Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaİdeolojiMilliyetçilikBir " Yeni Irkçılık " Var mı? | Etienne Balibar

Bir ” Yeni Irkçılık ” Var mı? | Etienne Balibar

Bir yeni-ırkçılıktan söz etmek ne derece uygundur? Günümüzün olayları bu soruyu bize, bir ülkeden diğerine biraz değişen ama uluslarüstü bir görüngünün varlığını telkin eden çeşitli biçimlerle dayatmaktadır. Ancak bu iki anlamda anlaşılabilir. Bir yanda; ırkçı hareket ve politikaların, bir kriz konjonktürüyle ya da başka neden­lerle açıklanabilecek tarihsel bir baharına mı tanık oluyoruz? Diğer yandan; temaları ve toplumsal anlatımlarıyla önceki “modeFlere indirgenemeyecek yeni bir ırkçılık mı, yoksa basit bir uyum sağlama taktiği mi söz konusu? Burada her şeyden Önce sorunun ikinci yanı üzerinde duracağım.

İlk olarak bir uyarı yapmak zorunludur. En azından Fransa’yı söz konusu eden bir yeni-ırkçılık varsayımı, temelde dışlama poli­tikalarını antropoloji ve tarih felsefesi terimleriyle meşrulaştır­maya yönelik kuramların ve söylemlerin içeriden bir eleştiri­sinden yola çıkılarak biçimlendirilmiştir. Öğretilerin yeniliği ile bu öğretilere vesile olan toplumsal dönüşümlerin, siyasal durumların yeniliği arasındaki bağı bulmakla pek az ilgilenilmiştir. Birazdan ırkçılığın kuramsal boyutunun, daha önce olduğu gibi bugün de tarihsel olarak esas olduğunu, ama ne ilk ne de özerk olduğunu savunacağım. Irkçılık —gerçek bir “bütüncül toplumsal görün­gü”— farklılık işaretlerinin (İsim, derinin rengi, dinsel ibadet) etrafında eklemlenen ve korunma ya da aynm hayalinin (toplumsal bünyeyi anlaştırma, “kendi”, “biz” kimliğini her türlü melez­leşme, karışma ve istiladan koruma zorunluluğu) zihinsel ürünleri olan söylemlerde, temsillerde ve pratiklerde (şiddet, horgörme, hoşgörüsüzlük, aşağılama, sömürü biçimlerinde) kayıtlıdır. Böy­lece (psikolojisi, saplantılı karakter yapısının ama aynı zamanda “akıldışı” çelişikliğin anlatımına bağlı olan) kimi duygulanımlar düzenler; bunu, onlara “nesne”leri açısından olduğu kadar “özne” leri açısından da klişeleşmiş bir biçim vererek yapar. Bir ırkçı ce­maatin (ya da aralarında uzaktan “taklit” bağlarının bulunduğu bir ırkçılar cemaatinin) oluşumunun ve aynı zamanda ırkçılığın hedefi (“nesne”leri) olan bireylerin ve toplulukların kendilerini cemaat olarak algılamakta nasıl sıkıntı çektiklerinin fark edilmesini sağ­layan şey, dokunaklı bir klişeler ağı içindeki bu pratikler, söy­lemler ve temsiller birleşimidir.

Ancak baskı ne denli mutlak olursa olsun, kuşkusuz, kurban­ları için baskı olmaktan çıkamaz: Ne çelişkisiz bir biçimde içsel­leştirilebilir (Memmi’yi yeniden okuyalım); ne cemaat kimliğinin tam da kendi kendilerini tanımlama haklan inkâr edilen toplulukla­ra atfedilmesindeki çelişkiyi silebilir (Fanon’u yeniden okuyalım); ne de uygulanan şiddetin ve eylemlerin, söylemler, kuramlar ve akılcılaştırmalardan her zaman daha fazla olduğu gerçeğini değiş­tirebilir. Öyleyse eylemleri ve eyleme geçişi, tartışmasız biçimde öğretilere üstün tutan ırkçı karmaşık, kurbanları açısından temel bir simetrisizlik taşımaktadır; doğal olarak bu eylemlere yalnızca fiziksel şiddet ve ayrımcılık değil, bizzat sözler de —sözlerin bir horgörme ve saldırı tavrı olarak şiddeti de— dahildir. Başlangıç­ta bizi dil ve öğreti mutasyonlannı görelileştirmeye iten de budur; pratikte aynı eylemlere yol açtıklarına göre, dinin dilinden bilimin- kine ya da biyoloj minkinden kültürün ve tarihin diline kadar hep aynı yapıyı (hakların inkârım) koruyan savlara bu denli önem at­fetmek gerekli midir?

Bu uyarı doğrudur, hatta canalıcı önemdedir ama sorunu orta­dan kaldırmaz. Irkçı karmaşığın yok edilmesi yalnızca kurbanla­rının başkaldırmasını değil, aynı zamanda bizzat ırkçıların dö­nüşümünü ve sonuç olarak ırkçılığın varettiği cemaatin iç çözü­lüşünü gerektirir. Yirmi yıldan beri sık sık belirtildiği gibi durum bu açıdan tamamen cinsiyetçilikle benzerdir; cinsiyetçiliğin aşıl­ması, hem kadınların başkaldırmasını hem de “erkekler” cemaati­nin çözülmesini gerektirir. Oysa ki bu cemaatin oluşumu için ırkçı kuramlar vazgeçilmezdir. Aslında kuramı (kuramları) olmayan ırkçılık yoktur. Kendimize ırkçı kuramların daha çok seçkinler­den mi yoksa kitlelerden mi, egemen sınıflardan mı yoksa ezilen sınıflardan mı çıktığını sormak tümüyle boşuna olacaktır. Buna karşın entelektüeller tarafından “akılcılaştınldıklan” apaçıktır. Da­hası üst düzey ırkçılık kuramlaştırmalarının —bunların prototipi yüzyılın sonunda oluşturulan evrimci “biyolojik ırklar” antro­polojisidir— ırk “gösteren”i etrafında kurulan cemaatin kristal­leşmesindeki işlevleri üzerine kendimizi sorgulamak son derece önemlidir.

Bana göre bu işlevin kaynağı, ne yalnızca entelektüellerin akılcılaştırmalannın genel düzenleyici gücünde —ki Gramsci bu­nu onların “organikliği”, Auguste Comte ise “manevi gücü” ola­rak adlandırır— ne de üst düzey ırkçılık kuramlarının her toplum­sal sınıftan insanın kendini bulabileceği bir cemaat, bir asıl kimlik imgesi oluşturmalanndadır. Bu işlev daha çok, üst düzey ırkçılık kuramlarının gözle görülür “kanıtlara” (ırksal işaretler ve özellikle de bedensel işaretler çok önemlidir) dayanarak bilimsel gidimliliği(1) taklit edişlerindedir. Ya da daha doğrusu, bilimsel gidimli- liğin “görülebilir olguları” “gizli” nedenlere eklemleme şeklini tak­lit edişlerinde ve böylece kitlelerin ırkçılığının özünde bulunan bir kendiliğinden kuramlaştırmanın önünde gidişlerindedir.(2) O halde ırkçı karmaşığın çok önemli bir bilmezlikten/tanımazlıktan gelme işleviyle (ki bu olmadan şiddet, onu kullananlar için bile taham­mül edilebilir olmaktan çıkardı), toplumsal ilişkilere dair güçlü bir doğrudan bilme arzusunu, bir “bilme istemi”ni, içinden çıkılamaz bir şekilde birbirine karıştırdığını söyleyeceğim. Bunlar birbirlerini besleyen işlevlerdir çünkü kendi kolektif şiddetleri bireyler ve toplumsal gruplar için ivedi bir açıklama bekleyen, boğucu birer muamma oluşturmaktadır. Irkçılık ideologlarının, ortaya çıkardık­ları şey ne denli inceltilmiş olursa olsun, entelektüel konumlarını benzersiz kılan şey budur. Tarihsel olarak etkili olan ırkçılık ideo­logları her zaman, örneğin içrek spekülasyonla halkın anlayabi­leceği öğreti arasında bir mesafe (“gnose”(3) yoluna sapmadıkça mutlak bir kopukluk değil) bırakmak zorunda olan tanrıbilimci- lerden farklı olarak, kolay kavranabilir ve adeta peşinen kitlelerin sözde aşağı düzeylerine uyarlanmış “demokratik” öğretiler oluş­turmuşlardır; seçkinci temaların hazırlanması bile buna dahildir. Bu, bireylerin yalnızca yaşadıklarına değil, toplumsal dünyada ne olduklarına da dolaysız açıklama anahtarları vermeye —ki bu bakımdan astrolojiye, karakter okumaya, vb. yakındırlar— elve­rişli öğretiler demektir: Bu anahtarlar insani durumun bir “sır” nnın açığa vurulması biçimini aldıklarında bile (yani hayali etkili­likleri için esas olan bir sır etkisine sahip olduklarında bile — Leon Poliakov bu noktayı epeyce açıklamıştı)(4) bu böyledir.

Üst düzey ırkçılığın içeriğini, özellikle de etkisinin içeriğini eleştirmeyi güçleştirenin de bu olduğunu belirtelim. Nitekim ku­ramlarının yapısında, gerçekte kitleler tarafından aranan, arzula­nan “bilgi”nin, yalnızca onların içten gelen duygularını doğrula­maktan ya da onları içgüdülerinin doğruluğuna götürmekten baş­ka bir şey yapmayan basit bir bilgi olduğu varsayımı görülür. Bi­lindiği gibi Bebel, antisemitizmi “budalalar sosyalizmi” olarak, Nietzsche ise nerdeyse bir geri zekâlılar siyaseti olarak niteliyordu (ama bu onu kendi hesabına ırklara dair mitolojinin büyük bir bölümünü yeniden ele almaktan hiç de alıkoymadı). Biz bile ırkçı öğretileri, etkililikleri kitlelerin bilme arzusuna verdikleri peşin ce­vaptan ileri gelen, tümüyle demagojik kuramsal yapımlar olarak belirlediğimize göre bu ikircil anlamdan kaçabilir miyiz? “Kitle ” (ya da “halk”) kategorisi bile yansız değildir, toplumsal olanın ırksal ve yurtsal kılınması mantığıyla doğrudan ilişkilidir. Bu ikir­cil anlamı gidermek için ırkçı “mit’in kitleler üzerinde nasıl nüfuz kazandığını dikkate almak kuşkusuz yeterli olmayacaktır; aynı za­manda kendimize, “zihinsel” ve geniş anlamda “elle yapılan” et­kinlikler ayrımı çerçevesinde işlenmiş diğer sosyolojik kuramların neden bu bilme arzusuyla kolayca kaynaşamadıklannı sormamız gerekir. Irkçı mitler (“arilik miti”, soyaçekim miti) yalnızca sahte- bilimsel içerikleri gereğince değil, entelektüelliği kitleden ayıran uçurumu hayali olarak aşmanın, yine kitleleri sözde doğal ço- cuksuluklanna hapseden örtük bir kadercilikten ayrılamayacak yollan olduklan için böyledirler.

Artık “yeni-ırkçılığa” dönebiliriz. Burada güçlük çıkaran ırk­çılık olgusu değildir. Daha önce de söyledim, eğer pratiğin yol açtığı inkârlann —özellikle de bu yolla basiretsizliğini ya da dal­kavukluğunu ortaya koyan “siyasal sınıfın büyük bir bölümü ta­rafından yapılan inkârların— bizi aldatmasına izin vermezsek pra­tik yeterince güvenli bir ölçüttür. Güçlük, dilin görece yeniliğinin, veni ve sürekli bir toplumsal pratikler ve kolektif temsiller, üst düzey öğretiler ve siyasal hareketler eklemlenmesini ne derece ifade ettiğini bilmektedir. Kısacası Gramsci’nin diliyle konuşacak olursak, burada hegemonya gibi bir şeyin ortaya çıkıp çıkmadı­ğını bilmektedir.

Göç kategorisinin —ırk kavramını ikâme edici ve “sınıf bilinci “ni parçalayıcı etken olarak— işleyişi, bize bir ipucu veriyor. Şurası açık ki işimiz, ne sadece ırk teriminin ve onun türevlerinin iğrençliğinin gerekli kıldığı bir kamuflaj işlemiyle ne de özelde Fransız toplumunun dönüşümlerinin sonuçlarından biriyle ilgili. Göçmen işçi toplulukları uzun zamandan beri ayrımcılığa ve ırkçı klişelerle dolu yabancı düşmanı şiddet hareketlerine maruz kalmaktalar. Diğer bir kriz dönemi, iki savaş arası da, Yahudi olsun olmasın “pis yabancılar”a karşı —faşist hareketlerin dışına taşan ve mantıksal sonuçlan Vichy yönetiminin Hitlerci girişimi destek­lemesi olan— kampanyaların birbiri ardına gelişine tanık olmuştu. Neden “biyolojik” gösteren’in, “öteki”ne duyulan nefret ve kor­kunun simgeleri için dayanak noktası olarak yerini kesin biçimde “sosyolojik” gösteren’e bırakışma tanık olunmadı? Bunun, antropolojik mitin Fransızlara özgü geleneğinin ağırlığı dışındaki nedenlerinden biri, temelde Avrupalı olan göç kavrayışıyla sömürgeci deneyimlerin (Fransa bir yandan “istila” edilmiştir, diğer yandan “hükmeden”dir) arasında sürüp giden ideolojik ve kurumsal kopukluktur. Diğer neden ise dünya ölçeğinde, devletler, halklar ve kültürler arasında yeni bir eklemlenme modelinin yokluğudur.(5) Aynca bu iki neden birbirine bağlıdır. Yeni-ırkçılık, “sömürgelikten kurtuluş” çağına, eski sömürgelerle eski metropoller arasındaki nüfus hareketlerinin tersine çevrilişi, insanlığın tek bir siyasal alan içinde parçalanışı çağına ait bir ırkçılıkür. Bizde göç karmaşığını merkez alan günümüz ırkçılığı ideolojik olarak, Fransa dışında, özellikle de Anglosakson ülkelerde çoktan beridir gelişmiş olan bir “ırksız ırkçılık” çerçevesi içinde yer alır: Baskın temanın biyolojik soyaçekim değil, kültürel farklılıkların aşılamazlığı olduğu bir ırkçılık; ilk bakışta bazı grup ya da halkların diğerlerine üstünlüğünü değil, “sadece” sınırların kaldırılmasının sakıncasını, hayat tarzlarının ve geleneklerin bağdaşmazlığını savunan böyle bir ırkçılık, haklılıkla, farkçı-ırkçılık (P. A. Taguieff)(6) olarak adlandırılabilir.

Sorunun öneminin altım çizmek için hemen bu değişimin siyasal sonuçlarını göstermek gerekir. Bunlardan ilki, geleneksel ırkçılık- karşıtlığının başvurduğu savunmaların —savlarının ters-yüz edildiğini, hatta kendisine karşı döndüğünü fark ettikçe (Taguieff bunu farkçı-ırkçılığın misilleme etkisi olarak çok iyi adlandırmıştır)— istikrarsızlaşmasıdır. Irkların yalıtılabilir biyolojik birimler oluşturmadıkları; aslında “insan ırkları” diye bir şey olmadığı dolaysız kabul edilir. Bireylerin tutumlarının ve “yetenekliliklerinin” kanbağıyla ya da genleriyle bile değil, tarihsel “kültürlere” aidiyetleriyle açıklanması da aynı şekilde kabul görebilir. Oysa savaş sonrası ırkçılık-karşıtı hümanist ve kozmopolitçi tezlerin büyük bölümü, tümüyle kültürlerin çeşitliliğini, eşitliğini — ki insan uygarlığını oluşturan sadece bu kültürlerin çok sesli birliğidir— aynı zamanda da bunların tarih boyu sürekliliklerini tanımaya yönelen antropolojik kültürcülüğe aittir. Tekbiçimliliği dayatan bazı emperyalizmlerin hegemonyasına ve azınlıkta kalan ya da ezilen uygarlıkların yok edilmesine, “etnik kırım”a karşı verilen savaşa yaptığı katkı, antropolojik kültürcülüğün değerini ortaya çıkarmıştı. Farkçı-ırkçılık bu tezi hemen kabul edivermektedir. Daha önce, bütün uygarlıkların eşit derecede karmaşık ve insan düşüncesinin ilerlemesi için eşit derecede gerekli olduğunu kanıtlayarak ünlenen, antropolojinin büyük ismi (Claude Levi-Strauss, İrk ve Tarih) şimdi kendini, isteyerek ya da istemeyerek, “kültürel mesafelerin” ortadan kaldırılmasının, “kültürel karışım” ın, insanlığın entelektüel ölümüne tekabül edeceği ve hatta belki de biyolojik olarak hayatta kalmasını sağlayan düzenlemeleri bile tehlikeye sokacağı düşüncesinin (İrk ve Kültür)(7) hizmetine girmiş olarak bulmuştur. Ve bu “kanıtlama”, insan gruplarının —siyasal kategori olarak ulusun antropolojik anlamının belirsizliğine rağ­men, pratikte ulusal grupların— geleneklerini, dolayısıyla kimlik­lerini koruma konusundaki “kendiliğinden” eğilimleriyle doğru­dan ilişkilendirilmiştir. Buradan da ortaya çıkan, genetik ya da bi­yolojik doğalcılığın, insan davranışlarını ve toplumsal bağlan or­tama uydurmanın tek yolu olmadığıdır. Hiyerarşik bir modelin bırakılması pahasına —bunun gerçek olmaktan çok görünüşte kaldığını göreceğiz— kültür de bir doğa gibi, özellikle de bireyleri ve gruplan a priori olarak bir soy kütüğüne, dokunulmaz ve de­ğişmez bir soy belirlenimine hapsetme yolu olarak iş görebilir.
Ama bu ilk misilleme etkisi daha kurnazca ve bu nedenle daha etkili bir ikinci etkiye yol açar: Eğer değiştirilemez kültürel fark­lılık insanın gerçek “doğal ortamı”, tarihsel solunumu için vaz­geçilmez atmosferi ise, o zaman bu farklılığın ortadan kalkması, sonunda zorunlu olarak savunma tepkilerinin, “etnik gruplar ara­sı” anlaşmazlıklara doğmasına ve genelde bir saldırganlık artışına yol açacaktır. Bize bu tepkilerin “doğal” olduğu söylenir ama aynı zamanda tehlikelidirler. Burada bizzat farkçı öğretilerin, yüz sek­sen derecelik şaşırtıcı bir dönüşle, ırkçılığı açıklamaya (ve önüne geçmeye) niyetlendikleri görülür.

Aslında sorunsalın genel bir yer değiştirişine tanık olunmak­tadır. İnsanlık tarihinde ister psikolojik, ister biyolojik temeller üzerine kurulmuş olsun, ırklar ya da ırklann mücadelesi kura­mından, toplumda ırksal aidiyeti değil ırkçı tutumu kendine mal- eden “etnik ilişkiler” (ya da ırk ilişkileri) kuramına geçilmektedir. Farkçı-ırkçılık mantıksal açıdan, ırkçılık ve ırkçılık-karşıtlığı ara­sındaki çatışmadan ders almış, toplumsal saldırganlığın nedenle­rine siyasal olarak müdahale edebilecek gibi görünen bir meta- ırkçılık ya da “ikinci konum” olarak adlandırabileceğimiz türden bir ırkçılıktır. Irkçılığı önlemek isteniyorsa “soyut” ırkçılık-kar- şıtlığınm, yani insan topluluğunun hareketlerinin sosyolojik ve psikolojik yasalarının bilmezlikten/tanımazlıktan gelinmesinin, önlenmesi gerekecekti: “Hoşgörü eşikleri”ne saygı göstermek, “kültürel mesafeleri” korumak, yani bireylerin bir tek kültürün mirasçılan ve taşıyıcılan olduğunu ileri süren varsayım gereğince topluluklan ayırmak gerekecekti (bu bakımdan en iyi duvar yine de ulusal sınırdır). Bu noktada doğrudan siyasete ve günlük de­neyime varabilmek için spekülasyondan çıkıyoruz. Kuşkusuz “soyut”, epistemolojik bir özellik değildir; kendisine tekabül eden uygulamalar daha somut, ya da daha etkili olduğu oranda uygun düşen bir değer yargısıdır. Bu uygulamalar kentsel yenileştirme, ayrımcılığa karşı mücadele, hatta okulda ve işyerinde karşı-ay- ı imci lık programlarıdır (yeni Amerikan sağı, buna ter sine-ay­rımcılık diyor; aynı şekilde Fransa’da, şu ya da bu aşın hareketle hiçbir ilgisi bulunmayan “aklı başında” insanlann, yarattığı ka­rışıklık ve yurttaşlann ulusal aidiyet duygulannı “kışkırtma” bi­çimiyle “ırkçılığı yaratanın ırkçılık-karşıtlığı olduğu”nu söyle­dikleri giderek daha fazla duyulmaktadır).(8)

Farkçı-ırkçılık kuramlarının —artık gerçek ırkçılık-karşıtlığı, yani gerçek hümanizm olarak ortaya çıkmaya elverişlidirler— bu­rada akıldışı hareketlerin toplu şiddet ve saldırganlığının, özellikle de yabancı düşmanlığının genel açıklaması olarak “kitle psikolo­jisinin” yeniden kavuştuğu itibarla kolayca bağlantı kurması rast­lantı değildir. Burada, yukarıda hatırlattığım ikili oyun tam an­lamıyla devreye girer: kitleye “kendiliğindenliği”nin bir açıklama­sının sunulması ve aynı kitlenin “ilkel” kalabalık olarak örtük bir değersizleştirilmesi. Yeni-ırkçı ideologlar soyaçekim mistikleri değil, “gerçekçi” sosyal psikoloji teknisyenleridirler…
Yeni-ırkçılığın misillemesinin etkilerini bu şekilde ortaya ko­yarken kuşkusuz yaratılışını ve içsel değişimlerinin karmaşıklığını basitleştiriyorum, ama bunu yaparak gelişmesindeki stratejik koz- lan ortaya çıkarmak istiyorum. Burada ancak özetlenebilecek bazı eklemeler ve düzeltmeler yapılabilir.

“Irksız bir ırkçılık” düşüncesi sanılabileceği kadar devrimci değildir. Aslında, tarihbilimsel kullanımı “soybilim” (genealoji) kelimesinin “genetik” kelimesine dahil edilmesinden önce gelen ırk kelimesinin anlamındaki değişmelere girmeden önce, ne kadar rahatsız edici olsalar da —ırkçılık-karşıtı bir döküm için, ama aynı zamanda yeni-ırkçılığın onu maruz bıraktığı inanç değişiklikleri için— bazı büyük tarihsel olgulardan sözetmek gerekiyor.
İkincil kuramsal yapımlar düzeyinde bile olsa, esas gücünü sahte- biyolojik bir ırk kavramından almayan bir ırkçılık hep varoldu ve bunun prototipi de antisemitizmdir. Aydınlanma çağı Avru-pası’nda, hatta Reconguista ve Engizisyon İspanyası’nın dinsel Yahudi düşmanlığına getirdiği devletçi ve milliyetçi sapmadan bu yana belirginleşmeye başlayan modem antisemitizm, daha o zamandan, “kültürcü” bir ırkçılıktır. Bedensel izler kuşkusuz düşsel olarak büyük bir yere sahiptirler, ama biyolojik bir soyaçekimin işaretleri olmaktan çok, derin bir psikolojinin, manevi bir mirasın izleri olarak.(9) Denilebilir ki bu işaretler, ne denli zor görülebilirse o denli belirticidirler ve Yahudi ne denli “ayırt edilemez” ise o denli “gerçek”tir. Özü kültürel bir geleneğin, törel bir parçalanmanın mayasının özüdür. Antisemitizm çok üst düzeyde “farkçı”dır ve günümüzün farkçı-ırkçılığı biçimsel olarak birçok bakımdan, genelleştirilmiş bir antisemitizm gibidir. Bu düşünce, özellikle Fransa’da günümüzün Arap fobisini açıklamak için çok önemlidir; çünkü beraberinde “Avrupalılıkla” bağdaşmayan “dünya görüşü” ve evrensel ideolojik egemenlik girişimi olarak bir İslam imajım, oradan da “Araplığın” ve “İslamlığın” kasıtlı olarak birbirine karıştırılmasını getirir.

Bu da dikkatimizi ırkçı geleneklerin Fransa’da aldığı ulusal biçime ilişkin kabul edilmesi daha da zor ve bu nedenle de önemli bir tarihsel olguya çeker. Arilik öğretilerinin, antropometrinin ve biyolojik genetiğin şüphesiz özel olarak Fransız bir geçmişi vardır, ama gerçek “Fransız ideolojisi” burada değildir: Bu ideoloji, “insan haklan ülkesi” kültürünün, insan türünü evrensel olarak eğitme misyonu bulunduğu düşüncesindedir. Bu düşünceye tekabül eden pratik, ezilen toplulukların asimilasyonu ve buradan da bireylerin ve grupların asimilasyona direnişlerinin ya da uyumlarının az ya da çok oluşuna göre ayırt edilmesi ve aşamalandırılması gerekliliğidir. “Beyaz adamın yükü”nün bu Fransızlara özgü (ya da “demokratik”) varyantında ve sömürgeleşme de kendim gösteren şey, hem etkili hem de ezici olan bir dışlama/içine alma biçimidir. Irkçı ideolojilerin işleyişindeki ya da ideolojilerin işleyişlerinin ırkçı yanlarındaki evrenselcilik ve partikülarizm paradokslarına başka yerde tekrar döneceğim.(10)

Bunun tersine, yeni-ırkçı öğretilerde hiyerarşi temasımn ancak görünüşte ortadan kalktığım anlamak zor değildir. Hiyerarşinin saçmalığı yüksek sesle ilan edilebilecek kadar ileri gidilebilir; aslında hiyerarşi düşüncesi kendim bir yandan öğretinin pratik kullanımında (böylece açıkça dile getirilmesine gerek kalmaz), diğer yandan kültürlerin farklılığım kavramak için kullanılan ölçütlerin tipinde bile yemden oluşturur ve yine “ikinci konum”un, meta-ırkçılığın mantıksal olanaklarım tehlikeye soktuğu görülür.

Gerçekte “kanşma”dan korunma, kurumlaşmış kültürün, devletin, egemen sınıfların ve hayat tarzlarıyla düşünceleri okul tarafından meşrulaştırılan “yurttaşlar” kitlesinin kültürü olduğu yerde iş görmektedir. Böylece tek yönlü bir toplumsal yükselme ve ifade yasağı gibi işler. İngiltere’deki bir “Siyah”ın, ya da Fransa’daki bir “Beur”ün(11), zaten içinde yaşamakta olduğu toplumla “bütünleşmesi” için gerekli olan asimilasyonun (kaldı ki bu top­lum her zaman onun yüzeysel, kusurlu, yapmacık olduğundan kuşkulanacaktır) bir ilerleme, özgürleşme ve hakların tanınması gibi gösterildiği gerçeğini, bütün kültürlerin saygın olduğunu öne süren hiçbir kuramsal söylem değiştiremez. Bu durumun ardında, insanlığın tarihsel kültürlerinin iki büyük sınıfa ayrıldığı düşün­cesinin henüz yenilenmiş varyantları iş başındadır. Bu iki sınıf şunlardır: Evrenselci, ilerici olacaklar ve iflah olmaz bir şekilde partikülarist, “ilkel” olacaklar. Paradoks bir rastlantı değildir: “Tutarlı” bir farkçı-ırkçılık bütün kültürlerin değişmezliğinin ayrım gözetmeksizin savunucusu olduğundan aynı zamanda mu­hafazakâr da olacaktır. Gerçekten öyledir de; Çünkü Avrupa kül­türünü ve yaşam tarzını “üçüncü dünyalılaşma”dan koruma ba­hanesiyle onlara gerçek gelişmeye giden tüm yollan ütopik bir şekilde kapatır. Ama derhal eski bir ayrımı yeniden devreye so­kar: toplumlann “açık” ve “kapalı”, “durağan” ve “girişken”, “so­ğuk” ve “sıcak”, “sürücül” ve “bireyci” vb. olarak ayrılmaları. Bu, kendi hesabına kültür kavramındaki tüm muğlaklığı harekete geçiren bir ayrımdır (Fransızca için özellikle geçerlidir!).

Ayrı kendilikler (ya da sembolik yapılar) olarak ele alınan kültürlerin (Kultur) farklılığı, bizzat “Avrupalı” alan içindeki kül­türel eşitsizliği yansıtır; ya da daha iyisi “kültürü” (Bildung, üst düzey ya da popüler, teknik ya da folklorik vb.) sanayileşmiş, eğitimli, giderek uluslararasılaşan, dünya ölçeğine çıkan bir top­lumda yeniden üretilme eğilimi gösteren eşitsizlik yapıları olarak yansıtır. “Farklı” kültürler, kültürün edinilmesinin önünde engel oluşturan ya da (okul taralından, uluslararası iletişim normları ta­rafından) engel olarak kurulan kültürlerdir. Ve buna karşılık ezi­len sınıflann “kültürel handikaplan”, “dış”ta olmanın pratikteki karşılıkları olarak ya da özellikle “karışma”nın yıkıcı etkilerine (yani bu “karışma”nın içinde gerçekleştiği maddi koşulların etkile­rine) açık kalan yaşam tarzları olarak görünmektedir.(12) Hiyerarşik temanın bu gizli varlığı (önceki dönemin açıkça eşitsizlik yanlısı olan ırkçılığı gibi, ırksal tiplerin temelde değişmez olduğu var­sayımını dile getirebilmek için, ister genetik ister Völkerpsycho- logie(13) üzerine kurulu olsun, farkçı bir antropolojiyi önceden ka­bullenmek zorundaydı) bugün bireyci modelin baskın oluşunda ayrıcalıklı bir yere sahiptir: Açıkça söylenmese de üstün görülen kültürler, “bireysel” girişimi, toplumsal ve siyasal bireyciliği dizginleyenlerin aksine bunlara değer veren ve destekleyen kültürler olacaktır. Bunlar “ortak ruh”un bireycilikten oluştuğu kültürler olacaktır.

Buradan da sonunda biyolojik temanın dönüşüne, kültürel ırkçılık çerçevesinde biyolojik “mit”in yeni varyantlarırıın hazır­lanmasına izin verenin ne olduğunu anlıyoruz. Bilindiği gibi bu açıdan farklı ulusal durumlar vardır. Etolojik ve sosyobiyolojik kuramsal modeller (ki bunlar da rakiptir) Anglosakson ülkelerde daha etkilidir. Bu ülkelerde mücadeleci bir neoliberalizmin siyasal amaçlarıyla doğrudan kesişerek Sosyal Daminizm ve Soyantım- cılık geleneklerinin yerini almışlardır.(14) Yine de biyolojik açıkla­malara dayanan bu ideolojiler bile, esas olarak “farkçı devrime” bağlıdır. Açıklamayı amaçladıkları şey, ırkların inşası değil, gele­neklerin ve kültürleri birbirlerinden ayıran setlerin, bireysel yete­neklerin birikimi açısından taşıdığı hayati önem ve özellikle de ya­bancı düşmanlığının ve toplumsal saldırganlığın “doğal” temel­leridir. Saldırganlık, yeni-ırkçılığın her biçiminin başvurduğu ve bu durumda biyolojizmi bir derece ileri götüren kurmaca bir öz­dür: Kuşkusuz “ırklar” yoktur, sadece halklar ve kültürler vardır; ama kültürün biyolojik (ve biyopsişik) nedenleri ve sonuçlan ve kültürel farklılığa gösterilen biyolojik tepkiler vardır (bu tepkiler, hâlâ genişlemiş “aile”sine ve “toprağına” bağlı insanın silinemez
“hayvanlığımn” izi olarak biçimlenecektir). Bunun tersine, katıksız kültürcülüğün baskın göründüğü yerlerde (örneğin Fransa’da) giderek biyoloji üzerine ve “canlı”mn, üremesinin, eylemlerinin, sağlığının dış düzenlenmesi olarak kültür üzerine bir söylem oluşturulmasına saptığına da tanık olunmuştur. Bunu ilk sezenlerden biri Michel Foucault olmuştur.(15)

Yeni-ırkçılığın günümüzdeki varyantlarının, ideolojik bir geçiş oluşumundan başka bir şey meydana getirmemeleri mümkündür. Bu geçiş, soya ilişkin mitlerin tarihsel anlatı yönünün(ırk, halk, kültür ve ulus arasındaki yer değiştirme oyununun); zihinsel yeteneklerin, “normal” toplumsal yaşama (ya da tersine suçluluğa ve sapkınlığa) ve (manevi açıdan olduğu kadar sağlık açısından, soyantımı açısından vb.) “optimal” üremeye olan eğilimlerin, bilişsel bilimler, sosyopsikoloji ve istatistiğin ölçmek, seçmek, çevre ve soyaçekim faktörlerinin dozunu ayarlayarak kontrol etmek isteyecekleri eğilimlerin ve yeteneklerin psikolojik değerlendirilmesi yönünün gölgesinde kalacağı söylemlere ve toplumsal teknolojilere doğru… yani bir “ırkçılık sonrası”na doğru evrimleşen bir geçiş olabilir. Toplumsal ilişkilerin dünya ölçeğine çıkışı ve nüfusların yer değiştirişi, ulusal devletler sistemi çerçevesi içinde sınır kavramının giderek yeniden gözden geçirilmesine ve uygulanış biçimlerinin azaltılmasına yol açtıkça buna daha çok inanacağım. Böylece, uygulanış biçimlerinin azaltılmasıyla, “sınır” kavramına toplumsal korumacılık işlevi verilecek ve daha birey-selleşmiş statülere bağlanacaktır. Bu arada teknolojik dönüşümler, sınıf mücadelesinde eğitim eşitsizliğine ve entelektüel hiyerarşilere —bireylerle ilgili olarak genelleştirilmiş tekno-politik bir ayıklamaya gidilmesi bakımından— giderek daha önemli bir rol oynatacaktır. Şirket-uluslar çağında, gerçek “kitleler çağı” belki de önümüzde.

Dipnotlar:

1. Gidimlilik: Bir önemeden başka bir önerme çıkaran ve böylece bir­takım ara düşünürlerden geçerek ilkeden sonuca varan düşünüş tarzı, (ç.n.)
2. Bana göre temel olan bu noktayı, Collette GUILLAUMIN tümüyle açıklığa kavuşturmuştur: “Sınıflandırma etkinliği aynı zamanda bir bilgi et­kinliğidir. […] Barındırdığı sürprizlere ve klişelere karşı mücadelenin belirsiz­liği kuşkusuz bundandır. Sınıflandırma baskıya olduğu gibi bilgiye de gebe­dir.” (L’Ideologie raciste. Genese et langage actuel, Mouton, Paris – La Hay e, 1972, s. 183 ve devamı)
3. Gnose: Araçsız olarak ve sezgi yoluyla ulaşılan Mutlak Bilgi. (Yunanca gnosis’ten, ç.n.)
4. L. POLİAKOV, LeMythe aıyen, Calmarm-Levy, 1971; La Causahte diabolique, 1980.
5. ABD’de “zenci sorunu” ile Avrupa’dan gelen yoğun göç dalgalannın yarattığı etnik sorunun, 1950-60 yıllarında yeni bir “etniklik paradigması”mn ikindsini birinciye yansıüşına dek, nasıl ayn kaldığım düşünün(Bkz. Michael OM1 ve Howard WTNANT, Racial Formation in the United States, Routiedge and Kegan Paul, 1986).
6. Özellikle    “Les presuppositions defmitionnelles d’un indefmissable: le racisme” (Mots, no. 8, Mart 1984); “L’identite nationale saisie par les logi- ques de racisation Aspects, figures et pıoblemes du racisme diffcrcntialistc” (Mots, no. 12, Mart 1986); “L’identite française au miıoir du racisme differen tialiste”, Espaces 89, L’identite française, Editions Tierce, 1985. Bu düşünce daha önce Colette GLrnXAUMlN’m incelemelerinde belirmiştir. Aynı zaman da: Veronique DE RUDDER, “L’obstacle cultuıel: la di(Tcrcncc et la distance”, L’Homme et la societe, Ocak 1986. Anglosakson ülkeleri için Martin BAR- KER’m kitabıyla karşılaştırınız (The New Racism, Conservatives and the Ide- ologyofthe Tribe, Junclion Books, Londra, 1981).
7. 197l’de UNESCO için yazılmış konferans, 19831e Le Regard eloig- ne’de yeniden ele alınmıştır; Plon, 1983, s. 21-48, [Irk ve Tarih Türkçe ya­yınlanmıştır, Metis Yayınlan, 1985). Bkz. M. O’CALLAGHAN ve C. GUIL- LAUMIN, “Race etrace… lamode ‘natıırcllc’ en Science humaines”, L’Hom- me et la societe, no. 31-32, 1974. Bambaşka bir bakış açısından Levi-Strauss “anti-hümanizmin” ve “görcciliğin” savunucusu olarak saldınya uğramaktadır (Bkz. T. TODOROV, “Levi-Strauss entre universalisme et rclativismc”. Le Debat, no. 42, Kasım-Aralık 1986; A HNKIELKRAUT, La Defaite de lapen- see, Gallimard, 1987). Tartışma tamamlanmadığı gibi henüz yeni başlamış­tır. Kendi adıma Levi-Stıauss’un öğretisinin “ırkçı” olduğunu değil, 19. ve 20. yüzyılın ırkçı teorilerinin, hümanizmanın kavramsal alanında kurulduk – lannı savunuyorum: dolayısıyla onlan böyle ayıramayız (bu kitaptaki “İrk­çılık ve Milliyetçilik” başlıklı çalışmama bakınız).
8.Bu temalar Anglosakson ülkelerde “insan etolojisi” ve “sosyo-biyo- loji” tarafından bol bol kullanılarak zenginleştirilmektedir. Fransa’da ise doğ­rudan kültürcü bir temele dayandırılmışlardır. Bu konuyla ilgili olarak, A. BE­JİN ile J. FREUND yönetiminde hazırlanan ve Yeni Sağ’ın kuramcılarından tu­lün da, daha durmuş oturmuş üniversite öğretim üyelerine kadar uzanan bir yelpazede çeşitli yazılara yer veren bir seçki çıkmıştır: Racismes, antiracis- ıııe.s, Meridiens-Klincksieck, 1986. Bu eserin aynı zamanda çok yüksek tirajlı bir popüler yayında (J’ai tout compris, no. 3, Haziran 1987, “Dossier choc: Immigres: Demain la haine”, Yazı İşi. M.: Guillaume Faye) basit bir dile in­dirgenmiş olduğunu bilmekte de yarar var.
9. Ruth Benedict buna H. S. Chamberlain konusunda dikkat çekiyordu: “Ancak Chamberlain Yahudileri fiziksel özelliklerinden ya da soyağaçlanndan tanımıyordu; onun da bildiği gibi Yahudiler modem Avrupa’daki nüfûsun geri kalanından belli antropomorfik ölçümlerle ayrılamazlar. Fakat düşmandılar, çünkü özel düşünme ye davranma şekilleri vardı, insan Yahudi haline gelebi­lir…’ vb.” (R BENEDİCT, Race andRacism, yeni basım: Routledge and Ke- gan Paul, 1983, s. 132). Ona göre bu Chamberlain’in hem “dürüstlüğü”nün hem de iç “çelişkisi”mn işaretidir. Bu çelişki kural halini almıştır ve aslında tek kural da değildir. Antisemitizm’de Yahudi’nin aşağılığı teması, yok edil­mez farklılık temasından çok daha az önemlidir. Chamberlain’in Yahudiler’i çok daha “tehlikeli” kılan zihinsel, ticari, cemaate dair “üstünlüklerim” an­maktan hoşlandığı bile görülmektedir. Nazi girişimi kendisini çoğunlukla, Yahudiler’in fiili “insan-alü” durumu kabındaki bir girişim olarak değil, on- lan “insan-alü” duruma indirme girişimi olarak kabul eder: Bu yüzden de köleleştirmeyle yetinemez ve yok etmeyle sonuçlanır.
10. Bkz. bu kitapta, “Irkçılık ve Milliyetçilik”.
11. Beur. Fransa’da ikinci kuşak yabancılara, çoğunlukla Kuzey Afrika- lılar’a verilen ad (ç.n.)
12. Şurası açıktır ki, “ırksal çatışmaların” ve okulda göçmenlerin bulu nuşuna duyulan hıncın —ki bu komşuluktakinden çok daha fazladır— keskin ligini, toplumsal sınıflama ve bünyesine kabul etme konusunda son kararı veren makam olarak kültürün kurumsal hiyerarşisi altındaki kültürlerin “sosyolojik” farklılığındaki altalamaya bağlamak gerekir. Bkz. S. BOULOT ve D. BOYSON-FRADET, “L’echec scolaire des enfants de travailleurs immigres”, L’Immigratiorı maghrebine en France, özel sayı, Les Temps modemes, 1984.
13. Völkerpsychologie: Bir etnik grubun psikolojisi. (Alm. ç.n.).
14. Bkz. M. BARKER, The New Racism…
15. Michel FOUCAULT, La Volonte de savoir, Gallimaıd, 1976.
NOT: TAGUlEFF’in yukarıda başvundıığıını çözümlemeleri önemli ölçüde geliştirdiği, tamamladığı ve değiştirdiği kitabını bu incelemenin redaksiyo­nundan sonra okudum, ileride hak ettiği şekilde tartışabilmeyi umuyorum. (Picrrc-Andrc TAGUIEFF, LaForce du prejuge, Essai sur le racisme et ses doubles, Editions La Decouverte, 1988.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments