Fugu, Japonya’nın Pasifik kıyılarında avlanan bir balıktır. Annem bu balıktan yiyerek öldüğünden beri Fugu’nun benim için özel bir önemi var. Zehir, balığın cinsel salgı bezlerinde, kolayca zedelenebilen iki ince kesenin içinde bulunur. Balık temizlenirken bu iki kesenin dikkatle çıkarılması gerekir, çünkü en ufak bir dikkatsizlik sonucu zehir balığın damarlarına sızar… Ne yazık ki bu işlemin başarıyla yapılıp yapılmadığını söyleyebilmek kolay değildir. Bu işin kanıtı yemeğin sonunda ortaya çıkar. Annemin başına geldiği gibi.
Fugu zehirlenmesi çok acı verir; çoğunlukla ölümcüldür. Balık akşam yemeğinde yenmişse, acı uykusunda yakalar insanı. Kurban birkaç saat acıyla kıvranıp durur ve sabah olurken ölür. Bu balık Japonya’da savaştan sonra çok sevilir oldu. Sıkı kurallar uygulamaya konulana dek, bu tehlikeli kese çıkarma işlemini insanların kendi mutfaklarında yapıp komşularını ziyafete çağırmaları moda olmuştu.
Annem öldüğünde Kaliforniya’da yaşıyordum. O sıralar anne ve babamla ilişkilerim biraz gergindi; bu nedenle iki yıl sonra Tokyo’ya dönünceye kadar annemin ölümüne ilişkin ayrıntıları öğrenemedim. Annem hiç fugu yemezdi, fakat hatırını kıramadığı eski bir okul arkadaşının çağrısı üzerine bir seferliğine bozmuştu kuralını. Havaalanından eve giderken babam yolda anlattı bu ayrıntıları. Eve vardığımızda güneşli bir sonbahar günü sona eriyordu.
“Uçakta yemek yedin mi?” diye sordu babam. Çay odasında yerde oturuyorduk.
“Hafif bir yemek verdiler,” dedim.
“Aç olmalısın. Kikuko gelir gelmez yemeğe otururuz.”
Babam geniş, keskin hatlı çenesi ve çatık siyah kaslarıyla görünüşü heybetli bir adamdı. Şimdi geçmişe dönüp düşündüğümde onu Çu-En-Lay’a çok benzettiğimi anımsıyorum. Babam böyle bir benzetmeden hoşlanmazdı herhalde, çünkü ailedeki saf samuray kanından gurur duyardı. Karşılıklı konuşma ortamındaki genel görünüşü, insanın rahat bir biçimde konuşmasına cesaret veren türden değildi. Yorumladığı her şeyi konuşmaya nokta koyar havada söyleme huyu işi daha da zorlaştırırdı. Karşısında otururken o anda bir çocukluk anısı canlandı belleğimde: “Yaşlı bir kadın gibi dırdır ettiğim” için birkaç kez kafama vurmuştu. Konuşmamız havaalanından bu yana kaçınılmaz biçimde uzun suskunluklarla bölünüyordu. Bir süredir ikimiz de konuşmuyorduk.
“Şirketin başına gelenlere üzüldüm,” dedim. Düşünceli biçimde başını salladı.
“Aslında şirketin öyküsü orada bitmedi,” dedi, “şirket battıktan sonra Watanabe intihar etti. Onursuz yaşamak istemedi.”
“Anlıyorum.”
“On yedi yıldır ortaktık. İlke ve onur sahibi bir insandı. Çok saygı duyardım ona.”
“İş dünyasına geri dönecek misin?”
“Emekliliğimi yaşıyorum. Yeni girişimlere atılamayacak kadar yaşlıyım. Bugünlerde iş yaşamı çok farklı. Yabancılarla iş yapmak, onların yolunu izlemek… Bu noktaya nasıl geldik, anlamıyorum. Wa- tanabe de anlamamıştı.” İç çekti. “İyi adamdı, ilke sahibi bir insandı.”
Çay odası bahçeye bakıyordu. Çocukken hayaletli olduğuna inandığım eski kuyuyu oturduğum yerden, yeşillik katmanları arasından görebiliyordum. Güneş iyice alçalmış ve bahçenin büyük bir bölümünü gölgede bırakmıştı.
“Her neyse, eve dönmeye karar vermene sevindim,” dedi babam, “umarım kısa bir ziyaret olmaz bu.”
“Ne yapacağımı tam olarak bilemiyorum.”
“Öncelikle geçmişi unutmaya hazır olduğumu bilmeni isterim. Annen de hep geri gelmeni istemişti. Davranışın huzursuz etmişti onu.”
“İyi dileklerin için teşekkürler; dediğim gibi, ne yapacağımdan henüz emin değilim.”
“Düşündükçe aslında kötü niyetle hareket etmediğin kanısına vardım,” diye sürdürdü babam konuşmasını. “Bazı etkileşimler seni yolundan saptırdı; birçok gencin başına geldiği gibi.”
“Önerdiğin üzere bunları unutsak daha iyi.”
“Nasıl istersen. Biraz daha çay?”
Tam o sırada bir kız sesi yankılandı evin içinde.
“Sonunda Kikuko geldi,” dedi babam ayağa kalkarak.
Aramızda yaş farkı olmasına karşın, kız kardeşim ve ben her zaman birbirimize yakın olmuştuk. Beni yeniden görmek onu çok heyecanlandırmışa benziyordu, çünkü sinirsel bir kıkırdama atağına kapıldı bir süre. Fakat babam onu Osaka ve üniversite yaşamına ilişkin soru yağmuruna tuttuğunda biraz yatıştı. Kısa ve biçimci yanıtlar verdi sorulara. Sonra bana dönüp birkaç soru sordu, fakat soruların istenmeyen konulara yol açacağından korkarak sakınır gibi bir hali vardı. Az sonra karşılıklı konuşmalar Kikuko’nun gelişinden önceki dakikalara oranla daha da azaldı. Babam ayağa kalkarak, “Yemekle meşgul olmam gerekiyor,” dedi, “bu işler bana kaldı, bağışlayın. Kikuko ilgilenir seninle.”
Babam odadan çıkınca kız kardeşim görünür biçimde gevşedi. Birkaç dakika sonra Osaka’daki arkadaşlarından ve üniversitedeki derslerinden söz ederek dilediği gibi konuşuyordu. Sonra birden bahçede yürümemizi önererek verandaya doğru yürüdü. Orada, bir kenarda bırakılmış saman örgülü sandalları ayaklarımıza geçirip bahçeye çıktık. Güneş batmak üzereydi.
“Yarım saattir sigara için kıvranıp duruyorum,” dedi bir sigara yakarak.
“Neden içmedin öyleyse?”
Eve doğru bir el hareketi yaparken yaramazca sırıttı.
“Evet, anlıyorum,” dedim.
“Biliyor musun, bir erkek arkadaşım var artık.”
“Öyle mi?”
“Fakat ne yapacağım konusunda duraksıyorum. Henüz kararımı vermedim.”
“Anlaşılır bir durum bu.”
“Amerika’ya gitmek için planlar yapıyor. Ben üniversiteyi bitirince beni de götürmek istiyor.”
“Anlıyorum. Peki sen gitmek istiyor musun?”
“Gidersek birilerine takılacağız, yani otostop yapacağız.” Başparmağını salladı Kikuko. “Bunun tehlikeli olduğunu söylüyorlar, ama ben Osaka’da yaptım, bir şey olmadı.”
“Senin duraksamanın nedeni ne?”
“Osaka’da çok arkadaşım var. Orada yaşamaktan hoşlanıyorum. Bunların tümünü arkamda bırakıp gidebilir miyim, henüz bilmiyorum. Erkek arkadaşım Suichi’ye gelince, evet, hoşlanıyorum ondan, ama zamanımın çoğunu onunla geçirmeyi istediğimden emin değilim. Anlıyor musun?”
“Hem de çok iyi.”
Tekrar sırıttı, sonra önümden yürüyüp kuyuya varıncaya kadar ilerledi. Ben arkasından yetiştiğimde dönüp, “Bu kuyunun hayaletli olduğunu söylerdin, anımsıyor musun?” dedi.
“Evet, anımsıyorum.”
İkimiz de kenarından kuyunun içine baktık.
“Annem o gece gördüğün şeyin sebze pazarındaki yaşlı kadın olduğunu söylerdi bana,” dedi Kikuko, “fakat ben ona hiç inanmadım ve hiçbir zaman tek başıma gelmedim buraya.”
“Annem bana da aynı şeyi söylerdi. Hatta o yaşlı kadının o geceki hayaletin kendisi olduğunu kabullendiğini de söylemişti bana. Sözüm ona kestirmeden gitmek için bizim bahçeyi seçmiş. Bu duvarları aşarken epey zorlanmıştır herhalde.”
Kıkırdayarak güldü Kikuko, sonra kuyuya sırtını dönüp bakışlarını bahçede dolaştırdı.
“Annem seni hiç suçlamadı; biliyor musun?” dedi değişik bir ses tonuyla. Yanıt vermedim. “Seni iyi yetiştiremedikleri için kendilerini, yani kendisini ve babamı kusurlu bulduğunu söylerdi bana hep. Beni büyütürken daha dikkatli olduklarını, bu nedenle de benim çok iyi bir evlat olduğumu da anlatırdı.” O yaramaz sırıtması gene geri gelmişti yüzüne. “Zavallı annem,” dedi.
“Evet, zavallı annemiz.”
“Kaliforniya’ya dönecek misin?”
“Bilmiyorum; düşünmem gerek.”
“Kız arkadaşına ne oldu? Vicky’ye?”
“İlişkimiz hepten noktalandı,” dedim. “Kaliforniya’da pek bir şey kalmadı benim için.”
“Sence benim oraya gitmem gerekir mi?”
“Bilmem; neden olmasın? Orayı seversin herhalde.” Eve doğru baktım. “Az sonra içeri girsek iyi olur,” dedim, “babamın yardıma ihtiyacı olabilir.”
Fakat kardeşim bir kez daha kuyunun içine bakıyordu. “Hayalet falan göremiyorum,” dedi yankılanan sesiyle.
“Şirketin batması babamı sarstı mı?”
“Bilmiyorum. Kapalı kutudur babam, belli etmez.” Sonra birden doğruldu ve bana dönüp, “Yaşlı Watanabe’nin ne yaptığından söz etti mi sana?” dedi.
“Onun intihar ettiğini söyledi.”
“Hepsi bu değil, ailesini de götürdü yanında; karısını ve iki küçük kızını.”
“Sahi mi?”
“Hepsi uykudayken havagazını açmış, sonra da bir et bıçağı saplamış karnına.”
“Evet, babam az önce Watanabe’nin ilke sahibi bir adam olduğunu söylüyordu.”
“Hastalıklı bir düşünce,” dedi kardeşim kuyuya arkasını dönerek.
“Dikkat et! Kuyuya düşeceksin.”
“Hayalet falan yok bunun içinde; hep yalan söyledin bana.”
“Hayaletin kuyuda olduğunu söylemedim ki!”
“Nerede öyleyse?”
İkimiz de ağaçlara ve çalılara baktık. Bahçeye karanlık çökmek üzereydi. Birkaç metre ilerdeki küçük bir açıklığı gösterdim.
“İşte, tam orada görmüştüm.”
“Neye benziyordu?”
“İyi seçemedim, karanlıktı.”
“Fakat bir şey görmüş olmalısın.”
“Yaşlı bir kadındı; orada durmuş bana bakıyordu.”
İpnotize olmuş gibi o yere bakıyorduk.
“Beyaz bir kimono giymişti,” dedim, “saçının bir kısmı dağılmış, uçuşuyordu.”
Kikuko dirseğiyle koluma vurdu. “Sus artık! Gene beni korkutmaya çalışıyorsun.” Yere attığı sigarasına bastı; izmaritin üzerine çamların iğne yapraklarını ittirdi ayağıyla. O yaramaz sırıtmasını tekrar takınarak, “Yemek hazır mı, bakalım,” dedi.
Babam mutfaktaydı; bize şöyle bir bakıp yaptığı işi sürdürdü.
“Babamız tek başına yaşamaya başladığından bu yana iyi bir aşçı oldu,” dedi Kikuko gülerek. Babam döndü ve soğuk bakışlarla süzdü onu.
“Hiç de gururlandığım bir beceri değil bu,” dedi, “gel de yardım et.”
Kardeşim bir an hareketsiz kaldı, sonra ilerleyip bir çekmecede asılı duran bir önlüğü aldı.
“Sadece şu sebzeler pişecek, öbürleri tamam,” dedi babam. Sonra birkaç saniye bana baktı. Elindeki çubukları tezgâha bırakarak, “Umarım evi gezmek istersin,” dedi arkasından. “Görmeyeli epey oldu.”
Mutfaktan çıkarken dönüp Kikuko’ya baktım, fakat arkası dönüktü.
“İyi bir kız o,” dedi babam yavaşça.
Odadan odaya babamı izledim. Evin ne kadar büyük olduğunu unutmuştum. Kayar kapılar açılıyor, odalar ortaya çıkıyordu, boş odalar.
“Bu ev tek başına yaşayan biri için çok büyük,” dedi babam, “odaların çoğunu kullanmıyorum artık.”
Derken babam bir odaya daha girdi. Gazete ve kitaplarla doluydu burası. Duvarlarda tablolar, vazolarda çiçekler vardı. Odanın bir köşesinde, alçak bir masanın üzerindeki bir şey dikkatimi çekti; yaklaştığımda bunun çocukların yaptığı türden plastik bir savaş gemisi modeli olduğunu gördüm. Bir gazetenin üzerinde duruyordu. Çevresinde sağa sola açılmış irili ufaklı gri plastik parçaları vardı.
Babam güldü; masanın yanına gelip gemiyi eline aldı. “Şirketin batmasından bu yana çok boş zamanım oluyor,” dedi, tekrar güldü; bu kez biraz tuhaftı gülüşü. Bir an hoş bir durgunluk kapladı yüzünü. “Daha çok boş zaman.”
“Bu garip geliyor bana,” dedim, “sen her zaman çok meşgul biriydin.”
“Belki de gereğinden fazla meşgul biriydim,” dedi gülümseyerek bana bakarken, “belki de daha dikkatli bir baba olmam gerekirdi.”
Güldüm. Babam düşünceli bir tavırla bir süre daha gemi modeline bakmayı sürdürdü, sonra başını kaldırarak, “Sana söylemeyi düşünmemiştim, ama sanırım söylesem daha iyi olacak,” dedi. “Annenin ölümünün kaza olmadığına inanıyorum. Onun üzüldüğü çok şey vardı; bazı hayal kırıklıkları da.”
İkimiz de plastik gemi modeline bakıyorduk.
Sonunda, “Herhalde,” dedim, “annem sonsuza dek burada yaşayacağımı beklemiyordu.”
“Anlamadığın belli. Bazı ana babaların nasıl düşündüğünü anlamıyorsun. Olay sadece çocuklarından ayrı kalmaya katlanmak zorunda kalmaları değildir; bu zorunlu ise, kendilerinin anlamadığı şeyler yüzünden ayrı kalmayı tercih ederler.”
Savaş gemisini elinde evirdi, çevirdi. “Buradaki şu küçük gambotlar daha iyi yapıştırılabilirdi, değil mi, ne dersin?”
“Belki, bence iyi görünüyor.”
“Savaş sırasında bir süre buna benzer bir gemideydim. Oysa benim gözüm hep hava kuvvetlerindeydi. Şöyle düşünürdüm: Düşman gemimizi vurduğunda yapabileceğin tek şey suda çırpınıp kurtarılmayı beklemekti, fakat uçakta her zaman iş bitiren bir silah vardı.” Gemiyi masaya koydu. “Savaş yanlısı olduğunu sanmıyorum.”
“Hayır, savaş bir şey ifade etmiyor bana.”
Odaya göz atarken, “Yemek hazır olmalı,” dedi, “açsındır herhalde.”
Yemek, mutfağın yanındaki loş bir odada bekliyordu bizi. Tek ışık kaynağı masanın üzerinde asılı büyük bir lambaydı; odanın diğer köşeleri gölgede kalmıştı. Yemeğe başlamadan önce baş eğerek birbirimizi selamladık.
Çok az konuşuluyordu. Yemeğe ilişkin nazik bir yorum yaptığımda kardeşim kıkırdadı. Daha önceki sinirsel hali geri gelmiş gibiydi. Babam birkaç dakika konuşmadı; sonunda, “Ülkeye dönünce kendini bir garip hissetmiş olmalısın,” dedi.
“Evet, biraz.”
“Belki de Amerika’dan ayrıldığın için şimdiden pişmansın.”
“Biraz, fazla değil. Arkamda pek bir şey bırakmadım; sadece birkaç boş oda.”
“Anlıyorum.”
Babamın yüzüne baktım. Loş ışıkta taş gibi ve ürkütücü görünüyordu. Sessizlik içinde yemeyi sürdürdük.
Bu arada gözüm duvarda asılı bir fotoğrafa takıldı. Babamın omzunun üzerinden karanlığa bakıyordum.
“Şu fotoğraftaki kim? Beyaz kimonolu olan?”
Babam elindeki çubukları masaya bıraktı. Önce fotoğrafa, sonra bana baktı. “Annen,” dedi, “anneni tanıyamadm mı?”
“Annem mi? Karanlıkta iyi göremedim.”
Birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra Kikuko ayağa kalktı, fotoğrafı duvardan alarak elime verdi.
“Çok yaşlı görünüyor,” dedim.
“Ölümünden kısa bir süre önce çekilmişti,” dedi babam.
“Karanlıktı, iyi seçemedim.”
Babam elini uzattı. Fotoğrafı ona verdim; dikkatle baktı, sonra Kikuko’ya verdi. O da boyun eğercesine bir kez daha ayağa kalkarak fotoğrafı duvardaki yerine geri koydu.
Masanın ortasında kapağı henüz açılmamış büyücek bir kap duruyordu. Babam eğilip kapağını kaldırdı. Bir buhar bulutu çıktı ve kıvrılarak lambaya doğru yükseldi. Babam kabı bana doğru iterek, “Aç olmalısın,” dedi; yüzünün bir yanı gölgede kalıyordu.
“Teşekkür ederim,” diyerek çubuklarımla uzandım. Buhar elimi yaktı. “Nedir bu?”
“Balık.”
“Çok güzel kokuyor.”
Çorbanın içinde şerit biçiminde kesilmiş balık dilimleri vardı; neredeyse top olacak gibi kıvrım kıvrımdılar. Birini alıp kâseme koydum.
“Daha alsana, çok var.”
Biraz daha alıp kabı babama doğru ittim. Birkaç parça alıp kâsesine koyarken izledim onu. Sonra ikimiz de Kikuko’nun kendi kâsesine balık koymasını izledik.
Babam hafifçe başını eğdi. “Aç olmalısın,” dedi gene. Balıktan bir parça alıp yemeye başladı. Ben de bir parça seçip ağzıma götürdüm. Yumuşak ve hoş bir et dokusu duyumsadım dilimde.
“Çok güzel,” dedim, “ne balığı bu?”
“Sadece balık.”
“Çok lezzetli.”
Üçümüz de sessizlik içinde yemeyi sürdürdük. Birkaç dakika geçti.
“Biraz daha?”
“Yeterince var mı?”
“Hepimize yeter.” Babam kabın kapağını kaldırdı. Buhar bir kez daha yükseldi. Eğilip kâselerimize biraz daha aldık balıktan.
“Bu son parça,” dedi babam, “sen al.”
“Teşekkür ederim.”
Yemeği bitirdiğimizde babam doygun bir tavırla kollarını açarak gerindi. “Kikuko,” dedi, “çay yapsana.”
Kardeşim ona baktı; hiçbir şey demeden odadan çıktı.
Babam ayağa kalktı. “Burası sıcak oldu; yan odaya geçelim.”
Ben de ayağa kalkıp çay odasına geçerken onu izledim.
Büyük, kayar kapılar açık bırakıldığından bahçeden hafif bir esinti geliyordu. Bir süre sessizce oturduk.
“Baba,” dedim sonunda.
“Evet?”
“Kikuko bana Bay Watanabe’nin kendisiyle birlikte ailesinin de canına kıydığını söyledi.”
Babam başını eğerek gözlerini indirdi. Birkaç dakika düşünceye dalmış gibi durdu. Sonra, “Watanabe işine çok bağlıydı,” dedi, “şirketin batması çok sarstı onu. Sanırım bu olay onun düşünme yetisini zayıflattı.”
“Yaptığı hata mıydı sence?”
“Kuşkusuz hataydı. Sen aksini mi düşünüyorsun?”
“Hayır, elbette hayır.”
“İnsanın işi dışında başka şeyler de vardır.”
“Evet, öyle.”
Tekrar sessizlik çöktü. Bahçeden çekirgelerin sesi geliyordu. Karanlığa doğru baktım. Kuyu artık görünmüyordu.
“Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu babam. “Bir süre ülkede kalacak mısın?”
“Doğruyu söylemek gerekirse o kadar uzun vadeli düşünmedim.”
“Kalmak istersen, yani bu evde demek istiyorum, kapılar sana açık. Tabii yaşlı bir adamla birlikte oturmaya aldırmazsan.”
“Teşekkür ederim. Düşünmem gerek.”
Bir kez daha dışardaki karanlığa baktım.
“Fakat hiç kuşkusuz bu ev artık çok kasvetli,” dedi babam, “çok geçmeden Amerika’ya dönersin herhalde.”
“Belki; henüz bilmiyorum.”
“Kuşkusuz dönersin.”
Babam bir süre ellerinin üzerini inceledi, sonra başını kaldırıp iç çekti. “Kikuko baharda okulunu bitiriyor,” dedi, “belki o da eve döner. İyi bir kız o.”
“Belki de.”
“İşler yoluna girer o zaman.”
“Evet, eminim girer.”
Bir kez daha sessizlik çöktü. Kikuko’nun çaylarımızı getirmesini bekliyorduk.
Çeviri: Haluk ERDEMOL