Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaKadınKadın'a DairHiçbir bedensel yazgı, erkek'le kadın'ı sonsuz bir çekişmeye zorlamamaktadır | Simone de...

Hiçbir bedensel yazgı, erkek’le kadın’ı sonsuz bir çekişmeye zorlamamaktadır | Simone de Beauvoir

“Hayır, kadın kardeşimiz değildir bizim; tembellik yüzünden, baştan çıkarıp ahlâkını tozarak apayrı bir varlık haline getirmişiz onu; ne olduğu bilinmeyen, cinselliğinden başka silâhı bulunmayan bir varlık… cinsellikse, sürekli bir savaş olmaktan başka, ayrıca dünya kurulalı beri zincirlerinden kurtulamamış bu küçücük kölenin —erkekten nefret eden ya da ona tapan, ama içten bir yaşam arkadaşı olamayan, kafasına değil de bedenine uyarak yaşayan ve ancak masonluk gibi daracık bir birlik kurabilen bu varlığın— elinde, güvensizliğin yarattığı, son derece kötü bir silâhtır.”

Jules Laforgue’ın bu sözlerine, bugün de, pek çok kişi seve seve katılacaktır; insanların çoğu, iki cins arasında hep bir “kandırmaca ve kavga” olacağını, kardeşliğin hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini düşünmektedirler. Şurası bir gerçek: bugün, ne erkekler ne de kadınlar birbirlerinden hoşnut değiller. Ama üstünde durulması gereken nokta, tepelerine çöken bir iİencin onları kedi-köpek gibi hiç durmadan çekişmeye mi ittiği, yoksa onları birbirine düşüren çatışmaların insanlık tarihinin geçici bir anını mı dile getirdiğidir. incelememiz boyunca gördük ki, bütün efsanelere rağmen, hiçbir bedensel yazgı, Erkek’le Kadın’ı sonsuz bir çekişmeye zorlamamaktadır: din kitaplarında adı geçen ünlü mantis böceği bile, başka yiyecek bulamadığı için ve türünü devam ettirebilmek üzere erkeğini yemektedir: en tepeden en dibe dek bütün hayvanlar bu sonuncu kaygıya bağlıdır zaten. Öte yandan, insanlık, bir tür olmaktan öte bir şeydir: tarihsel bir olgudur o; insanlık, doğal varoluşunu yükleniş biçimiyle be­lirlenir. Gerçekte, kötüniyetin en aşırısıyla yola çıkılsa bile, insan denen varlığın dişisiyle erkeği arasında salt bedensel açıdan bir düşmanlık, bir çekişme bulabilmek olanaksızdır. Bu yüzden de, düşmanlıkları, biyolojiyle ruhbilim arasında yer alan ruhçözümlemesi alanına yerleştirilecektir. Kadının, erkeğin cinsel organını kıskandığı ve onu iğdiş etmek istediği ileri sürülmektedir. Oysa, bir erkeklik organına sahip olma arzusu, olgun kadında, ancak kadınlığını bir sakatlık olarak gördüğü zaman ortaya çıkmaktadır ve işte ancak o zaman, bütün erkek ayrıcalıklarını canlandırdığı için, bir “penis”i olsun istemektedir.

Erkeğin cinsel organını kesme düşünün simgesel bir anlam taşıdığı kabul edilmektedir; kadının, bunu yapmakla, erkeği aşkınlığından yoksun bırakmak istediğine inanılıyor bugün. Oysa, yukarıda gördüğümüz gibi, kadının dileği çok daha fazla yönlüdür: çelişik bir davranışla bu aşkınlığa sahip olmak istemekte, yani hem bu aşkınlığa saygı duymakta, hem de yadsımakta; hem kendini bu aşkınlığın içine atmak, hem de onu elinde tutmak istemektedir. Sizin anlayacağınız, dram, cinsel düzeyde geçmemektedir; ayrıca biz, cinselliği hiçbir zaman insanın alınyazısını belirleyen bir etken, insan davranışlarının anahtarını veren bir şey gibi görmüyor, tam tarsine, belirlenmesine yardım ettiği bir durumun bütünlüğünü dile getiren bir öğe saymaktayız. Cinslerarası kavga, doğrudan doğruya erkeğin ve kadının bedensel yapısından gelmemektedir. Gerçekte, böyle bir kavgadan söz edildiği zaman, fikirlerin oluşturduğu zamandışı gökyüzünde Ölümsüz Erkek’le Ölümsüz Kadın denen şu belirsiz özler arasında bir savaşın sürüp gittiği kabul edilmektedir ve bu devlerarası kavganın yeryüzünde, birbirinden ayrı iki tarihsel an’ı dile getiren iki ayrı biçimde ortaya çıktığına dikkat bile edilmemektedir.

İçkinliğe hapsedilmiş olan kadın, erkeği de aynı cendereye sokmaya uğraşmaktadır: böylece mapusaneyle dünya birbirine karışacak, kadın da oraya kapatıldığı için artık acı çekmeyecektir: ana, eş ya da sevilen kadın birer mapusane bekçisidirler; yasalarını erkeklerin koyduğu toplum, kadının erkekten daha aşağıda olduğuna karar vermiştir: kadın da, bu aşağılığı ancak erkeğin üstünlüğünü yokederek ortadan kaldırabilir. Erkeği sakatlamaya, boyunduruğu altına almaya çalışır, onun dediklerinin tersini söyler, onun doğrusunu ve değerlerini yadsır.

Ama bütün bunlar yalnızca kendisini savunmasına yaramaktadır; onu içkinliğe, aşağılığa mahkûm eden şey ne değişmeyen bir öz, ne de yanlış bir seçmedir, îçkinlik de, erkekten aşağı durumda oluş da zorla kabul ettirilmiştir kendisine. Her baskı, her zorbalık da bir savaşa yol açar. Ele aldığımız durum da bunun dışında değildir. Özsel-olmayan gözüyle bakılan canlı bir varlık ister istemez, egemenliğini kazanmaya çalışacaktır.

Bugün, iki cins arasındaki kavga başka bir biçime bürünmüştür; kadın, erkeği tutup bir hücreye kapatmak değil, ondan kaçıp kurtulmak istemektedir; erkeği yakalayıp içkinlik bölgesine sürüklemek üzere değil, aşkınlığın aydınlık dünyasına çıkabilmek üzere uğraşıp didinmektedir. O zaman da, erkeklerin tutumu yeni bir savaşa yol açmaktadır: erkek, “hakkı olan şeyi” istemeye istemeye vermektedir kadına. Buyuran varlık, üstünlüğü su götürmez varlık, özsel varlık kalmak hoşuna gitmektedir; yaşam arkadaşını gerçekten kendine eşit saymaya yanaşmamakta; kadın da, erkeğin bu güvensizliğine, saldırganlıkla karşılık vermektedir. Savaş artık, her biri kendi dünyasına kapanmış bireyler arasında değildir: hakkını arayan bir toplumsal kast hücuma geçmekte, ama ayrıcalıklı sınıf tarafından bozguna uğratılmaktadır. Şimdi artık iki aslanlık çekişmektedir. Birbirlerini tanıyacak yerde, her iki özgürlük de karşısındakini boyunduruğu altına almaya uğraşmaktadır.

Bu davranış, ayrılığı, hem zihinsel, hem de cinsel düzeyde ortaya çıkmaktadır; “dişi” kadın, kendini edilgin bir av haline getirerek erkeği de bedensel edilginliğe indirgemek istemektedir; onu tuzağa düşürmek üzere bedenini kullanmakta, kendini sessiz bir nesne haline getirerek uyandırdığı arzuyla erkeğin elini kolunu bağlamaya çalışmaktadır; “özgür” kadınsa, tam tersine, etkin, tuttuğunu koparan bir varlık olmak istemekte, erkeğin kendisine yakıştırmak istediği edilginliği reddetmektedir. Elise ve arkadaşları, erkek etkinliklerinin taşıdığı değeri kökünden yadsımaktadırlar; teni ruha, olumsallığı özgürlüğe, alışkanlığın doğurduğu bilgeliği yaratıcı gözüpekliğe üstün tutmaktadırlar. “Çağdaş” kadınsa, erkek değerlerini kabul etmektedir: tıpkı erkekler gibi düşündüğünü, etkinlikte bulunduğunu, çalıştığını, yarattığını öne sürmektedir; erkekleri gözden düşürmeye çalışacak yerde, onlarla eşit olduğunu söylemektedir.

Bu hakkını arayış, somut koşullar içersinde dile geldiği oranda haklıdır; o zaman kınanması gereken, erkeklerin saldırganlığıdır. Ancak, erkeklerin bu davranışını haklı çıkaracak bir şey de söylenebilir: kadınlar akı karayı birbirine karıştırmaktadır. Mabel Dodge, Lawrence’ı önce kadınlığıyla bağlamak, sonra da akılsal yönden ona egemen olmak savındaydı; pek çok kadın, başarılarıyla erkeğe denk olduklarını göstermek üzere kendilerine cinsel alanda bir erkeğin desteğini sağlamaya uğraşmakta; hem eski, hem yeni saygıyı isteyerek, hem eski büyülerine, hem yeni haklarına dayanarak, ikili bir oyun oynamaktadır; bundan sinirlenen erkeğin savunma durumuna geçmesi çok doğaldır; ancak, kadının bu oyunu açıkça oynamasını isteyip de, güvensizliği ve düşmanlığıyla onu en gerekli kozlardan yoksun bıraktığı zaman kendisi de suçludur. Aslında, aralarındaki çekişme hiçbir zaman aydınlık bir görünüşe kavuşamayacaktır, çünkü kadının varlığı karanlığın ta kendisidir: erkeğin karşısına bir özne gibi değil, çelişik bir tutumla öznelliğe sahip kılınmış bir nesne halinde çıkmaktadır; varlığını hem kendisi, hem de başkası gibi yüklenmekte, bu da düş kırıcı sonuçlara yol açmaktadır. Kendini, hem zayıflığına, hem de gücüne dayanarak bir silâh haline getirdiği zaman, bu davranışı ince bir hesaba dayanmamaktadır: o, anlık bir tepkiyle, kurtuluşu zorla sokulduğu yolda, edilginlikte aramakta, bunun yanında etkin bir biçimde, egemenliğini istemektedir; bu tutum “iyi bir kavga biçimi” değildir elbet, ama onu bu yola, içinde bulunduğu ikili durum itmiştir. Buna karşılık erkek de kadına özgürlük gözüyle baktığı zaman, kendisi için hâlâ bir tuzak olmasına sinirlenmektedir; avucuna aldığı bir av olarak kaldığı sürece onu pohpohlayıp armağanlara boğmakta, özerkliğe özenince canı sıkılmaktadır; sözün kısası, erkek, şöyle ya da böyle, kendini oyuna gelmiş hissetmekte, kadın da gururunun kırıldığına inanmaktadır.

Çekişme, erkeklerle kadınlar birbirlerine insan gözüyle bakmadıkça, yani kadınlık şu anki durumuyla kaldıkça devam edecektir; kadın mı, yoksa erkek mi kadınları bugünkü durumunda bırakmak için daha fazla uğraşmaktadır acaba? Kadınlığım aşan kadın, yine de birtakım ayrıcalıkların elinde kalmasını istemekte; buna karşılık erkek de, onun, kadınlığın dar sınırları içinde kalmasını arzulamaktadır, “iki cinsten birini suçlamak, öbürünü bağışlamaktan çok daha kolaydır,” der Montaigne. Birine ilençler yağdırmak, öbürüne iyi durum belgesi vermek boştur. Gerçekte, bu kısırdöngünün kırılmasının bu denli güç oluşu, her iki cinsin de birbirinin ve kendisinin kurbanı oluşundandır: katkısız özgürlükleri içinde karşılaşan iki rakip arasında kolayca bir anlaşmaya varılabilirdi: üstelik, sürüp gitmekte olan savaşın kimseye yararı yoktur; ama bu işin böylesine karışık oluşu, her iki yanın da karşısındakine suç ortaklığı edişinden gelmektedir; kadın, bütün haklarından vazgeçmenin düşünü görmekte, erkekse yabancılaşmayı düşlemektedir; oysa, sahicilikten uzaklaşmanın kimseye yararı dokunmaz: her iki cins de, işin kolayına kaçma eğilimine kapılmanın başına getirdiği felâketten karşısındakini suçlamaktadır; kadınla erkeğin bir-birlerinde en çok nefret ettikleri şey, kendi kötüniyetleri ile korkaklıklarının doğurduğu açık seçik başarısızlıktır.

Erkeklerin, işin başında kadınları köleleştirişinin nedenini görmüştük; kadının değerden düşürülüşü, insanî evrenin kaçınılmaz bir aşamasıydı; ama bu zorunluluk iki cins arasında işbirliğine de yol açabilirdi; baskı, yaşayan varlığın, öbür varlıkta yabancılaşarak kendi kendisinden kaçma eğiliminden gelmektedir, erkek işte bu amaçla ezmektedir kadını; bugün, her erkekte aynı eğilim vardır; ve büyük çoğunluğu kendisini bu eğilime kaptırmaktadır; koca karısında, âşık sevgilisinde, taştan yapılmış bir heykel görünüşü altında, kendini yakalamaya çalışmaktadır: erkeklik, egemenlik ve dolaysız gerçeklik efsanesini kadında sürdürmektedir. Kadın: “Kocam sinemaya gitmez,” dedi mi, erkeğin belirsiz imgesi ölümsüzlüğün akmermerine kazını-vermektedir. Ama erkek de kendi imgesinin kölesidir: her an yokolma tehlikesiyle karşı karşıya bir imge yaratabilmek üzere nasıl da uğraşıp didinmektedir! Bu imge, her şeye rağmen, kadınların kararsız özgürlüğüne dayanmaktadır: bu özgürlüğü her an en uygun durumda tutmak gerekmektedir; erkek, her saniye, erkekliğini, önemini, üstünlüğünü gösterme kaygısı içindedir; karşısındakinin de kendisine oyun oynaması için, hiç durmadan oyun oynamaktadır; o da, saldırgan ve tedirgindir; kadınlara düşmandır, çünkü onlardan korkmaktadır; bu kor-kuysa, oynadığı ve kendisi sandığı kişiden ürkmesindendir. Eski hesapları temizlemek, üste çıkmak, birtakım aşağılık duygularını karşısındakine aktarmak, kadınlardan söz etmek, onların gönlünü çelmek, onlardan korkmak uğruna ne kadar çok zaman ve enerji harcamaktadır! Kadınları kurtardığınız an, erkeği de kurtarmış olursunuz. Ama onun da asıl korktuğu budur zaten. Bu yüzden de, kadınları zincir altında tutabilmek için bir sürü kandırmacayı yaşatmaya devam etmektedir.

Birçok erkek, kadının uyutulduğunu, kandırıldığını bilmektedir. “Ne büyük talihsizliktir kadın olmak! Ama asıl kötüsü, kadın olup da bunun farkına varmamaktır,” der Kierkegaard. insanlar nicedir bu taİihsizliği perdelemeye çalışmaktadır. Örneğin, vasilik kaldırılmıştır: kadına birtakım “koruyucu”lar verilmiştir, bunların eski vasisinin haklarına sahip bulunuşu, yine kadının yararınadır. Kadını çalışmaktan alıkoymak, yuvasına hapsetmek, onu kendi kendisinden korumak, mutluluğunu güvenlik altına almaktır. Omuzlarına binen tekdüze işlerin nasıl şiirli tüller ardında gizlendiğini hepimiz biliriz: evişleri, analık allanır pullanır, öyle çıkarılır karşısına; özgürlüğüne karşılık “kadınlığının” aldatıcı hazineleri armağan edilir kendisine. Balzac, kadına kraliçe olduğu sanısını vererek köle gibi davranın derken çok güzel dile getirmiştir bu manevrayı. Daha az köpeksi olan birçok erkek de, kadının gerçekten ayrıcalıklı bir varlık olduğuna kendilerini inandırmaya uğraşmaktadır. Bugün, birtakım Amerikan toplumbilimcileri büyük bir ciddilikle “low-class-gain” yani “aşağı sınıf çıkarları” kuramını okutmaktadırlar. Fransa’da da —böyle bilimsel yoldan değilse de— “birtakım yapmacıklı tavırlar takınmak” zorunda kalmayan işçilerin, hele Beaumont Kontu ile ünlü sanayici Wendel’in soyundan gelen zavallıların erişemeyeceği köprü altında yatmak, pılıpırtıyla dolaşmak gibi zevklerin tadım çıkaran ayaktakımının herkesten daha talihli olduğu ileri sürülmüştür. Kaygısız bir tavırla bitli kafasını kaşıyan garipler, copu yedikçe sırıtan neşeli Zenciler ve açlıktan ölen yavrularını dudaklarında tatlı bir gülümsemeyle toprağa veren Kral Suud’un Arapları gibi, kadın da eşi benzeri bulunmayan bir ayrıcalığın, sorumsuzluğun keyfini sürmektedir. Acısı, yükü, kaygısı bulunmadığına göre, yeryüzü nimetlerinden “en büyük pay” kendisine düşmektedir. Ancak, ne gariptir ki, dünya nimetlerinin en yağlı parçasına konan kadınlar —Havva Anamızın işlediği ilk günahtan ötürü müdür nedir — yüzyıllardır, kendilerini iyiliğe boğan koruyucularına; Yeter, yeter! diye bağırmaktadırlar. Daha fazlasını istemiyoruz, sizin aldığınız kadarına razıyız! Ama o harika sermayeciler, gönlü zengin sömürücüler, yüce erkekler inatla direnmektedir: Hayır, hayır, payın büyüğü sizin olsun!

Şurası bir gerçek ki, erkek, yaşam arkadaşında, zorbanın baskı altına aldığı insanlarda rastladığından çok daha büyük bir suç ortaklığı bulmakta, ve bundan cesaret alarak, tam bir kötüniyetle, kadının, kendisine zorla benimsetilen yazgıyı istediği sonucunu çıkarmaktadır, incelememiz boyunca gördük ki, kadının eğitimi ona bütün başkaldırı ve serüven yollanın tıkamaktadır; bütün toplum —en başta saygıdeğer ana-baba— eşine bağlılığın, kendini vermenin yüce değerini överek, âşığın, kocanın ve çocukların onu yaşatmanın ağır yüküne katlanmaya hazır olmadıklarını kendisinden saklayarak kandırmaktadır kadını. O da, kendisine en kolay yolu gösterdikleri için, seve seve kabul etmektedir bu yalanları: ve bu, kendine karşı işlediği suçların en büyüğüdür; aslında özgürlüğü karşısında müthiş bir sıkıntı duyan her varlığı kışkırtan şu insanlığından vazgeçmeyi “senin doğuştan gelen eğilimin budur” diye önüne çıkararak bütün çocukluğu, bütün ömrü boyunca kandırmaktadırlar onu; bir çocuğu, çalışma fırsatı vermeden, çalışmanın yararını anlatmadan, bütün gün oyun oynayıp tembelliğe ittikten sonra, büyüyüp adam olduğu zaman beceriksiz ve bilgisiz bir insan olmayı seçtiğini söyleyerek .suçlayamazsınız: kadınsa, kendi varlığının sorumluluğunu yüklenmesi gerektiği öğretilmeden, işte böyle yetiştirilmektedir; o da, ister istemez, başkası’nın koruyuculuğuna, sevgisine, yardımına, yönetimine yaslanmaktadır; hiçbir şey yapmadan varlığını gerçekleştirebileceği umuduna kapılmaktadır. Böyle bir umuda kapılmakla yanılgıya düşmektedir; ama erkek de gelip bun­dan ötürü kadını suçlayamaz, çünkü onu bu yola iten kendisidir. Aralarında bir anlaşmazlık çıktığı zaman, her ikisi de birbirlerini sorumlu tutacaktır; kadın, kendisini bu duruma düşürmekle suçlayacaktır erkeği: Hiç kimse kendimi geçindirecek parayı kazanmayı, düşünmeyi öğretmedi bana… Erkek de, kadını, bu durumu kabullendiği için suçlayacaktır: Hiçbir şey bildiğin yok, beceriksizin birisin, diyecektir… Her iki çiriş de, saldırmakla kendini haklı çıkardığını sanır: oysa, birinin haksızlıkları öbürününkileri bağışlatmaz.

Kadınlarla erkekleri karşı karşıya getiren sayısız çatışma, birinin önerdiği, öbürünün de seve seve kabul ettiği bir durumun sonuçlarına razı olmayışlarından doğmaktadır; “eşitsizlik içinde eşitlik” denen şu belirsiz ve birinin zorbalığını, öbürünün de korkaklığını gizlemeye yarayan kavram en küçük denemeye gelememektedir. alışverişlerinde, kadın, kendisine sağlanan soyut eşitliği, erkekse yaşarken gördüğü somut eşitsizliği istemektedir. Almak ve vermek sözcüklerinin taşıdığı iki anlamlılığın yarattığı belirsiz bir çekişme, böylece, bütün ilişkilerinde sürüp gitmektedir: kadın, varını yoğunu vermekten yakınmakta, erkek de onun her şeyini almasına sinirlenmektedir. Kadının her şeyden önce şunu bilmesi gerekir ki —ve bu siyasal-iktisadın temel yasasıdır— bütün ilişkiler, malın satıcı için değil, alıcı için taşıdığı değere bağlıdır: kadın, değerinin sonsuz olduğu söylenerek kandırılmıştır; gerçekte, erkek için, bir eğlenceden, bir zevkten, bir arkadaştan ille de gerekli olmayan bir maldan başka bir şey değildir: erkekse kadının varoluşunun anlamıdır, doğrulanmasıdır; demek ki. değiştokuş eşit nitelikteki iki nesne arasında yapılmamaktadır; bu eşitsizlik, en çok, birlikte geçirecekleri —ve yanlış olarak aynıymış gibi gözüken— zamanın kadınla erkek için aynı değeri taşımayışmdan ortaya çıkacaktır: seven erkek, sevgilisiyle geçirdiği bir gece boyunca, uğraşına yararlı bir iş yapabilir, birtakım dostlar görebilir, ilişkilerini geliştirebilir, eğlenebilirdi de; en olağan biçimde topluma karışmış bulunan erkek için, zaman, olumlu bir zenginliktir: yani para, ün ve zevktir. Boş oturan, can sıkıntısından patlayan kadın içinse, tam tersine sırtından atmaya çalıştığı bir yüktür, birkaç saati öldürmek büyük bir başarıdır: erkeğin yanında oluşu katkısız bir kazançtır; birçok durumda, herhangi bir ilişkide erkeği ilgilendiren tek şey, cinsel kazançtır: gereğinde, oynaşıyla, salt sevişme süresince birarada kalabilir; kadınsa, bazı ender durumlar bir yana, âşık ayrıca birkaç saatlik konuşup dolaşmayı da birlikte “alırsa” kendini teslim eder erkeğe; onun bütün istediği, nerede kullanacağını bilmediği şu boş zamanı “geçirmek”tir ve ilişkilerinde, tıpkı patateslerini ancak “şalgam”la birlikte satan manav gibi davranmaktadır.

Piyangonun bedeli erkeğe pek yüksek gelmediği zaman denge sağlanabilmektedir bu iş de, arzusunun derecesine ve gözden çıkardığı öbür işlere verdiği öneme bağlıdır tabiî; ama kadın fazla zaman ister —ya da sunarsa—, tıpkı taşan bir ırmak gibi, bir anda rahatsızlık vermeye başlar, o zaman da erkek, faz-lasındansa, hiç olmamasına karar veriverir. Bunun üzerine kadın, isteklerini iyice azaltır; ancak, çoğu kez denge, ikili bir gerilim sonucu kurulur: kadın, erkeğin kendisini yok pahasına “elde ettiğini” düşünür; erkekse pahalıya aldığını sanır. Bu dediklerimizde belli bir alay payı var elbet; bununla birlikte — erkeğin kadını bütünüyle elde etmeye çalıştığı kıskanç sevda bir yana—, sevecenlikte, arzuda, hattâ aşkta bile vardır bu çatışma; erkek elindeki zamanı hep “başka bir işe” harcamak ister; kadınsa, vaktini geçirmek, elindeki boş zamandan kurtulmak arzusundadır, ve erkek, kadının kendisine ayırdığı zamana bir armağan değil, bir yük gözüyle bakar. Genel olarak, ayrıcalıklı varlıklardan olduğunu bildiği, “vicdanı rahatsız” olduğu için katlanır kadına ve eğer azıcık, eliaçıksa, içinde bulundukları koşulların eşitsizliğini cömertliğiyle gidermeye çalışır; ama acımayı bilişini büyük bir hüner sayar, ilk çatışmada kadını nankörlükle suçlar, kızar kö­pürür: Gereğinden fazla iyiyim canım, der. Kadın, sunduğu armağanların yüce değerine inandığı halde, dilenci gibi davrandığını sezer ve bundan ötürü aşağılık duygusuna kapılır.

Kadında sık sık rastlanan katı kalpliliğin, yartıcılığın nedeni de budur zaten; ezilen yandan olduğu için “vicdanı rahat”tır; ayrıcalıklı kişilere hoşgörüyle bakmak zorunda değildir, aklı fikri kendini savunmaktadır; hattâ, bütün arzularını doyuramayan âşığa içindeki hıncı gösterebilme fırsatını elde ederse epey sevinir: sevdiği erkek dilediği kadarını vermiyorsa, o da, vahşi bir zevkle, varını yoğunu alacaktır. Kalbi yaralanan erkek, işte o zaman, zaten her anını küçümsediği ilişkilerinin yuvarlak hesap kaça geldiğini farkeden tutmak zorunda kalacağı, zaman sömürüldüğüne karar vermeye hazır olmakla birlikte her vaadi koparabilirsiniz o anda kendisinden; oynaşını, kendisine baskı yapmakla suçlar: kadın da onun cimriliğini ayıplar; böylece, ikisi de yaralıdır. Bu konuda da birine özürler bulup öbürüne ilençler yağdırmak boşunadır: adaletsizlik içinde adalet sağlanamaz. Bir sömürge valisinin yerli halka, bir generalin askerlerine iyi davranabilmesi olanaksızdır; tek çözüm yolu, ne sömürge, ne de baş olmamaktadır; ama erkek olmamak erkeğin de elinde değildir.

O zaman da, ister istemez suçludur ve işlemediği bir suçun yükünü taşımaktadır; kadın da, aynı biçimde, istese de istemese de kurban ve canlıdır; erkek, zaman zaman başkaldırır, katı kalpliliği seçer, ama o vakit de adaletsizliğe ortak olur ve suç gerçekten kendisine düşer; kimi zamansa hakkını arayan kurbanının kendisini hiçleştirmesine, yiyip yutmasına izin verir: o zaman da aldatılmış hisseder kendini; çoğu kez de, hem varlığının bir parçasını alıp götüren, hem de kendisini diken üstünde yaşatan bir orta yol tutar, îyiniyetli erkek, bugünkü durumdan, kadından çok daha fazla rahatsız olacaktır: bir bakıma, yeniklerden olmak hemen her zaman çok daha iyidir; ancak, kadın da iyiniyetliyse, kendi kendine yetemiyorsa, erkeği yazgısının ağırlığı altında ezmekten tiksiniyorsa, içinden çıkılmaz bir kör kuyuda debelenip duracaktır. Günlük yaşayışımız sırasında, doyurucu olmayan koşullarca belirlendikleri için insanı doyurucu bir çözüme götürmeyen bir sürü durumla karşılaşırız: artık sevmediği bir kadını hem bedensel, hem ruhsal açıdan yaşatmak zorunda olduğunu gören bir erkek, bir haksızlığın kurbanı sayar kendini; ama bütün yaşamını kendisine bağlamış bulunan kadını kimsesiz ortada bıraktığı anda aynı haksızlığa kadın uğrayacaktır.

Kötülük, bireysel sapıklıktan değil, kişisel davranışların değiştiremeyeceği toplumsal durumdan gelmektedir — ve her iki cins de kötülüğü birbirine yüklemeye başladığı an, kötüniyet boygöstermektedir. Kadınlar “yapışkan”dırlar, erkeğin sırtına binerler ve bundan en çok kendileri acı duyarlar; çünkü yazgıları, yabancı bir organizmaya yapışıp onun iliğini kemiğini sömüren bir asalağınkine benzemektedir; onları da özerk bir organizmaya sahip kıldığınız, dünyayla boğuşacak, ondan kendi özlerini çıkaracak duruma geldikleri an, bağımlı olmaktan kurtulacaklardır:
onlarla birlikte erkekler de tabiî. Ve hiç kuşkusuz, o zaman iki cins de daha sağlıklı olacaktır. Erkeklerle kadınların eşit olacağı bir toplum hayal etmek kolaydır, çünkü Sovyet devrimi insanlara bunu vaat etmişti: erkekler gibi eğitilip yetiştirilen kadınlar, onlarla aynı koşullarda2 çalışacak, aynı ücreti alacaktı; cinsel özgürlük töre içine girecek, ama sevişme artık “ücreti ödenen” bir hizmet olmayacaktı; kadının kendine, para kazanmak üzere başka bir iş bulması gerekecekti: evlilik, kadınla erkeğin dilediği zaman bozabilecekleri karşılıklı ve özgür bir bağlanma olacaktı; analık serbest olacak, yani doğum denetimi ile çocuk aldırmaya izin verildiği gibi. bütün analarla çocuklarına, evli olsunlar olmasınlar, tıpatıp aynı haklar sağlanacaktı; gebelik ve doğum sırasında kadınlara ücretli izin verilecek, toplum çocukların bakımını üstüne alacak, yani çocuk ana-babanın elinden alınacak, ama ortada bırakılmayacaktı.

Ancak, kadınla erkeğin gerçekten eşit olabilmeleri için yasaları, kurumlan, töreleri, toplumun görüşünü ve bütün toplumsal ortamı değiştirmek yeterli midir? Kuşkucular: “Kadın, kadın olarak kalacaktır azizim”, demekteler, daha başka falcılarsa, kadınlıklarından sıyrıldıkları zaman insan haline gelmek şöyle dursun, birer canavar kesileceklerini ileri sürmekte. Bunu demek, şu anki kadının doğa tarafından yaratıldığını kabul etmek olur; şunu bir kez daha belirtmek zorundayız ki, insan topluluğundaki hiçbir şey doğal değildir ve bütün öbür varlıklar gibi, kadın da uygarlığın ortaya çıkardığı bir üründür: başka bir varlığın yazgısına el atışı insanın yeryüzünde belirdiği günden başlamıştır: bu el atış başka türlü olsaydı, çok daha başka bir sonuca varılırdı. Kadının varlığı hormonlarıyla ya da bilinmeyen içgüdülerle değil, yabancı bilinçler aracılığıyla kendi bedenini ve dünyayla arasındaki ilintiyi yakalayışıyla belirlenmektedir: genç kızla delikanlıyı birbirinden ayıran uçurum, elbirliğiyle, daha küçük yaşta yaratılmıştır: ondan sonra artık kadının nasıl yapıldıysa öyle olmasına engel olunamayacak ve o geçmişini, bir kuyruk gibi, ölene dek ardında sürüyecektir; bu geçmişin ağırlığına bakılırsa, kadının alınyazısının ölümsüzlük içinde saptanmadığı açıkça görülecektir, iktisadî durumunu değiştirmekle tepeden tırnağa değişeceğini ummamak gerekir elbet; bu etken, her zaman için, evriminin en önemli öğesidir, ancak, bu etkenin haber verdiği ve beklediği ahlâkî, toplumsal ve kültürel sonuçlar elde edilmedikçe, yeni kadının ortaya çıkması olanaksızdır; şu anda da bu sonuçlar ne Sovyetler Birliği’nde, ne Amerika Birleşik Devletleri’nde, ne Fransa’da ne de başka bu- yerde gerçekleştirilebilmiştir; bu yüzden de, günümüzün kadını, geçmişle gelecek arasında bocalayıp durmaktadır: çoğu kez, erkek kılığına girmiş “sahici bir kadın” gibi gözükmekte, gerek kadınsa! yapısı, gerek sırtındaki erkek giysileri içinde kendini rahatsız hissetmektedir. Kendine yeni bir deri yaratması, sonra da oturup buna göre bir giysi dikmesi gerekmektedir. Bunu da ancak toplumun evriminden sonra başarabilir. Bugün, hiçbir eğitimci, tek başına “erkek insanî varlık”a tıpatıp benzeyen bir “dişi insanî varlık” yaratamaz: erkek gibi yetiştirilen bir genç kız kendini benzerlerinden ayrı hissetmekte, dolayısıyla yine toplumun dışında kendine özgü bir varlık halinde kalmaktadır. “Ormandaki bütün ağaçları aynı anda dikmek gerekir” diyen Stendhal bunu çok iyi anlamıştı. Yoo, tam tersine, kadın erkek eşitliğinin somut olarak gerçekleşeceğini ileri sürüyorsak, o zaman, bu eşitlik yine her bireyde ayrı ayrı ortaya çıkacaktır.

Eğer bir kız çocuğu, çok küçük yaştan başlayarak erkek kardeşinin yetiştirildiği ortamda, aynı istekler ve onurlarla, aynı ciddilik ve özgürlük içinde, aynı eğitimi alarak, aynı oyunları oynayarak yetiştirilirse. aynı geleceğe sahip bulunsa, çevresinde iki anlama yer bırakmayacak biçimde eşit kadınlarla erkekler bulunsaydı, “iğdiş etme karmaşası” ile “Oidipus karmaşası’nın anlamları tepeden tırnağa değişirdi. Yuvanın maddî manevî sorumluluğunu baba kadar yüklenen ana, aynı sürekli saygınlığa kavuşacaktı: kız çocuğu çevresinde yalnız erkeklerin değil, her iki cinsin malı olan bir dünya bulacaktı; duygu yönünden babasına eğilim duysa bile —ki bu da pek belli değil ya, neyse— ona duyacağı sevgiye bir güçsüzlük duygusu değil, bir yarışma isteği karışacaktı: genç kız edilginliğe yönelmeyecekti; çalışma ve sporla değerini göstermesine izin verileceği için, oğlan çocuklarıyla etkin olarak yanşabileceği için —elindeki vaatlerle ödünlenen— erkeklik organı yokluğu “aşağılık duygusu” yaratmayacaktı; nitekim.

Kafasına böyle bir fikir sokulmasa ve erkekler kadar kadınlara da saygı duyması gerektiği öğretilse, oğlan çocuğunda da “büyüklük duygusu” olmayacaktı.3 Böylece, küçük kız, kendine hayranlık ve düş gibi kısır yollardan aşağılık duygusunu ödünlemeye çalışmayacak, kendini olmuş bitmiş bir veri diye görmeyecek, yaptığı işle ilgilenecek, her işe canla başla sarılacaktı. Eğer özgür bir yetişkin insan geleceğine açık olsaydı, genç kızın erginlik çağının da tıpkı oğlanınki gibi kolayca aşılacağını daha önce belirtmiştim; aylık rahatsızlıklar, bir anda kadınlık uçurumuna yuvarlandığı için bu derece korku vermektedir kendisine; yazgısının bütünü karşısında böylesine korkulu bir tiksinti duymasaydı, o körpecik cinselliğini tıpkı erkek çocuk gibi rahatça kabullenecekti; tutarlı bir cinsel eğitimin bu bunalımı atlatmasında büyük yardımı dokunabilirdi. Kız erkek birarada okutulsaydı, o zaman, o yüce Erkek efsanesi doğamayacaktı: günlük yaşamın içli dışlılığı ve hilesiz yarışlar bu efsaneyi yıkmaya yetecekti.

Karma öğretime yöneltilen suçlamaların altında hep cinsel tabular yatmaktadır; oysa çocuktaki merak ve zevki yasaklamaya, bilinçaltına itmeye çalışmak boşunadır; böyle bir tutumla, olsa olsa birtakım doyurulmamış arzular, musallat fikirler, sinir bozuklukları doğurulur; genç kızların o aşın duygululuğu kendi cinslerine duydukları ateşli sevgi, düşsel kara sevdalar ve bunların yanlarında getirdikleri bütün o saçmalıklar ve dağılmalar, çocuksu oyunlarla birkaç kesin yaşantıdan çok, ama çok daha fazla zararlıdır. Erkeğe bir yarı-tanrı değil de, yalnızca bir arkadaş, bir dost, bir eş gözüyle baktığı zaman genç kızın en büyük kazancı kendi varlığının sorumluluğunu yüklenmekten kaçmamak olacaktır; cinsel yaşam ve sevgi, kendi benliğinden istifa değil, özgür bir biçimde kendini aşma niteliğine bürünecek; genç kız bunları eşit iki varlık arasındaki ilişki halinde yaşayabilecektir. Bütün bunları söylerken, bir çocuğun yetişkin insan olana dek karşılaşacağı güçlükleri bir kalemde kaldırıp atmıyoruz elbet, en akıllı, en hoşgörülü eğitim bile bir çocuğu, kendi yaşantısının bedelini ödemekten kurtaramaz; bizim dileğimiz, önüne boş yere engel çıkarılmamasıdır.

Üçü de bağımsız ve etkin birer insan olan bir anne, bir teyze ve büyükanne ile, yan kötürüm bir büyükbabanın yanında yaşayan sekiz yaşında bir oğlan tanıyorum. Annesinin bütün çabalarına rağmen, müthiş bir “aşağılık duygusu” içinde. Okulda, zavallı birer erkek oldukları için, arkadaşlarıyla öğretmenlerini küçük görmekte.

“Günahkâr” kızları artık kızgın demirle dağlamıyorlar, eh, bu da bir ilerlemedir elbet; ruhçözümlemesi, ana-babaları azıcık aydınlattı; bununla birlikte, kadının eğitimi ve cinsel yaşama hazırlanışı şu anda öyle kötü koşullar altında yapılmaktadır ki, köklü bir değişim isteğine karşı çıkarılacak fikirlerin hiçbiri geçerli olamaz. Gerçekleştirmek istediğimiz şey insanlığın içinde bulunduğu durumun olumsallığını ve sıkıntılarını kadının varlığından çekip almak değil, aslında ona bu olumsallık ve sıkıntıları aşabilme olanağını sağlamaktır.

Kadın, akıl sır ermez bir yazgının kurbanı değildir; ona özellik kazandıran benzersizlikleri, ancak taşıdıkları anlama göre önemlidir; değişik açılardan bakıldığı an aşılacaktır bu benzersizlikler; daha önce gördüğümüz gibi, kadın, cinsel yaşantısı sırasında erkeğin üstünlüğünü hissetmekte — ve çoğu kez bundan nefret etmektedir: buna bakarak, yumurtalıklarının kendisini hep dizüstü yaşamaya mahkum ettiği sonucuna varmak yanlıştır. Erkeğin saldırganlığı, ancak erkek üstünlüğünü savunmaya yardımcı olan şu dizgenin bütünü içinde beylere özgü bir ayrıcalık haline gelmektedir; ve kadın, zaten başından beri öyle olduğunu düşündüğü için, sevişme sırasında edilgin hissetmektedir kendini, insanî saygınlığına sahip çıkan birçok çağdaş kadın, cinsel yaşamlarını hâlâ bir kölelik geleneği içinde sürdürebilmektedir: bu yüzden de erkeğin altına yatmak, onun içlerine girdiğini hissetmek ağırlarına gitmekte, kurtuluşu soğukluğa sığınmakta bulmaktadırlar; oysa gerçek başka türlü olsaydı, sevişme sırasındaki hareket ve du-rumlann taşıdığı simgesel anlam da tepeden tırnağa değişecekti: ilişkilerinin bedelini parayla ödeyen, erkeğe dilediğini yaptıran bir kadın pekâlâ o yüce aylaklığından gurur duyabilir, somut olarak kendini harcayan erkeği kendine köle ettiğine inanabilir; üstelik, daha şimdiden, yengi ve yenilgi kavramlarının yerlerini karşılıklı alışveriş düşüncesine bıraktığı, cinsel dengenin kurulduğu birçok çift var gözümüzün önünde.

Gerçekte, erkek de tıpkı kadın gibi etten kemik-len yapılmış, dolayısıyla edilgin, hormonlarının ve türünün oyuncağı, arzularının kurbanı, kaygılı bir varlıktır; ve kadın da tıpkı onun gibi, aşk ateşinin göbeğinde yalnızca bedensel bir kabullenme, bile bile kendini sunuş ve etkinliktir, ikisi de, kendi başlarına, kendilerine özgü bir biçimde, insan vücudu haline gelmiş varlığın garip iki anlamlılığını yaşamaktadırlar o anda. Birbirleriyle çatıştıklarını sandıklan kavgalarda, her biri, kendisinden nefret ettiği yanları karşısındakine yansıtarak, aslında kendi kendisiyle savaşmaktadır; kadın da, erkek de içinde bulunduğu durumun iki anlamlılığını yaşayacak yerde, pislikleri karşısındakine yükleyip, şanları şerefleri kendisine ayırmaktadır. Oysa ikisi de insanlık durumunu alçakgönüllü bir açıkgörüşlülükle yüklenebilse, birbirlerinin karşısına benzer yaratıklar olarak çıkacak, cinsel dramı dostluk içersinde yaşayacaklardı, insan olmak, insanları birbirinden ayıran bütün benzersizliklerden çok daha fazla önemlidir; insanlara üstünlük sağlayan, hiçbir zaman doğanın verdiği şeyler değildir: eskilerin deyimiyle “erdem” bize bağlı olan şeylerle ölçülür. Her iki cinste de aynı bedensel ve akılsal dram, aynı bitimlilik ve aşkınlık dramı oynamaktadır; zaman ikisini de aşındırmakta, ölüm yollarını gözetmekte, birbirlerine aynı temel ihtiyaçla bakmaktadırlar; özgürlüklerinden aynı derecede gurur duyabilirler; bir kez bu özgürlüğün tadını alsalar, bir daha öyle aldatıcı ayrıcalıklar için çekiş- mezlerdi; ve işte o zaman gerçek bir kardeşlik doğardı aralarında.

Bütün bu düşünceler hayal, çünkü, “kadını yeniden yaratabilmek” için, daha önceden toplumun onu gerçekten erkeğe eşit kılması gerekir, denebilir; tutucular, her fırsatta ortaya atmışlardır bu kısırdöngüyü: oysa tarih hep aynı yörünge üzerinde dönmemektedir. Bir toplumsal katı aşağıda tutarsanız, aşağıda kalır elbet: ama özgürlük bu çemberi kırabilir; Zencilere oy hakkı tanıdığınız an, oy vermeye lâyık olurlar: bir kadına da birtakım sorumluluklar verirseniz, herkes gibi bunları yüklenmeyi bilecektir; şurası bir gerçektir ki, ezenlerden cömert bir davranış beklenemez; ancak, kimi zaman ezilenlerin başkaldırısı, kimi zaman da ayrıcalıklı sınıfın evrimi, yepyeni durumlar yaratmaktadır; nitekim, erkekler, sırf kendi çıkarları için kadınlara belli bir özgürlük tanımak zorunda kalmışlardır: şimdi kadınların bütün yapacakları yükselmeye devam etmektir, kazanacakları başarılar cesaretlerini artıracaktır; öyle görünüyor ki, kısa ya da uzun bir süre sonra kadınlar tam bir iktisadî ve toplumsal eşitliğe kavuşacaklar, bu da köklü bir değişime yol açacaktır.

Bazıları, yok azizim, böyle bir dünya kurulabilse bile, bu hiç. de arzulanacak bir şey değil; kadın “tıpatıp” erkeğe benzediği zaman, dünyanın “tadı tuzu kaçacaktır” diyebilir. Ama bu kanıt da yeni , değildir: şu an’ı sürdürmekte çıkarı olanlar, öteden beri, gencecik ge- leceğe tatlı bir gülüş bile göndermeden çekip gidecek olan harika geçmişe bakıp bakıp ağlamışlardır, halâ da ağlamaktadırlar. Köleliğin ortadan kaldırılışıyla, kamelya ve açalyalarla süslü o güzelim tarım işletmeleri boğazlanmış, Güney’in o narin uygarlığı yerle bir edilmiştir elbet; eski danteller, zamanın tozlu tavanaralarında, Sixtine Kilisesi’nde şarkı söyleyen iğdiş edilmiş oğlanların o billur sesinin yanını boylamıştır ve “kadın çekiciliğinin belli bir yanı da tozlar arasına karışmak üzeredir. Ender bulunan çiçeklerin, dantellerin, bir hadım-ağasının o billur sesinin, kadın çekiciliğinin değerini kabul etmemenin barbarlık olduğunda size katılıyorum elbet. Olanca görkemiyle ortaya çıktığı zaman, “çekici bir kadın,” Rimbaud’yu çileden çıkaran “o salakça resimlerden, kapı üstü süslerinden, dekorlardan, panayır bezlerinden, halk ilânlarından ve ışıklandırmalarından” çok daha coşturucudur tabiî; en yeni süslerle bezendiği, en son tekniklere göre işlendiği zaman, ta çağlar ötesinden, Tebai’den, Minas’tan Chichen Itza’dan çıkıp gelmiş bir kadına benzer; bu görünüşüyle, aynı zamanda Afrika’nın balta girmemiş ormanlarının göbeğine yerleştirilmiş bir totemi de andırır; bir helikopter, bir kuştur o; ama asıl mucize başkadır: boyalı saçları altında yaprakların tatlı hışırtısı düşünce haline gelir ve meme uçlarından insanı kendinden geçiren sözler dökülür. Erkekler, ellerini açıp bu harika varlığa doğru uzatırlar; ama dokundukları an ne mucize kalır ortada, ne bir şey; insanın karısı ya da oynaşı, herkes gibi, ağzıyla konuşur; sözlerinin değeri neyse odur; memeleri de öyle. Böylesine uçucu —ve ender— bir mucize, her iki cinse de zarar veren bir durumu sürdürmeye değer mi? insan çiçeklerin güzelliğini, kadınların çekiciliğini de değerlendirebilir, hem de tam lâyık oldukları biçimde; eğer bu hazineler insanoğluna kana ve mutsuzluğa maloluyorsa, onlardan geçmeyi bilmek gerekir.

Bu özverinin erkeklere pek ağır geldiği bir gerçektir: kadının varlığını bütünlemesini yürekten isteyen erkek pek azdır; kadını horgörenler, bu bütünlenmenin sonunda neler kazanacaklarını görememekte, kadını el üstünde tutanlarsa yitirecekleri şeyleri gözlerinde büyütmektedirler; ve aslında, şimdiki gidiş yalnız kadının çekiciliğini tehdit etmemektedir: kadın, salt kendisi için yaşamaya başladığı an, kendisine erkek dünyasında ayrıcalıklı bir yer sağlayan o gölge, aracı olma görevinden istifa edecektir; doğanın suskunluğu ile öbür özgürlüklerin kendisinden bir şeyler bekleyen varlığı arasında kalmış bulunan erkek için, hem kendisine benzeyen, hem de hiçbir etkinlikte bulunmayan kadın eşsiz bir hazinedir; yaşam arkadaşlarını düşsel bir görünüş altında yakalaması, kadının kaynaklık ettiği ya da yol açtığı yaşantıların gerçek olmasına engel değildir: ve bu yaşantılardan daha değerli, daha yakıcı, daha özlü başka bir* şey yoktur yeryüzünde; kadının bağımlılığının, değersizliğinin, mutsuzluğunun bu yaşantıları benzersiz kıldığını yadsıyamayız elbet; kadının özerkliği, hiç kuşku’ yok ki, erkekleri bir sürü sıkıntıdan kurtarmakla birlikte, bir sürü kolaylığı da ellerinden alacaktır; ve yine kuşku yok ki, yarının dünyasında bazı cinsel serüvenler ortadan kalkacaktır: ama bu, aşkın, mutluluğun, şiirin, düş’ün de kapı dışarı edileceği anlamına gelmez.

Hayalgücü yetersizliğimizin geleceği ıssız bir çöle çevirmemesine dikkat etmeliyiz; gelecek bizim için, bir soyutlamadan başka bir şey değildir; her birimiz onda, şimdiye kadarki varlığımızın bulunmayacağına bozuluyoruz aslında; yarının insanlığıysa bu geleceği etiyle kemiğiyle özgürlüğü içinde yaşayacak, bu gelecek zaman onun şimdiki zamanı olacak, o günün insanlığı da kendi zamanını yeğleyecektir; cinsler arasında, bugün bizim aklımızın köşesinden bile geçmeyen bedensel ve duygusal ilişkiler kurulacaktır: daha şimdiden, kadınlarla erkekler arasında, geçmiş yüzyılların hayal bile edemeyeceği, cinsel ya da değil, bir sürü dostluklar, yarışlar, suç ortaklıkları, arkadaşlıklar doğmuştur. Hele geleceğin dünyasını tek biçimliliğe, yani can sıkıntısına mahkûm eden şu uyduruk propagandaya asla katılmıyorum. Yaşadığımız dünyada can sıkıntısının bol bol bulunduğunu gördüğüm gibi, özgürlüğün nasıl olup da tek biçimliliğe yol açacağını anlayamıyorum doğrusu. Bir kere, kadınla erkek arasında, sonsuza dek birtakım ayrımlar olacaktır; cinsel yaşamı, dolayısıyla cinsel dünyası erkeğin-kinden ayrı olduğuna göre, kadında hep ayrı bir duyarlılık, ayrı bir nefis düşkünlüğü bulunacaktır: kendi vücudu, erkeğin ve çocuğun vücudu ile ilintileri, hiçbir zaman erkekle kendi vücudu, kadının ve çocuğun vücudu arasındaki ilintiye benzemeyecektir; hiç durmadan “ayrılık içinde eşitlik”ten söz edenler, benim, eşitlik içinde de ayrılıklar olabilir deyişimi kabul etmezlerse ayıp olur doğrusu.

Öte yandan, tekdüzeliği yaratan şey kurumlardır, genç ve güzel cariyelerin hepsi Sultan’ın kollarında birbirinin aynıdır; Hıristiyanlık, erkeğin dişisine de bir ruh bağışlamakla, cinsel yaşama günahın ve efsanenin tadını getirmiştir; kadına yüce egemenliğini geri verdiğimiz zaman, sevişmelerin duygusal yanı uçup gitmez ki. Kadınla erkek somut olarak eşit hale geldiği gün cümbüşün, günahın, coşkunun, tutkunun ortadan kalkacağını ileri sürmek saçmadır; ten’le aklı, an’la zamanı, içkinliğin verdiği başdönmesiyle aşkınlık çağrısını, zevkin mut-laklığıyla unutuşun hiçliğini karşı karşıya getiren çelişmeler hiçbir zaman ortadan kalkmayacaktır; varoluşun gerilimi, paramparça oluşu, zevki, bozgunu ve zaferi, dünya batana dek, hep cinsel yaşamda somutlaşacaktır. Kadını kurtarmak, özgür kılmak, onu erkekle arasındaki ilintilerin daracık dünyasına kapatmamak demektir, yoksa bu ilintileri yadsımak değil, kadın kendisi için varolmaya başladığı an, erkek için de .varolmaya devam edecektir: iki cins de, hem birbirlerini özne olarak kabul edecek, hem de karşılarındaki varlık için başkası olarak kalacaktır; ilişkilerindeki karşılıklılık, insanoğullarının birbirinden ayrı iki kategoryaya bölünüşünün doğurduğu arzu, tutku, aşk, düş, serüven gibi mucizeleri yoketmeyecektir; ve hepimizi heyecanlandıran vermek, elde etmek, birleşmek gibi sözcükler yine aynı anlama gelecektir; insanlığın yansının köleliği ve bunun getirdiği bütün o ikiyüzlülük yokedildiği zaman, işte o zaman ortaya çıkacaktır insanlık denen “varlık kesimi”nin gerçek anlamı ve yine ancak o zaman kadınla erkek arkadaşlığı gerçek yüzüne kavuşacaktır.

“insanla insan arasındaki en dolaysız, en doğal, en gerekli ilinti, kadınla erkek arasındaki ilinti’dir,” der Marx. “insanoğlunun kendini türsel bir varlık, yani insan olarak anlama derecesi işte bu ilintiye bakılarak ölçülür; kadınla erkek arasındaki ilinti, insanoğulları arasındaki ilintilerin en doğalıdır. Bu yüzden de, insanoğlunun davranışlarının ne denli insanîleştiği, ya da insanî varlığın ne denli doğallaştiğı, insanî yaratılış’ının ne ölçüde kendi yapısı haline geldiği en iyi işte bu ilintide görülür.”

Bundan iyisi can sağlığı, insanoğlu, şu anda elimizin altında bulunan dünyada gerçekleştirecektir özgürlüğün egemenliğini; bu yüce yengiyi kazanabilmek için, her şeyden önce, erkeklerle kadınların, aralarındaki ayrılıkları bir yana bırakıp, yalansız dolansız bir kardeşlik kurmaları gerekmektedir.

Kadın | İkinci Cins (Sonuç) – Simone de Beauvoir

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments