliyle, İddia makamının, ya da hatta Şikâyetçinin erki midir? Ve kendisi bizzat suçlanmadıkça, filozofun Yargıç olması, dahası Tanrı’nın adaleti içinde görevli doktor olması, uzun bir süre yasaklanmayacak mıdır? Leibniz filozofu, her yandan tehdit edilen bir tanrının Avukatı yaptığında, yeni bir kavramsal kişilik mi beliriyor? Ya da ampiristlerin, Soruşturmacı ile ortaya attıkları ilginç kişilik neyin nesi? Akıl bir yanda bir mahkeme oluştururken filozofu da Yargıç yapan Kant’tır, ama acaba bu, belirleyici bir yargıcın yasama erki midir, yoksa düşünümleyen bir yargıcın içtihadı, yargı erki mi? Birbirinden çok farklı, iki kavramsal kişilik. Meğer ki düşünce; tıpkı Adaletin Masumiyetle eşit olduğu ve Masum’un artık kendini doğrulamak zorunda olmayan kavramsal kişilik, kendisine karşı hiçbir şey yapılamayan bir tür oyunçocuğu, tek bir aşkınlık yanılsamasının kalmasına bile izin vermeyen bir Spinoza haline geldiği bir içkinlik düzlemi üzerindeki Alice gibi, her şeyi, yargıçları, avukatları, şikâyetçileri, suçlayıcıları ve suçlananları tersyüz etmesin. Yargıç ve masumun birbirine karışması, yani varlıkların içeriden yargılanmaları gerekmiyor: Yasa veya Değerler adına falan değil, hatta vicdanlarının gereği olarak da değil, ama varoluşlarının tümüyle içkin kıstasları aracılığıyla (“İyiliğin ve Kötülüğün ötesinden, en azından bu, iyi ve kötü olanın ötesinden demek değil…”).

Kierkegaard’daki Nişanlı ve Baştançıkancınm oynadığı role; Klossowski’ye göre Çift’in düşünsel işlevine (Les lois de l’hospitaliti / Konukseverliğin Yasaları, Gallimard); Michele Le Doeuffe göre kadınflozofun oluşturulmasına (L’&ude et le rouet / Öğrenim ve Öreke, Seuil Yay.); Blanchot’daki Dost’un yeni kişiliğine. 

Gerçekten de varoluşsa! belirticiler vardır: Nietzsche, felsefenin varoluş kipleri ya da yaşam olabilirlikleri keşfettiğini söylüyordu. Bu nedenle bir felsefenin portresini çizmek için, tıpkı Laerteli Diogenes’in, filozofların yaldızlı menkıbesini anlattığı başucu kitabını yazarak başardığı gibi, Empedokles ve yanardağı, Diogenes ve fıçısı türünden, birkaç yaşamsal anekdot yeterlidir. Buna, modern filozoflardan birçoğunun fazlasıyla kentsoylu yaşamı örnek gösterilerek karşı çıkılacaktır; ama Kant’ın ceketaskısı, Aklın sistemine uyan, yaşamsal bir anekdot değil midir r? Ve Spinoza’nın örümceklerin kavgalarına olan düşkünlüğü de, bunların, üstün ethologia olarak Ethika’nın sistemi içindeki kipsel bağlantıları tümüyle yeniden üretmelerinden ötürüdür. İşin doğrusu şu ki, bu anekdotlar yalnızca bir filozofun toplumsal ya da hatta psikolojik bir tiplemesine (Empedokles’in prensi veya Diogenes’in kölesi) göndermede bulunmazlar, daha çok onda yaşayan kavramsal kişilikleri ortaya çıkarırlar. Yaşam olabilirlikleri ya da varoluş kipleri, ancak kavramsal kişiliklerin gücünü geliştiren bir içkinlik düzlemi üzerinde keşfedilebilirler. Filozofların yüzü ve bedeni, onlara, çoğu zaman tuhaf bir hava, özellikle de, sanki onlarınkiyle gören bir başkasıymışçasına, gözlerine bir tuhaf hava veren, bu kişilikleri barındırır. Yaşamsal anekdotlar bir kavramsal kişiliğin, hayvanlarla, bitkilerle, ya da kayalarla olan bağlantısı anlatır ve bu bağlantı uyarınca filozofun kendisi de beklenmeyen birşey halinegelir ve tek başına edinemeyeceği, trajik ve komik bir yoğunluk kazanır. Biz filozoflar, yarattığımız kişiliklerle her zaman bir başka şey halinegelir ve de park veya hayvanat bahçesi olarak yeniden doğarız.

Aşkınlık yanılsamaları bile bize yaşamsal anekdotlar sağlar, yaşamsal anekdotlar olarak hizmet ederler. Zira, aşkını içkinlik içinde anlatmakla böbürlenirken, içkinlik düzlemini bizatihi içkinlik olarak yeniden doldurmaktan başkaca bir şey yapmıyoruz: Kierkegaard düzlemin dışına atlar, ancak o atlama anındaki havada kalışında, devinimin bir duraklama anında ona “yeniden verilmiş” olan şey, yitirilmiş nişanlı veya oğuldur, içkinlik düzlemi üzerindeki varoluştur ( K Kierkegaarb bunu söylemekte hiç duraksamaz: aşkınlık için, bir parçacık “feragat” yeterdi, ama içkinliğin de yeniden verilmiş olması gerekir fazladan. Pascal 

Tanrı’nın aşkın varoluşu için bahis tutar, ancak bahsin konusu, üzerinde bahis tutulan şey, Tanrı’nın varolduğuna inanan kişinin içkin varoluşudur. Yalnızca bu varoluş, Tanrı’nın varolmadığına inanan kişinin varoluşu olumsuza yuvarlanırken içkinlik düzlemini kuşatmaya, sonsuz devinimi kazanmaya, yoğunlukları üretmeye ve yeniden üretmeye muktedirdir. Tam burada François Jullien’in Çin düşüncesi hakkında söylediği şey, aşkınlığın orada göreceli olduğu ve bir “içkinlik mutlaklaştırması”ndan başkaca bir şeyi temsil etmediği söylenebilir (10V Varoluş kiplerinin, birinin ötekinden “daha iyi” olduğuna karar vermek üzere, onları kıyaslayacak, eleyecek aşkın değerlere gereksindiklerini düşünmek için en ufak bir gerekçemiz bile yoktur. Tersine, ancak içkin kıstaslar vardır, ve bir yaşam olabilirliği, kendinde, bir içkinlik düzlemi üzerinde çizdiği devinimlere, yarattığı yoğunluklara göre ölçümlenir; çizmeyen ve yaratmayan atılır. Bir varoluş kipi, İyilik’ten ve Kötülük’ten ve de her türlü aşkın değerden bağımsız olarak iyi ya da kötüdür, soylu ya da bayağı, dolu ya da boştur: varoluş derecesinden, yaşamın yoğunluğundan başkaca bir kıstas asla yoktur. Sonsuz devinimleri çok iyi tanıyan ve Eski Ahit’ten, Sokrates’e kafa tutabilecek yeni kavramsal kişilikler çıkaran Pascal ve Kierkegaard’ın iyi bildikleri şey budur işte. Kierkegaard’ın “imanın şövalyesi”, atlayan kişi, ya da Pascal’in bahisçisi, zarları atan kişi, bir aşkınlığın veya bir imanın adamlarıdır. Ne ki, durmamacasına içkinliği doldururlar yeni baştan: bunlar, bu iki filozof ölçüsünde değerli ve artık Tanrı’nın aşkın varoluşuyla değil, ama yalnızca Tanrı’nın varolduğuna inanan kişinin varoluşunun getirdiği sonsuz sayıdaki içkin olabilirliklerle ilgilenen filozoflardır veya daha doğrusu tavassutçular, kavramsal kişiliklerdir.

Bu bir başka içkinlik düzlemi olsaydı sorun da değişecekti. Nedeni de, Tanrı’nın varolmadığına inanan kişinin olumsuz devinim olarak hâlâ eski düzleme ait olduğu için, o durumda üstünlük sağlayabilecek olması değildir. Ama, yeni düzlem üzerinde, sorun bu kez dünyaya inanan kişiyi, dünyanın varoluşuna bile değil de, hayvanlara ve kayalara daha yakın olan, birtakım yeni varoluş kiplerini daha hayata geçirtmek üzere, devinimler ve yoğunluklar halindeki kendi olabilirliklerine inanan kişiyi ilgilendirebilir. Bu dünyaya, şu yaşadığımız hayata inanmak, en zorlu ödevimiz, ya da bugün içkinlik düzlemimiz üzerinde keşfedilmeyi bekleyen bir varoluş kipinin ödevi haline gelmiş olabilir. Ampirist dönüştürme budur (insanların dünyasına inanmamak için bir dolu nedenimiz var, bir nişanlıyı, bir oğulu ya da bir tanrıyı yitirmekten de beter olarak, dünyayı yitirdik biz…) Evet, sorun değişti.

(10) François Jullien, Proc^s ou cr^ntion (Dava ya da Yaratı), Seuil Yay., s. 18,117. 

Kavramsal kişilikle içkinlik düzlemi karşılıklı önvarsayım durumundadırlar. Bazen kişilik düzlemden önceymiş gibi görünür, bazen de onu izliyormuş gibi. Nedeni de iki kez ortaya çıkması, iki kez müdahale etmesidir. Bir yandan kaosun içine dalar, oradan bir içkinlik düzleminin diyagramsal belirticileri kılacağı belirlemeler çıkarır: sanki rastlantıkaos’un içinden bir avuç zar kapıp bir masanın üzerine fırlatıyordur. Öte yandan, düşen her zarla, masa sanki gelen sayılara uygun olarak yanlıyormuşcasına, onun şu ya da bu bölgesini doldurmaya gelen bir kavramın yoğun belirticilerini buluşturur. Kişiselleşmeci belirticileriyle birlikte, demek ki kavramsal kişilik kaos ile içkinlik düzleminin diyagramsal belirticileri arasında, ama bir yandan da düzlem ve onu dolduran kavramların yoğunsal belirticileri arasında devreye girer. lgitur. Kavramsal kişilikler içkinlik düzlemlerini birbirlerinden ayırdeden ya da birbirine yaklaştıran bakış açılarını kurarlarken, aynı zamanda her düzlemin aynı gruptan kavramlarla doldurulmuş olduğu koşulları da ortaya çıkarırlar. Her düşünce bir Oluşkararı’dır (Fiat), bir zar atımını ortaya sürer: konstrüktivizm budur. Ne ki, bu çok karmaşık bir oyundur, çünkü zarı atmak geri dönüşlü ve birbiri içinde katlanmış sonsuz devinimlerden olur, öyle ki düşüş ancak sonsuz hızda, bu devin imlerin yoğun ordinatlarına uyan sonlu formlar yaratılarak vapılabilir: her kavram daha önceden varolmayan bir sayıdır. Kavramlar düzlemden türemezler, onları düzlem üzerinde yaratmak için kavramsal kişilik gerekir, tıpkı düzlemin kendisini çizmek için de gerektiği gibi, ama iki işlem, kendi kendisini işlemden ayrı bir işlemci gibi sunan kişilik içinde birbirine karışmaz.

Her biri değişken eğrilikli düzlemler sayısızdırlar, ve kişilikler tarafından kurulmuş bakış açılarına göre, biraraya gelir veya dağılırlar. Her kişiliğin, aynı düzlem üzerinde ya da bir başkasmda, daha başka kişilikleri ortaya çıkarabilecek, birçok belirticileri bulunur: bir kavramsal kişilikler yayılması vardır. Bir düzlem üzerinde sonsuz sayıda olabilir kavramlar vardır: devingen köprüler aracılığıyla bunlar birbirleriyle eklemlenir, tınılanırlar, ancak eğrilik değişimlerine göre nasıl bir görünüm aldıklarını önceden bilmek mümkün değildir. Kendi kendilerini salvolarca yaratır ve durmadan çatallanırlar. Sonsuz olumsuz devinimlerin, düşüncenin karşılaştığı riziko ve tehlikeleri , onu çevreleyen sahte algıları ve kötü duyguları ifade etmek suretiyle, olumlular tarafından sarmalanmış olmaları nedeniyle, oyun daha bir karmaşıktır; aynı zamanda, sevimlilere sıkısıkıya yapışan ve de bunların kurtulmayı başaramadığı, sevimsiz kavramsal kişilikler vardır (maymun”undan” ya da soytarısından kurtulamayan Zerdüşt, İsa’dan ayrılmayan Diyonisos değil yalnızca, ama sofist”inden” farklılaşamayan Sokrates, kötü taklitlerinin komplolarını engelleyemeyen eleştirici filozof da); nihayet çekici olanların içinde tutulmuş, ama düzlem üzerinde alçak ya da boş yoğunluk bölgeleri çizen ve durmamacasına kendilerini yalıtan, kendilerini uyumsuzlaştıran, bağlantıları koparan itici kavramlar vardır (aşkınlığın kendisinin de “kendi” kavramları yok mu?). Ancak bir vektöryel dağılımın da ötesinde, düzlem, kişilik ve kavram imleri kaypaktır, çünkü birbirleri içinde katlanırlar, kucaklaşırlar ya da komşudurlar. Bu nedenle felsefe her zaman adım adım ilerler.

Felsefe, her biri öteki ikisine yanıt veren, ama kendi başına ele alınması gereken üç öğe sunar: çizmek zorunda olduğu felsefeöncesi düzlem (içkinlik), icadetmek ve yaşatmak zorunda olduğu felsefeyakını kişilik veya kişilikler (üsteleme), yaratmak zorunda olduğu felsefece kavramlar (tutarlılık). Çizmek, icadetmek, yaratmak; felsefece teslis budur işte. Diyagramsal, kişiselleşmeci ve yoğun belirticiler. Tınlamalarına ya da devingen köprüler atmalarına göre, onları birbirlerine eklemleyen aynı bir içkinlik düzlemini kaplayan kavram grupları vardır. Düşüncenin sonsuz devinimlerinin birbiri içinde katlanışına ve eğrilik değişimleri ortaya çıkarmalarına, ya da tersine ortaya çıkarılamayan değişiklikleri seçmelerine göre, düzlem aileleri vardır. Düşmanca bile olsa, aynı bir düzlem üzerindeki ve bir grup içindeki rastlaşma olabilirliklerine göre, kişilik tipleri vardır. Ama, bunun aynı grup mu, aynı tip mi, aynı aile mi olduğunu belirlemek, çoğu zaman zordur. Bunun için, başlı başına “tat” almayı bilmek gerekir.

Hiçbiri ötekilerden türemediğine göre, üçü için bir ortakuyarlama gerekiyor. Kavramların yaratılmasını düzenleyen bu felsefece ortakuyarlama yetisine tat adı verilir. Eğer düzlemin çizimine Akıl, kişiliklerin icadına imgelem, kavramların yaratılmasına Anlak diyorsak, tat henüz belirlenmemiş kavramın, henüz belirsizliklerde dolaşan kişiliğin, henüz saydamlıklardaki düzlemin üçlü yetisi olarak ortaya çıkıyor. Bu yüzden yaratmak, icadetmek, çizmek gerekir, ama tat, yapısal olarak farklılık gösteren üç merci arasındaki rabıtanın kuralı gibidir tıpkı. Şüphesiz bu bir ölçme yetisi değildir. İçkinlik düzlemini ortaya çıkaran bu sonsuz devinimlerde, kenarları olmayan bu hızlandırılmış çizgilerde, bu meyil ve eğriliklerde, ayrıca her zaman aşırı, bazen sevimsiz olan bu kişiliklerde, ya da düzensiz formları, tiz yoğunlukları bulunan, bir tür “tiksinme” telkin edebilecek ölçüde cırtlak ve barbar renkler taşıyan bu kavramlarda (özellikle itici kavramlarda) hiçbir ölçü bulamayız. Yine de, bütün şıklarda felsefece tat olarak ortaya çıkan şey, iyi yapılmış kavramın sevgisidir. “iyi yapılmış” diye, kavramın ılımlılığına değil, ama kavramsal faaliyetin kendi kendinde sının bulunmadığı, yalnızca öteki iki sınırsız faaliyette sınır tanıdığı bir tür atılımına, dalgalanımına diyoruz. Eğer kavramlar hazır biçimde önceden varolsalardı, gözlemlenecek sınırları da olurdu; ama “felsefeöncesi” düzlem bile, yalnızca, önceden varsayılmış olarak çizildiği ve de çizilmeksizin önceden varolmayacağı için böyle adlandırılmıştır. Üç faaliyet de kesenkes eşzamanlıdır ve de yalnızca ortakölçümlenemezlik ilişkileri içindedir. Kavramların yaratılmasının, gelip doldurdukları düzlemden başkaca sınırı yoktur, ama düzlemin kendisi sınırlıdır, ve çizimi yalnızca eklemlemek zorunda olduğu yaratılacak kavramlara veya tutmakla yükümlü olduğu icadedilecek kişiliklere uyar. Tıpkı resimde olduğu gibi: canavarlar ve cüceler için bile, iyi çizilmelerini gerektiren bir tattan söz edilebilir; bu da tatsızlaştırılmaları demek değil, ama biçimsiz kenarlarının derinin dokusuyla, ya da tohumu taşıyan madde olarak dalgalarını geçer gibi göründükleri bir Toprak parçasıyla ilişkileri bağlamında çizilmeleri demektir. Büyük ressamlarda renklerin yaratılmasını ılımlılaştıracak yerde, tersine bu yaratmayı, bunların, kenarlardan oluşmuş figürlerle ve tekrenkten, eğriliklerden, giriftliklerden oluşmuş düzlemlerle rastlaştığı noktaya kadar götüren bir renk tadı vardır. Van Gogh sarıyı, ancak ayçiçeğiadamı icadederek, ve sonsuz sayıdaki küçük virgüller düzlemini çizerek sınırsıza kadar iter. Renklerin tadı, hem onlara yaklaşmanın gerektirdiği saygıya, hem içinden geçilmesi kaçınılmaz uzun bekleyişe, ama aynı zamanda da onları vareden sınırsız yaratmaya tanıklık eder. Bu, kavramların tadı için de böyledir: filozof belirlenmemiş kavrama yalnızca kaygı ve saygıyla yaklaşır, atılmak için uzun süre duraksar, ne ki, ancak, tek cetveli çizdiği bir içkinlik düzlemi ve tek pergeli de yaşattığı tuhaf kişilikler olduğu halde, onları ölçüsüzce yaratarak kavram belirleyebilir. Felsefece tat, yaratmanın yerini de tutmaz, onu ılımlı da kılmaz; tam tersine, kavramları biçimlendiren bir tada çağrı çıkaran, asıl onların yaratılışlarıdır. Belirlenmiş kavramların özgürce yaratılışı, belirlenmemiş kavramdan duyulan tada muhtaçtır. Tat, bu erktir, kavramınerkindevarlık’tır: falanca kavram, falanca bileştiriciler, hiç şüphesiz “akılcı ve akla uygun” nedenler yüzünden yaratılmış, seçilmiş değillerdir. Nietzsche, kavramların yaratılmasıyla tastamam felsefece bir tat arasındaki bu ilişkiyi sezmişti ve eğer filozof kavramları yaratan kişiyse, bu, hemen hemen hayvansı bir içgüdüsel “sapere” gibi bir tat yetisi sayesindedir her filozofa, adının üzerine kazınmış bir iz, yapıtlarının çıkageleceği bir duyarlık gibiymişçesine, birtakım sorunlara ulaşma hakkını veren bir Oluşkararı (Fiat) ya da bir Kader (Fatum) (**).

Bir kavram başka kavramlarla eklemlenmedikçe ve çözdüğü veya çözümüne katkıda bulunduğu bir soruna bağlanmadıkça, anlamdan yoksundur. Ancak felsefece sorunlarla bilimsel sorunları birbirinden ayırmak önemlidir. Felsefenin “sorular” sorduğunu söylemekle fazlaca bir şey kazanmış olmayacağız, zira sorular biliminkilere indirgenemeyecek sorunları göstermek için birer sözcüktür sadece. Kavramlar önermesel olmadıkları için, önermelerin, biliminkilerle özümlenebilecek yayılma koşullarını ilgilendirecek sorunlara da göndermede bulunamazlar. Eğer yine de felsefece kavram önermeye çevrilmek istenirse, bu ancak az ya da çok doğrumsu ve hiçbir bilimsel değer taşımayan görüşler şeklinde olabilir. Ancak böylece, zamanında Yunanlıların da karşılaşmış oldukları bir güçlüğe çarpıyoruz. Hatta bu, felsefenin bir Yunan işi olarak anılmasının üçüncü göstergesidir: Yunan sitesi dostu ya da rakibi toplumsal ilişki olarak yüceltir, bir içkinlik düzlemi çizer, ama aynı zamanda da özgür görüşü (doxa) egemen kılar. O zaman da felsefe, görüşlerden, bunları değiştiren ve bilimden de farklılaşan bir “bilme” çıkartmak zorundadır. Felsefece sorun şu halde, karşı karşıya getirilebilen görüşlere, kâh bazılarını ötekilere kıyasla daha bilgece bularak, kâh her birinin doğruluk payını belirleyerek, her bir şık için bir doğruluk değeri biçebilen mercii bulmaktan ibaret olacaktır. Adına diyalektik denilen ve felsefeyi sonu gelmez tartışmalara indirgeyen şeyin anlamı her zaman bu oldu (12\ Bu, temaşa edilen tümellerin, onları bilme katına yükseltmek üzere rakip görüşlerin karşılıklı değerlerini ölçtüğünü kabul eden Platon felsefesinde görülür; Platon’un, aporetik (şüpheci) denilen diyaloglarında varlığını duyuran çelişkilerin, Aristoteles’i daha o zamandan, sorunların diyalektik araştırmasını iletişim tümellerine (topikler) doğru yönlendirmeğe zorladığı doğrudur. Kant’da da yine, sorun, düşünümlemenin tümelleri aracılığıyla, karşıt görüşlerin elenmesi veya bölünmesinden ibaret olacaktır; ta ki Hegel, rakip görüşler arasındaki çelişkiden, kendi kendilerinde ve mutlak içinde devinebilen, tema

(11) Nietzsche, MusarionAusgabe, XVI, s. 35. Nietzsche sıklıkla bir felsefece tadın sözünü eder, ve ‘sage’ (bilge) sözcüğünü “sapere” fiilinden türetir (“sapiens”, tadıcı, “sisyphos” tat duygusu alabildiğine incelmiş / “subtil” hale gelmiş kişi): Yunan Tragedyası Çağında felsefenin Doğuşu.

(12) Bkz. Br£hier, “Felsefede sorun nosyonu”, Etudes de philosophe antique (Antik Felsefe Aratırmalan), PUF Yay. 

şa edebilen, düşünümleyebilen, iletişebilen bilimüstü önermeler (görüşlerin kavramın aşamaları olduğu spakülatif önerme) çıkartmak üzere, yararlanmayı akıl edene kadar… Ne ki, diyalektiğin en büyük tutkuları içinde ve büyük diyalektikçilerin dehaları ne ölçüde olursa olsun, koşulların en sefiline, Nietzsche’nin avamın sanatı, ya da felsefedeki zevksizlik olarak tanıladığı duruma düşülür: kavramın basit görüşler olarak önermelere indirgenmesi; içkinlik düzleminin yanlış algılar ve kötü duygulanımlar içinde yutulması (aşkmlığın ya da tümellerin yanılsamaları); sözümona üstün bir görüşten başkaca bir şey oluşturmayan bir bilme modeli, Urdoxa; ekol önderlerinin ya da profesörlerin, kavramsal kişiliklerin yerini alışı. Diyalektik tastamam felsefece bir söylemsellik getirdiği iddiasındadır, ama bunu ancak görüşleri birbirine ekleyerek yapabilir. Görüşü istediği kadar bilmeye doğru aşmaya uğraşsın, görüş delip geçmekte, delip geçmeye devam etmektedir. Bir Urdoxa’nın kaynaklarıyla bile, felsefe bir doksografi olarak kalmaktadır. Her bilgin kişinin neden düşündüğünü bilmeden düşündüğünü (Olay) öğrendiğimiz Ortaçağ Quodlibet’lerinden, tartışılmış Sorulardan yükselen de, yanıt yerine geçen önermelerde yeni baştan aktarılmakla yetinildiği için, sorunun ne olduğu asla bilinemeden (Aristoteles’te, Desıartes’ta, Leibniz’de töz…) çözümlerin sırayla gözden geçirildiği pek çok felsefe tarihinde de bulduğumuz, hep aynı karasevdadır.

Eğer felsefe doğası gereği aykırısalsa, bu en az doğru görünen görüşlerin yanını tuttuğu ya da çelişkili görüşleri koruduğu için değil, ama görüşün de, hatta önermenin de alanına girmeyen bir şeyi ifade etmek üzere, standart bir dilin tümcelerinden yararlandığı içindir. Kavram elbette ki bir çözümdür, ama yanıt verdiği sorun kendi yoğunlukçu tutarlılık koşullarında yatar, yoksa, bilimde olduğu gibi, yayılmacı önermelerin gönderim koşullarında değil. Eğer kavram bir çözümse, felsefece sorunun koşulları, varsaydığı içkinlik düzleminin üzerinde (düşüncenin imgesinde hangi sonsuz devinime göndermektedir?) ve sorunun bilinmezleri de, seferber ettiği kavramsal kişiliklerde (hangi kişilik ama?) bulunur. Bilgi kavramı gibi bir kavramın, ancak göndermede bulunduğu bir düşünce imgesine ve gereksindiği bir kavramsal kişiliğe kıyasla anlamı vardır; başka bir imge, başka bir kişilik, başka kavramlar talep eder (örneğin inanç, ve Soruşturmacı). Bir çözümün, kendi koşulları ve kendi bilinmezleri içinde belirlenmesi gereken bir sorundan bağımsız olarak anlamı yoktur, ancak bu koşulların ve belirsizliklerin de kavramlar olarak belirlenebilir çözümlerden bağımsız anlamları olmaz. Üç merci de birbirlerinin içindedir, ama doğaları bir

ve aynı değildir, birbirleri içinde yitip gitmeksizin bir arada yaşar, varlıklarını sürdürürler. Bir felsefece sorunun ne olduğunun anlaşılmasına onca katkıda bulunan Bergson, iyi bir şekilde ortaya konmuş olan sorunun çözülmüş bir sorun olduğunu söylüyordu. Ancak bu demek değildir ki bir sorun, çözümlerinin gölgesinden ya da ona eklemlenen ikinci bir olgudan ibarettir; çözüm de, soruna ilişkin bir lâfazanlıktan ya da sorunun çözümlemesel sonucundan başka bir şey değildir. Bu, daha çok, konstrüksiyonizmi ortaya çıkaran üç faaliyetin, kâh biri kâh öteki önce ve sonra gelmek üzere, durmamacasına birbirlerini kesmeleri, nöbet değiştirmeleri demektir; bunlardan biri çözüm şıkkı olarak kavramları yaratırken, öteki bir sorunun koşulları olarak bir düzlem ve o düzlem üzerindeki bir devinimi çizer, daha öteki de sorunun bilinmezi olarak bir kişilik icadeder. Sorunun (çözümün kendisinin de bir parçası olduğu) bütünü, her zaman için, üçüncüsü yürürlükteyken öteki ikisini yaratmaktan ibarettir. Düşünce’nin, “ilk”in ve zaman’ın, Platon’dan Kant’a, nasıl çözümler, ama farklı sorunlar belirleyen önvarsayılmışlar bağlamında çözümler belirleyebilen, farklı kavramlar kazandıklarını gördük; zira aynı terimler, bir kez kavramlar olarak çözümlerde, bir başka kez önvarsayılmış olarak sorunlarda, bir başka kez de aracı olarak, tavassutçu olarak bir kişilikte, ama her kezinde indirgenemez bir özgün form altında, iki, hatta üç kez ortaya çıkabilirler.

Hiçbir kural ve özellikle de hiçbir tartışma bunun en iyi düzlem mi, uygun kişilik mi, yerinde kavram mı olduğunu önceden söyleyemeyecektir, zira öteki ikisinin başarılı olup olmadığına karar verecek olan her biridir, ama, biri yaratılmış, bir başkası icadedilmiş, öteki çizilmiş olarak her biri kendi payına yapılandırılmış olmak zorundadır. “Başarısız… Başarılı…” denilebilecek sorunlar ve çözümler, ancak adım adım ve ortakuyumlarını izleyerek kurulur. Konstrüktivizm, tıpkı “yanlış sorunlar” denilen ve düzlemi çevreleyen yanılsamaların yayıcısı olan şeyin kaynağı olarak bütün tümelleri, temaşayı, düşünümlemeyi, iletişimi yadsıdığı gibi, zorunlu yapılandırmaları geciktirecek her türlü tartışmayı da safdışı eder. Önceden söylenebilecek şey bundan ibarettir. Bir çözüm bulmuş olduğumuza inanabiliriz, ama düzlemin önceden göremediğimiz yeni bir eğriliği, gelip bütüne yeniden hamle ettirir ve yeni sorunları, ardarda gelen itmelerle iş gören ve gelecek, yaratılacak kavramları yoklayan yeni bir sorunlar takımını ortaya koyar (bunun daha çok bir öncekinden ayrılan yeni bir düzlem mi olduğunu dahi bilmeyiz). Tersine, yeni bir kavramın, içkinlik masasının üzerin

de bir tür eklenti gibi peydahlanan bir sorunu bu kez kendisi belirlemeğe çalışarak, komşu oldukları sanılan iki kavram arasına tıpkı bir köşe gibi saplandığı görülebilir. Felsefe böylece sürekli bir bunalım içinde yaşar. Düzlem sarsıntılarla, kavramlar salvolarla ve kişilikler gemlemelerle iş görürler. Doğası gereği sorunsal olan, üç merciin ilişkisidir.

Bir sorunun iyi bir şekilde ortaya konup konmadığını, bir çözümün uygun olup olmadığını, doğru şık mı olduğunu, bir kişiliğin yaşayıp yaşayamacağını önceden söylemek mümkün değildir. Çünkü felsefece faaliyetlerden her biri yalnızca öteki ikisinde kıstasını bulur, felsefe bu yüzden aykırısalın içinde gelişir. Felsefe bilmekten ibaret değildir ve felsefeyi esinlendiren şey de hakikat değil, ama başarı veya başarısızlık için karar verecek olan ilginç, Dikkatedeğer, ya da Önemli kategorileri gibi kategorilerdir. İmdi başarı ya da başarısızlık yapılandırmazdan önce bilinemez. Nice felsefe kitabı için yanlış olduklarını söylemeyeceğiz, zira bu hiçbir şey demek değildir, ama önemsiz de, yararsız da diyebiliriz, çünkü işte hiçbir kavram yaratmamışlardır, bir düşünce imgesi getirmemişlerdir, ya da üzerinde durmağa değecek bir kişilik doğurmamışlardır. Yalnızca öğretmenler, sayfanın kenarına “yanlış” diye yazabilirler, hepsi o; ne ki okurlar önem ve yarar konusunda, yani okunmak üzere kendilerine verilen şeyin yeniliği konusunda, daha çok kuşku duyarlar. Bunlar Zihnin kategorileridir. Melville, büyük bir romanesk kişilik bir Orijinal, bir Tek olmak zorundadır, diyordu; bir kavramsal kişilik de öyle olmalıdır. Sevimsizken bile, dikkatedeğer olmak zorundadır; iticiyken bile, bir kavram ilginç olmak zorundadır. Nietzsche, “kötü niyet” kavramını yapılandırdığında, onda dünya üzerinde varolabilecek en tiksindirici şeyi görebiliyordu, yine de, “insan işte burada ilginç hale gelmeye başlıyor!” diye seslenmekten geri durmadı, ve gerçekten de, yeni bir kavramsal kişilik (rahip) ve düşüncenin yeni bir imgesiyle (nihilizmin olumsuz belirticileriyle kavranmış erk istenci) ilişki halinde, insan için insana uyan yeni bir kavram yaratmış olduğunu biliyordu (13>.

Eleştiri, en olumlusundan yaratma kadar, yeni kavramlar (eleştirilen şeyin kavramları) içerir. Kavramların canlı maddeleri üzerine kazınmış düzensiz kenarları olmak gerekir. Doğası gereği ilginç olmayan nedir? Tutarsız kavramlar, Nietzsche’nin “biçimsiz ve akışkan kavram karalaması” dediği şey mi yoksa, tersine, fazlasıyla düzenli, donmuş, kemikleşmiş kavramlar mı? En çok tümellik içeren, ebedi formlar ya da değerler gibi sunulan kavramlar, bu

(13) Nietzsche, Ahlâkın Soybilimi, I, 6. 

bağlamda en kemikleşmiş, en az ilginç olanlardır. Her türlü yaratmayı korkutmak üzere konmuş iskeletler örneği, yapılıp hazırlanmış eski kavramlar; bu kavramların kendilerinden ödünç alındığı eski filozofların, kendi zamanlarında, modernlerin yapması engellenmek istenen şeyi yaptıklarını, yani kavramlarını yarattıklarını ve de, çağımızın eleştiricisi veya tarihçisi gibi, kemikleri temizleyip, raspalamakla yetinmediklerini görmeden, ortada sallanmakla yetinilirse hiçbir olumlu şey yapılmaz, ne ki eleştiri ve tarih alanında da bir şey yapılmaz. Eğer, uyuyakalmış bir kavramı uyandırmayı öneremiyorsa, onu kendi aleyhine çevirme pahasına bile olsa, bu kavramı yeni bir sahnede oynatamıyorsa, felsefe tarihi bile baştan sona ilginçlikten uzak demektir.

Kavramsal Kişilikler – Felsefe Nedir | Gilles DELEUZE – Felix GUATTARI

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments