Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküTürkiye'den ÖykülerTahta At | Korkuyu Beklerken - Oğuz Atay

Tahta At | Korkuyu Beklerken – Oğuz Atay

Bize şimdi yeni bir hava getir, Tahta At’ın nasıl yapıldığını anlat. Tuzak nasıl kuruldu, onun şarkısını söy­le. Şehrin girişinde sağlamlığını bugün de koruyan duvarlar Romalılardan kalmadır. Sen bize güzel bir masal anlatırsan, dedim ona, ben de senin sayende dünyaya belki yeni bir şey­ler söylerim. Gördüğünüz kuyuda bir zamanlar bütün şeh­re yetecek kadar su vardı. Ozan çok dertliydi anlaşılan; bu sözler üzerine öyle bir masala başladı ki bir daha onu sus­turmak elden gelmedi. Bu tepeye çıkınca bütün ova görülür, ırmak da parmağımla çizdiğim biçimde yeşillikler arasında akardı. Bilseniz ne zorluklarla hazırlamışlardı bu Tahta At’ı. Tanrıların armağanı diyerek buraya, şehrin en yüksek yerine güç bela sürüklediler. Bu tepelerden bazıları bildiğiniz tepe­dir; bir kısmı da, yani şu kapısı olan tepeler de eskiden mezar niyetine yapılmıştı.
Evet, Tahta At’ın içi savaşçılarla do­luydu. Aklı olan Tahta At’ı şehrin içine bırakmazdı. Ne var ki tanrılar bize yardıma karar vermişlerdi bir kere, bunun önüne geçilemezdi. Onun için bu büyük tehlikeyi göreme­mişti insanlar. Dikkat edin, kayalardan atlarken ayağınız ka­yabilir. Savaşçılarımızın bir kısmı da gemilere binerek uzak­laşır gibi yapmışlardı. Bu hileye nasıl kanmışlardı? Tanrılar öyle istemişlerdi. Bu Tahta At, girişteki danışma bürosun­da on lira mukabilinde satılmaktadır. Gece karanlık basın­ca şehre mermi gibi dağılmıştı savaşçılarımız. Burada mermi sözün gelişi, o zamanlar daha mermi yoktu. Şehrin yıkıntı­ları arasında ilerledikçe eski taşları göreceksiniz. Bir kısmı bildiğiniz taşlardır bunların; yani şu Tahta At’ın inşa edildi­ği dönemdeki tümsekleri meydana getirmekle görevlendiril­miş doğal taşlardır ve o günden bu yana durumlarını değiş­tirmemişlerdir. Bu taşların üstünde Odyseus, bazılarınız bu­nu Ulysses olarak bilirler ki bunlar Afrodit ve Venüs gibi ay­nı şeylerdir, düşmana saldırmak için hazırlanarak kılıcını kı­nından çıkarıyordu.
Solda görünen dört taş da eskiden balık pazarıydı. Şimdi eski balıklar kalmadığı gibi bin dört yüz on iki taştan meydana gelen balık pazarı da ancak bu dört taş­la temsil edilmektedir, millet meclisinde olduğu gibi, ha-ha. Espriyi, anlamayanlar için, bir kere de büyük tapmağı gezdi­rirken açıklayacağım. Evet balık pazarını eski günlerine ka­vuşturmak amacıyla yapılacak yeni düzenleme için gördü­ğünüz bu dört taş da numaralanmıştır; iş, bin dört yüz sekiz taşın getirilmesini sağlayacak tahsisatın beklenmesine kal­mıştır. Ve bildiğiniz gibi atlarına binen savaşçılarımız, par­don Tahta At’ın içinden fırlayan atlılarımız, pardon asker­lerimiz, büyük bir hızla şehri yağmalamışlardır. Bu harabe­ler de yağmalanan şehirden sonra kurulan altıncı yerleşme­yi göstermektedir ki, böylece Tahta At olmasaydı da sonun­da şehirlerin ne duruma geleceği açıkça görülmektedir, ha- ha. Kafilemizde bulunan Alman gezginler için otobüslerimi­ze binmeden önce son iki espri konusunda bir açık oturum düzenleyeceğimi belirtmeyi bir görev sayarım. Evet, şehrin dik yokuşları boyunca yayılan savaşçılar arkalarında hara­beler bırakarak ilerlediler ve sonunda gördüğünüz gibi dön­dük dolaştık ve giriş kapısına ulaştık. Hareket yemekten he­men sonradır, susuz tuvaletler, betonu yeni dökülen Tahta At’ın karşısındadır.
Güneş ve toza anlam kazandıran tarihin içinde sendeleyerek ilerleyen yarı çıplak insan sürüsü, kılavuzlarım izlerken, ifadesiz yüzlerine biriken terleri siliyorlardı. Ya bu çirkin at temeli için ne biçim bir söz etmeli diye düşündü. Dört köşe bir beton dökülmüştü, tahta kalıplar duruyordu. Betonun içine dört kalas saplamışlar. Bunlar da Tahta At’ın ayakları olacak ileride galiba. Belediye Reisi’nin buluşuydu, belki de müze müdürünün, belki de kasabayı güzelleştirme derneği üyeleri hep birden akıl etmişlerdi bu inceliği; turistleri yuva­larından uğratan bu eşsiz kalıntıların girişinde eski Tahta At’ın tıpkısı, hem de o kadar büyük, içine bir bölük asker sı­ğar sayın üye arkadaşlarım! Kasabamızı güzelleştirdiğimiz yetmiyormuş gibi şimdi de harabelere el attık. Kapının önü­ne, planlan sayın fen müdürü tarafından hazırlanmış bulu­nan bu tarihsel anıtı dikmeye niyetliyiz. Gereği düşünüldü. Özü: Tarihsel Tahta At’ın yeniden tarihe kazandırılması hak­kında. Tahta At bağışlan hakkında. Tapu sicil muhafızlığı ta­rafından çaplı krokisi hazırlanmış ve Tahta At’ın dikileceği yer bir taksim iki yüz mikyaslı haritada ok işaretiyle gösteril­miştir ve tam danışma bürosunun ve susuz tuvaletlerin kar­şısına isabet etmiştir. Danışma bürosunun tezgâhında bu Tahta At’ın seramikten yavrulan durmaktadır. Sönmüş siga­rasını Tahta At’a doğru fırlattı.
Bekçi parmağını salladı uzak­tan: Tahta At’ın çevresini kirletmeyin. Bu anıtın 9865894 sa­yılı kanuna göre kapalı zarf usulüyle ihalesine ve keyfiyetin gazete yoluyla ilanına oybirliği ile karar verilmiştir. Ben ol­malıydım güzelleştirme derneğinde. Nalbur Zekeriya Efendi itiraz etmiştir: Dış tesirlere karşı Tahta At’ın kamilen ziftlen­mesi icap eder benim kanaatimce. İki kat kanaviçe, bir kat katran. Çini imalathanesi sahibi Burhan Bey de üzerine karo mozaik kaplanmasını teklif eder, çünkü tecridi her çeşit ze­min üzerine… Yeteri kadar gülünç olmuyor, diye homur­dandı kendi kendine; acıklı, acıklı. Ben orada olmalıydım. “Voulez vous…” diyerek bir çocuk yaklaştı yanına, bir paket uzattı. Sakallı olmanın zararları. “Nedir elindeki?” diye ters­ledi çocuğu; “Lokum, abi,” dedi esmer, yalınayak oğlan, uzaklaşırken. Voulez vous gibi garip bir yaratık olmak iste­miyorsan, sana her zaman ‘abi’ denilmesini istiyorsan, bu sa­kalı kesmelisin. Ulan size ne benim… Öyle deme, halkının hislerine riayet etmelisin. Neden alay ediyorsun? Halkının hislerine hürmet etmelisin. Bir de ‘rencide’ vardı; onu nere­de kullanacağız? Peki siz Tahta At’ı yaparken…
Birden hırs­landı; daha önce bana parmağım sallayan bekçi ne düşünü­yor bakalım? Adama hızla yaklaştı, öfkesinin hızıyla. “Bakar mısın bir dakika?” dedi, bekçinin kendisini voulez vous san­masına fırsat vermeden. Bekçi, aceleyle, “Tuvalet karşıda,” dedi, “Yalnız su yok.” Öfkesini ve ne diyeceğini bir an unut­tu: “Neden su yok?” Kaymakam kestirtti beyim. Turistler çok sıkıntı çekiyor. “Biz insan değil miyiz?” Bekçi soruyu anladı galiba: “Daha çok bu gâvurlar geliyor da.” Siz zaten yıkanmazsınız, değil .mi? Bu adam çok anlayışlı: “Memurun helasında ibrik var,” diye kulağına eğilerek söyledi, büyük bir sır açıklıyormuş gibi. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” dedi bekçiye. Biraz toparlandı adam. “Rahmetli Tuzcuların Bekir Bey’in oğluyum ben,” dedi. “Mebus Bey,” diyerek yarı hazırola geçti bekçi. Peder sağ olsaydı tam hazırol dururdu bekçi ve akşam bayrak indirilinceye kadar ye­rinden kımıldamazdı. “Hoş geldin beyim,” dedi elini uzattı.
Salih’miş adı. “Peki Salih,” dedi adamın getirdiği sandalyeye otururken, “Sence bu sakallan kesmek mi lazım?” Gördün mü Salih? Bu okumuş takımına güvenilmez işte. İnsanı he­men zor mevkide bırakırlar. “Bize düşmez beyim,” dedi Sa­lih, gözlerini Tahta At temelinin oralara dikerek. “Yalnız müdür bey bizde bıyık bile istemiyor. Zati suratı kara bir milletsiniz, diyor; bir de bıyıkla ne karartıyorsunuz kendini­zi?” Boynunu gösterdi: “Gömlek de yukarıya kadar ilikli ola­cak.” Suratları Güzelleştirme Derneği. Allahtan yüzümün rengi biraz açık sayılır. Salih Efendi sorularını sıraladı: Duy­duğuna göre dışarılarda okumuştu Bekir Bey’in oğlu. Doğru­dur, biz de voulez vous yaptık biraz. “Ecnebi lisan,” diye be­ğendi Salih Efendi, “Çok iyi bir şey. Şu kılıksız turist rehber­leri bile dünyanın parasını kazanıyor.” Birden Tahta At gel­di aklına gene, canı sıkıldı. O tarafa doğru oturmuşum, on­dan olacak. Sandalyesini ters çevirdi. Turistler bir şeyler içi­yorlardı bakkalın önünde. İyidir, döviz bırakıyorlar. Bir de Tahta At yapılsa… “Eğlenemiyorum…” diye söylendi.
Salih Efendi, “Buyur?” diye eğildi üzerine. Elini salladı: Boş ver bi­zi Salih Efendi; biz turist rehberi bile olamayacak kadar karıştırmışız hayatımızı ye kafamızı. Bekçinin dedikodularını dinledi; sıcağın, tozun ve tarihin akışını içinden geçirerek yeniden biçimlendirdi onları. Biz de voulez vous okuduğu­muz için Salih Efendi, senin anlamakta güçlük çekeceğin ve böyle yapmakla iyi edeceğin hünerler gösterebiliriz ve bun­lar da hiçbir işe yaramaz, dünya kadar para kazanmaya yet­mediği gibi. işte her şey bütün çıplaklığıyla ortada. İşte bay­lar bayanlar hayal perdesinde bütün meşhur manzaralar ve tarihî manzaraları yaratan meşhur insanlar. İşte büyük ku­mandan kaymakam ve Haçlı Seferleri. İşte Haçlılara karşı sa­vaşan uzun kılıçlı kahraman harabelerin suyunu kesiyor ve haçlılar ki onlar Avrupa’nın büyük şatolar ve asfalt yollarla süslü kentlerinden ring seferleriyle yola çıkarak ülkemize döküldüler, işte onlar binlerce kilometre sonra susuzluktan nasıl kınlıyorlar, işte resimde görülüyor. İşte ring seferleri­nin hava soğutmalı otobüsleri yanında dizilmişler, işte Al­manlar, işte ring otobüsü, işte Nibelungenring seyahat acentası.
İşte kaymakam, işte haçlılar, işte kat kat üst üste yapıl­mış, üst üste yıkılmış meşhur şehir, işte belediye reisi, işte güzelleştirme derneği, işte güzelleştirme derneğinin binbir zorluklarla yapılmış ve içine yumuşak şey kâğıdı bile ithal edilerek konulmuş ve gönüle ferahlık veren tuvaletlerin be­yaz resimleri, işte soldaki resim kaymak gibi beyaz rezervuarının üç harekette nasıl çekilerek istimal edileceğini üç ay­rı resim halinde yerli turistlere tercüme ediyor. Çevirenin notu: Ey ahali! Ne olur alafranga tuvaletlerin üstüne tavuk gibi tünemeyin, taşlar kınlıyor, bütün alafranga hela taşlan birer birer tarihî harabe haline geliyor, işte belediye meclisi; işte hepsi kahraman, hepsi birlikte, hepsi oybirliği halinde görülüyor. İşte eller hep birlikte kalkıyor, suların akmasına karar veriliyor, işte sular akmıyor, işte eski ırmaklar, eski taşlar; hepsi yıkılmış, birbirine karışmış.
İşte on bir ya da daha fazla kere yapılmış ve sonunda bir bahçe duvarına yetmeyecek kadar taşı kamlı ve .dünyanın bütün Haçlılarını peşinden koşturan inanılmaz şehir, yani bir zamanların on bir ya da daha fazla kere şehirleri. İşte şehirlerin katları birbiri­ne karışıyor, işte arkeolog-karıncalar! Her şeyi yerli yerine yerleştiriyorlar, işte onların sayesinde her şey Birdenbire anlam kazanıyor: Dört taş bir şehir, yirmi iki kupon bedava bir apartman katı oluyor, işte yer levhaları, işte Yunanca, Latin­ce ve bizim dilce. Burası agora: iki sütun dört başlık, burası da imparator sarayı: Yalnız kapı kemeri görülüyor, işte bura­sı stadyum, burası akropol, bunlar kilit taşları, bunlar kertenkeleler. Burası gimnazyum, burası alafranga hela, arkada da iki yatak odası var. İşte kale duvarları üzerinde duran o parmak kadar çıkıntı, bir zamanlar “imparatora bağlılık ve sadakat yemini eden korkusuz atalanta şövalyelerinin imam sarsılmaz!” yazısıydı, işte baylar bayanlar! Gördüğünüzün bin yüz misli gücüyle gözlerinizin önünde canlanabilen meşhurluklar, işte bekçi Salih, işte şehrin giriş kapısı (şimdi görülmüyor), işte holivut dekorları gibi kurulmaya başlayan Tahta At’ın cüzi bir kısmı, işte ihtiyar haçlılar ki şu anda yabancı menşeli ve koyu renkli bir gazoz içiyorlar ve nasıl bi­rer yaman fatih olduklarını renkli kartlarla ve PTT’nin yârdımıyla dünyanın dört bucağına yayıyorlar ve Odyseus’un Tahta Atı’nı on lira mukabilinde temin ederek bilmem ne havayolları çantalarına işte takma dişli gururlarıyla indiri­yorlar, işte atalarının kanlarıyla sulanmış bu topraklarda binlerce yıl sonra…
İşte yoruldum baylar bayanlar! Salih Efendi’ye döndü, “Başıma güneş geçti galiba,” dedi, “Biraz bozuldum.” “Bir şapka giyseydin beyim,” dedi bekçi, “Buranın güneşini unutmuş olmalısın.” Şapka mı? Bu sakalın üs­tüne bir de şapka giyersem, beni deli diye, Allah gösterme­sin, deliğe tıkarlar Salih Efendi, kasabamızın başkanlar ve dernekler dışında kalan bütün kuvvetleri, işte meşhur zabı­ta müdürü, işte kolcu kuvvetleri, işte toplumun güvenliğini sağlayan güçlü kuvvetler, işte onun için Salih Efendi, bana müsaade. Bacaklarından çok, kafasından gelen bir güçsüz­lükle ayaklarını sürükleyerek uzaklaştı. İşte Tuzcuların Bekir Efendi’nin oğluna yakışmayan lastik ayakkabılarım, işte Salih Efendi şimdilik hoşça kal.
Kasabanın üstünde henüz kimsenin fark etmediği bir dehşet havası esmeye başlamıştı. Şimdilik harabelerin, özellik­le Tahta At uyarlamasının çevresinde dolaşıyordu bu hava. Bekçi Salih Efendi’nin getirdiği sandalyeye kurularak renkli turist kervanlarını izliyordu tembel gözlerle ve gözlerini kısarak güneşe bakmaya çalışıyordu. Burada doğduğuma göre güneşin hastalıklı bir oğluyum ben. Oldum olası şu güneşe doğru dürüst bakamamışımdır Salih Efendi. İşte güneş hacı Frenkler, işte güneş! Tozlu taşlara değil işte güneşe bakın! En eski eser, binlerce, milyonlarca yılın ışığı! Ve işte güne­şin ve Tuzcuların Bekir’in oğlu! Son günlerde, güneş babası başına geçmesin diye bir de beyaz kasket giymekteydi. Va­zoların üstündeki savaşçılardan biri oldum ben Salih Efen­di.
Evet, Odyseus kadar güçlü olmasa da onun kadar sakallı bir dehşet fırtınası. Itaka mı neresiyse oraya dönecek yerde bu serin kahvenin gölgesine sığınmış bir Tahta At kalıntısı. Gizlice esiyor, kimseye duyurmadan. Akşamlan burada otu­ruyor, herkese anlatıyor yüzlerine karşı içinden. İşte kasa­banın geleneksel Armut Festivali de başladı ibrahim Efendi. Marangoz Topal ismail’in yaptığı zafer arabalarıyla işte geçit resmi. İşte dişçinin kızı Aysel de Dentalus kraliçesini temsil ediyor, mahalli kıyafetlerini giymiş kızlarımız da caba. Bir soğuk bir sıcak, dişlerim kamaştı Aziz Beyciğim. Gözlerimiz, bir çiçekli arabanın üzerinde kaymakamı da arıyor, belediye reisini de. İşte aynca Tahta At’m üstünde güzelleştirme der­neği üyeleri. Hayır üstünde değil, ltakalı savaşçılar gibi için­de. Gece de milli oyunlar oynanıyor ve milli piyango çeki­liyor. Halk türküleri uzmanı Seyfettin Dağdeviren ve pop­çu Arkan Tansal tarihî tiyatro taşlan arasında. Hangi biriy­le başaçıkacağız Salih Efendi? Hangi birinin üstünde eseceğiz? Dikkatli davranıyorHü, kelimelerini itina ile seçiyordu: “Rüstem, bana biraz şekerli, yanında nargile.” Tuzcuların Bekir Bey gibi davranıyordu görünüşte. Kasabayı kendince denetliyordu. Sıcak yaz günleri, üstlerine sû serpilmiş ahşap döşemeli memur odalarında oyalanıyordu uzun süre.
Baba­sından kalma zeytinlikler deniliyordu. Tuğrul Bey oğlumuz kasabada gönül eğlendiriyor. Pek belh edTImeseTcle hafifçe gururlanılıyordu. Bir de şu sakalı ve üstelik beyaz kasketi ol­masaydı. Bir de şehir kulübünde yemek yeseydi, kumar oynasaydı. Belli etmiyordu,”ama Salih Efendi ile gizlice içtikle­rini herkes biliyordu, işte Salih Efendi diyordu ona, sen bir Salih Efendisin, baban sana bir kahraman adı takmayı akıl edememiş, ne de babanın komşusu kendi oğlu için akıl ede­bilmiş. İşte ne kadar ünlü savaşçı varsa biz olduk. İşte tek­mil Selçuklular, işte bütün dişçiler, eczacılar, işte bütün ban­kacılar, hepsi kahraman. Salih Efendi biraz bozuluyordu bu iştelere. Aman ne olur gene işteleme diyordu ve kasabanın en son cinayetini anlatıyordu. Aman Salih Efendi, bunlara da ben dayanamıyorum. Salih Efendi, biraz içkiden, biraz da vahşetten parlayan sivri ve kırmızı burnuna çok yakın duran küçük gözlerinin olanca hırsıyla anlatıyordu cinayetleri. Hiç olmazsa bıçak kısmını çabuk geçelim olur mu Salih Efendi?
İlk olay, Armut Festivali’nin kapanış gecesinde festival ko­mitesince bir şeylerin ya da bir kimselerin onuruna verilen baloda Tahta At için bağış toplanırken çıktı. Güzelleştirme Derneğine kasap Halip Efendi bir koç bağışlamıştı ve hayvan da Tahta At’ın inşaatına devam edilebilmesi için gereken pa­rayı toplamak amacıyla açık artırma yoluyla satılacaktı. Ko­çun boynuna bir de kırmızı kurdele takılmıştı ki, Tuzcula­rın Bekir’in oğlu, önce bu kurdeleye sinirlendi; anlaşılan da­ha önce de içmişti. Yoksa ortada ‘kokteyl’ adıyla dolaşan iç­kiden yüz yirmi tane filan da içseydi böyle sarhoş olamazdı. Ayrıca tahrik unsuru sayılabilecek olaylar da cereyan etmiş­ti. Esnaf Dernekleri başkam bu sakallıya içerliyordu anlaşı­lan; bir kere önce oyun için çağrılan çingeneler meselesi or­taya çıkmıştı ki bu olay sırasında Tuğrul’un Esnaf Dernekle­ri başkanına karşı tutumu biraz korkuyla izlenmişti ve baş­kan da Tuzcuların oğlunu sevmediğini bu tartışma sırasında belirtmişse bunda şaşılacak bir taraf yoktu. İşte o gece ilk de­fa kasabada gerçekten sinirli ve huysuz bir rüzgârın esmeye başladığı anlaşılmıştı. Geceyarısı olmuştu ve serin bir rüzgâr çıkmıştı.
Oyuncu kadın çok terlemişti; arada bir, kapalı sa­lona girerek dinlenmek, terini silmek ışıtıyordu. Ne varki esnaf başkanı amansızdı: Durmadan kadının alnına yapıştırdığı paralarla ona soluk aldırmıyordu. Sonunda .kadın içeri gi­rerken en büyük kâğıt parayı çıkarmıştı: Durmak olur muydu? Sayın büyüklerimiz vardı, onuruna verilen bu baloda heyecan son haddini bulmalıydı. Sandalyeci Ahmet’ten kira­lanan iskemleler alanın çevresine dizilmişti. Tuğrul sallanı­yordu. Renkli ampuller ve kâğıtlar ve her türlü çirkinlik var­dı. Çirkin oyuncu kadına acıyordu. Aslında bütün kadınla­rı çirkin buluyordu, erkekler de öyleydi. Ve bu kırmızı kur­deleli koç yok mu, ipini çektikçe bağlandığı direk sallanıyor ve direğin tepesine bağlı hoparlördeki öksürüklü klarnet se­si de onunla birlikte titriyordu. Allahım, dedi, bu münase­betsizliklerin başına yukarıdan bir şey düşürmeyecek mi­sin? Oyuncu kadın yapma bir gülümsemeyle içeri kaçma­nın yolunu arıyordu.
Birden kendini ortada buldu Tuğrul. Dernek başkanının beyaz saçlarını, sarkık uzun beyaz bı­yıklarım gördü çok yakınında. Kurşun gibi soğuk bakışları­nı ve hesaplı gülümsemesini gördü. Bir şey yapmalıydı. Bu kafayla ne yapılabilirse yapmalısın. Elini uzattı paraya doğ­ru: “Ver onu bana Kâmil Bey,” dedi yumuşak bir sesle, “Ben oynayacağım.” Kâmil Bey dondu, onuruna balo verilenler dondular, herkes dondu; kısa bir süre bir heykel topluluğu olarak kalındı. Sonra, “Bu kime hakaret, anlayamadım,” de­di beyazlı esnaf başkanı. Tuğrul parayı çekip aldı. Sarhoş­luğu geçmiş gibiydi. Kâmil Bey de kendine geldi: “Sen çen­gi değilsin Tuğrul Bey oğlum,” dedi gülümseyerek, ‘Yakışık almaz.” Ya öyle mi? dedi Tuzcuların oğlu ve ilerledi, parayı birden esnaf başkanının alnına yapıştırdı. Bir dalgalanma ol­du ya da Tuğrul’a öyle geldi. Dernek başkanı yumruk yaptı­ğı elini ceketinin cebine soktu: “Babana hürmetimiz vardır,” dedi. “Yaşayan insanlara da saygı göster Kâmil Efendi,” de­di Tuğrul ‘Efendi’ kelimesinin üstüne basarak.
Oyuncu ka­dın telaşla yerinden kalktı, parayı alıp oyuna devam etmek istedi. Kâmil Efendi kadını itti ve genç adamın karşısına dikildi: “Öyleyse birlikte oynayalım,” dedi. “Efeler gibi.” Klar­netçiye işaret edildi. Esnaf Dernekleri başkanı ağır ve köşeli hareketlerle oynamaya başladı. Yavaşça Tuğrul’un çevresin­de dönüyordu. Tuzcuların oğlu, müziğe uymaya çalışıyor, hızlı hareket ediyordu. Sonra birden başı döndü ya da salon döndü, sandalyeler döndü, en yakın sandalyeye çökmek zo­runda kaldı. Esnaf başkanı ona yukarıdan bakıp gülümsedi ve ağır oyununu sürdürdü.
Tuğrul bir süre ortadan kayboldu, havuzun yanındaki bahçe musluğunda yüzünü yıkadı, otların üstüne uzandı; onu unutmuşlardı. Beni çabuk harcadılar. İçkide yenik düştük demektir. Oyun devam ediyor, eski günlerimiz kalma­mış. Biraz uyudu, serinlikle kendine geldi: Salih Efendi’yi bulmalı, en arka sıralardadır muhakkak. Onu bir sandal­yenin üstüne çıkmış, oyunu seyrederken buldu, gömleği­nin eteğinden çekti: Gizli bir yerde içkin vardır Salih Efendi. Mezesiz içersek artık dokunmaz, merak etme. Kalabalıkta bir hareket başlamıştı. Mikrofona bir soytarı çıkmış, fıkralar anlatıyor, ne kadar da uzatır, bunun da bir çaresi bulunma­lı, her şeyin bir mektebi açılmalı Salih Efendi, anlıyor mu­sun? Bir anlasaydın, bütün dünya birdenbire değişirdi. Şim­di ne yapılıyor? Ben göremiyorum. Koç vardı ya efendim… Aman anlatma, içim bulanıyor. Çok saygıdeğer ağabeyimiz Kâmil Bey diyorlar, neden diyorlar? Esnaf başkanının çevre­si boşaldı, mikrofonu ona tuttular, beş yüz lira diyor. Kasabamızın tarihi diyor. Eski tarihi ihya ederek diyor, yapılacak bu tarihî atın diyor. Susturun şunu… Benim yanımda nasıl tarihten söz edebilir…
İskemlelere çarparak yaklaştı Kâmil Bey’e: Mikrofonlu fıkracı gitmişti, işte gene ne de olsa topar­landı karşımda, tarih akla gelince başka türlü yapabilir mi? Sen kimsin Kâmil Efendi? dedi boğuk bir sesle ve öksürdü. Pek dinleyen yoktu. Ya ben kimim esnaf başkanı? Sen da­ha var olmadan vardım ben, sen doğmadan vardım ben anlıyor musun? Ben Tuğrul Tuzcuoğlu’yum, sen kimsin Kâmil Efendi? Beş yüz lira ya da birkaç katısın sen. Ben tarihim Kâ­mil Efendi. Sen Alpaslan olabildin mi? Ben Tuğrul oldum. Hem de doğar doğmaz. Yirmi yedi yıl önce doğduğum za­man zeytinlikler vardı, bağlar, bahçeler, tarlalar vardı be­nimle birlikte, uçsuz bucaksız topraklar vardı Tuğrul’un ya­nı sıra. Asalet diye bir şey varsa toprak asaletidir anlıyor mu­sun esnaf başkanı ve bu asaletle başa çıkılamaz. Ve sofra asa­leti vardır, yemek yemeği bilmek vardır, çatal kaşık tutmayı bilmek değil.
Sonra okumak vardır ve sonra bir şey yoktur. Sen kalabalıklaşan esnaf başkanı ve bu nedenle benim kar­şımda oynamaya cüret ettin, benimle konuşmaya cesaret et­tin, oysa ben babam olduğum zamanlarda tek başıma konu­şurdum, işte gene öyleyim, sen diye bir şey yok ki, seni gör­müyorum dernek başkanı, sadece ayağıma takılıyorsun, ba­bam ölmeden taş olmaya bile cesaret edemezdin, ayağımın altındaki toprak olmak bile haddin değildi. Ben mebus oğlu­yum ulan, ben seninle oynar mıyım? Mikrofonlu fıkracı yak­laştı: Bayanlar baylar işte meşhur Tuzcuların Tuğrul, işte bi­zi şereflendirdi bu gece, işte Avrupalarda okudu ve gene ülkemize şeref verdi sonunda, Avrupa’nın en zor başkentinde yabancıların beş yılda bitirdiği mektepleri üç yıllarda bitirdi, en azından beş diploma koparıp döndü yurdumuza, Tuğrul Bey işte tarih demektir, çünkü onun babası vardı ve babası­nın da babası vardı ve daha nice babalar vardı, onun için kıy­metli misafirimiz engin kültürüyle daha iyi bilirler ki tarih eskiyi yaşatmaktır, Tahta At’ın varlığında onu sürdürmek­tir, işte Tuzcuların kıymetli suyu Tuzcuoğlu, koçumuz va­sıtasıyla Tahta At’a kıymetli yardımlarını…
Ne dedin ne de­din? Tahta At mı dedin? Metelik vermem size, size metelik vermiyorum anlıyor musunuz? Ulan kasabalılar, ulan zaval­lılar, demek sonunda buna kaldık? Demek alafranga tuvalet­lerin karşısında Tahta Atlar dikerek ve önümüze gelene voulez vous diyerek, yüzlerimizde alçakça bir sırıtış, olur mu ey zavallı halk, insan hırsından ağlar, sizlerden ve kendimden utanmalı mı ne yapmalı? Utancımı Tahta Atların içinde mi gizlemeli? Hazin marşlar mı yazmalı? Ne zaman adam olacaksınız? Ey insan olması gerekenler, ey sözde insanlar, söz­de başkanlar, müdürler… Oyuncu kızlara işaret verildi, bah­riye çiftetellisine başlandı, bütün dernek başkanları bile oy­namaya başladı, Tuğrul gürültüye getirildi, Aynı gece Tahta At için on dört bin sekiz yüz lira bağış toplandı.
Kasabanın üstünde artık belirgin bir dehşet havası esme­ye başlamıştı. İlk olayın duyulduğu gün öğleden sonra, daha kasaba ayrıntıları tam öğrenmeden olayın kahramanı, öğle­den sonra asık bir suratla kasaba meydanında göründü. Onu ilk gören arzuhalci Emin oldu. Zaten Tuğrul çınar ağacına doğru, yani arzuhalcinin icrayı sanat ettiği yere doğru geliyordu. Selam verdi, daktilonun yanma çöktü. Bir süre ko­nuşmadı, meydanı süzdü, gözlerini yavaş yavaş meydanda dolaştırdı. “Bir derdin mi var Tuğrul Bey oğlum?” demek zo­runda kaldı arzuhalci sonunda. “Bir değil birçok da, hangi­sinden başlasam diye düşünüyorum Emin Efendi.” Arzuhal­ciye döndü: “Daktilon iyi yazıyor mu?” ihtiyar adam topar­landı, siyah kolluklarını düzeltti, makinesini tahta sandığın üzerine biraz kendine doğru çekti: “A harflerini biraz yuka­rı basıyor, E’nin çıkmadığı da olur bazen.” “Zafer’le zifir bir­birine karışmıyor ya yazarken?” Emin Efendi güldü: “Ha­yır.” “İyi.
O halde en yakın yerden, şu meydandan başlayıverelim istersen.” Emin Efendi; sicimle boynundan sarkıttı­ğı gözlüklerini alnına kaldırdı, Tuzcuların tek oğluna baktı. “Başlamadan önce sana bir teklifim var Emin Efendi.” “Ha­yır,” dedi arzuhalci; meydanı sert adımlarla geçip mahkeme­ye giden Tuzcuların Bekir Bey’i görür gibi oldu bir an. “Bun­dan böyle benim muavinim olur musun Emin?” Arzuhalci Emin Efendi gözlerini kırpıştırdı: “Sen ne oldun ki?” Tuğrul sakalını kaşıdı: “Sen Don Kişot diye bir şey okudun mu?” “Son zamanlarda gözlerim çok zayıfladı,” diye yakındı Emin Efendi: Gözlük değiştirmek gerekiyormuş ayrıca. “Seni aylı­ğa bağladım,” dedi Tuğrul, “Sekiz yüz lira net. Masraflar da bana ait. Anlaştık mı?” Tuzcuların Bekir Bey daha eli sıkı bir adamdı. Olsun, bir tek oğulları var zaten. Tuğrul cebinden buruşuk paralar çıkardı, bir kısmını Emin Efendi’ye verdi: “Buyur bakalım, dün akşam Tahta At’tan biriktirdim bunla­rı. Şimdi hemen işe başlıyoruz. “Tuzcuların Tuğrul Bey söy­ledi, arzuhalci topal Emin de olduğu gibi kaydetti – sayısız imla ve daktilo hatalarının dışında:
Sayın Belediye Reisi Başkanlığına (bu kısma itiraz et­tiyse de dinletemedi).
Muhterem kasabamızda son yıllarda bir hayli geli­şen imar ve güzelleştirme faaliyetlerinin teksif olması münasebetiyle ve bu hususta dernekler vesairenin de çalışmalar yaptığını nazarı dikkate alarak ben de mü­tevazı bir teşebbüste bulunmaya karar verdiğimi ve bu meyanda bu satırları yazarı Emin Efendi ile birlikte bir geliştirme yükseltme ve kalkındırma derneği kur­duğumu saygılarımla önce arz ederim. Böylece muh­terem hemşerilerimin yükünü bir nebze olsun hafifle­teceğimi ümit ediyorum. Bu sabah bilinen sebeplerle erken kalkma imkânını elde edemediğim için öğleden sonra kasaba meydanında icrayı faaliyete başlayarak gözüme ilk çarpan hususu size tevcih etmeye karar verdik. Hepinizin malumu olduğu üzere bir kasaba meydanında meydanı meydan yapan başlıca dört un­sur vardır: bunlar sırasıyla heykel, hükümet konağı, çiçek tarhları ve kırmızı balıklı havuzdur. Sırada baş sırayı işgal eden heykel bence ehemmiyet bakımın­dan da başta gelir. Zaten sözü edilen ehemmiyet sırası nazarı dikkate alınarak sıralanmıştır. Bildiklerim beni aldatmıyorsa, bu heykel hususunda vazı-ı kanun da aynı titizlikle hareket ederek meseleyi sağlam mü­eyyidelere bağlamıştır. Bütün kanunlarda olduğu gi­bi bu kanunun da maddeleri arasında bazı boşlukla­rın bulunması tabii ise de her kanunun esbabı mucibesi ve dibacesi dikkatle mütalaa edilirse bu boşluk­ların kolayca doldurulabileceği görülür. Binaenaleyh, benim de estetik nokta i nazarından iddia etmek iste­diğim hususlar tabiatiyle kanun nokta i nazarından da birer hüküm ifade edecektir.
Bilindiği gibi aslında güzelleştirme, bir bakıma es­tetik anlamına gelmektedir ve merhumların hatırası­nı tazim maksadıyla icat edilmiş bulunan insan hey­kellerinde bilhassa bu hususa riayet, aynı zamanda bir kanun hükmüdür. Halbuki heykel bu maksatla tet­kik edilirse bir kere baş kısmın nisbetsiz büyüklüğü ilk nazarda dikkati çekmektedir. Ayrıca, yüz hatları­nın aslına benzememesi bir yana, vücut kısmıyla im­tizaç ettirilmesi için heykeltraşta en ufak bir gayret bile görülmemektedir. Üstelik sivil bir kılıkta duran heykelin vücuda yapışmış gibi bulunan kollan, insa­na ister istemez bir hazır ol vaziyetini hatırlatmaktadır ki, akıllara hemen, peki kimin karşısında bu durum­da olma mecburiyetini hissediyor? sorusu gelmekte­dir. Heykel ihalesini üzerine almış bulunan şahsın bu sanatla zerre kadar ilgisi bulunmadığını gösteren bir başka husus da beden kısmının son derece baştan sav­ma ve anatomik teferruattan habersiz yontulmuş ol­masıdır. Sanki heykel müteahhiti başı bitirdikten son­ra yorulmuş ya da inşaat zamanı sona ermekte oldu­ğu için bir telaşa kapılmıştır.
Acaba kendisine bir temditi müddet verilerek daha tatminkâr bir netice sağlanamaz mıydı? Her ne ise vaziyet bence usule aykırı­dır. En garibi de bir elbise resmetmekten aciz görünen heykel müellifi, boyundan diz kapaklarının altına ka­dar heykele sakil bir palto giydirerek bu bakımdan da ucuz sanata kaçmıştır. İfade etmiş olduğum mütalaa­ların nazarı dikkate alınarak eserde gereken tadilatın yapılması hususunu emir ve tensiplerinize arz ederim.
Hamiş: heykel kaidesindeki kabartma sahneler benim için ayrı bir üzüntü kaynağı olmaktadır. Vatandaşla­rımıza katiyen benzemeyen ecnebi ifadeli şahıslardan mürekkep bu kabartma kalabalığı da aynı esaslara da­yanılarak yeni baştan ele alınmalıdır.
T. T.
Kasaba eşrafından Tuğrul Tuzcuoğlu
İnsanlar kasabada gittikçe hızını artıran bu güzelleştirme çabalarından habersiz, meydanı basit bir gözle bile incele­meden, çeşitli doğrultularda yaşantılarını sürdürüyorlardı. Ellerindeki kâğıtlarla bir kısmı kapıların arkasında kaybo­luyorlar. Bizde bir dilekçe sahibiyiz artık; hayatımızın bir anlamı var. “Bu dünyayı düzeltmeye ben mi geldim Emin Efendi?” diye sordu. “İyi olur inşallah,” diye karşılık ver­di arzuhalci. Dilekçe sahibi, kâğıtları katladı, cebine soktu. Belediye başkanının resmî hayatı artık ikiye ayrılıyor: dilek­çemden önce ve dilekçemden sonra. Bir rüzgâr esti, çınarın yapraklan ve havuzun çevresindeki uygun adım çiçekler bi­raz kımıldadı. İnsanlar kasabalarını neden birbirine karıştırmıyorlar acaba? Çinliler için de aynı şey düşünülebilir.
Ca­minin önünde kalabalık var: Günlük yaşantının bütünlüğünü sağlamak için biri ölmüştür gene. Meydanda ölüp bitenleri, kuşbakışı seyreden bir güvercin heykele doğru al­çalıyor. “Takdiri ilahinin hayranıyım, Emin Efendi,” dedi, “Hepsini birden nasıl aklında tutuyor?”Ortalan delik kurutma kâğıtlarından sayfalan bir bir açıyordu yazı işlerinin memuru; belediye reisi de, imza defteri inceleyen gözleriyle inceliyordu durumu. Bazen bir şey soruyordu memura, öyle gerektiği için. Sıra Tuğrul’un dilekçesine gelince, “Havale edilecek,” dedi memur geleneklere uygun olarak. Başkan, imza defteri gözleriyle ilk satıra baktı, olmadı; gözlerini değiştirmeye üşendiği için, “Ben bir oku­rum önce,” dedi; ilk satırdan belli olan münasebetsizliği ya­zı işlerine belli etmek istemiyordu. “Tuğrul Bey, üç gündür soruyor,” dedi memur. “Peki, peki,” dedi başkan. “Şimdi de kendisi yazı işlerinde bekliyor.” Belediye başkanı imzalarını sürdürdü karşılık vermeden.
Defterin bitmesine dört kurut­ma kâğıdı sayfası kala, imza töreni sona erdi; her sayfa me­mur tarafından çevrilmiş ve defter bitmeden imzalanacak kâğıtların bittiği gene aynı memur tarafından bildirilmişti. Tuğrul’un dilekçesi dışında her şey geleneklere uygun cere­yan etmişti. Memur kapıdan çıkarken belediye başkanı, “Bi­raz sonra gönderin bana Tuğrul Bey’i,” demişti ki bu davra­nış bile olağanüstü olaylarda başkanın geleneksel tutumu­nu belirten alışılmış bir görüntüydü. Tuğrul odaya girdi­ği zaman başkan, yüzünü buruşturarak dilekçeye bakıyor­du; başını kaldırmadan. “Nedir bu maskaralık, Tuğrul Bey oğlum?” dedi. Bir sessizlik oldu. “Mesele ciddi ama…” dedi Tuğrul Tuzcuoğlu. Başkan onu dinlemedi: “Dün sabah an­nen geldi buraya.
Bu vaziyete çok üzülüyor.” Başını kaldırdı: “Bu dilekçe yüzünden başına neler gelebilir, biliyor musun? Babanı ve seni tanımayan biri, en azından müşahade altına aldırır seni.” Tuğrul aceleyle, “İyi bir hastane bulsam yata­cağım efendim,” dedi. “Annen çok üzülüyor,” diye kendini tekrarladı başkan. “Biliyorum, elbiselerimi hemen kirletiyorum.” “Evet, duydum,” dedi Belediye Reisi, “Uygunsuz kim­selerle içki de içiyormuşsun.” Tuzcuların Tuğrul, gömleğinin üst düğmesini ilikledi. “Kasabayı güzelleştiremediğim için, ona uymaya çalışıyorum.” Başkan pencereden dışarı bakıyordu: “Sana bir iş vermemi istedi annen. Belki çalışır­san…” Tuğrul ayağa kalktı. “Sen bilirsin oğlum, imar işlerin­de boş bir kadro var; ciddi olmak şartıyla bir şeyler yapabi­lirsin.” Genç adam kapıya doğru yürüdü, “Düşünelim,” de­di, “Danışalım.” Başkan kaşlarını çattı: “BıutopaLarzulialci ile dolaşman da ayıp oluyor. Sen ağır ceza reisi Bekir Bey’in oğlusun.” Tuğrul kapıya sırtını dayadı. “Candan bir kimseye ihtiyacım var Hüsnü Bey Amca. Emin Efendi gibi gerçekten halkı temsil eden biri, yeteneklerimi bulup çıkarmamda yardımcı oluyor bana.” “Sen bilirsin,” dedi Hüsnü Bey, “Yal­nız imarda çalışmaya karar verirsen, şefle iyi geçin olur mu? Senin gibi antikanın biridir de.”
Kimleri kimlerle karıştırıyorlar, diye düşünüyordu Tuğ­rul, imar şefinin masaya gaz ocağını yerleştirişini seyreder­ken. işte beyaz iş gömleğini itina ile çıkardı ve sefertasmı ocağın üstüne koydu. Beceriksizliği yüzünden büyük şehir­den buraya sürülmüş. Büyük işlerin başındaymış daha ön­ce. “Bir iş buldular bana Emin Efendi,” demişti bir gün ön­ce, “İmar şefinin yanında çalışacakmışım. Tahta At’ın içine bir girelim bakalım.” işte bir yumak tuvalet kâğıdı çıkardı, üstüne kolonya döküp ellerini sildi. Bu tuvalet meselesi al­dı yürüdü Emin Efendi: Aynı kâğıtla sefertasımın kenarını da sildi. Hesapları da aynı kâğıda yapıyordur. “Hesaplar nasıl gidiyor Avni Bey?” Kalın camlı gözlüklerin gerisinden kuş­kuyla bakıldı: “Hangi hesaplar Tuğrul Beyefendi?” Hesaplar işte. “Son hesaplar.” Küçük ve beyaz ellerini çekmeceye dal­dırdı, iki şeftali çıkardı, sonra da bir yığın kâğıt. Eyvah, ger­çekten hesaplar var. “Gövdeye iki sıra demir koydum,” di­yerek kâğıtları göstermeye başladı. “Ayaklar yekpare demi den olacak.” Sonra projeye eğildi: Üç köşe garip bir gövde, temele doğru daralan ayaklar…
Tuğrul irkilerek geri çekildi: Tahta At Beto Zavallı Tahta At. Çirkin, mo­dern bir kedi olmuş. Allahım! diye düşündü; Allahın^sen bizim elimize kudret verme. Dişlerini sıktı, Avni Bey’in açık­lamalarına katlandı. Sonra biraz alıştı; bir aralık, “Gövde do­lu olmasa,” diye fikir bile yürüttü. “Biliyorsunuz Avni Bey; bunun içine savaşçılar gizlenmişti, bir şehri yok edecek ka­dar savaşçı…” Avni Bey önce anlamadı; tarih, Avni Beyciğim, tarihin ihtişamı böyle betonarme bir sefalet haline ge­lebilirini? Hayır, tarihin bununla ilgisi yoktu: Bu, bir pro­jeydi, işbölümüydü ve Avni Bey’e betonarme kısmı isabet et­mişti. Marangoz da iki buçuk santim ahşap kaplama kısmını yapacaktı, işte Tuğrul Beyefendi, betonun içine demir bağlama telleri yerleştirdim, tahta kısmı bu tellerle gövdeye tutturulacak. Peki Homeros ne olacak? diye sordum kendisine Salih Efendi, diye anlatmıştı akşam, Emin Efendi filan bir­likte içerlerken. Homeros, diye açıkladım kendisine. Emin Efendi, bu atların gövdesinde açılan bir kapaktır, projenin dünyaya açıldığı kapaktır ki mutlaka yapılması gerekir. Pro­jeye Homeros diye yazdırmadım, ama, gövdenin içinin boş olmasına ve bir kapak inşa edilmesi için kandırdım onu, de­mir tasarrufa dedim, betondan ekonomi dedim.
Şimdi bü­tün hesaplan deriştiriyor, yanına aldı gece bitirmek için. En çok tasarruf kelimesine sevindi; sanırım korkaklığı yüzün­den Büyük Şehirde projelere o kadar demir koyarmış ki bir inşaatta, yaptığı projeye göre demirler yerleştirilince beton için yer kalmamış ve müfettiş, işten el çektirme gibi sözler etti; gövdenin boş olmasına çok sevindi, hesabı zormuş ama zararı yokmuş.Avni Bey hesabı hemen bitirememişti, ince gövdeli Tahta At fikri onu ürkütüyordu; bu kalınlıkta bir beton ne derece dayanıklı olacaktı? İki hafta hesaplarla oyalandı: kitaplar karıştırıyor, sonsuz kesitler planlar çiziyordu. Tuğrul’u kandır­maya çalıştı sonunda: Canım, dışarıdan belli olmazdı Tahta At’ın boş olduğu? Size güveniyorum, diyordu Tuğrul; böy­le zor bir hesaptan vazgeçmeyin, demir ve beton tasarrufu­nu düşünün Avni Bey! Belki kalan parayla bir Tahta At yav­rusu bile yapılabilir yanına. Ne var ki mutlu günler çok sür­medi: Tahta At şantiyesinin kalfası, demir resimleri verilsin diye tutturdu, her gün daireye gelip gitmeye başladı. Av­ni Bey bunalmıştı: Gene de bir daha kontrol edelim hesap­ları diyerek kâğıtları kalfaya verecek yerde tekrar çekmece­sine sokuyordu. Sonunda genç ve sert bakışlı biriyle görün­dü bir gün kalfa; mühendis Okyay denildi, çarşı içinde bürosu varmış. Delikanlı hesapların üstüne şöyle bir eğildi, bü­yük bir kısmını çizdi attı, gömleğinin üst cebinden sürgülü bir cetvel çıkararak bir iki hesap yaptı ve tamamdır, dedi yarım saat içinde. İki de resim çizdi acele. Tamamdır. Sorumluluk benimdir.
Avni Bey utancından bir daha Tahta At hesaplarına dokunamadı, kâğıtlar aylarca masaların üstünde dolaştı durdu. Hesapların tamamlandığı gece Tuğrul’u zaptetmek müm­kün olmadı, bütün kasabanın içkisini bir gecede bitirdi Tuz­cuların oğlu. “Tahta At’ın içine girdim de gene ele geçireme­dim düşmanlarımı,” diye sızlanıyordu Salih Efendi’ye; “Av­ni Bey’in karşısında her türlü rezilliğe bile katlandım.” Son­ra başını sallıyordu: “Doğru yoldan saptığım için Tanrı yar­dımını esirgedi benden. Tanrı dürüst kullarını korumak için onları çarpık yollarda muzaffer kılmıyor.” Kör İbrahim’in meyhanesinde içiliyordu. Tuzcuoğullarından Tuğrul, arzuhalci Topal Emin Efendi ve Bekçi Salih Efendi’den gayrı şo­för Hayri vardı, şoför Hayri’nin muavini Bektaş vardı, bir za­manlar Kör İbrahim’in garsonluğunu yapmış olan Lâtif var­dı; ve daha başka birçok yiğit, tezgâhın ve üç küçük masa­nın çevresinde yerlerini almışlardı. Rakı içiliyordu ve çok içilebilmesi için asgari meze yeniliyordu. Sıcak mezelerden yalnız ciğer ızgara ve ızgara köfte vardı. Tuğrul Bey’in öfke­si konuşuluyordu.
Bazıları meseleyi bütün derinliğiyle an­lamamakla birlikte öfkenin gerçekliğinden etkilenmişler­di. Şoför Hayri bu yiğitlerin başında geliyordu; çünkü kay­bedilmiş davaların adamıydı, eski iktidarı şiddetle tutmak­la tanınmıştı; bu yüzden çok çekmişti, içkinin bile boğamadığı öfkesini minibüsünden alırdı; genellikle Kör İbra­him, meyhanesini kapatınca, Hayri de soluğu vefakâr mini­büsünde alırdı ve emektar tabancasıyla arabanın döşemesi­ni delik deşik ederdi. Muavini Bektaş da saçını başını yolar­dı: Hayri Ağam, biliyorsun yolcular, içeri durmadan toz gi­riyor diye yakınırlar, erkeksen git motoru da kurşunla, las­tikleri de kurşunla diyerek çırpınırdı. İşte Hayri de böyle bir yiğitti. Arada bir, sefer türküleri söyleniyor, Âşık Rüstem de meydan sazıyla onlara yol gösteriyordu…
Benden selam ol­sun dernek beyine / Çıkıp Tahta At’a yaslanmalıdır / İnşal­lah yakında tahsisat biter / Betonun demirleri paslanmalıdır… Tuzcuoğlu elemle neşeyi karıştırmıştı bu dörtlükte, Âşık Rüstem de besteyi buluvermişti; zaten âşığın besteleri hep birbirine benziyordu. Tuzcuoğlu’nun ağzının içine ba­kılıyordu biraz neşelensin diye; neşelenmiyordu. Kara kara düşünüyordu, belki de dehşetli dilekçeler hazırlıyordu gene; oysa Emin Efendi yarım saat oluyor; meydanı terk etmişti: Mutfağın bir köşesindeki sedire yatırılmıştı; yemek kokulan arasında, cüssesinden beklenmeyen gür bir horultuyla uyu­yordu. Muhabbetin koyulaştığı bir sırada şoför Hayri, Tahta At’a çıkan bir tünel kazılmasını ve bu tünel yoluyla mezkûr atın kaçırılmasını teklif etmişti. Bu teklif Tuzcuoğlu’nu duygulandırdıysa da hiçbir pratik yönü olmayan öneri oy çoklu­ğuyla reddedildi. Tuğrul Bey, “Yiğit arkadaşlarım, kahraman kasabalılarım,” diye konuştu onlarla; sonra da düşmanlarına seslendi: “Ey belediye reisi, ey dernek başkanı,” diye başladı söze. Sabık garson Lâtif, bu başlangıçta kuvvetli bir di­lekçe havası sezdiği için, onun teklifiyle hemen kâğıt kalem bulduruldu ve Tuğrul Bey’in sözleri, anında, bizzat teklif sahibi tarafından kaleme alınarak zayii önlendi:
Ey belediye reisi, ey güzelleştirme derneği başkanı, ey yet­kililer! Sanıyorum artık geldi sizlerle hesaplaşma günü, açık ve kesin günü yaklaştı savaşın (sözün burasında âşık Rüstem tarafından, sözlerin neden ters sırayla söylendiği mea­linde bir itiraz yapıldıysa da Tuzcuoğlu hareketinin nedeni­ni açıklamadığı gibi itirazı da dinlemedi). Bilindiği gibi baş­langıçta zaman vardı ve her şey zamanla oldu. Nice yiğitler zamanla yıkıldı gitti de sabırla yerde sürünmesini bilenlere güldü talihin yüzü. Sonu belirsiz kavgalarda önceleri ihtiyar düşmanlarına acıyacak kadar güçlü görünen gençlere, günü gelince hiç aman vermedi ihtiyar kurtlar. Nice başı dik kav­gacı kuru dallar gibi kırılıp telef oldu, hem de tam davasın­da haklı olmadığını sezdiği sırada. Tez davranıp inandıkla­rı uğrunda ölmesini beceremeyenler, inanç değiştirmekten başları döne döne ihtiyarladılar. Haklı davalara taraftar bul­mada çok zorluklar çekildi. Bizim Tahta At davamızda, bu haklı savaşımızda, biliyorum yanımda yer alan kalabalığımı­zın ayıplandığını.
Tahta At davamıza da gülündüğünden ha­berim vardır. Bu üç köşe at rezilliğini akıl edenlerin ayıplan­ması dururken biz neden göze batarız? Bu betonarme hay­van maskaralığının temsil ettiği zihniyet nedir? Sevgili hal­kımın karşısına bu ahşap kaplama sahtelik neden çıkarıl­maktadır? Derler ki, denizi her tarafları kuşatmış olan ve te­pelerinde ve düzlüklerinde sayısız çirkin yapının kaynaştığı ve tarihin her gün istimlake uğradığı büyük bir şehirde, gök­yüzüne yükselen bir konağın belediye parkından kaç misli büyük bahçesinde demirden bir at heykeli varmış ve bu anı­tın anlamı denildiğine göre şu demekmiş: Konağın ve daha nice varlığın sahibi, köşkünün önünden geçen halka demek istermiş ki: Ey halk! Siz böyle at gibi uysal kaldıkça, dün­ya davalarına at gibi baktıkça benim varlığım da gökyüzü­ne doğru yükselir de yükselir. Bu atın manası buymuş. Sizin atınızın temsili nedir? Sizin atınız hangi akla hizmettir? Bu başımıza gelen kaçıncı rezalettir? Yakın tarihimizi ve kültü­rümüzü ve edebiyatımızı ve sanatımızı ve imalatımızı ve si­yasetimizi kemiren bu Tahta At zihniyeti, bu elem verici za­vallı görünüşüyle bizi daha ne kadar tahta nallan altında in­letecektir? Gövdesinde barındırdığı yarım yamalak sahte savaşçılarıyla bizi daha ne kadar tehdit edecektir? Hiç utan­mak yok mudur? (Bundan sonra Tuzcuoğlu’nun sözleri, ya­zılabilir olmaktan çıktı.)
Nefes alınmak için temiz havaya çıkıldı. Tuzcuların tek vârisi sendeleyerek ve çevresine hiç bakmadan belirli bir doğrultusu varmış gibi yürüyordu; ötekiler de sadakada onu takip ettiler. Etmeyip de ne yapacaklardı? Bektaş meyhaneden çıkarken bir büyük şişe almıştı yanına, Tuğrul Bey’in hesabına diyerek. Zaten bütün hesaplar, Tuğrul Bey’in he­sabına görülüyordu. Emin Efendi de uyandırılmıştı. Bir sü­re sonra kalabalığın da sezmeye başladığı gibi, şehrin dışı­na çıkılıyordu. Olsun dediler; çıkmayıp da ne yapacaklardı? Böyle anlaşmış bir topluluk bulmak da kolay değil, diye düşünüyordu Tuzcuların oğlu, bu nedenle kaliteden biraz fedakârlık yapılabilir. Harabelere gelince en sağlam kalmış du­varın dibine oturdular. Bektaş şişeyi çıkardı, yalnız Tuğrul Bey için, Salih Efendi koştu, bekçi kulübesinden bir çay bar­dağı çıkardı; Tuzcuoğlu’na içki onunla sunuldu. Her neden­se Tuğrul içki dağıtma işine topal arzuhalci Emin Efendi’yi memur etti; ihtiyarın topallayarak içki dağıtması gülüşmele­re yol açtı. Tahta At müsveddesinin önüne gelindiği zaman biraz taşkınlık yapıldı, fakat maddi hasara yol açacak bir eyleme girişilmedi, sadece yumruklar sıkıldı ve benzeri göste­rilerde bulunuldu. Şoför Hayri ile Bektaş gösteri sırasında heyecanlarını yenemeyerek Tuzcuların Tuğrul Bey’i omuz­lara alma teşebbüsünde bulundularsa da bu minnet hareketi bizzat Tuzcuoğlu tarafından itibar görmedi.
Gecenin geç ya da sabahın erken saatlerinde kasabaya döndüler; açık hava ve yürümek iyi gelmişti. İçkiye devam isteği iyice göze çarpıyordu. Çeşitli tartışma ve tekliflerden sonra Tuğrul Bey’in evinin arka bahçesinde karar kılındı. Tuğrul gizlice evden içki taşıdı. Serinlemek ya da içkinin etkisini hafifletmek isteyenler başlarını mermer havuza soku­yorlardı. Sabah serinliği çıkınca biraz uyuyanlar da oldu; ne var ki Tuğrul daha hiç gözünü kırpmamıştı, şoför Hayri de öyle. “Sinirden ağabeyciğim, sinirden uyuyamıyorum,” diyordu. Bektaş kuşku ile bakıyordu ustasına: Bu sinir sözü şimdi ne demekti? Minibüsün yanına varıp kurşunlan boşaltmak mı demekti? Hayri’nin heyecanı başkaydı: “Dava­mızı daha selametle yürütmek için bir parti kurmalıyız,” diyordu; “Ben şimdiye kadar parti davasına çok çalıştım, üstelik hep alt kademelerde bulundum.” Tuğrul, kendilerinin bir şeye karşı olduklarım, bu amaçla bir parti kurmanın zor olacağını belirtmeye çalıştı. “Bir şeyden yana değiliz ki Hay­ri,” dedi hüzünle, “Bir parti kuralım.” Şoför Hayri şiddetle içini çekti: “Ah bir olabilseydik ağabeyciğim, biz de bir şey­den yana olabilseydik.” Tuğrul, “Ya da bir şeyler bizden ya­na olsaydı,” diye tamamladı.
Şoför Hayri’nin içi yanıyordu: “Yıllardır partilere girdim ağabeylerim bedava çok adam ve çok bayrak taşıdım minibüsümde.” Bektaş içini çekti. “Çok seçim kaybettik Tuğrul Bey ağabeyciğim; her seferinde bir yakınım ölmüş gibi matem tuttum, günlerce gazetelere bak­maya yüzüm olmadı. Allahım diyorum, bizi hangi dünyada muzaffer kılacaksın? Bize ne zaman galibiyet yüzü göstere­ceksin? Allah seni inandırsın, şimdi de milli maçlardan son­ra, acaba yine mi yenildik korkusuyla radyo bile dinleyemi­yorum. Bu milletin çilesi artık bitsin diye gece gündüz dua ediyorum.” Âşık Rüstem ağlamaya başladı, havuzun yanı­na götürüp başını yıkadılar. “Bu kadar parti toplantısına ka­tıldım, böyle samimi, candan bir topluluk görmedim,” diye düşüncesini belirtti şoför Hayri. Hava aydınlanmaya başla­mıştı, kimseyi uyandırmayan hafif türküler söyledi Rüstem içini çekerek. Güneş biraz yükselince de yola çıkıldı. Mey­dana bakan kahvenin bahçesinde oturdular; birer sade kah­ve içtiler, hemen arkasından bir tane daha içtiler.
Tuğrul’a gizlice su bardağında bir yudum sek rakı verildi, kendine gelsin diye. Kimsenin ayrılmaya niyeti yoktu. Şundan bun­dan konuşarak öğleyi ettiler; daha doğrusu Bektaş, ustasının kulağına bir haber fısıldamasaydı öğleyi etmek üzereydiler. “Kasaba Güzelleştirme Derneği bugün fevkalade toplantı ya­pıyormuş,” diye öğrendiğini açıkladı Hayri. Bir sessizlik ol­du. “Bana rakı bulun,” diyerek Tuğrul hemen tepkisini gös­terdi. Bir süre baş başa verip konuştular, sonra Emin Efen­di, sabık garson Lâtifin cebinde buruşmuş olan kâğıtları al­dı, kayboldu. Kalabalık dağıldı.
Bir saat sonra, Tuğrul elinde kâğıtlarla manifaturacı Azmi’nin üst katında toplantı halinde olan güzelleştirme derneği­nin üyeleriyle görüşmek üzere iki katlı binanın merdivenle­rini çıkıyordu. Arkasından, bir iki dakika sonra Topal Emin, ondan beş dakika sonra şoför Hayri kapıdan girdiler. Eşit aralıklarla ötekiler de onları izledi. Üst kat derneğin malıy­dı. Toplantı odasının önündeki odacı, “Toplantı var Tuğ­rul Bey,” dedi, “Biraz bekleyiverin,” “Çok bekledim,” diyen Tuzcuoğlu hademeyi iterek odaya girdi; arkasından yetişme­ye çalışan adamı, tam o sırada koridora ulaşmış olan şoför Hayri ve Topal Emin Beyler engellediler. “Dilekçem var,” di­yerek doğruca dernek başkanı manifaturacı Azmi Efendi’nin yanına yaklaştı Tuğrul. Odanın dışında gürültüler artıyor­du. “Meşru bir cemiyetin toplantısına müdahale edemezsi­niz,” diyen Azmi Efendi’nin yakasından tutarak kapıya doğru sürükledi Tuğrul, diğer üyelerin müdahalesi sırasında ko­ridorda bulunanlar da odaya girince bir itişme oldu; iki ta­raftan da bazı vatandaşlar tartaklandılar.
Olayın heyecanın­dan kendini sıyırmasını beceren hademe karakola koştu. Polisin gelmekte olduğunu pencereden görenlerin bir kıs­mı olay yerinden süratle uzaklaştılar. Tuğrul Bey ve Topal Emin Efendi karakola kadar götürüldüler; onlara şikâyetçi sıfatıyla Azmi Efendi de katıldı. Tuğrul, düşünceli gözlerle onları süzen komisere, “Hakkımızı aradık Hürrem Bey,” di­ye durumu kendi açısından izah etti; “Bir vatandaş olarak,” deyimini de eklemeyi ihmal etmedi. “Saçmalamayın, çok ri­ca ederim Tuğrul Bey,” diyerek memnuniyetsizliğini belirt­ti komiser. Azmi Efendi, yırtılan gömleğini göstermekle ve “Vallahi maliyeti altmış beş liradır,” demekle yetindi. Komi­ser, arzuhalci Emin Efendi’ye döndü: “Sen utanmıyor mu­sun yaşlı başlı adam,” dedi, Tuğrul tamamladı: “Bu serserile­rin arasına katılmaya.” Komiser Hürrem ‘bu çeşit davranış­ların sonu’ kabilinden bir şeyler söyledi, sonra kaymakama ve belediye reisine telefon etti. Muhakkak zabıt tutulmasın­da ısrar eden ve delilleri mahkemede serdedeceğini söyleyen Tuğrul’u yatıştırmak için onu da telefonda belediye reisi ile konuşturmak icap etti. Emin Efendi hiç konuşmadı, ara sı­ra kendisini azarlayan komisere gözlerini kırpıştırarak baktı. Ve taraflar barıştırılırken Azmi Efendi’nin elini sıkması kar­şısında memnuniyetini gizleyemedi. Olay kapatıldı.
Olayların arkası gelmedi. Gün geçmiyordu ki Tuğrul Bey’in yeni bir marifetiyle karşılaşılmasın. Komiser Hürrem’in dediği gibi Tuğrul Bey gemi azıya almıştı ve hemen her gün sarhoş bir vaziyette kasaba sokaklarında dolaşıyordu. Olaylar sırasında açıkça kendini göstermiyordu. Dernek ola­yından iki gün sonra topal arzuhalci Emin Efendi cuma na­mazından çıkanlara halkı Tahta At’a karşı kışkırtan el ilan­ları dağıtırken yakalandı ve dört saat emniyeti umumiye nezaretinde kaldı. Ertesi gece de meçhul şahıslar tarafından is­tasyon caddesindeki ağaçların gövdelerine, üzerinde çarpı işaretleri bulunan Tahta At resimli kâğıtlar yapıştırıldı. Tuğ­rul Bey’e yakınlığı gayet iyi bilinen bazı şahıslar da camilerde hocaya vaazdan sonra ecnebi menşeli hayvan heykellerinin dikilmesi mevzuunda kitaplarda bir sarahat olup olmadığı­nı sordular.
Bir gece de bilinmeyen kimse ya da kimseler in­şaatı hayli ilerlemiş bulunan tahta heykelin kaidesine koca­man ve çirkin harflerle ‘Tahta At, evine dön!’ yazdılar. Oysa Tahta At’ın yerinden kımıldamaya niyeti yoktu. Tahta kap­laması da birkaç gün sonra bitecek ve açılış töreni yapılacak­tı. Tuğrul’un huzursuzluğu da son haddine varmıştı; kayma­kama göre, bardağı taşıracak son damla endişe ile bekleni­yordu. Son gün de Tuğrul Bey yazılı olarak resmî makamlara müracaatla açılış günü şehir meydanında bir toplantı ve gös­teri yürüyüşü yapmak üzere izin isteyince yetkili makam­lar köklü bir tedbir alma gereğini duydular; mesele hatır gö­nül sınırlanın aşmıştı belediye reisine göre. Emniyete tele­fon edildi ve bir tedbir düşünülmesi istendi.
Komiser Hürrem, emniyetin arabasıyla karayoluna çık­mak üzere olduğu sırada Tuzculann Tuğrul Bey’in yeni al­dığı arabasını görerek durdurdu. Otomobilin üstünde meç­hul şahısların hazırladığı bütün afiş ve resimlerden çok sa­yıda yapıştırılmıştı. Tuğrul arabadan başını çıkararak gü­lümsedi: “Gece, ‘bilinmeyen kişiler’ yapıştırmışlar bunları. Ben de size şikâyete geliyordum.” Komiser, “Ben de sizi arıyordum,” dedi. “Birkaç gün şehirde bulunmamanız için ri­ca edecektim.” Tuğrul çarpık bir gülümsemeyle karşılık ver­di. “Emir aldım,” dedi komiser. Polislerden birine döndü: “Tuğrul Bey’in arabasını evinin önüne götürün,” dedi. Tuz­culann oğlunu da polis arabasına bindirdiler, araba ters yön­de hareket etti. Tuğrul komisere baktı: “K2R temizleme ha­rekâtınız başarıyla sonuçlandı, tebrik ederim,” dedi.
Aynı gece şehrin girişlerini kontrol ettirdi Hürrem Bey. Şüpheli bir şahsa rastlanmadığı raporlarda belirtildi.
Tören günü de harabeye giden yollar üzerinde sıkı güven­lik tedbirleri alınmıştı. Tuğrul veya yardakçılarından kimse­nin yaklaştırılmaması hususunda kesin emir verilmişti gü­venlik kuvvetlerine. Sıcakta tepeyi tırmanan yetkililer, der­nek üyeleri ve halktan bir kalabalık giriş kapısının yanında ve tuvaletlerin tam karşısında Tahta At’ın bütün büyüklü­ğüyle dikildiğini gördüler. Gerçi tahta kaplama, gövdeye ya­malı bir durum vermişti, fakat anıtın büyüklüğü bu izlenimi hemen siliyordu. Tahta kaplama yaratık, tarih ya da sanat ta­rihi bilenler için bir dereceye kadar ata da benziyordu, özel­likle başı bu benzerliği artırıyordu. Efsaneye ya da tarihe uy­gun davranılmaya çalışılmıştı, işte binlerce yıl önce yapıldığı gibi bunun da gövdesinde bir kapak vardı. Heykel anıtın ka­idesine meçhul şahısların yazdığı yazı da çimento şerbetiyle örtülmüştü. Tepeye ulaşan güzelleştirme derneği üyeleri ra­hat bir nefes aldılar, doğrusu bu günlere kolay gelinmemişti.
Kaç defa tahsisat bitmişti, tahrikler de oldukça üzücü du­rumlar yaratmıştı. Fakat işler bir kere düzelince, kötü günler sanki hiç yaşanmamış gibi oluyordu. Azmi Efendi tepeden aşağı baktı: Güvenlik kuvvetleri yolu gözlüyordu. Heyke­lin çevresi üç köşe bayraklarla donatılmıştı. Bazı turistler de törende yer almıştı ve bu yüzden güvenlik kuvvetleri tepeyi aşağıdan kuşatmıştı. Turistlerin tedirgin edilmemesi uygun görülmüştü. Şair Kemal Ahmet ilkokulu 5-A öğrencileri de milli eğitim müdürünün yardımıyla getirilmişti. Bir de iz­ci oymağı vardı. Kasabada bando olmadığı için, ortaokulun müzik öğretmeni, cemiyetin teybine aldığı marşları çalmak üzere makinenin yanında hazır durumda bekliyordu. Bekçi Salih görevinden alınarak kasabadaki müze binasına gönde­rilmiş olduğu için törende yoktu. Harabenin renkli kartpos­tallarını ve seramik Tahta Atları satan bakkalın tezgâhında mütevazı bir büfe düzenlenmişti. Açılış konuşmasını beledi­ye reisi yapacaktı. Çalınacak marşları müteakip 5-A öğren­cilerinden biri de konuşacaktı.
Bu yüzden milli eğitim mü­dürü biraz huzursuzdu. Allah vere de çocuk şaşırmasa. Kay­makam, Belediye Reisi’nin yüzüne, daha ne bekliyoruz biçi­minde baktı. Belediye reisi kâğıdı cebinden çıkardı ve Tah­ta At’ın önünde kurulmuş olan kürsüye yaklaştı; mikrofonu, hafifçe öksürerek kontrol ettikten sonra düşünüyormuş gi­bi başını öne eğerek ve aslında ilk cümleye bakarak, dedi ki: “Sevgili hemşerilerim…” Sonra arkasında yani Tahta At’ın olduğu yerde bir gürültü duyar gibi oldu, gayriihtiyari başı­nı geriye çevirdi, herkes de onunla birlikte baktı: Tahta At’ın kapısı hareket ediyordu. Evet, tıpkı binlerce yıl önce olduğu gibi tahta kapısı açılıyordu ve içinden biri ya da birileri çıkı­yordu ki bir çift bacak görünmüştü önce. Herkes şaşkınlıkla aynı yere atladı. Önce onun olduğunu anlamadılar tabii; ba­cakları çıplak, başında beyaz bir miğfer olan bu gölgeyi eski zaman savaşçılarına, mesela Odyseus’a benzettiler herhalde. Öyle ya, onun gibi sakallı ve miğferliydi bu yabancı. Sonra Tuğrul Bey olduğu anlaşıldı, ama gene de şaşkınlık geçmedi. Tuzcuoğlu da bu şaşkınlık arasında kalabalığa doğru ilerle­di, o zaman Tuzcuların Bekir’in oğlunun elinde bir av tüfe­ği olduğunu gördüler. Tuğrul Tuzcuoğlu, kalabalığın ürkek bakışları arasında ilerledi ve silahını Tahta At’ın yapımından sorumlu olanlara doğrulttu.

Tahta At | Korkuyu Beklerken – Oğuz Atay

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments