Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerRandevu | Adger Allen Poe

Randevu | Adger Allen Poe

Orada beni bekle! O yankılı vadide Mutlaka buluşacağım seninle.
(Chichester Piskoposu Henry King’in karısının ölümü üstüne yazdığı ağıt.)

Talihsiz ve gizemli adam! Sen ki kendi hayal gücünün parlaklığıyla afalladın, gençliğinin alevleri arasına düştün! Hayalimde seni tekrar görüyorum!
Bir kez daha önümde duruyor siluetin! Olduğun ah olduğun gibi değil soğuk vadide ve gölgelerin arasında değil – olman gerektiği gibi – o bulanık hayaller şehrinde, kendi Venedik’inde (o ki yıldızların sevgili cennetidir denizdeki, ve Rönesans tarzı saraylarının pencereleri aşağı, denizin sessiz sularına derin ve acı bir ifadeyle bakar) muhteşem, derin düşüncelerle bir ömrü harcarken.
Evet! Tekrarlıyorum olman gerektiği gibi. Bu dünyadan başka dünyalar da var şüphesiz – çoğunluğun düşüncelerinden başka düşünceler – sofistin spekülasyonlarından başka spekülasyonlar. Senin davranışlarını kim sorgulayacak peki? Kim vizyonlar içinde geçen saatlerinden dolayı suçlayacak seni, ya da aslında senin sonsuz enerjinin taşkınları olan o uğraşları kim yaşamın harcanması olarak kötüleyecek?
Bahsettiğim kişiyle üçüncü ya da dördüncü kez Venedik’te, Ponte di Sospiri adlı kapalı, kemerli geçitte buluştum. O buluşmanın ayrıntılarını iyi anımsayamıyorum.
Yine de -ah! Nasıl unutabilirim ki!- derin gece yarısını, iç Çekişler Köprüsü’nü, kadın güzelliğini ve dar kanal boyunca gidip gelen Aşk Ruhu’nu anımsıyorum. Son derece kasvetli bir geceydi. Piazza’daki büyük saat İtalyan akşamının beşinci saatini ilan ediyordu. Çan Kulesi Meydanı sessiz ve boştu. Eski Dük Sarayı’ndaki ışıklar hızla sönüyordu. Piazetta’dan Büyük Kanal yoluyla evime dönüyordum.
Ama gondolum San Marco kanalının ağzının önüne yaklaşırken iç taraflarından gelen yabanıl, isterik, uzun bir kadın çığlığı gecenin sessizliğini bozdu. Sesten irkilerek ayağa fırladım: Gondolcununsa tek küreği elinden kaydı ve kürek zifiri karanlıkta gözden kayboldu. Bu yüzden kendimizi büyük kanaldan küçüğe doğru giden akıntıya bırakmak zorunda kaldık. İç Çekişler Köprüsü’ne doğru yavaşça, dev ve sivri tüylü bir kondor gibi sürüklenirken, Dük Sarayı’nın pencerelerinde ve merdivenlerinde bir anda yanan bin meşale bütün o koyu karanlığı morumsu ve doğaüstü bir güne dönüştürdü.
Annesinin kolları arasından kayan bir çocuk görkemli binanın üst kat penceresinden derin ve loş bir kanala düşmüştü. Sakin sular kurbanını usulca yutuvermişti; ve her ne kadar görünürdeki tek gondol benimki olsa da, birçok gürbüz yüzücü şimdiden suya dalmış yüzeyde boşu boşuna o hazineyi aramaktaydı. Ama heyhat! O şimdi ancak dipsizliğin içinde bulunabilirdi. Sarayın girişindeki siyah mermerden geniş kaldırım taşlarının üstünde, suyun birkaç basamak yukarısında, o sırada gören kimsenin asla unutamayacağı bir figür durmaktaydı. Marchesa Aphrodite’ti bu – Venedik’teki herkesin hayran olduğu neşelinin neşelisi – herkesin güzel olduğu bir yerdeki en hoş kadın – ama yine de yaşlı ve garip Mentoni’nin karısı ve şimdi çamurlu suların derinliklerinde, onun tatlı okşamalarını acı acı düşünen ve minik yaşamını ona seslenme çabalarıyla tüketen o güzel çocuğun, ilk ve tek çocuğunun annesi.
Tek başına duruyordu. Küçük, çıplak ve gümüş gibi beyaz ayaklan altındaki mermerin kara aynasında parlıyordu. Balo için yaptırılmış ve henüz tamamen çözülmemiş olan saçları klasik bir güzelliğe sahip başının etrafında terü-taze bir sümbülünkine benzeyen buklelerle, bir elmas sağanağının arasında kıvrım kıvrım toplanmıştı. Zarif bedenini neredeyse yalnızca kar beyazı, tülbent gibi bir elbise örtüyordu. Ama yaz ortası ve gece yarısı havası sıcak, ağır, durgundu ve o heykel gibi formun hareketleri üstünden Niobe’nin üstündeki ağır mermer gibi sarkan, o adeta buğudan elbisenin kıvrımlarını bile kıpırdatmıyordu.
Ancak -ne tuhaf!- iri, ışıltılı gözleri aşağı, en parlak umudunun gömülü yattığı o mezara değil – çok daha farklı bir tarafa dönüktü! Eski Cumhuriyet’in hapishanesinin tüm Venedik’teki en görkemli bina olduğunu düşünürüm ama bu bayan tek çocuğu aşağıda boğulurken ona nasıl böylesine sabit gözlerle bakabiliyordu? O karanlık, kasvetli yer yatak odasının penceresinin tam karşısında yer alıyordu – gölgelerinde – mimarisinde – sarmaşık kap­lı ve muhteşem pervazlarında – Marchesa di Montini’nin daha önce bin kez görmemiş olduğu ne olabilirdi? Saçma! – Böyle bir zamanda gözün, çatlak bir ayna gibi, kederinin görüntülerini büyültüp onu yanı başında olduğu halde sayısız uzak yerde aradığını kim anımsamaz ki?
Marchesa’nın birkaç basamak üstünde ve su kapısının kemerinin altında, tamamen giyinmiş halde, bir satiri andıran Mentoni durmaktaydı. Bazen gitarını tıngırdatıyor, arada sırada çocuğunun bulunması için talimatlar verirken ölüme karşı kayıtsız gibi görünüyordu. Ben şahsen sersemlemiş ve dehşetten donakalmış haldeydim ve çığlığı ilk duyduğumda geçtiğim dik duruşu koruyor, kımıldayamıyordum. Bembeyaz kesilmiş yüzüm ve kaskatı uzuvlarımla, aralarından o cenaze gondoluyla geçerken heyecan içindeki bu insanlar için hayaletsi ve meşum bir görüntü teşkil etmiş olmalıyım.
Bütün çabalar boşa çıktı. Aramaya katılanların en enerjiklerinden pek çoğu çabalarını azaltıyor, kasvetli bir kedere yenik düşüyordu. Çocuk için pek az umut varmış gibi görünüyordu;  çocuğun durumu anneninkinden ne kadar çok ümitsizdi!) ama şimdi, daha önce Eski Cumhuriyet hapishanesinin bir bölümünü oluşturan ve Marchesa’nın kafesli penceresinin önündeki o karanlık yerin içinden, pelerine sarınmış biri ışığın altına çıktı, baş döndürücü yüksekliğin kenarında bir an durduktan sonra kanala daldı. Bir an sonraysa kollarında hâlâ yaşayan, nefes alan çocukla mermer kaldırım taşlarının üstünde, Marchesa’nın yanında duruyordu. Su çekip ağırlaşmış olan pelerini çözülüp ayaklarının dibine düşünce, hayretler içinde bakan seyirciler ortaya o zamanlar Avrupa’nın büyük kısmında meşhur olan bir delikanlının zarif figürünün çıktığını gördüler.
Kurtarıcı tek kelime etmedi. Ama Marchesa! Şimdi çocuğunu alacak – bağrına basacak – minik gövdesine tutunup okşamalara boğacak. Heyhat! Onu yabancıdan bir başkasının kolları alıyor – onu bir başkasının kolları usulca uzaklara, saraya götürüyor! Ve Marchesa! Dudağı – güzel dudağı titriyor:
Gözlerinde yaşlar birikiyor – Pliny’nin kenger otu gibi “yumuşak ve neredeyse sıvı” olan gözlerinde. Evet! O gözlerde yaşlar birikiyor – ve bakın! Kadın ruhuyla birlikte tepeden tırnağa titriyor ve heykel canlanmaya başlıyor! O mermer çehrenin solukluğuna, mermer göğüslerin dolgunluğuna, mermer ayakların kusursuzluğuna birden kontrol edilemez, kızıl bir dalganın yayıldığını görüyoruz. Zarif bedeni hafifçe titriyor, Napoli’de hafif bir esintinin salladığı, çimenlerin arasındaki parlak, beyaz zambaklar gibi.
O kadın neden kızarsın! Bunun yanıtı yok – bir anne kalbinin telaşı ve dehşetiyle yatak odasından çıkarken minik ayaklarına terliklerini giymeyi ihmal etmiş, o elbiseyi de Venedikli sırtına, ait olduğu yere geçirmeyi tamamen unutmuş olması dışında. Böyle kızarmasının başka ne sebebi olabilirdi? – O vahşi, çekici bakışlarının? O hızla inip kalkan göğüsteki sıradışı telaşın? – O titreyen elin ihtilaçlı baskısı mı? – O el ki, Mentoni saraya girerken kazayla yabancının eline dokundu. Bayanın ona aceleyle veda ederken söylediği o anlamsız sözlerin alçak – tuhaf bir şekilde alçak tonunun sebebi ne olabilirdi? “Sen kazandın-” dedi, veya suların mini tısı beni yanılttı – “sen kazandın – gündoğumun-dan bir saat sonra – buluşacağız – öyle olsun!”
Kargaşa dindi, sarayın içindeki ışıklar söndü ve şimdi tanıdığım yabancı, kaldırım taşlarının üstünde tek başına durdu. Anlaşılmaz bir heyecanla titriyor ve etrafına bakıp bir gondol arıyordu. Ona en azından benimkini sunmalıydım.
Bu nezaketimi kabul etti. Su kapısından bir kürek temin ettikten sonra birlikte evine gittik. Yolda kendisini hızla toparladı ve daha önceki tanışıklığımızdan büyük bir sıcaklıkla bahsetti.
Bazı konularda ayrıntıcı olmayı severim. Yabancının vücudu -ondan böyle bahsedeyim, çünkü dünya için hâlâ bir yabancıydı- yabancının vücudu bu konulardan biri. Boy olarak uzundan çok kısa sayılırdı: Ancak bazı yoğun tutku anlarında bedeni irileşiyor, bu iddiayı yalanlıyordu. Gövdesinin hafif, neredeyse ince simetrisi, daha tehlikeli durumlarda çabasızca sergilediği bilinen o Her-kül gücünden çok iç Çekişler Köprüsü’nde sergilediği ani eyleme hazırlığı vaat ediyordu. Bir tanrının ağzı ve çenesiyle – benzersiz, vahşi, iri, berrak, gölgeleri saf eladan yoğun ve parlak bir siyaha kadar değişen gözlerle – ve gür, kıvırcık siyah saçlarla, altlarında ara sıra ışıl ışıl, fildişi gibi parıldayan çok geniş alnıyla yüz hatları, belki de İmparator Commodus’un mermerden olanları dışında gördüklerimin en klasik anlamda muntazam olanıydı. Yine de çehresi bütün insanların yaşamlarının bir döneminde gördüğü ve bir daha da görmediği simalardandı. Hafızaya yerleşecek özel – yerleşik bir ifadesi yoktu. Görülüp hemen ardından unutulan bir çehreydi – ama belirsiz ve hiç bitmeyen bir anımsama hissini uyandıran bir unutuştu bu. Her ani tutkunun ruhunun herhangi bir vakitte belirgin imgesini o yüzün aynasına düşürmemesinden de değildi bu – o aynada, ayna benzerinde tutku kaybolunca hiçbir izin kalmamasındandı. Maceralı gecemizin sonunda ayrılırken benden, ısrarcı olduğunu düşündüğüm bir tavırla, onu ertesi sabahın çok erken bir saatinde ziyaret etmemi istedi.
Bu yüzden gündoğumundan hemen sonra, Rialto civarında, Büyük Kanal’ın suları üstünde yükselen o kasvetli ama fantastik görkeme sahip yapılardan biri olan Palazzo’suna gittim. Geniş, yılankavi, mozaikli bir merdivenden çıkarılıp benzersiz ihtişamı açık kapıdan gerçek bir parıltıyla taşan, beni hazdan körelten, başımı döndüren bir daireye götürüldüm.
Tanışımın zengin olduğunu biliyordum. Servetinin öyle çok olduğu söyleniyordu ki, bunun gülünç bir abartı olduğunu iddia ettiğim zamanlar bile olmuştu.
Ama çevreme bakarken Avrupa’daki herhangi birinin servetinin gücünün etrafımda yanan ve parıldayan, şahane görkemi karşılamaya yetebileceğini sanmıyordum.
Dediğim gibi, güneş yükselmişti, ama oda hâlâ ışıl ışıl aydınlatılıyordu.
Bundan ve arkadaşımın yüzündeki bitkin ifadeden bir önceki gece hiç uyumamış olduğu sonucuna varıyorum. Dairenin mimarisindeki ve süslemelerindeki açık hedefin göz kamaştırmak ve şoke etmek olduğu açıktı. Teknik açıdan uyum olarak adlandırılan şeye ya da ulusal niteliklere dekorasyonda çok az önem verilmişti. Nesneden nesneye bakarken insanın gözü hiçbirine takılmıyordu
–        ne Yunan ressamların grotesklerine, ne İtalya’nın en iyi döneminden heykellere, ne de eğitimsiz Mısırlıların dev oymalarına. Odanın her yerindeki şatafatlı perdeler kaynağı belirsiz, hafif, melankolik bir müziğin titreşimleriyle sallanıyordu. Tuhaf, kıvrımlı tütsülerden yükselen karmaşık ve birbirine zıt, hoş kokular zümrüt yeşili ve menekşe rengi, titreşen, oynayan sayısız alevle birleşip duyulara akın ediyordu. Yeni doğan güneşin ışınları her biri açık kırmızı tek bir cam tabakasından oluşan pencerelerden girip her şeyi aydınlatıyordu.
Doğal görkemin ışıkları kornişlerinden erimiş gümüş şelaleleri gibi akan perdelerden sağa sola bin bir akisle yansıyarak, en sonunda yer yer yapay ışıkla karıştı ve parlak, duru görünümlü, kızıl altın rengi bir halının üstünde donuk yığınlar halinde ağnayarak uzandı.
“HA! HA! HA! – HA! HA! HA!” – diye güldü ev sahibi, ben odaya girince bir koltuğu gösterip oturmamı işaret ederek ve bir kanepeye uzanarak. “Görüyorum ki,” dedi, böylesine tuhaf bir karşılamanın faienseance’ına hemen alışamadığımı görerek – “Görüyorum ki dairem sizi şaşkına çevirdi – heykellerim, tablolarım – mimari ve döşemecilikteki orijinal tasarımım – sarhoş oldunuz, değil mi? Görkemimden? Ama lütfen beni bağışlayın, (burada alçalan sesini sıcaklık bürüdü) zalim kahkahamı bağışlayın. Öyle şaşkın görünüyordunuz ki.
Hem bazı şeyler öyle komiktir ki insan ya gülmeli, ya da ölmelidir. Ölerek gülmek görkemli ölümlerin en görkemlisi olsa gerek! Sor Thomas More -mükemmel bir adamdı Sor Thomas More- Sör Thomas More gülerek öldü, anımsarsınız. Ravisius Textor’un Absürdlükhr’iinde de hayatları aynı muhteşem şekilde son bulan karakterlerin uzun bir listesi vardır. Ama biliyor musunuz,” dedi kendisini düşüncelere kaptırarak, “Sparta’da (şimdiki Palaeochori’de), Sparta’da, hisarın batısında, ayırt etmesi güç bir yıkıntılar kaosunun ortasında bir tür socle vardır ve üstündeki yazısı hâlâ okunabilmektedir. rEAAZMA’nın parçası oldukları şüphesizdir. Sparta’da binlerce farklı tanrıya adanmış binlerce tapınak ve mabet vardı. Diğerleri yıkılmışken Kahkaha sunağının ayakta kalmış olması ne tuhaf! Ama şu andaki durumda,” diye devam etti, sesini ve tavrını tuhaf bir şekilde değiştirerek, “sizinle eğlenmeye hakkım yok. Şaşırmakta haklısınız. Avrupa bunun kadar; küçük, muhteşem, özel odam kadar güzel bir şey üretemez. Diğer odalarım kesinlikle buna benzemez; yavan modanın abartılmış halleridirler o kadar. Bu modadan daha iyi, değil mi? Ama bunun görülmesi bile öfkelendirmeye yeter – buna ancak babalarından kalma tüm mirası harcayarak sahip olabilecek kişileri. Ancak böyle bir küstahlığa karşı tedbirimi aldım. Benimle uşağımın dışında, tek bir istisna haricinde, gördüğünüz şekilde döşendiğinden beri bu görkemli dairenin gizemlerinin içine ayak basmasına izin verilen tek insan sizsiniz!”
Başımı eğip anladığımı belirttim; çünkü görkemin, hoş kokuların ve müziğin yoğunluğu, beklenmedik hitap tarzı ve tavrıyla da birleşince, takdirimi bir iltifata dönüşebilecek bir şekilde ifade etmekten alıkoyuyordu beni.
“Burada,” diye devam etti, kalkıp koluma girerek ve dairenin içinde gezinerek, “burada Yunanlılardan Cimabuelilere ve Cimabuelilerden günümüze dek ressamların tabloları var. Gördüğünüz gibi çoğu sanatsal bir zevk anlayışına bağlı kalınmadan seçildi. Ancak hepsi de böyle bir odaya uygun resimler. Burada adı bilinmeyen dahilerin bazı başyapıtları da var – burada zamanlarında ünlenmiş, akademisyenlerin keskin zekasının sessizliğe ve bana terk ettiği insanların bitmemiş taslakları var.
Ne düşünüyorsunuz,” dedi, konuşurken ansızın bana dönerek -“Bu Madonna della Pietâ hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Bu Guido’nun!” dedim mizacımın tüm heyecanıyla, çünkü üstün güzelliğini dikkatle incelemekteydim. “Bu Guido’nun! – Bunu nasıl ele geçirebildiniz? – Venüs heykel için neyse bu da hiç tartışmasız resim için odur.”
“Ha!” dedi düşünceli bir sesle, “Venüs mü – güzel Venüs mü? – Medicili Venüs mü? Minik kafalı ve saçı yaldızlı Venüs mü? Sol kolun bir kısmı ve sag kolun tamamı (burada sesi öyle alçaldı ki, güç duyulur oldu) restorasyon. Bence o sağ kolun işvesinde tüm yapmacıklıkların özü yatıyor. Bana Canova’yı verin! Apollo’yu da! – Bu bir kopya – buna şüphe yok – Apollo’nun övüngen ilhamını göremeyen, kör bir aptalım ben! Antonius’u yeğlemekten – yardım edin bana, Antonius’u yeğlemekten kendimi alamıyorum. Heykeltıraşın heykelini mermer bloğunun içinde bulduğunu söyleyen Socrates değil miydi? O halde Michelangelo’nun şu beyti kesinlikle orijinal değil-
Non ha l’ottimo artista alcun concetto Che un marmo solo in se non circonscriva.
Gerçek centilmenlerin tavrında, bu farkın nerede olduğunu bir çırpıda tam olarak belirleyemesek de, bayağılık taşıyandan farklı bir yön olduğunun her zaman ayırdında olduğumuz söylenegelmiştir veya söylenmelidir. Bu sözün içeriğini tanışımın tavırlarına tüm gücüyle uygularken, o olaylı sabahta ahlaki mizacına ve karakterine daha da uygun olduğunu hissettim. Onu temelde diğer bütün insanlardan ayırır görünen o ruh tuhaflığını da en iyi şekilde – Persepolis’in tapınaklarının kornişlerindeki maskelerin gözlerinden kıvrılarak dışarı çıkan engerekleri andıran – en küçük eylemine bile etki eden – boş vakitlerini elinden alan – onun mutluluk patlamalarıyla iyice karmaşıklaşan yoğun ve sürekli bir düşünce alışkanlığı olarak tanımlayabilirim.
Ancak önemsiz konuları çabuk çabuk, uzun uzadıya açıklarken kullandığı iç içe geçmiş şakacı ve ağırbaşlı tondaki belli bir telaş havasını – eylemlerindeki ve konuşmasındaki sinirli bir aşırı tatlı dillilik halini – bana hep anlaşılmaz gelen ve bazen de endişelendiren huzursuz, heyecanlı tavırlarını ister istemez fark ediyordum. Ayrıca sık sık belli ki başını unuttuğu bir cümlenin ortasında durup büyük bir dikkatle, ya bir ziyaretçinin geldiği beklentisiyle ya da hayali seslere kulak kabartıyordu.
Bu hayallerin ya da zahiri dalgınlık duraksamalarının birinde, yanımdaki bir kanepenin üstünde duran, şair ve bilgin Politian’ın güzel trajedisi “Orfeo”nun (ilk yerli İtalyan trajedisi) bir sayfasını çevirirken kurşunkalemle altı çizili bir pasaja rastladım. Üçüncü perdenin sonlarında yer alan bir pasajdı bu – son derece heyecanlandırın bir pasajdı – saf değil lekeli bile olsa, hiçbir erkeğin yepyeni bir hissin heyecanını hissetmeden – hiçbir kadının iç geçirmeden okuyamayacağı bir pasajdı. Bütün sayfa taze gözyaşı lekeleriyle doluydu ve karşı sayfada aşağıdaki İngilizce dizeler vardı. Bunlar tanışımın karakterine öyle ters düşen bir yazıyla yazılmıştı ki, onun tarafından yazıldığını anlamakta zorlandım.
Sen benim için her şeydin, aşkım,
Ruhum yanardı özleminle-Sen denizde yeşil bir adaydın, aşkım,
Bir mabet ve bir çeşme,
Peri meyveleri ve çiçeklerle bezeli;
Ve tüm çiçekler benimdi.
Ah, uzun sürmeyecek kadar güzel rüya;
Ah, yıldızlı Umut Kararmak için doğmuşsa!
Gelecekten bir ses haykırsa da
“İleri!” diye – geçmişin (o loş, derin kanyonun!) üstünde Ruhum tereddütle uzanıyor,
Dilsiz, hareketsiz, donakalmış halde!
Çünkü heyhat! Heyhat! tükendi.
Benim için yaşamın ışığı.
“Bitti – bitti – bitti,” (Böyle diyor yaslı denizin sesi Kıyıdaki kumlara,)
Yıldırımı yiyen ağaç gonca vermez bir daha,
Vurulan kartal süzülmez gökyüzünde asla!
Şimdi bütün saatlerim translarla geçiyor;
Bütün gece düşlerimde Kara gözlerin bakıyor, Ve adımların parlıyor,
Semavi danslarla,
İtalyan deresinin yanında.
Yazıklar olsun! O lanetli zamana Seni büyük dalganın üstüne koydukları,
Aşktan çekip aldıkları ünvanlı yaşa ve suça,
Ve uğursuz bir yastıga-
Benden aldılar seni, benden ve sisli diyarımızdan,
Gümüşi söğüt ağlıyor orada!
Bu dizelerin İngilizce yazılmış olması -yazarın bildiğini sanmadığım bir dildi bu- beni pek şaşırtmadı. Başarılarının ve onları gözlerden gizlemekten aldığı tuhaf hazzın çok iyi bilincinde olduğumdan böyle bir keşif beni hayrete düşüremezdi. Ama şiirin yazıldığı yer, itiraf etmeliyim ki, beni epey şaşırttı. Orijinal olarak Londra’da yazıldığı belirtilmiş, sonra bunun üstü karalanmıştı – ancak dikkatli bir gözün okumasını engelleyecek kadar değil. Söylediğim gibi, bu beni epey şaşırttı; çünkü arkadaşımla yaptığım daha önceki bir konuşmada Londra’da herhangi bir zamanda Marchesa di Mentoni’yle (kendisi evliliğinden birkaç sene önce bu şehirde oturmuştu) tanışıp tanışmadığını özellikle sorduğumu çok iyi anımsıyorum; ve yanılmıyorsam bana verdiği cevaptan Büyük Britanya’nın başkentine hiç ayak basmadığını anlamıştım. Burada bahsettiğim kişinin İngiltere’de yalnızca doğmakla kalmayıp, eğitimini de orada gördüğünü birden fazla kişiden işittiğimi de belirteyim (ihtimal dışı bu kadar yön içeren bir habere inanmadım elbette).
“Bir tablo var ki,” dedi, benim trajediyi fark etmiş olduğumu anlamadan -“bir tablo var ki onu henüz görmediniz.” Ve bir örtüyü çekerek Marchesa Aphrodite’in tam boy bir portresini gözler önüne serdi.
İnsan sanatı onun insanüstü güzelliğini ancak bu kadar betimleyebilirdi. Bir önceki gece Dük Sarayı’nın merdivenlerinde, önümde durmuş olan o göksel figür tekrar karşımdaydı. Ama gülümsemeyle ışıl ışıl aydınlanmış yüzünde yine de güzellerin kusursuzluğunun ayrılmaz bir parçası olan (anlaşılmaz bir anormallik!) bir melankoli gizliydi yer yer. Sağ kolu göğsünün üstünde kıvrılmıştı.
Sol koluyla aşağıya, tuhaf şekilli bir vazoya işaret ediyordu. Tek bir küçük peri ayağı yere ancak dokunuyordu. Güzelliğini çevreler ve yüceltir gibi görünen parlak bir atmosferde hayal edilebilecek en narininden bir çift kanat havada belli belirsiz seçilmekteydi. Bakışımı tablodan arkadaşıma çevirdim ve Chapman’in Bussy D’Ambois’inin enerjik sözleri içgüdüsel olarak dudaklarımda titreşti:
“Ayakta duruyor
Orada bir Latin heykeli gibi! Ayakta duracak Mermere dönüştürene dek ölüm kendisini!”
“Gelin!” dedi en sonunda, üstünde fantastik lekeli kadehler ve portrenin önündekinin aynısı, Johannisbergerle dolu olduğunu düşündüğüm iki sıradışı büyük Etrüsk vazosunun durduğu bol emayeli, som gümüşten bir masaya dönerek. “Gelin!” dedi birden, “içelim! Vakit erken – ama içelim. Gerçekten de erken,” diye devam etti düşünceli bir şekilde, ağır altın çekiçli bir melaike daireyi gündoğumundan sonraki ilk saatle çınlatırken. – “Gerçekten de erken, ama ne önemi var ki? İçelim! Bu çiğ ışıklı lambaların ve tütsülüklerin bastırmaya can attığı şu vakur güneşi selamlayalım!” Ve, benimle kadeh kaldırdıktan sonra, birkaç kadeh şarabı arka arkaya çabucak içti.
“Düşlemek,” diye devam etti, tütsülüklerden birini kaldırıp yoğun ışığıyla o muhteşem vazolardan birini aydınlatırken — bağlantısız konuşmasının tonunu tekrar benimseyerek – “düşlemek hayatımın uğraşı oldu. Bu yüzden gördüğünüz gibi kendime bir düşler çardağı yaptım. Venedik’in göbeğinde daha iyisini yapabilir miydim? Evet, etrafınızda karmakarışık mimari süslemeler görüyorsunuz. Tufan öncesi motifleri lonya’nın iffetine ters düşüyor ve Mısır’ın sfenksleri altın halıların üstünde uzanıyor. Ama bu etki yalnızca ürkekler için bağdaşmazlık içeriyor. Yerlere ve özellikle de mekanlara uygunluk insanlığın görkem üstüne düşünmekten ödünün kopmasına sebep olan umacılardır. Ben bir zamanlar bir dekoratördüm: Ama o delilik yüceltisi ruhumu kara bir tabut örtüsüyle örttü. Şimdi bütün bunlar hedefime daha uygun. Bu arabesk tütsüler gibi, ruhum da alevler içinde kıvranıyor ve bu sahnenin deliryumu beni şimdi hızla gitmekte olduğum o gerçek düşler diyarının daha çılgınca vizyonlarına hazırlıyor.” Burada birden duraksadı, başını göğsüne eğdi ve duyamadığım bir sesi dinler göründü. En sonunda doğrularak yukarı baktı ve ağzından Chichester Piskoposu’nun dizeleri döküldü:- “Orada beni bekle! O yankılı vadide Mutlaka buluşacağım seninle.”
Ardından şarabın üstündeki etkisini itiraf ederek bir kanepeye boylu boyunca uzandı.
Şimdi merdivenden gelen hızlı ayak sesleri duyuluyordu ve bunu kapının gürültüyle çalınması izledi. Tam ikinci bir kargaşa beklerken Mentoni’nin evinden bir uşak odaya daldı ve, duygu yoğunluğundan dolayı boğuk çıkan titrek bir sesle, şu tutarsız sözleri söyledi: “Hanımım! – Hanımım! – Zehirlendi!
–        Zehirlendi! Ah güzel – ah güzel Aphrodite!”
Şaşkınlıkla kanepeye koşup uyuyan adamı uyandırmaya çalıştım. Ama uzuvları kaskatıydı – dudakları mosmordu – az önce ışıltılar saçan gözleri ölüme mıhlanmıştı. Sendeleyerek masaya doğru geriledim – elim çatlak ve kararmış bir kadehe değdi – ve korkunç gerçek ruhumda bir anda, bir şimşek gibi çaktı.

Randevu – Adger Allen Poe

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments