Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaPolitikaDünyaTarihsel Kapitalizm | Her Şeyin Metalaştırılması: Sermaye Üretimi - Immanuel Wallerstein

Tarihsel Kapitalizm | Her Şeyin Metalaştırılması: Sermaye Üretimi – Immanuel Wallerstein

Kapitalizm her şeyden önce tarihsel bir toplumsal sistemdir. Ka­pitalizmin kökenlerini, işleyişini ya da yürürlükteki perspektifle­rini anlamak için, var olan gerçekliğine bakmamız gerekir. Kuş­kusuz, bu gerçekliği bir dizi soyut önermeyle özetlemeye girişe­biliriz, ancak, bu gibi soyutlamaları gerçekliğin değerlendirilme­sinde ve sınıflandırılmasında kullanmak aptallık olur. Bu neden­le, böyle yapmak yerine, kapitalizmin pratikte fiilen nasıl oldu­ğunu, sistem olarak nasıl işlediğini, neden böyle bir gelişme gösterdiğini ve şimdilerde nereye yöneldiğini açıklamaya çalış­mayı öneriyorum.

Kapitalizm sözcüğü kapitalden türemiştir. Bu nedenle, serma­yenin kapitalizmde kilit bir öğe olduğunu kabul etmek yerinde olur. Peki ama, sermaye nedir? Bir tür kullanımıyla, birikmiş zenginlikten başka bir şey değildir. Ancak, tarihsel kapitalizm bağlamında kullanıldığında daha özgül bir tanımı vardır. Burada söz konusu olan yalnızca, para biçiminde tüketim malları stoku, makineler ya da maddi şeyler üzerinde izin verilen hak talepleri değildir. Tarihsel kapitalizmde sermayenin yine geçmişte harca­nan emeğin birikimlerinden tükenmemiş olanlarına göndermede bulunduğunda kuşku yoktur; ama her şey bundan ibaret olsaydı, geriye doğru, Neanderthal adamınkine kadar tüm tarihsel sis­temlerin, kendilerinden önceki emeğin cisimleşmesi olan bu gibi birikmiş bir takım stokları bulunması bakımından, kapitalist ol­duğu söylenebilirdi.

Tarihsel kapitalizm adını verdiğimiz tarihsel toplumsal siste­min ayırt edici özelliği, bu tarihsel sistemde sermayenin çok özel bir yolla kullanıma girmesidir (yatırılması). Bu kullanımda başlıca amaç ya da niyet, sermayenin kendini büyütmesidir. Sis­temde, geçmiş birikimler yalnızca daha fazla sermaye biriktir­mek için kullanıldığı ölçüde “sermaye”dir. Göreceğimiz gibi söz konusu süreç kuşkusuz karmaşık, giderek dolambaçlıdır. Ancak, bizim kapitalist adını verdiğimiz şey, sermayeyi elinde tutanın dur durak bilmeyen ve ilginç bir biçimde kendine dönük olan bu gitgide daha çok sermaye biriktirme hedefi ve sermayeyi elinde tutanın bu nedenle, hedefine ulaşmak için başka kişilerle kur­mak zorunda olduğu ilişkilerdir. Kuşkusuz tek amaç bu değildir. Üretim sürecine başka etkenler de kendini dayatmıştır. Yine de soru, bu etkenlerin birbiriyle çatışması durumunda hangisinin ağır basma eğiliminde olduğudur. Alternatif amaçlar arasında sermaye birikimi amacının genellikle öncelik kazandığı her za­man için, bir kapitalist sistemin işleyişini gözlemlemekte oldu­ğumuzu haklı olarak söyleyebiliriz.

Bireylerin ya da birey gruplarının, daha da çok sermaye elde etmek amacıyla sermaye yatırma kararı alması elbette her za­man olanaklıydı. Ama tarihsel zaman içinde belli bir andan ön­ce, sözü edilen kişilerin başarıya ulaşması hiç kolay değildi. Ön­ceki sistemlerde, uzun ve karmaşık sermaye birikimi süreci, baş­langıç koşullarının var olması -daha önce tüketilmemiş mallar­dan oluşan stokların az sayıda kişinin elinde toplanması ya da mülkiyetinde olması- durumunda bile hemen her seferinde şu ya da bu noktada tıkanıyordu. Bizim varsayımsal kapitalistin her zaman emek kullanımı elde etmesi, başka bir deyişle işi yapmak üzere aklı çelinecek ya da zorda bırakılacak kişilerin varlığı ge­rekiyordu. İşçiler bulunup mallar üretilince bu mallann bir bi­çimde pazarlanması gerekiyordu. Bunun anlamı da hem bir da­ğıtım sisteminin, hem de mallan almak için yeterli kaynaklan olan bir alıcılar grubunun gerekmesiydi. Malların, (satış noktası itibariyle) satıcıya olan maliyetlerinden daha yüksek bir fiyata satılması, ayrıca bu fark payının, satıcının kendi geçimi için ge­rek duyduğu miktarın üstünde olması lazımdı. Modern dille, kâr gerekliydi. Kâr sahibi daha sonra bunu yatırım için akla uygun bir firsat çıkıncaya kadar alıkoyabilmeli, yatırınca da tüm bu sü­reç üretim noktasında kendini yenileyebilmeliydi.

Gerçekten de, modern zamanlardan önce (sermayenin devri de denen) bu işlemler zinciri ender olarak tamamlanırdı. Bir ke­re, önceki tarihsel toplumsal sistemlerde zincirdeki halkaların çoğu, siyasal ve törel otoriteler tarafından akıldışı ve/ya da töre- dışı sayılıyordu. Ancak, araya girme gücü olanların doğrudan araya girmesi söz konusu olmasa bile süreç genellikle -para bi­çiminde birikmiş stok, üreticinin kullanacağı işgücü, dağıtıcılar ağı, satın alacak tüketiciler gibi- bir ya da birkaç öğesinin bu­lunmaması sonucu yarıda kesiliyordu.

Bir ya da birkaç öğenin bulunmayışının nedeni, önceki tarih­sel toplumsal sistemlerde bu öğelerin “metalaştınlmış” ya da ye­terince “metalaştırılmış” olmamasıydı. Bunun anlamı, söz konusu sürecin “piyasa” yoluyla işlem görebilecek ya da görmesi ge­reken bir süreç sayılmamasıdır. Tarihsel kapitalizm bu nedenle, daha önce “piyasa” dışı yollarla yürütülen süreçlerde -yalnızca değiş tokuş süreçlerinde değil, üretim, dağıtım ve yatırım süreç­lerinde de- yaygın bir metalaştırma getirmiştir. Kapitalistler de, gitgide daha çok sermaye biriktirme peşinde, ekonomi yaşamı­nın tüm alanlarında bu toplumsal süreçlerin gitgide daha çoğunu metalaştırmaya çalışmıştır. Kapitalizmin kendine dönük bir sü­reç olması bakımından, bunun sonucu, hiçbir toplumsal sürecin olası metalaştınlmadan özü itibariyle bağışık kalmaması olmuş­tur. Bu nedenle kapitalizmin tarihsel gelişmesinin her şeyi metalaştırma yönündeki itilimi getirdiğini söyleyebiliriz.

Toplumsal süreçlerin metalaştırılması da yeterli olmadı. Üre­tim süreçleri, karmaşık meta zincirleri halinde birbirine bağlan­dı. Örneğin, tüm tarihsel kapitalizm deneyimi boyunca geniş öl­çüde üretilip satılan tipik bir ürün olarak giyim eşyalarını düşü­nün. Giyim eşyası üretmek için genellikle en azından kumaş, ip­lik, birtakım makineler ve işgücü gerekir. Ancak, bu kalemlerin her biri de üretilmeyi gerektirir. Yine, bunların üretilmesinde kullanılacak kalemlerin de üretilmesi gerekir. Meta zincirindeki tüm alt süreçlerin metalaştırılması kaçınılmaz olmadığı gibi, yaygın da olmamıştır. Hatta, göreceğimiz gibi, gerçekte zincir­deki tüm halkaların metalaştırılmaması durumunda genellikle daha çok kâr elde edilir. Açık olan nokta, böyle bir zincirde, bi­lançoya maliyet kalemi olarak kaydedilen birtakım ücretler alan emekçilerden oluşmuş çok büyük ve dağınık bir kümenin varlı­ğıdır. Ayrıca çok daha küçük, ama yine genellikle dağınık du­rumdaki (üstelik genellikle iktisadi ortaklar halinde birleşmiş ol­mayıp ayrı iktisadi birimler olarak iş gören) insanlardan oluş­muş ve zincirin toplam üretim maliyeti ile, nihai ürünün elden çıkarılmasından elde edilen toplam gelir arasındaki son farkı bir biçimde paylaşan bir küme vardır.

Çok sayıda üretim sürecini birbirine bağlayan meta zincirleri bir kez oluştu mu, söz konusu farkın hatırı sayılır dalgalanmalar gösterebildiği koşullarda, tüm kapitalistler için geçerli genel bi­rikim oranının bu farkın ne ölçüde büyütülebildiğine bağlı bir duruma geldiği açıktır. Buna karşılık tek tek kapitalistler için ge­çerli birikim oranı bir “rekabet” sürecinin işlevi olmuş, yargıla­rında daha isabetli olanlar, personelini daha iyi denetleyebilenler ve belirli (genel bir adlandırmayla “tekeller” denen) piyasa işle­yişlerinde siyasal karar konusu kısıtlamalara daha kolay erişen­ler daha kazançlı çıkmıştır.

Bu durum, sistemdeki ilk temel çelişkiyi yaratmıştır. Sınıf olarak alındığında tüm kapitalistlerin çıkan tüm üretim maliyet­lerinin düşürülmesinde yatar gibi görünmesine karşılık, gerçek­leştirilen maliyet düşüşleri sık sık bir kısım kapitalistleri diğerle­ri karşısında üstün duruma getirmiş, bu nedenle de bazı kapita­listler genel farkın büyük olması uğruna küçük bir paya razı ol­mak yerine daha küçük bir genel fark içinde kendi paylarını bü­yütmeyi yeğlemişlerdir. Sistemde bir temel çelişki daha vardır. Gitgide daha çok sermaye biriktirilip daha çok süreç metalaştırıldıkça ve gitgide daha çok meta üretildikçe, akışı sürdürmenin kilit gereklerinden biri, gitgide daha çok alıcı bulunması olmuştur. Oysa aynı zaman içinde, üretim maliyetlerini düşürmek için harcanan çaba sıklıkla para akışını ve dağıtımını da azaltarak, birikim sürecinin tamamlanması için gerekli olan alıcı artışındaki sürekliliği önlemiştir. Öte yandan genel kân alıcı ağını geniş­letebilecek biçimde yeniden dağıtmak sıklıkla genel kâr marjını daraltmıştır. Bu nedenle tek tek girişimciler bir yandan kendi iş­letmeleri için bir yöne doğru yüklenirken (örneğin kendi işgücü maliyetlerini düşürürken) aynı anda (kolektif bir sınıfın mensu­bu olarak) genel alıcılar ağını genişletecek yöne de yüklenmek durumunda olmuşlardır (bu da kaçınılmaz olarak, en azından ba­zı üreticiler için, işgücü maliyetlerinde artış getirmiştir).

Kapitalizm ekonomisi böylelikle birikimin en üst düzeye çıka­rılması gibi akılcı bir niyete tabi olmuştur. Ancak, girişimciler için akılcı olanın emekçiler için de akılcı olması zorunluluğu yok­tur. Daha da önemlisi, kolektif bir grup olarak tüm girişimciler için akılcı olanın verili her girişimci için de akılcı olması zorunlu­luğu bulunmamasıdır. Bu nedenle, herkesin kendi çıkarının peşin­de olduğunu söylemek yeterli değildir. Kendi çıkarları, bireyleri genellikle ve tümüyle “akılcı” bir biçimde, zıt yönde etkinliklere girişmeye itmektedir. Herkesin kendi çıkarlarına ilişkin algılama­larının karmaşık ideolojik örtüler tarafından ne ölçüde gölgelendi­ğini ve saptırıldığını şu an bilmiyorsak da, uzun vadeli reel çıkarın hesaplanması son derece karmaşıklaşmıştır. Şimdilik, tarihsel ka­pitalizmin gerçekten bir homo economicus yetiştirdiğini geçici olarak kabul ediyorum, ancak, bu insanın kafasının hemen hemen kaçınılmaz biçimde bir miktar kanşık olduğunu ekliyorum.

Oysa bu durum, karışıklığı sınırlandıran “nesnel” kısıtlardan biridir. Belli bir birey iktisadi yargılarında durmadan hata yapar­sa, hataların nedeni ister bilmezlik, aptallık, isterse ideolojik ön­yargı olsun, bu birey (firma) piyasada varlığını sürdürememe yolundadır. İflas, kapitalist sistemin acımasız bir temizlik mal­zemesi olmuş, tüm iktisadi aktörleri durmadan ve şu ya da bu öl­çüde, çok çiğnenmiş yollan izlemeye zorlamış, kolektif olarak gitgide daha çok sermaye birikmesini sağlayan yönde davran­maları için baskı yapmıştır.

Dolayısıyla, tarihsel kapitalizm, temel iktisadi etkinlik içinde geçerli olan ya da ağır basan iktisadi amacın ya da “yasa”nın sı­nırsız sermaye birikimi olduğu o somut, zamanla sınırlı, mekânla sınırlı, tümleşik üretim etkinlikleri yeridir. Bu toplumsal sis-tem, içinde böylesi kurallara göre iş görenlerin, bütün üzerinde, başkalarının da aynı kalıplara uymak ya da uymamanın sonuçla­rına katlanmak zorunda bırakılmasının koşullarını yaratacak öl­çüde etkide bulunabildikleri sistemdir.

Bu toplumsal sistem, söz konusu kurallara karşı toplumsal muhalefetin görülmemiş ölçüde canlı ve örgütlü olduğu sırada bile, kuralların kapsamının (değer yasası) görülmemiş ölçüde genişlediği, uygulayıcılarının görülmemiş derecede uzlaşmaz duruma geldiği ve kuralların toplumsal dokuya işleme derecesi­nin görülmemiş ölçüde arttığı sistemdir.

Tarihsel kapitalizmle ne kastedildiğine ilişkin bu açıklamayı kullanarak hangi somut, zamanla sınırlı, mekânla sınırlı tümle­şik yere göndermede bulunulduğunu hepimiz saptayabiliriz. Be­nim görüşüm, bu tarihsel sistemin doğuşunun onbeşinci yüzyıl sonlan Avrupası’nda yer aldığı; sistemin zaman içinde, ondoku- zuncu yüzyıl sonlarına gelindiğinde tüm yerküresini kaplayacak biçimde mekân içinde de genişlediği; bugün hâlâ tüm yerküresi­ni kaplamakta olduğudur. Zaman-mekân sınırlarının böyle sine alelacele çizilmesinin pek çok zihinde kuşku uyandırdığını fark ediyorum. Bununla birlikte bu kuşkular iki türlüdür. Birinci tür kuşkular ampiriktir. Rusya on altıncı yüzyılda Avrupa dünya ekonomisinin içinde miydi, dışında mı? Osmanlı İmparatorluğu kapitalist dünya sisteminin bünyesine tam olarak ne zaman dahil oklu? Verili bir ülkenin verili bir iç bölgesini verili bir zamanda kapitalist dünya ekonomisiyle gerçekten “tümleşmiş” sayabilir iniyiz? Bu sorular hem kendi içinde hem de yanıtlarım vermeye çalışırken tarihsel kapitalizm süreçlerine ilişkin çözümlemeleri­mizi daha bir netleştirmek zorunda kalmamız açısından önem ta­şımaktadır. Ama, üzerinde tartışma ve geliştirmelerin sürmekte olduğu bu çok sayıdaki ampirik sorguyu ele almanın ne yeri ne de zamanı.

İkinci tür kuşkular ise doğrudan doğruya, az önce önerdiğim tümevarıma sınıflandırmanın yararına ilişkindir. İşyerinde öz­gül bir toplumsal ilişki biçimi -ücretli işçi çalıştıran özel giri­şimcilerin söz konusu olduğu ilişkiler- olmadığı durumlarda ka­pitalizmin var olduğunun söylenebileceğini kabul etmeyenler vardır. Verili bir devlet, sanayi dallarını devletleştirdi ve sosya­list öğretilere bağlılığını ilan ettiyse, o devletin, söz konusu edimler ve sonuçlan yoluyla kapitalist dünya sistemine katılımı­nı sona erdirdiğini söylemek isteyenler vardır. Bunlar ampirik değil kuramsal sorgulardır ve bu tartışma boyunca bunları ele al­maya çalışacağız. Ancak, bu sorunların tümdengelimsel bir bi­çimde ele alınması, akılcı bir tartışma yerine karşıt inançların çatışmasından ibaret kalacağından, yerinde olmayacaktır. Dola­yısıyla, tümevarıma sınıflandırmamızın alternatif yöntemlerden daha yararlı olduğunu, çünkü bu yöntemin tarihsel gerçeklik ko­nusunda kolektif olarak şu an bildiklerimizi daha kolay ve ince bir biçimde kapsadığını ve bize bu gerçeklik için, şimdiyle ilgili olarak daha etkili edimlerde bulunmamızı olanaklı kılan bir yo­rum sağladığını öne sürerek, söz konusu sorunları bulgusal bir biçimde ele alacağız.

Bu nedenle, kapitalist sistemin fiilen nasıl işlemiş olduğuna bakalım. Üreticinin amacı sermaye birikimidir demek, üretici, verili bir üründen olabildiğince çok üreterek kendisine en yük­sek kâr maıjını sağlayacak biçimde satışa sunmaya çalışacak de­mektir. Bununla birlikte üretici bunları, kullandığımız deyişle “piyasa”da var olan bir dizi iktisadi kısıt içinde yapacaktır. Top­lam üretimi ise zorunlu olarak, malzeme girdisi, işçi, müşteriler ve yatırım tabanını genişletmeye yarayacak paraya erişim gibi şeylerin (göreli olarak ilk elde) bulunabilirliğiyle sınırlıdır. Üre­ticinin kârlı bir biçimde üretebileceği miktar ve talep edebileceği kâr maıjı, “rakipleri”nin aynı malı daha düşük fiyatlarla satışa sunma yetisiyle de sınırlıdır; burada söz konusu olan, dünya pi­yasasının her yerindeki rakipleri değil, üreticinin fiilen satış yap­tığı, sınırlan daha belirgin olarak çizilmiş, aynı yerel piyasadaki (verili durumda bu piyasa nasıl tanımlanırsa tanımlansın) rakip­leridir. Üretimindeki artış ayrıca, artan üretim tarafından “yerel” piyasada yaratılacak fiyat düşürücü etkinin, üreticinin kendi top­lam üretimi üzerinden gerçekleştireceği toplam reel kârı fiilen düşürme derecesiyle kısıtlanacaktır.

Bunların tümü nesnel kısıtlardır, başka bir deyişle, verili bir üreticinin ya da piyasada etkin olan başka binlerinin aldığı bir dizi özel karar olmadıkça piyasada var olan kısıtlardır ve somut bir zaman ve yer içinde var olan toplam toplumsal sürecin sonu­cudur. Kuşkusuz her zaman, çekip çevirmeye daha açık kısıtla­malar da vardır. Hükümetler, iktisadi seçenekleri ve bu nedenle kâr hesaplarını bir biçimde değiştiren çeşitli kurallar saptayabilir ya da saptamış olabilir. Verili bir üretici, var olan kurallann ya- rarlanıcısı ya da kurbanı olabilir. Yine verili bir üretici, siyasal makamlan, kurallan kendi lehine değiştirmeye ikna etmeye çalı­şabilir.

Üreticiler sermaye biriktirme yetilerini en üst düzeye çıkar­mak için nasıl hareket etmişlerdir? İşgücü, üretim sürecinde her zaman çok önemli ve nicel anlam taşıyan bir öğe olmuştur. Biri­kim peşindeki üretici, işgücünün iki ayrı yönüyle ilgilidir: bulu­nabilirliği ve maliyeti. Bulunabilirlik sorunu genellikle şöyle or­taya konmuştur: Verili bir zamanda, piyasanın istikrarlı, işçi sa­yısının da en iyi sayı olması durumunda, sabitleştirilmiş toplum­sal üretim ilişkileri (verili bir üretici için değişmeyen sayıda işçi) düşük maliyet sağlayabilir. Ancak, ürünün pazan daraldığında, işçi sayısının sabit olması, üretici için reel işgücü maliyetini artırır. Ürünün pazarının genişlemesi durumunda ise işçi sayısı­nın sabit olması üreticinin kâr fırsatlanndan yararlanmasını ola­naksızlaştırır.

Öte yandan kapitalist açısından değişken personelin de sakıncaları olmuştur. Değişken personel, tanımı gereği, ille de kesin­tisiz olarak aynı üretici için çalışması gerekmeyen personeldir. Bu nedenle bu gibi işçiler, ücretlerinin miktannı geçimleri bakı­mından reel gelirlerindeki oynamalann etkisini gidermeye yete­cek uzunlukta bir zaman aralığına göre düşünmek zorunda kal­mıştır. Başka bir deyişle bu işçilerin, çalıştıklan işten, geçimleri­ni ücret alamadıklan dönemlerde de sağlamaya yetecek kadar kazanmalan gerekmiştir. Dolayısıyla değişken personelin üreti­cilere olan saat ve kişi başına maliyeti genellikle, sabit persone- linkine göre daha fazla olmuştur.

Bir çelişkiyle karşı karşıya kaldığımızda -burada da kapitalist üretim sürecinin ta içindeki bir çelişkiyle karşı karşıyayız- bu­nun tarihsel olarak sorunlu bir uzlaşmayla sonuçlanacağından emin olabiliriz. Gerçekte ne olup bittiğini gözden geçirelim. Ta­rihsel kapitalizmden önceki tarihsel sistemlerde personel çoğun­lukla (hiçbir zaman tümüyle değil) sabitti. Bazı durumlarda üre­ticinin personeli kendisinden ya da ailesinden ibaret, bu nedenle de, tanımı gereği sabitti. Bazı durumlarda üreticiye, çeşitli yasal ve/ya da geleneksel düzenlemeler (çeşitli kölelik biçimleri, borç köleliği, toprak köleliği, sürekli kiracılık düzenlemeleri vb. de içinde) yoluyla, akrabalık bağı olmayan emekçiler de bağlı olu­yordu. Bu bağlantı bazen ömür boyu, bazen sınırlı süreler için oluyor ve isteğe bağlı olarak yineleniyordu; ancak, bu tür süre smırlamalannm anlamlı olması için, yenileme zamanı geldiğin­de gerçekçi alternatiflerin varlığı gerekiyordu. Bu durumda dü­zenlemelerin sabitliği, yalnızca verili bir personelin bağlı olduğu üreticiler için değil, diğer tüm üreticiler için de sorun yaratıyor­du; çünkü diğer üreticilerin kendi etkinliklerini büyütebilmeleri de, doğallıkla, sabit olmayan personel bulunabilmesine bağlıydı. Çok sık açıklandığı üzere bu tür kaygılar, az ya da çok en yüksek ücreti teklif eden için çalışmaya hazır bir grup insanın her zaman bulunabilmesi anlamına gelen ücretli emek kurumu- nun, üzerinde yükseldiği temeli oluşturuyordu. Bu süreçten emek piyasasının işleyişi olarak, emeğini satan insanlardan ise proleter olarak söz ediyoruz. Tarihsel kapitalizmde işçiler gitgi­de daha çok proleterleşmiştir derken yeni bir şey söylemiş olmu­yorum. Önerme yeni olmadığı gibi, hiçbir şaşırtıcı yanı da yok­tur. Proleterleşme sürecinin üreticilere getirdiği yararlar bol bol belgelenmiştir. Şaşırtıcı olan, proleterleşmenin böylesine fazla olması değil, böylesine az olmasıdır. Tarihsel bir toplumsal sis­temin en azından dört yüz yıllık varlığı sonunda bugün kapitalist dünya ekonomisinde tam olarak proleterleşmiş işçi miktarının yüzde elli olduğu bile söylenemez.

Bu istatistiğin, nasıl hesaplandığına ve kimin hesaplandığına bağlı olarak değiştiğinde kuşku yoktur. Temelde ücretli işçi ola­rak resmen çalışabilir durumdaki erişkin erkeklere dayalı, iktisa- den etkin işgücü denen işgücüne ilişkin resmi istatistikleri kulla­nırsak, bugün ücretli işçi yüzdesinin akla uygun yükseklikte bir yüzde olduğunun söylendiğini görürüz (gerçi bu durumda bile, dünya düzeyinde hesaplanan fiili yüzde, çoğu kuramsal önerme­nin varsaydığından daha düşüktür). Oysa emeğiyle meta zincir­leri bünyesinde şu ya da bu biçimde yer alan tüm insanları dik­kate alırsak -böylelikle pratikte tüm erişkin kadınları, ayrıca erişkinlik öncesi ve ilk-erişkinlik sonrası yaş gruplarının çok ge­niş bir bölümünü (yani gençleri ve yaşlılan) hesaba kattığımız­da- proleter yüzdesi keskin bir düşüş gösterir.

Hesabımızı yapmadan önce bir adım daha atalım. “Proleter” tikelinin birey için kııllanılması kavramsal olarak yararlı mıdır? Kuşkuluyum. Bireyler, daha önceki tarihsel sistemlerde olduğu gibi tarihsel kapitalizmde de, hane adını verebileceğimiz, cari gelir ve birikmiş sermayeden oluşan bir ortak fon kullanan, gö-relı olarak istikrarlı yapılar çerçevesinde yaşama eğiliminde ol­muştur. Sınırlarının birey giriş ve çıkışlarıyla sürekli olarak defi sinesi gerçeği, haneyi gelir ve harcama cinsinden akla uygun bir hesap birimi olmaktan çıkarmaz. Yaşamlarım sürdürmek is- tümünü hesaplamakta ve bu gelirleri, yapmaları gereken reel harcamalar cinsinden değerlendirmektedir. En az düzeydeki ge­lirle yaşamlarının sürdürülmesine, bunun fazlası olan gelirle do- yundurucu saydıkları yaşam tarzından yararlanmaya, daha fazla­sı ile ise, sermaye biriktiriri olarak kapitalist oyuna girmeye ça­lışmaktadırlar. Bu etkinliklere girişen iktisadi birim, tüm reel açılardan, hanedir. Hane genellikle içinde akrabalık ilişkisi bulu­nan bir birim olmakla birlikte, bazen bu ilişki yoktur, ya da en azından yalnızca bu ilişki söz konusu değildir. Hane halkı çoğu durumda aynı yerde barınmakta, ancak metalaştırma süreci iler­ledikçe durum gitgide daha az böyle olmaktadır.

Emekçi sınıflara üretken olan ve olmayan emek arasındaki ay­nının dayatılmaya başlanması, böyle bir hane yapısı bağlamında olmuştur. Fiilen, üretken emek (başta ücret olmak üzere) para ge­tiren emek olarak, üretken olmayan emek ise, çok gerekli olmak­la birlikte yalnızca “geçim” etkinliği olduğu ve bu nedenle başka­ları tarafından el konabilecek bir “artık” üretmediği söylenen emek olarak tanımlanır olmuştur. Üretken olmayan emek, ya dü­pedüz metalaştırılmamış, ya da küçük (ama bu durumlarda ger­çekten küçük) meta üretimi içeren emektir. Emek türleri arasın­daki farklılaştırma, bu türlere bağlanmış belirli roller yaratılması yoluyla güvence altına alınmıştır. Üretken (ücretli) emek önce­likle erişkin erkeğin/babanın, ikincil bir düzeyde de hanedeki di­ğer (daha genç) erişkin erkeklerin işi olmuştur. Üretken olmayan (geçime yönelik) emek ise öncelikle erişkin dişinin/annenin ve ikincil düzeyde diğer dişilerin, artı çocukların ve yaşlıların işidir. Üretken iş hane dışında, “işyeri”nde, üretken olmayan çalışma ise hane içinde yapılmaktadır.

Buradaki ayrım çizgisi kuşkusuz mutlak değildir, ancak, ta­rihsel kapitalizmde oldukça net ve zorlayıcı bir duruma gelmiş­tir. Cinse ve yaşa göre reel işbölümünün tarihsel kapitalizme ait bir buluş olmadığı ortadadır. En azından, bazı görevler için bi­yolojik gereklerin ve sınırlamaların (cinse bağlı sınırlamalar, ay­rıca yaşa bağlı sınırlamalar) varlığı nedeniyle, bu işbölümü bir olasılık her zaman var olmuştur. Hiyerarşik aile ve/ya da hane yapısı da kapitalizmin buluşu olmayıp, çoktan beri vardır.

Tarihsel kapitalizmde yeni olan, işbölümü ile emeğin değer­lendirilmesi arasındaki bağıntıdır*. Genellikle erkekler kadınlar­dan farklı (ve erişkinler, çocuklarla yaşlılardan farklı) işler yap­mış olabilirse de, tarihsel kapitalizmde erişkin ücretli erkek “ek­mek parası kazanan” olarak, erişkin ev işçisi kadın ise “ev kadı­nı” olarak sınıflandırılmıştır. Böylelikle, kendisi de kapitalist sistemin ürünü olan ulusal istatistikler derlenmeye başlandığın­da, tüm ekmek parası kazananlar iktisadi olarak etkin işgücün­den sayılmış, ama hiçbir ev kadını böyle sayılmamıştır. Cinsi- yetçilik böyle kurumlaşmıştır. Emeğin temeldeki bu farklılaştın- cı değerlendirilmesinin ardından, gayet mantıklı olarak, yasal ya da benzeri cins ayrım ya da ayrımcılık mekanizmaları gelmiştir.

Burada, uzatılmış çocukluk/ergenlik kavramı ile hastalığa ya da zayıflığa bağlı olmayan “emeklilik” kavramının da, tarihsel kapitalizmin doğmakta olan hane yapılarının özgül doğal sonuç­ları olduğunu kaydedebiliriz. Bu kavramlar sıkça, çalışmaktan bağışık tutulma yönündeki “ilerici” önlemler olarak anlaşılmış­tır. Oysa çalışmanın çalışmama olarak yeniden tanımlanması di­ye anlaşılmaları daha yerinde olur. Çocukların uygulamalı eğitim etkinliklerine ve emekli erişkinlerin çeşitli görevlerine bir tür “eğlenme” etiketi yapıştırılması ve böylece emek olarak kat­kılarının, “asıl” çalışmanın “ağırlığı”ndan kurtulmalarına uygun bir karşılık denerek değerden düşürülmesi yoluyla, yaralamaya bir de hakaret eklenmiştir.

Bu ayrımlar, ideoloji olarak, emeğin metalaştırılmasının yay­gın ama aynı zamanda sınırlı olmasına katkıda bulunmuştur. Ör­neğin, dünya ekonomisinde reel gelirlerinin (ya da tüm biçimler­de, toplam gelirlerinin) yüzde ellisinden fazlasını hane dışında ücretli çalışma yoluyla elde eden kaç hane olduğunu hesaplarsak, yüzdenin düşüklüğü karşısında sanırım çabucak şaşkınlığa düşe­riz; bu durum yalnızca önceki yüzyıllar için değil, kapitalist dün­ya ekonomisinin tarihsel gelişmesi boyunca yüzdenin sürekli bir artış göstermiş olması olasılığına karşın, bugün bile geçerlidir.

Bunu nasıl açıklayabiliriz? Çok zor olduğunu sanmıyorum. Ücretli emek kullanan üreticinin her zaman ve her yerde daha yüksek değil daha düşük ücret ödemeyi yeğleyeceği varsayımıy­la, ücretli işçilerin işi kabul etmede katlanabilecekleri düzeyin düşüklüğü, ömürleri boyunca içinde bulundukları hanenin türü­ne bağlı olmuştur. Çok basit bir anlatımla, aynı işi aynı etkililik düzeyiyle yapan ücretli işçilerden, ücret geliri yüzdesi yüksek bir hane halkına (buna proleter hane halkı diyelim) mensup ola­nının ücretli işi daha azına yapmayı açık bir biçimde akla aykırı bulacağı parasal eşik, ücret geliri yüzdesi düşük olan bir hane halkına (buna da yarı-proleter hane halkı diyelim) mensup ola- nmkinden yüksektir.

Kabul edilebilecek en düşük ücret eşiği adını verebileceğimiz bu eşikte görülen farkın nedeni, hayatta kalma ekonomisi ile ilgi­lidir. Proleter hane halkının öncelikle ücret gelirine bağımlı oldu­ğu durumlarda bu ücret, hayatta kalmanın ve yeniden üretimin gerektirdiği en az giderleri karşılamak durumundadır. Oysa üc­retlerin toplam hane gelirindeki payı daha küçükse, bireyin, hane gelirine, (çalışılan saatler cinsinden) reel gelirdeki oransal payın­dan daha az katkıda bulunan bir ücret karşılığında işi kabul etme­si genellikle akla uygun olmuş -bu arada ne de olsa, gerekli nakit paranın kazanılması (bu gereklilik genellikle yasal olarak daya­tılmıştır) sonucunu da vermiş- kabul etmemesi halinde o ücretli işin yerini daha da az gelir getiren işlerin alması gerekmiştir.

Bu durumda yarı-proleter hane halklarında olan şudur: Diğer reel gelir biçimlerini elde edenler -başka bir deyişle temelde kendi tüketimleri için ya da yerel pazarda satış için, ya da her ikisine de yönelik olarak evde üretim yapanlar-, ister hane hal­kının (her cinsten ya da yaştan) diğer mensuplan, isterse yaşa­mının diğer zamanlarında ücretli işçinin kendisi söz konusu ol­sun, kabul edilebilecek en düşük ücret eşiğini düşüren artıklar yaratmışlardır. Böylelikle, ücretli olmayan çalışma bazı üretici­ler için, işçiye daha düşük ücret ödeyerek kendi üretim maliyet­lerini düşürme ve kâr maıjlanm artırma olanağı sağlamıştır. Bu durumda genel bir kural olarak ücretli işçi çalıştıran her işvere­nin, kendi işçileri proleter hanelerden çok yarı-proleter haneler­de yer alsın istemesi şaşırtıcı değildir. Şimdi zaman-mekân bo­yunca tarihsel kapitalizmin genel ampirik gerçekliğine bakarsak ücretli işçilerin, yarı-proleter hanelerden çok proleter hanelerde yer aldığının en çok elde edilen istatistik değer olduğunu hemen bulgularız. Sorunumuz zihinsel olarak birden baş aşağı dönmüş­tür. Proleterleşmenin varlık nedenlerini açıklama noktasından, proleterleşme sürecinin neden böylesine eksik kaldığını açıkla­ma noktasına gelmiş olduk. Şimdi daha da ileri gitmek zorunda­yız: Peki neden proleterleşme oldu?

Dünyada artan proleterleşmenin, birincil olarak girişimci ta­bakalardan gelen toplumsal-siyasal baskılara bağlanabileceğinin çok kuşkulu olduğunu hemen söyleyeyim. Tam tersine. Bu ko­nuda ayaklarını sürümelerine yol açan pek çok güdüleri olmuşa benzemektedir. En başta, az önce de ileri sürdüğümüz gibi, verili bir bölgede önemli sayıda yarı-proleter hane halkının proleter hane halkına dönüşmesi ücretli işçi çalıştıran işverenlerin ödedi­ği en az reel ücret düzeyini yükseltme eğiliminde olmuştur. İkin­cisi, artan proleterleşmenin ileride tartışacağımız siyasal sonuç­lan olmuş, bu sonuçlar hem işverenler için olumsuz hem de kü­mülatif olmaları nedeniyle verili coğrafi-iktisadi bölgelerdeki ücret-maaş düzeylerini eninde sonunda daha da yükseltici bir rol oynamıştır. Gerçekten de, ücretli işçi çalıştıran işverenler prole­terleştirme konusunda öylesine isteksiz olmuştur ki, cinse/yaşa göre işbölümünü güçlendirmenin yanısıra, kendi istihdam kalıp­ları içinde ve siyasal alandaki etkileme gücü yoluyla, tanımlan­mış etnik grupların kabul edilmesini özendirerek bu gruplan iş­gücü içinde, yaptığı işe karşılık reel ücret düzeyleri farklı olan özgül rollere bağlamaya da çalışmıştır. Etniklik, yarı-proleter hane yapısı kalıplannı pekiştiren kültürel bir kabuk yaratmıştır. Bu tür bir etnikliğin doğuşunun emekçi sınıflar için siyasal ba­kımdan da bölücü bir rol oynaması, işverenler için siyasal bir özendiririyse de, bu sürecin başta gelen itici gücü olmamıştır düşüncesindeyim.

Bununla birlikte, tarihsel kapitalizmde zaman içinde proleter­leşmenin nasıl olup da artış gösterdiğini anlayabilmemiz için, içerisinde çok sayıda özgül üretim etkinliği yer alan meta zincir­leri konusuna dönmemiz gerekiyor. Kendimizi, “piyasa”nın, ilk üretici ile nihai tüketicinin yüz yüze geldiği yer olduğu biçimin­deki basitleştirici imgeden kurtarmalıyız. Kuşkusuz bu tür pazaryerleri var ve hep oldu. Ancak, tarihsel kapitalizmde bu tür­den pazaryeri işlemleri, tüm işlemler içinde küçük bir yer tut­muştur. İşlemlerin çoğu, uzun bir meta zinciri içinde yer alan iki ara üretici arasındaki değiş tokuş biçimindedir. Alıcı kendi üre­tim süreci için bir “girdi” satın almaktadır. Satıcı ise “yan ma­mul bir ürün”, yani, doğrudan kişisel tüketime yönelik olan ni­hai kullanım açısından henüz yan mamul durumunda bir ürün satmaktadır.

Bu “ara piyasalar”da verilen fiyat mücadelesi, alıcı açısından, meta zinciri boyunca önceki tüm emek süreçlerinden elde edil­miş olan kârın bir kısmını satıcıdan koparma çabasını temsil et­miştir. Belirli bir mekân-zaman bağlantısı içinde mücadeleyi be­lirleyen elbette ki arz ve taleptir, ancak, hiçbir zaman tek başına değil. Bir kere, kuşkusuz, arz ve talebin tekelci kısıtlamalar yo­luyla çekip çevrilebilmesi söz konusudur ve bu durum istisnai olmaktan çok olağan durum olmuştur. İkinci nokta, satıcının, bağlantı noktasındaki fiyatı dikey tümleşme yoluyla etkileyebil- mesidir. “Satıcı” ve “alıcı” gerçekte nihai olarak aynı firmaysa fiyatla mali ve diğer bakımlardan istendiği gibi oynanmış, ama böyle bir fiyat hiçbir zaman arz ile talebin etkileşmesini yansıt­mamıştır. Tıpkı “yatay” tekel gibi dikey tümleşme de seyrek de­ğildir. En göze çarpar örneklerini yakından biliyoruz: on altıncı yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar, imtiyazlı şirketler; on do­kuzuncu yüzyılın büyük ticarethaneleri; yirminci yüzyılın çoku­luslu şirketleri. Bunlar belli bir meta zincirine olabildiği kadar çok halka sığdırmaya çalışan bütünsel yapılardır. Ama bir zin­cirde yalnızca birkaç (hatta iki) halkayı kapsayan daha küçük di­key tümleşme örnekleri daha da yaygın olmuştur. Tarihsel kapi­talizmde istatistik olarak en çok elde edilen değerin, satıcıyla alıcının gerçekten ayrı ve çıkar çatışması içinde olduğu meta zincirlerinde yer alan “piyasa” bağlantılarından çok dikey bağ­lantılar olduğunu öne sürmek akla uygun görünmektedir.

Meta zincirleri ise coğrafi yönleri bakımından rasgele oluş­mamıştır. Zincirlerin tümü haritalara çizilse, biçim bakımından merkezcil olduklarını görürdük. Çıkış noktalan çok sayıda, buna karşılık varış noktalan birkaç alanda birleşme eğilimindedir. Başka bir deyişle, meta zincirleri kapitalist dünya ekonomisinin çevrelerinden merkezlerine doğru gitme eğilimindedir. Ampirik gözlem olarak bu durumun yadsınması güçtür. Asıl sorun neden böyle olduğudur. Meta zincirlerinden söz etmek, kapitalizmin tarihsel gelişmesi boyunca işlevsel ve coğrafi bakımlardan gitgi­de daha yaygın, eşanlı olarak da gitgide daha hiyerarşik bir du­rum alan, geniş kapsamlı bir toplumsal işbölümünden söz etmek demektir. Üretim süreçlerinin yapısındaki bu mekân hiyerarşik­leşmesi, dünya ekonomisinin merkez ve çevre bölgeleri arasında yalnızca bölüşüm ölçütleri (reel gelir ve yaşam düzeyleri) açı­sından değil, daha da önemlisi, sermaye birikiminin yerleri açı­sından görülmemiş büyüklükte bir kutuplaşmaya yol açmıştır.

Başlangıçta, sürecin başladığı sıralar, mekân farklılaşmaları az mekân temelinde uzmanlaşma derecesi sınırlıydı. Oysa kapi­talist sistemde, (ister çevrebilimsel, ister tarihsel nedenlerle) var olan farklılaşmalar her ne olursa olsun büyütülmüş, güçlendiril­miş ve kemikleştirilmiştir. Süreç içinde yaşamsal olan nokta ise fiyatların belirlenmesine zorun karışmasıdır. Piyasa işlemlerinde taraflardan birinin kendi fiyatını artırmak için zora başvurması elbette ki kapitalizmin buluşu değildir. Eşitsiz değiş tokuş eski bir uygulamadır. Tarihsel bir sistem olarak kapitalizm bakımın­dan dikkati çeken, eşitsiz değiş tokuşun hangi yolla gizlenebildi- ğidir; gerçekten de gizleme öylesine iyi yapılmıştır ki sistemin açık muhalifleri bile mekanizmanın işleyişini örten perdeyi sis­temli bir biçimde kaldırmaya ancak beş yüz yıl sonra başlayabil­miştir.

Bu temel önemdeki mekanizmayı gizlemenin püf noktası biz­zat kapitalist dünya ekonomisinin yapısında, kapitalist dünya sistemindeki (hepsi de sınırsız sermaye birikimine yönelik tüm­leşik üretim süreçleriyle dünya çapında bir toplumsal işbölümü oluşturan) ekonomi alanıyla (her biri kendi yargı alanı içindeki siyasal kararlar konusunda özerk sorumluluk taşıyan ve otoritesi için destek olarak emrinde silahlı kuvvetler bulunduran sözde ayrı egemen devletlerden oluşmuş) siyasal alanın görünüşte bir­birinden ayrılmasında yatmaktadır. Reel tarihsel kapitalizm dün­yasında, büyüklüğü ne olursa olsun hemen tüm meta zincirleri devlet sınırlarım aşmış durumdadır. Bu durum yeni bir buluş da değildir. Tarihsel kapitalizmin ta başlangıcından itibaren böyle olmuştur. Üstelik, meta zincirlerinin çokulusluluğu, yirminci yüzyılın kapitalist dünyası için olduğu kadar, tanımlayıcı bir biçimde, on altıncı yüzyılın kapitalist dünyası için de doğrudur.

Bu eşitsiz değiş tokuş nasıl işlemiştir? Metalar, ya karmaşık bir üretim işleminin (geçici) kıtlığı ya da mam militari * yaratı­lan yapay kıtlıklar nedeniyle piyasada ortaya çıkan herhangi bir reel farklılaşmadan yola çıkarak, bölgeler arasında, daha az “kıt” mal bulunan bölgenin, mallarını başka bölgelere, zıt yönde hare­ket eden eşit fiyatlı mallardan daha fazla bir reel girdi (fiyat) ifa­de edecek biçimde “satması” yoluyla hareket etmiştir. Gerçekte olup biten, üretilmekte olan toplam kârın (ya da artığın) bir kıs­mının bir bölgeden diğerine aktarılmasıdır. Bu tür bir ilişki mer- kez-çevre oluş ilişkisidir. Genişletirsek, yitiren bölgeye “çevre”, kazanan bölgeye de “merkez” diyebiliriz. Bu adlar gerçekte ikti­sadi akışların coğrafi yapısını yansıtmaktadır.

Karşımıza hemen, tarihsel olarak eşitsizliği artırmış olan bazı mekanizmalar çıkıyor. Bir meta zincirindeki herhangi iki halka­da “dikey tümleşme”nin söz konusu olduğu tüm durumlarda top­lam artığın eskisinden daha büyük bir kısmının merkeze doğru kaydırılması olanaklı olabilmiştir. Artığın merkeze kaydırılması sermayeyi de orada yoğunlaştırmış ve daha fazla makineleşme için daha büyük oranda parayı kullanılabilir kılmış, bu iki nokta­nın ikisi de, merkez bölgelerdeki üreticilere var olan ürünlerle il­gili ek rekabet üstünlükleri getirmiş ve süreci yenileyebilecekle­ri, az bulunan yeni ürünler yaratmalarına olanak sağlamıştır.

Sermayenin merkez bölgelerde yoğunlaşması, pek çok yetisi arasında çevre bölgelerindeki devlet çarklarının göreli olarak za­yıflamasını ya da zayıf kalmasını sağlamak da bulunan göreli olarak güçlü devlet çarkları yaratılması için gerekli mali temeli ve siyasal itilimi yaratmıştır. Merkezler böylelikle, söz konusu çevre devlet yapılarına, meta zinciri hiyerarşisinde alt düzeyler­de yer alan işlerde daha fazla uzmanlaşmayı kabul ederek hatta geliştirerek kendi topraklarında işçileri düşük ücretle çalıştırmaları ve işçilerin yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak uygun hane yapılan yaratmalan (güçlendirmeleri) yönünde baskı yapa­bilmiştir. Tarihsel kapitalizm, dünya sistemi içindeki farklı böl­gelerde dramatik farklılıklar gösteren, tarihsel ücret düzeyleri denen ücret düzeylerini gerçekte böyle yaratmıştır.

Bu sürecin gizlenmiş olduğunu söylüyoruz. Bununla kastetti­ğimiz, uygulamada fiyatlann her zaman dünya piyasasında kişi­sellikten uzak iktisadi güçler temelinde pazarlık konusu ediliyor gibi görünmüş olmasıdır. Değiş tokuşta eşitsizliği sağlamak için, kendisini açıkça göstermeyen (yer yer, savaşlarda ve sömürgeci­likle açıkça kullanılan) dev boyutlu güç aygıtının her alışverişte ayrı ayrı yardıma çağnlması gerekmemektedir. Güç aygıtı yal­nızca, var olan eşitsiz değiş tokuş düzeyine önemli bir meydan okuma yöneldiğinde devreye girmektedir. Dünyadaki girişimci sınıflar, sıcak çatışma geçer geçmez, dünya ekonomisinin belli bir arz, ve talep noktasına tarihsel olarak nasıl ulaştığını ve tam o noktada dünya işçilerinin ücret düzeylerindeki ve reel yaşam dü­zeylerindeki “geleneksel” farklılaşmalan hangi güç yapılannın desteklemiş olduğunu görmezlikten gelip ekonominin yalnızca arz ve talep ölçüleriyle işlediğini öne sürebilmektedir.

Şimdi, nasıl olup da proleterleşme olabildi sorusuna dönebili­riz,, Tek tek girişimcilerin kişisel çıkarlan ile tüm kapitalist sınıf- lann kolektif çıkarlan arasındaki temel çelişkiyi anımsayalım. Eşitsiz değiş tokuş, tanımı gereği bu kolektif çıkarlara hizmet et­miş, ancak pek çok bireysel çıkara hizmet etmemiştir. Dolayı­sıyla, verili bir zamanda çıkarlanna ilk elde hizmet edilmemiş olanlar (rakiplerinden daha az kazanmalan nedeniyle) bir şeyle­rin kendi lehlerine dönmesi için sürekli olarak çaba göstermiştir. Başka bir deyişle, kendi üretimlerini daha etkin kılmak ya da kendi lehlerine yeni tekelci üstünlükler yaratmak amacıyla siya­sal etkilerini kullanmak yoluyla piyasada daha başarılı bir bi­çimde rekabet etme çabası göstermişlerdir.

Kapitalistler arası sıcak rekabet tarihsel kapitalizm için her zaman differentia specifica(ayırt edici özellik)  olmuştur. Bu rekabetin gönüllü ola­rak (kartel benzeri düzenlemelerle) sınırlandırılmış göründüğü durumlarda bile sınırlandırmanın başlıca nedeni, rakiplerden her birinin bu yöntemin kendi maıjlanm en iyi duruma getireceğini düşünmesidir. Sınırsız sermaye birikimine dayanan bir sistemin hiçbir mensubu, kendi kendisini yok etme rizikosuna girmeden, süregelen bu uzun vadede kârlılık itilimini bırakamamıştır.

Böylelikle, tekelci uygulamalar ve rekabet güdüsü tarihsel kapitalizmin ikiz bir gerçekliği olmuştur. Bu koşullarda üretim süreçlerini birbirine bağlayan hiçbir özgül kalıbın istikrarlı ola­mayacağı açıktır. Tam tersine: Verili zaman-yerlerin özgül kalı­bını değiştirmeye çalışmak ve böyle bir davranışın genel etkile­rine ilişkin kısa vadeli kaygılar duymamak, rekabet içindeki çok sayıda girişimcinin her zaman çıkarına olacaktır. Adam Smith’in “görünmez el”i, “piyasa”nın bireysel davranışa kısıtlamalar koy­ması anlamında kuşku götürmez bir biçimde geçerli olmuştur, ama bunun sonucunun uyum olduğu biçimindeki bir tarihsel ka­pitalizm okuması çok tuhaf olurdu.

Sonuç daha çok, yine ampirik gözlemle, bir bütün olarak sis­temde sırayla birbirinin yerini alan bir büyümeler ve durgunluk­lar çevrimine benzemektedir. Çevrimler, sistemin işleyiş meka­nizmasının özünde bulunmadıklarına inanılmasını çok güçleşti­recek derecede büyük ve düzenli dalgalanmalar getirmiştir. Bun­lar, benzetme yerindeyse, kapitalist organizmanın temizleyici oksijeni içine çekip zehirli atıkları dışarı veren soluk alma me­kanizmaları gibidir. Benzetmeler her zaman tehlikeli olmakla birlikte buradaki özellikle yerinde görünüyor. Biriken atıklar yu­karıda açıklanan eşitsiz değiş tokuş süreci yoluyla ve yeniden yeniden siyasal kabuk bağlayan iktisadi verimsizliklerdir. Te­mizleyici oksijen ise, meta zincirlerinin düzenli bir biçimde ye­niden yapılandırılmasının olanak verdiği daha etkin (daha da çok sermaye birikimine olanak vermesi anlamında etkin) kaynak dağılımıdır.

Aşağı yukarı her elli yılda bir gerçekleşmişe benzeyen şey, gitgide daha çok girişimcinin meta zincirlerindeki en kârlı bağ­lantıları ele geçirmek için çaba göstermesiyle, bir ölçüde yanıltıcı bir biçimde aşırı üretim diye söz ettiğimiz yatırım oransızlık­larının ortaya çıkmasıdır. Oransızlıkların tek çözümü, üretim sisteminde daha düzenli bir dağılım sonucu veren büyük düzen­lemeler olmuştur. Bu durum mantıklı ve basit görünmekle bir­likte, döküntüleri her zaman kitlesel olmuş, her seferinde meta zincirlerindeki en tıkalı halkalarda iyice yoğunlaşan operasyon­lar anlamına gelmiştir. Operasyonlar hem bazı girişimcilerin hem de bazı (işi bırakan girişimciler ya da birim üretim başına maliyetleri azaltmak amacıyla daha çok makineleşme yoluna gi­den girişimciler tarafından çalıştırılan) işçilerin saf dışı edilme­sini getirmiş:ir. Bu tür kaydırmalar girişimcilere meta zinciri içindeki hiyerarşide “kademe indirme” operasyonları gerçekleş­tirme olanağı sağlamış, böylelikle yatırım fonlarını ve çabaları­nı, zincir içindeki, başlangıçta “daha kıt” girdiler sunmaları açı­sından daha kârlı olan yenilikçi halkalara ayırabilmişlerdir. Be­lirli süreçlerin, hiyerarşi skalasında bulundukları kademeden “indirilmesi” genellikle coğrafi olarak kısmi bir yeniden konum- landırmaya da yol açmıştır. Bu gibi coğrafi yeniden konumlan- dırmalar içinde en çekici biçimlerden biri, ilgili sanayi dalının taşındığı bölge açısından genellikle bazı işçi kesimleri için ücret düzeylerinde yükselme anlamına gelse bile, emek maliyetlerinin daha düşük olduğu alanlara taşınmadır. Şu anda dünya otomo­bil, çelik ve elektronik sanayilerinde tam da böyle dünya çapın­da, kitlesel bir yeniden konumlandırma yaşamaktayız. Yeniden konumlandırma görüngüsü baştan beri tarihsel kapitalizmin ay­rılmaz bir parçası olmuştur.

Yeniden düzenlemelerin üç büyük sonucu vardır. Bunlardan biri kapitalist dünya sisteminin kendisini coğrafi bakımdan, sü­rekli olarak yeniden yapılandırmasıdır. Bununla birlikte, meta zincirlerinin yaklaşık her elli yılda bir önemli ölçüde yeniden yapılandırılmasına karşın, hiyerarşik olarak örgütlenmiş meta zincirleri sistemi alıkonmuştur. Hiyerarşinin üst kademelerine yeni üretim süreçleri sokuldukça belirli üretim süreçleri aşağı kademelere taşınmıştır. Belirli coğrafi bölgeler de durmadan ka­yan hiyerarşik süreç düzeylerine sahne olmuştur. Böylelikle, ve­rili ürünler için, merkez ürünü olmalarından başlayıp sonuçta çevre bölge ürünü durumuna gelmeleri biçiminde “ürün çevrim­leri” oluşmuştur. Bundan başka, verili yerler de, sakinlerinin gö­reli refahı bakımından iniş çıkışlar göstermiştir. Ancak, bu gibi yeniden düzenlemelere “gelişme” denebilmesi için önce siste­min genel kutuplaşmasında azalma olduğunun kanıtlanması ge­rekir. Ampirik olarak bu durum düpedüz gerçekleşmemişe ben­zemektedir; daha çok, kutuplaşmanın tarihsel olarak artması söz konusudur. Öyleyse coğrafi ve ürünsel yeniden konumlandırma- lar için gerçek bir çevrimsellikten söz edilebilir.

Bununla birlikte, yeniden düzenlemelerin ikinci ve oldukça farklı bir sonucu da olmuştur. Yanıltıcı sözcüğümüz “aşın üre­tim”, ilk eldeki ikilemin her zaman sistemin bazı kilit ürünlerine dünya düzeyinde yeterli fiili talep olmayışı yoluyla işlediği ol­gusuna dikkat çekmektedir. İşçilerin çıkarlan ile bir girişimciler azınlığının çıkarlan, bu durumlarda örtüşmüştür. İşçiler her za­man artık içindeki paylannı artırmaya çalışmış, sistemin iktisadi kopukluk anlan işçiler açısından sık sık, sınıf mücadelesini sür­dürmek için hem dolaysız özendiriciler hem de bazı ek fırsatlar sağlamıştır. İşçiler için, reel geliri artırmanın en etkili ve en do­laysız yollanndan biri kendi emeğinin gitgide daha çok metalaş- ması olmuştur. İşçiler genellikle, hane halkının üretime yönelik işleri içinde düşük reel gelir getiren kısımlann, özellikle çeşitli küçük meta üretimi türlerinin yerini ücretli emeğin almasına ça­lışmıştır. Proleterleşmenin arkasında yatan başlıca güçlerden biri dünya işçilerinin kendileri olmuştur. Dünya işçileri, sömürünün nasıl yan-proleter hanelerde tam proleter hanelere göre çok daha fazla olabildiğini genellikle, kendisini işçilerin sözcüsü ilan et­miş aydınlardan daha iyi anlamıştır.

Durgunluk zamanlarında bazı mülk sahibi üreticiler, kısmen işçilerden gelen siyasal baskıların sonucu olarak kısmen de üre­tim ilişkilerindeki yapısal değişikliklerin rakip mülk sahibi üreti­ciler karşısında kendi yararlarına olacağı inancıyla, bir yerlerde­ki sınırlı bir işçi kesiminde proleterleşmeyi artırmak amacıyla gerek üretim gerekse politika alanlarında güçlerini birleştirmiş­tir. Uzun vadede kapitalist dünya ekonomisindeki kâr düzeyleri­nin düşmesine yol açmış olan proleterleşmenin, nasıl olup da arttığına ilişkin başlıca ipucunu, bu süreç vermektedir.

Tarihsel kapitalizmin motorundan çok sonucu olan teknolojik değişme sürecini bu bağlam içinde düşünmemiz gerekir. Her bü­yük teknolojik “yenilik”, öncelikle “kıt” oluşuyla hayli kârlı olan yeni ürünlerin, ikincil olarak da emekten tasarruf sağlayan sü­reçlerin yaratılmasıdır. Büyük teknolojik yenilikler, çevrim içe­risinde iniş dönemlerine verilen birer karşılık, sermaye birikimi sürecine hizmet edecek “buluşlara” birer el koyma yöntemidir. Yeniliklerin sık sık fiili üretim örgütlenmesini etkilediğinde kuş­ku yoktur. Tarihsel olarak pek çok iş sürecinin (fabrika, montaj zinciri) merkezileşmesi yönünde etkide bulunmuşlardır. Ancak, gerçekleşen değişiklik miktarının abartılması tehlikesi vardır. Fiziksel üretim görevlerinin yoğunlaşması süreçleri genellikle, merkez-dışılaştırma süreçlerinin karşı etkisi göz önüne alınma­dan araştırılmıştır.

Çevrimsel yeniden düzenlemenin üçüncü sonucunu da tablo­ya eklediğimizde, bu nokta özellikle doğruluk kazanmaktadır. Daha önce sözünü ettiğimiz iki sonuç bakımından görünürde açıklanması gereken bir paradoks olduğuna dikkat edilmelidir. Bir yandan, tarihsel dağılım kutuplaşmasında sermaye birikimi­nin kesintisiz yoğunlaşmasından söz ettik. Aynı zamanda, kâr düzeylerini fiilen düşürdüğünü ileri sürdüğümüz yavaş, ancak sürekli bir proleterleşme sürecinden söz ettik. Burada kolay çö­zümlerden biri düpedüz birinci sürecin İkincisinden büyük oldu­ğunu söylemektir ki doğrudur da. Ancak, buna ek olarak, şimdi­ye değin artan proleterleşmenin kâr düzeylerinde yol açtığı dü­şüş, ters yönde işleyen başka bir mekanizma tarafından fazlasıy­la giderilmiştir.

Tarihsel kapitalizm konusunda kolayca yapılacak bir başka ampirik gözlem, coğrafi yerinin zaman içinde durmadan genişle­miş olmasıdır. Burada da yine, sürecin açıklanmasında en iyi ipucu, hızı olmaktadır. Tarihsel kapitalizmin toplumsal işbölü­müne yeni yeni bölgelerin girmesi bir anda olmamıştır. Birbirini izleyen genişlemeler kapsam bakımından sınırlı görünse de, dö­nemsel sıçramalar halinde gerçekleşmiştir. Açıklama kuşkusuz kısmen tarihsel kapitalizmin bizzat kendisinin teknolojik geliş­mesinde yatıyor. Taşımacılık, iletişim ve silahlanma alanlarındaki gelişmeler, merkezden gitgide daha uzak bölgelere girilmesini gitgide daha az pahalı kılmıştır. Ama bu açıklama bize çok çok, süreç için gerekli olan ancak yeterli olmayan bir koşul sağlıyor.

Zaman zaman, açıklamanın kapitalist üretim kârlarım gerçek­leştirmek için sürekli olarak yeni pazar aranmasında yattığı öne sürülmüştür. Ancak, bu açıklama da, tarihsel olgularla uyuşmu­yor. Tarihsel kapitalizmin dışında kalan alanlar, bütünü itibariy­le, kısmen kendi iktisadi sistemleri bakımından “gereksinme” duymamaları, kısmen de satın alacak güçleri olmaması nedeniy­le, tarihsel kapitalizmin ürünlerinin isteksiz alıcıları olmuşlardır. Elbette bunun istisnaları vardır. Ama genel olarak, dış alanlar kapitalist dünyanın değil, kapitalist dünya dış alanların ürünleri­nin peşinde olmuştur. Ne zaman askeri yollarla belirli yerler ele geçirilse, kapitalist girişimciler şaşmaz bir biçimde oralarda ger­çek pazarlar bulunmadığından yakınarak sömürge yönetimleri yoluyla “beğeni yaratma” işlemlerine girişmişlerdir.

Pazar peşinde açıklaması düpedüz tutmuyor. Düşük maliyetli işgücü arayışı, çok daha savunulabilir bir açıklama. Dünya eko­nomisinin bünyesine katılan her yeni bölgede, dünya sisteminin ücret düzeyi hiyerarşisinde en altta yer alan reel ücret düzeyleri­nin yerleştiği, tarihsel bir olgudur. Bu bölgelerde tam proleter­leşmiş hane hemen hiç yoktur, geliştirilmesi de hiç özendirilme- miştir. Tersine, sömürge devletlerinin (ve yeni katılan bölgeler­deki, resmen sömürge olmayan, yeniden yapılandırılmış yan- sömürge devletlerin) politikaları tam da, yukarıda gördüğümüz gibi, ücret düzeyi eşiğini olabilecek en alt düzeyde tutmayı ola­naklı kılan yarı-proleter hanelerin ortaya çıkışını desteklemek üzere tasarlanmış gibidir. Devlet politikalan genel olarak, tam proleterleşme olanağını hatın sayılır ölçüde azaltan bir biçimde, hane mensuplannın hareketliliğine sınırlamalar getirilmesi ya da zorla aynlmalan ile, bir miktar ücretli işe girmelerini zorunlu kı­lan vergi mekanizmalarından oluşan bileşimler gerektirmiştir.

Bu çözümlemeye, dünya kapitalizm sisteminin bünyesine ye­ni katılımlann, dünya ekonomisindeki durgunluk dönemleriyle bağıntılı olma eğilimine ilişkin gözlemi eklersek, dünya siste­mindeki, yarı-proleterleşmeye yöneltilmiş yeni işçileri bünyesi­ne katan coğrafi genişlemenin, kâr azaltıcı artan proleterleşme sürecini dengelemeye yaradığı açıkça ortaya çıkıyor. Görünüşte­ki paradoks böylece yok oluyor. Yeni bölgeler katılmasının ku­tuplaşma sürecine etkisi, en azından şimdiye değin, proleterleş­menin etkisiyle eş, belki de daha fazladır. Fabrika benzeri iş sü­reçleri ise denklemin durmadan büyüyen paydası göz önüne alındığında, bütünün yüzdesi olarak genellikle öne sürülenden daha az büyümüştür.

Tarihsel kapitalizmin dar anlamdaki ekonomi alanında nasıl işlediğini betimlemeye epey zaman ayırmış olduk. Şimdi kapita­lizmin tarihsel bir toplumsal sistem olarak neden ortaya çıktığını açıklamaya hazınz. Bu nokta, genellikle düşünüldüğü kadar ko­lay değil. Tarihsel kapitalizm daha ilk bakışta, bazı savunucula- nnın öne sürmeye çalıştığı gibi “doğal” bir sistem olmak şöyle dursun, açıkça saçma bir sistemdir. Daha fazla sermaye üretmek amacıyla sermaye üretilmektedir. Kapitalistler, ayak değirme­ninde daha da hızlı koşmak için gitgide daha hızlı koşan beyaz fareye benziyor. Bu süreç içinde kuşkusuz bazı insanlar iyi yaşı­yor, ama diğerleri yoksul yaşıyor; peki, iyi yaşayanlar ne kadar ve nereye kadar iyi yaşayacak?

Bu nokta bana üzerinde ne kadar düşündüysem o kadar saç­ma gelmiştir. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun önceki ta­rihsel sistemlere göre maddi açıdan öznel ve nesnel olarak daha az iyi durumda olduğuna inanmamın yanı sıra, ileride göreceği­miz gibi, siyasal olarak da daha az iyi durumda olduğunun savu­nulabileceğini düşünüyorum. Hepimiz bu tarihsel sistemin moda ettiği, haklılığı kendinden menkul ilerleme ideolojisiyle öylesine dolmuşuz ki bu sistemin büyük sayıda tarihsel olumsuzluklarım kabul etmekte bile zorlanıyoruz. Kari Marx gibi kararlı bir suç­layıcısı bile tarihsel kapitalizmin tarihsel olarak oynadığı ilerici role büyük ağırlık vermiştir. “İlerici” sözü yalnızca, tarihsel ola­rak daha sonra gelen ve kökenleri kendisinden önceki bir şeyle açıklanabilen anlamında kullanılmadığı sürece, ben buna hiç inanmıyorum. Tarihsel kapitalizmin daha sonra yeniden ele ala­cağım bilançosu belki karmaşık bir bilançodur, ancak, maddi mal bölüşümü ve eneıji tahsisi açısından ilk hesap benim gö­zümde gerçekten çok olumsuzdur.

O zaman, böyle bir sistem neden ortaya çıktı? Belki tam da bu amaca ulaşmak için. Bir sistemin kökeninin gerçekte ulaşıl­mış olan amaca ulaşmak olarak açıklanabileceğini ileri süren bir akıl yürütme doğrultusundan daha akla yakın ne olabilir? Mo­dem bilimin bizi ereksel neden aramaktan ve her tür yönelmişlik düşüncesinden (özellikle ampirik kanıtlanışının böylesine içsel bir biçimde zor olması nedeniyle) vazgeçirdiğini biliyorum. Ama bildiğimiz üzere modern bilimle tarihsel kapitalizm sıkı bir ittifak içinde olmuştur; dolayısıyla bilim otoritesinden tam da bu sorunda, modern kapitalizmin kökenlerini bilme tarzı sorununda kuşkulanmalıyız. Bu nedenle burada tarihsel kapitalizmin kö­kenlerine ilişkin tarihsel bir açıklamayı, böyle bir tartışma için ampirik bir temel geliştirme girişiminde bulunmaksızın yalnızca ana hatlarıyla vereceğim.

On dördüncü ve on beşinci yüzyılların dünyasında Avrupa, dünyanın öteki bölgelerine oranla, üretim güçleri, tarihsel siste­minin tutarlılığı ve insan bilgisinin göreli durumu açılarından or­talarda -ne bazı bölgeler kadar ileri, ne daha başka bölgeler ka­dar ilkel- olan bir toplumsal işbölümü yeriydi. Avrupa’nın kül­türel ve iktisadi bakımlardan en “ileri” alt bölgelerinden birin­den gelen Marco Polo’nun, Asya yolculuklarında rastladıkları karşısında epeyce ezildiğini unutmamalıyız.

O dönemde feodal Avrupa ekonomi alanı çok temelden, içten gelen ve toplumsal temellerini sarsan bir bunalımdan geçiyordu. Avrupa egemen sınıflan birbirini büyük oranda yok ederken toprak sistemi (iktisadi yapısının temeli), eski standartlara göre çok daha eşitlikçi bir dağılım yönünde hatırı sayılır bir yeniden düzenlemeyle çözülüyordu. Bu arada küçük köylü çiftçiler üreti­ci olarak büyük bir verimlilik gösteriyordu. Siyasal yapılar genel olarak zayıflıyor, siyasal bakımdan güçlü olanların kendi arala­rında yok edici mücadelelere dalmaları, halk kitlelerinin artan gücünü bastırmak için vakitlerinin azaldığı anlamına geliyordu. Katoliklik ideolojik dolgu olarak büyük gerilim altındaydı ve bizzat Kilise’nin içinde eşitlikçi hareketler doğuyordu. Gerçek­ten de pek çok şey paramparça oluyordu. Avrupa gitmekte oldu­ğu yola devam etseydi yüksek bir düzeyde yapılandırılmış “res­mi sınıflar” sistemiyle feodal Ortaçağ Avrupası kalıplarının bir daha pekiştirilebilmesi düşük bir olasılıktı. Feodal Avrupa top­lumsal yapısının, aristokrasileri daha da yere seren ve siyasal ya­pıları merkezdışılaştıran, bir göreli olarak eşit küçük ölçekli üre­ticiler sistemine doğru evrimleşmesi daha olasıydı.

Bu iyi mi kötü mü, kimin için iyi kimin için kötü olurdu konu­su kurgusal bir konu ve pek ilgi çekici değil. Ama böyle bir pers­pektifin Avrupa’nın üst tabakalarını dehşete düşürdüğü, özellikle ideolojik zırhlarının da dağılmakta olduğunu hissetmeleri bakı­mından, dehşete düşürüp ürküttüğü açıktır. 1650’nin Avrupa- sı’yla 1450’nin Avrupası’m karşılaştırdığımızda, kimsenin böyle bir girişimi bilinçli olarak söze döktüğünü öne sürmeksizin, şun- lann gerçekleşmiş olduğunu görebiliyoruz: 1650’ye gelindiğin­de, yaşayabilecek bir toplumsal sistem olarak tarihsel kapitaliz­min temel yapılan kurulmuş ve pekiştirilmiş durumdaydı. Ni­metlerden yararlanmanın eşitlikçileştirilmesi yönündeki eğilim tümüyle tersine dönmüştü. Üst tabakalar siyasal ve idelojik ba­kımlardan denetimi bir kez daha sıkı bir biçimde elinde tutuyor­du. 1450’de yüksek tabakadan olan ailelerle 1650’de yüksek taba­kadan olanlar arasında yeterince yüksek bir süreklilik düzeyi var­dı. Üstelik, 1650’nin yerine 1900 konursa, 1450 ile olan karşılaş­tırma sonuçlarının yine geçerli olduğu bulunacaktır. Göreceği­miz üzere, tarihsel kapitalizm sisteminin dört-beş yüzyıllık ser­pilmeden sonra, sonunda yapısal bunalıma girdiğini gösteren bir işaret olarak, farklı yönde, önem taşıyan birtakım eğilimler an­cak yirminci yüzyılda belirebilmiştir.

Bu niyeti kimse dile getirmiş olamaz, ama olay kesinlikle, toplumsal bir sistem olarak tarihsel kapitalizmin yaratılmasıyla üst tabakaların korktuğu bir eğilimin kökünden tersine çevrilme­si ve bu eğilimin yerine üst tabakaların çıkarlarına daha çok hiz­met eden bir toplumsal sistem kurulması olarak görünüyor. Çok mu saçma? Yalnızca, kurbanı olanlar için.

Tarihsel Kapitalizm | Her Şeyin Metalaştırılması: Sermaye Üretimi – Immanuel Wallerstein

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments