Üretim tarzı tarafından belirlenen kapitalist yoğunlaşma, emekçi insan kitlelerinin de buna denk düşen bir yoğunlaşmasına neden olur. Marksizmin tüm devrimci tezlerinin kaynağı, yeni proleter yaşam tarzının koşulları, sınıf mücadelesi ve rekabetin doğurduğu kapitalist karışıklığın, burjuva yaşam tarzının yerini alacak olan yeni komünist düzenin koşullan, işte bu olguda aranmalıdır.
Genel kapitalist etkinlik alanında, emekçi, etkinliğini serbest rekabet alanında ortaya koyar, o, bir birey-yurttaştır. Ne var ki, mücadelenin başlangıç koşulları aynı anda herkes için eşit değildir. Özel mülkiyetin varlığı, toplumdaki belli bir azınlığa ayrıcalıklı koşullar sağlar ve mücadeleyi eşitsiz hale getirir. Emekçi, sürekli olarak en ölümcül tehlikelerle karşı karşıyadır. En temel düzeydeki varoluşu bile, kültürü, ailesinin yaşamı ve geleceği, emek pazarının beklenmedik sonuçları ile karşı karşıyadır. Böylece emekçi, rekabet ve bireycilik alanının dışına çıkmayı dener. Birlik ve dayanışma ilkesi, emekçi sınıfın kendi özü halini alır, işçi ve köylülerin psikolojisini ve davranışını değiştirir. Bu ilkenin cisimleştiği organlar ve kurumlar yaratılır; bunlar, üretim ve değişim araçlarının ortaklaştırılmasına giden tarihsel gelişim sürecinin başlangıcına temel olurlar.
Birleşme ilkesi, proleter devrimin temel özelliği olarak kabul edilebilir ve edilmelidir. Bu tarihsel eğilimin, önceki dönemde (1. ve 2. Enternasyonal dönemi ya da yandaş toplama dönemi diyebileceğimiz dönem) yarattığı sonuç, sendikaların ve sosyalist partilerin doğuşu ve gelişmesi olmuştu.
Ne varki, proleter kurumların ve genel olarak proleter hareketin bütününün gelişimi, özerk biçimde olmamıştı; sömürülen emekçi sınıfın yaşamında ve deneyinde ayrılmazcasına yeralan, kendine özgü yasalara göre olmamıştı. Tarihin yasaları, devlet olarak örgütlenmiş mülksahibi sınıf tarafından konulmuştur. Devlet her zaman tarihin başoyuncusu olmuştu, çünkü mülksahibi sınıfın gücü devletin dişlilerinde toplanır; mülksahibi sınıf, devletin bünyesinde rekabetin doğurduğu çatışmaların ve ayrılıkların ötesinde, kendini disipline sokar ve bir birlik biçiminde kendini örgütler; bunu yapmasının amacı, rekabetin en yüksek aşamasına varıncaya kadar, yani toplumun düzenlenmesi ve yönetilmesinde en başta gelen rolü, iktidarı elde etmek için verilecek, sınıf mücadelesine kadar, kendi ayrıcalıklı durumunun olduğu gibi kalmasını sağlamaktır.
Bu dönem içinde, proleter hareket, ancak kapitalist serbest rekabete bağlı olarak varoldu. Proleter kurumların, bir iç yasa değil de dış yasa sonucu, yani kapitalist rekabetten türeyen olayların ve dürtülerin müthiş baskısı altında değişik biçimler almaları gerekti. Proleter hareketin, doruğuna 2. Enternasyonal in iflasıyla ulaşan bütün önceki döneminin özelliği olan iç çatışmaların, sapmaların, arayışların, uzlaşmaların kaynağı budur.
Sosyalist ve proleter hareketin kimi akımları, işçilerin mesleki örgütlenişini devrimin temel özelliği olarak açıkça kabul etmişler ve bunu kendi propaganda ve eylemlerinin temeli kılmışlardı. Belirli bir zaman için, sendikalıst hareket marksizmin gerçek sözcüsü, gerçekliğin gerçek sözcüsü gibi göründü.
Sendikalizmin yanlışı şudur: Bugün sahip olduğu seçilmiş değil de zorla kabul ettirilmiş olan, dolayısıyla önceden görülebilen (kestirilebilen) ve değişmeyen bir gelişim çizgisi izleyemeyen rolü ve içinde bulunduğu biçimi ile sendikayı, kalıcı bir olgu, birleşme ilkesinin değişmez bir biçimi olarak kabul etmek. «Kendiliğindenci» liberal bir geleneğin başlatıcısı gibi kendini ortaya koymuş olan sendikalizm, gerçekte, jakoben ve soyut ruhun sayısız örtülerinden biriydi yalnızca.
Burdan da, Sosyalist Partiyi emekçi sınıfı devrim amacıyla eğitme görevine bağlayamamış olan sendikalist akımın yanlışları çıkar. Mülksahibi sınıf ile demokratik-parlamenter devletin, tarihin yasalarını belirledikleri tüm dönem boyunca, işçi ve köylüler, bu yasaların çerçevesinin dışına çıkma yolundaki tüm girişimlerin gülünç ve boşuna olduğunu hissediyorlardı. Sınai üretimin topluma kazandırdığı genel biçimlenme içinde, her insanın, ancak birey-yurttaş olarak, parlamenter demokratik devletin üyesi olarak davrandığı ölçüde yaşama etkin olarak katılabileceği ve bulunduğu ortamı değiştirebileceği kesindir. Liberal deney boşuna değildir, ve ancak, gerçekleştirildikten sonra aşılabilir. Siyasetin dışında olanların siyaset-dışılığı siyasetin bozulmasıdır yalnızca. Tıpkı devletin popüler kurumlarının (yani Parlamento ve belediyeler) kapsadığı o genel tarihsel harekete katılmak gibi Devleti yadsımak ve devletle savaşmak da siyasal bir olaydır. Siyasal eylemin niteliği değişir. Sendikalistler gerçekliğin dışında çalışıyorlardı, dolayısıyla, siyasetleri de temelde yanlıştı; parlamenter sosyalistler, olayların yüreğinde çalışıyorlardı, yanılabilirlerdi (hatta çok sayıda ve ağır yanlışlara da, düştüler), ama eylemlerine verdikleri anlamda yanılmadılar, ve işte bunun içindir ki «rekabet» te başarı kazandılar; geniş kitleler, yani müdahale ettiklerinde toplumsal ilişkileri nesnel olarak değiştiren kitleler, sosyalist parti çevresinde örgütlendiler. Tüm yanlışlarına ve zayıflıklarına rağmen, parti, son çözümlemede, görevini başardı: önceleri hiçbir şey olmayan proletaryayı birşey haline sokmak, ona bir bilinç vermek, kurtuluş hareketine, genel çizgileriyle, insan toplumunun tarihsel gelişim sürecine uygun düşen sağlam ve temel bir yöneliş kazandırmak.
Sosyalist hareketin en büyük yanlışı da sendikalistlerin yanlışının aynısıydı. İnsan toplumunun genel etkinliğine devlet içinde katılan sosyalistler temelde eleştirel, antitez özelliği taşıyan bir konumda bulunmaları gerektiğini unuttular. Gerçekliğe egemen olmak yerine, onun kendilerine egemen, olmasına izini verdiler.
Marksist komünistler, «doğurtma»(Doğurtma Cesk.t. istilat, fr. maieutiaue) Sokrates’in karşısındakine sorular sorarak onun ruhunda saklı bulunan tinsel güçleri ve bilgileri çekip çıkarma yöntemine -bunu annesinin ebelik sanatına benzeterek- verdiği ad.) diyebileceğimiz bir anlayışla (zihniyetle) nitelenmelidirler; eylemleri, burjuva rekabet yasaları tarafından belirlenmiş olayların akışına kendilerini bırakmaktan ibaret değildir, ama eleştirel bir bekleyiştir. Tarih sürekli bir oluştur, öyleyse özünde önceden görülemez. Ama bu, tarihin akışında herşeyin önceden görülemez olduğu, yani tarihin aynı zamanda hem özgürlük hem de gereklilik olduğu demek değildir. Kendi gelişimleri ve etkinlikleri içinde tarihi cisimleştiren kurumlar, bir ödev ve gerçekleştirmeleri gereken bir görevleri olduğu için doğmuş ve varlıklarını sürdürmektedir.
Maddi eşyaların üretiminde ve insanların zihinsel kavrayışında belirli nesnel koşullar ortaya çıktı ve gelişti. Mekanik doğaları nedeniyle neredeyse matematiksel olarak ölçülebilir kılınan bu nesnel koşullar değiştiğinde, insan toplumunu yöneten ve biçimlendiren ilişkilerin tümü de, insanların bilinç derecesi de değişir; toplumsal biçimleniş dönüşüme uğrar, geleneksel kurumlar yoksullaşırlar, amaçlarına uygun olmaktan çıkarlar, engelleyici ve zararlı olurlar. Eğer insan zekası tarihin akışında bir ritm, bir evrim bulamasaydı, uygarlığın yaşamı imkansız olurdu. Siyasal deha, bir gelişim süreci saptamaya yeterli ve gerekli, mümkün olduğu kadar çok sayıda somut öğeyi kavrayabilme, dolayısıyla yakın ya da uzak gelecek üzerinde öngörüde bulunabilme, bir devletin etkinliğini örgütleyebilme, böyle bir kuruma dayanarak bir halkın kaderini tehlikeye atabilme yetisi ile tanınır. Bu anlamda, Kari Marx hiç tartışmasız çağımızın en büyük siyasal dehasıydı.
Sosyalistler, kapitalist insiyatifin bir ürünü olan tarihsel gerçekliği, çoğu kez kölece, kabul ettiler. Liberal iktisatçıların düştükleri psikolojik yanlışın aynısına düştüler: Demokratik devletin kurumlarının kalıcılığına, (bu kurumların) temelde yetkin olduğuna inanmak. Onlara göre, demokratik kurumların biçimi düzeltilebilir, bir takım ufak değişiklikler getirilebilir, ama temelde (bu kurumlar) değiştirilmemelidir. Filippo Turati’nin Minos tarzı formülü (bu formüle göre, Parlamento ile Sovyet arasındaki ilişki, Site ile barbar sürü arasındaki ilişkinin aynısıdır) bu darkafalı kibirli anlayışa örnektir.
Günümüzdeki «devletin elegeçirilmesi» formülü, işte bu yanlış tarihsel oluş anlayışından, «budalaca» parlamentarist bir taktikten ve eskimiş bir uzlaşma pratiğinden kaynaklanmaktadır.
Rusya, Macaristan ve Almanya’nın devrimci deneyimlerinden sonra, sosyalist devletin kapitalist devletin kurumları içinde cisimleşemiyeceğine, ama proletaryanın tarihine oranla değilse bile, kapitalist devletin kuramlarına oranla temelde yeni bir yaratım olduğuna kesinlikle inanmış durumdayız. Kapitalist devletin kurumları serbest rekabete hizmet etmek amacıyla örgütlenmişlerdir, öyleyse (bu kurumların) etkinliklerini başka bir yöne çevirmek için personellerini değiştirmek yetersizdir. Sosyalist devlet henüz komünizm, yani dayanışma temelindeki bir ekonomik görenek ve bir pratiğin yerleştirilmesi değildir. Sosyalist devlet, özel mülkiyeti, sınıfları, ulusal ekonomileri ortadan kaldırarak rekabeti de ortadan kaldırma görevine sahip olan geçiş devletidir; bu görev parlarftenter demokrasi ile yerine getirilemez. «Devletin ele geçirilişi» formülünü işte şöyle anlamak gerekir; Proleter sınıfın birleşmeden edindiği deneyden doğan yeni tip bir devletin yaratılışı ve parlamenter-demokratik devletin yerinin bu yeni devlet tarafından alınması.
Böylece başlangıç noktamıza geri dönmüş oluyoruz. Günümüzden önceki dönemin proleter ve sosyalist hareketinin kurumlarının özerk bir biçimde değil de, kapitalizmin egemen yasalarına bağımlı olan insan toplumunun genel biçimlenişinin sonuçlan olarak geliştiklerini söyledik. Savaş, sınıf mücadelesinin stratejik koşullarını altüst etti. Kapitalistler güçlü konumlarını yitirdiler, özgürlükleri kısıtlandı, iktidarları ortadan kalktı. Kapitalist yoğunlaşma, dünya çapında üretim ve mübadele tekeli yaratarak, gelişmesinin hiçbir zaman ulaşamadığı en yüksek noktasına erişti. Proleter kitlelerin buna denk düşen yoğunlaşması devrimci proleter sınıfa görülmedik bir güç kazandırdı.
Hareketin geleneksel kurumları, devrimci yaşamın böylesine gelişmesini kucaklayamaz oldular. (Hareketin) bu (geleneksel) kurumları, biçimleri de, bilinçli tarihsel sürece katılan güçleri disipline sokmak gereğine uygun olmaktan çıktı. Ölmediler; serbest rekabete bağlı olarak doğdukları için, rekabetin her türlü izi ortadan kalkıncaya kadar, partiler ve sınıflar tümüyle ortadan kalkıncaya kadar, ulus çapındaki proletarya diktatörlükleri Komünist Enternasyonal bağrında kaynaşıncaya kadar varlıklarını sürdürmelidirler. Ama, bu kurumların yanında, yeni tip kurumlar da ortaya çıkıp gelişmelidir; bu devlet kurumları, parlamenter demokratik devletin özel ve kamusal kurumlarının yerini alacaktır. Bu kurumlar, yönetim işlevlerinde ve sınai iktidarın uygulanmasında kapitalistin yerini alacak ve fabrika içinde üreticinin özerkliğini yaratacaktır; bunlar, bir fabrika içindeki çeşitli sektörleri birbirine bağlayıp, temel ekonomik birimi oluşturan, tanm sanayinin çeşitli etkinliklerini birbirlerine bağlayan karmaşık mübadele ve üretim ilişkileri sistemine içkin tüm işlevlerin yönetimini üstlenebilecek kurumlardır; bunlar, hem yatay hem de dikey düzlemlerde kendilerini oluşturarak, özel mülksahiplerinin engelleyici ve asalak zorbalığından kurtulan ulusal ve uluslararası ekonominin uyumlu (ahenkli) yapısı halini alacak olan kurumlardır.
Batı Avrupa proletaryası içindeki devrimci itki ve coşku hiçbir zaman bu kadar ateşli olmamıştı. Ne var ki bizce, ulaşılacak hedefe ilişkin kesin ve açık bir bilince, günümüzde böyle bir hedefe ulaşmaya uyarlı araçlara ilişkin aynı ölçüde kesin ve açık bir bilinç eşlik etmiyor. Proleter devletin bir işçi, köylü ve asker konseyleri bütünü ile cisimlendiği inancı kitleler için- de kök salmıştır artık. (Ama) bu devletin yaratılışını nesnel olarak sağlayabilecek bir taktik anlayış henüz oluşmamış durumdadır. İşte bu nedenle, geniş kitlelerin bilincine kök salmış, geniş kitlelerin disiplinini ve sürekli bağlılığını elde etmiş bütün olarak işçi sınıfı ve köylülüğe çok zengin gelişme imkanları ve dinamizm kazandıracak bir proleter kurumlar ağını daha şimdiden yaratmak gerekir. Elbette, proleter örgütlerin bu günkü koşullarında, devrimci nitelikte bir kitle hareketi gelişirse, bunun yalnızca, demokratik devletin tümüyle biçimsel bir düzenlenmesini getireceği Millet Meclisinin iktidarını (bir kurucu meclis aracılığıyla) güçlendireceği ve anti-komünist sosyalistlerin iktidara gelmesi sonucunu vereceği açıktır.
Alman ve Avusturya deneyi bize birşeyler öğretmelidir. Demokratik devletin ve kapitalist sınıfın güçleri hâlâ son derece büyüktür; kapitalizmin özellikle uşakları ve hizmetçileri sayesinde, hâlâ varlığını sürdürdüğünü ve böyle bir türün tohumunun kuşkusuz ortadan kalkmadığını kendimizden saklamamalıyız.
Kısacası, proleter devletin yaratılması bir büyücünün İşi değildir: Bir oluştur, bir gelişim sürecidir. Örgütlenme ve propaganda alanlarında bir hazırlık çalışmasını gerektirir. Fabrikalarda varolan proleter kurumlara daha çok güç ve daha büyük bir gelişme kazandırmak gerekir; bu kurumların benzerlerini köylerde de oluşturmak gerekir; bu kurumları oluşturan kişilerin, kurumlara yüklenilen devrimci görevin bilincine sahip komünistler olmasını sağlamak gerekir. Yoksa, tüm coşkumuz, emekçi kitlelerin tüm inancı, devrimin, yeni bir kendini beğenmişler, düzenbazlar ve sorumsuzlar Parlamentosu ile sonuçlanmasını, proleter devletin doğuşu için, daha büyük, yeni fedakarlıkların gerekli hale gelmesini engellemeye yetmeyecektir.
İmzasız yayımlandı, L’Ordine Nuovo cilt I, sayı 9, 12 Temmuz 1919.
Devletin Elegeçirilmesi | Antonio Gramsci
İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi
Çeviri: Yusuf Alp