Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Ekim 16, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeWalter BENJAMİNTarih Felsefesi Üzerine Tezler | Walter Benjamin

Tarih Felsefesi Üzerine Tezler | Walter Benjamin

Bilinen bir öyküdür hani, karşısındakinin her hamlesi­ne duraksamasız gereğince karşı-hamle yapabilen, hiç durma­dan yenip kazanan makinadan bir satranç oyuncusu… Ağzın­da nargilesinin marpucu, Türk sarığı kafasında, satranç tahta­sının başına kurulmuş bir kukla… Aynalardan yapılmış düzen­lemenin satranç tahtasını ne yandan bakılsa saydammış gibi gösterdiği bir oyun. Gerçekte ise, işinin ehlidir satrancı oyna­yan; bir cücedir kuklanın ellerine hükmeden, saklandığı do­laptan, iplerle. Buradaki düzenlenimin felsefi bir aynısının tıpkısını da, biz oluşturabiliriz. “Tarihsel materyalizm”i bura­daki kukla gibi tasarlayıp her oyunu, her eli kazanacağını umabiliriz kendiliğinden. Böylece, günümüzde, eskiyip kocadığı için gözlerden uzağa çekilmiş dinin gördüğü hizmeti gö­ren bir oyun bile düzenleyebiliriz kendi kendimize.

II.
“İnsan doğasının en göz kamaştırıcı özelliklerinden bi­ri de,” diye yazıyor Lotze, “kimi kez çok bencil olsa da, yaşa­dığı gün içinde geleceği düşünebilmekle, bencillik ve kıskan­manın karşısında kendini özgür kılabilmesidir.” Düşününce görüyoruz ki, mutluluktan anladığımız şey, bizim kendi varo­luşumuzun akışının bize yüklediği kendi zamanımızın renk­lerini taşıyor derinden. İçimizde özenme uyandıran, gıpta et­tiğimiz mutluluk türü, yalnızca, soluyabildiğimiz havayla, konuşabildiğimiz başka insanlarla, bize kendisini verebilmiş ka­dınlarla varkılabildiğimiz mutluluktur. Başka, bir deyişle, mutluluk diye tasarlayabildiğimiz, şimdi yoksunu olduğu­muz için bir gün kavuşacağımızı tasarladıklarımızla bağıntılı­dır çözülmezcesine. Aynı durum, tarihin ilgi alanı olan geç­mişe ilişkin tasarımlarımız için de geçerlidir. Geçmiş, kendi­sinin yanısıra, geçici bir dizini de taşır; gelecekteki “kefare­ti” (redemption) anımsatsın; kendisiyle bu kefaret’e bağla­nımlar kuralım diye. Geçmişin kuşakları ile, bugün’ü yaşa­yan kuşak arasında gizli bir oydaşma, bir anlaşma vardır san­ki. Bizim gelişimizi bekleyen bir dünyadır yaşadığımız. “Ön­cüllerimiz olan tüm geçmiş kuşaklar gibi, bizim de içimizde yaşattığımız, geçmişin onun üzerinde hakkı olan güçsüz bile olsa, Mesihçi bir güç var. Bu hak, bu istem, karşılığı kolayca ve baştan savma bir biçimde verilebilecek bir hak değildir. Tarihsel materyalistler işin bu yanını iyi bilirler.

III.
Şurası önemliydi, burası önemsizdi demeden geçmişi bize anlatan bir tarih tutanakçısının (vak’a nüvis bu işi ya­parken uyduğu hakikat şudur: bir kez olmuş olan bir şey, ta­rih için yitik bir şey sayılamaz artık. Ama hiç kuşku yok, yalnız ve yalnız, yoksunlaştırımının kefaretini elde edebilmiş bir insanlık geçmişinin hakettirdiklerine sahiplenebilir, ka­vuşabilir – yani, ancak ve ancak, kefaretine kavuşabilmiş bir insanlık için mümkündür her anı zikre değer bir geçmişe sa­hip olmuş olabilmek. Ancak böylesi bir insanlık içindir ya­şanmış olan her anın gelecek güne eriştirici bir alıntı (ikti­bas) olabilme olanağı – ki bu sözkonusu gelecek gün Yargı Günü’dür.

IV.

“Önce yemek için birşeyler, giymek için bir şeyler aran, Tanrının krallığı da gelir, yanısıra bunların ardından
Hegel, 1807

Marx’tan haberdar bir tarihçinin gözünde her zaman varolan sınıf mücadelesi, onlar olmadan, incelmiş, gelişkin ve tinsel hiçbir şeyin varolamayacağı basit ve maddi şeylere erişebilme savaşıdır. Bununla beraber, sınıf mücadelesi için­deki varlıklarını hissedilebilir kılan yengici yanın payına dü­şen ganimetler değildir bu ince gelişkin, tinsel değerler. Bu değerler kendilerini sınıf mücadelesinin içinde yiğitlik ola­rak, yılmazlık ve taş çatlatan bir sabır olarak gösterir. Bun­lar, yenilgiyle geçilmiş bir geçmişe yeniden biçim verebilen güce sahiptir; geçmişin ve yaşanan günün hükümdar olmala­rının ve olanlarının her yengisini yalancı çıkaracak güçtedir­ler. Çiçeklerin güneşe dönmeden edememeleri gibi, giz do­lu bir günedoğrulumla, geçmiş de tarihin göklerinde yükse­len güneşe doğrulmadan edemez. Bir tarihsel materyalist tüm değişimle oluşum aşamalarının bu en derinlerden seyre­denini bilip tanımadan, öğrenmiş olmadan duramaz.

V.
Geçmişin hakikatine uygun (sahih) görünümü, yanı­mızdan kayıp gidiyor yitmecesine. Geçmiş, ancak, bilinip an- lamlandırabildiği anı’nda parlayıp görünüveren bir imge ola­rak yakalanabilirse yakalanabilir. Bir daha da hiç yakalan­maz. “Gerçek bizden hiçbir zaman kaçıp uzaklaşamaz”: tarihsiciliğin (historicism) tarihsel bakış tarzı içinde Gottfried Keller’in bu sözleri, bir tarihsel materyalistin tarihsicilikle yolunu ayırması gereken noktayı belirliyor tamı tamına. Çünkü, gün’ün, kendi’sinin derdi sayıp da adamakıllı bilinci­ne varmadığı, öğrenmediği geçmişe ait her imge gerigetirilmez bir biçimde, yitip gidecektir. (Geçmişin tarihçisinin çırpınmalar içindeki bir yürekle bize kadar saklayıp ilettiği geç­mişin iyi havadisleri, tam da bizim için konuşmaya uğraşır­ken, yitirilip heder edilmiş olabilir bu yüzden.)

VI.
Geçmişi tarihe uygun olarak yeniden konuşturabil- mek, onu, “bir zamanlar gerçekten nasılsa öyle” (Ranke) an­lamak olamaz, olmamalıdır. Geçmişi tarihe uygun olarak ye­niden konuşturabilmek, bir tehlike anlığında (moment) bir anda parladığında onunla bir bellek kazanmak demektir. Ta­rihsel materyalizm, tehlike-olan zaman bileşkesinde (mo­ment) sürüleşmemiş, ayrık kalabilmiş insana beklenmedik bir anda görünüveren bu imgeyi akla nakşetmenin peşinde olmalıdır. Buradaki tehlike hem gelenek-olanın içeriğini etki­si altına alır, hem de tehlikenin alımlayıcılarını etkiler. Gele­nek için de, tehlikenin alımlayıcısı olan / gün’deki insan – ç. /için de aynı tehdit sözkonusudur: yönetimdeki egemen sını­fın bir araç’ı olup çıkmak. Her çağda geleneği, kendisini ye­nilgiye uğratacak olan conformism’e karşı, yeniden ve yeni­den direndirmeye çalışılmalıdır. Mesih, yoksun bırakılmışla­rın kefaretinin gerçekleştiricisi olarak gelecek değildir sade­ce: İsa-düşmanlarınm buyruğunda bir zulmedici olarak da gelebilir deniyor. Geçmişin bağrından umudun közünü bu­lup parlatacak olan tarihçi, yalnız ve yalnız, eğer yengiyi düş­man kazanacak olursa zulmünden ölülerin bile kurtulamaya­cağını iyi bilen tarihçi olabilir. Ve bu düşmanın yengiyi kaza­nacak yan olma olasılığı yeterince azaltılabilmiş de değildir.

VII.

“Düşün, bil bu karanlığı ve bu büyük soğuğu Yoksunluğun yankılandığı vadimizdeki.”
Brecht, Üç Kuruşluk Opera

Tarihin bir çağını yeniden diriltmek isteyen tarihçile­re, Fustel de Coulanges, inceledikleri dönemden  son­raki çağlara ait tüm bildiklerini unutup bir yana bırakmaları­nı söylüyor. Tarihsel materyalizmin yolunu ayrı tutması ge­reken yöntemin ne olduğunu bunun kadar güzel hiçbir şey anlatamaz. Bu anlayış kökeni üşengin bir kalbin tükenmişli­ğinden, acedia’dan kaynaklanan; kısacık kendi anında ışılda­yıp görünüveren gerçek (genuine) tarihsel imajı anlamak­tan, kavramaktan, kazanmaktan umudu kesmiş olmanın ge­tirdiği bir yakınlık duyma aracılığıyla anlamakla yetindirme­din Ortaçağ dinbilimcileri arasında mutsuzluğun tam da kö­kü sayılan bir duyarlılıktır bu. Bu duyarlılığın aşinası Flaubert şunu yazıyor: “Peu de gens devineront combien il a fallu etre triste pour ressusciter Carthage.( “Kartaca’yı yeniden canlandırabilirdi için ne denli keder ve hüzne katlanmak gerektiğni pek az kimse takdir edebilir.) Bu duyarlılığın ge­tirdiği kederin ve hüznün gerçekliğinin anlaşılabilmesi için, tarihsiciliğin yandaşı tarihçinin duyarlılığının, ve duyduğu ya­kınlığın gerçekte kime, kim için olduğunu düşünmek gere­kir.

Bunun kaçınılmaz yanıtı, “yengiyi kazanan yan için ve bu yana” oluyor. Ve tüm egemenler, hükmedenler, öncülleri olan yengici fatihlerin varisleridir. Çünkü, yengiciye yakın­lık duyma egemenlere yarar sağlar, önünde sonunda, Tarih­sel materyalist, bu ne anlama gelmektedir, bilir. Günümüze dek, her kim ki yengici diye yer almıştır tarihte, yaşadığımız günün egemenlerinin aman dilemek için ayaklarına kapan­maya boyun eğdirilmiş yenikleri çizmeleri altına aldığı tek bir uzun yengi alayının içindedir eskinin yengicileriyle birlik­te. Geleneksel uygulamanın gereği olarak, savaşın ganimet­leri yengi alayıyla birliktedir bu resmi geçitte. Bu ganimetle­re, kültür hâzineleri diyorlar. Bir tarihsel materyalist ise Bütün bu hâzinelere dikkati uyanıklığa çağıran bir uzak­lıkla ve soğuklukla  bakar. Çünkü, hiç istisnasız, gördü­ğü, baktığı kültürel hazineler, içinde dehşeti duymadan ba­kamayacağı bir kökenden gelmektedir. Gördüğü kültür hâzi­neleri, varlıklarını, sadece onları yaratan büyük insanların akıl ve yetilerine değil; fakat bu insanların çağdaşı olarak ya­şamış nice isimsiz insanın ortak emek ve zahmetine de borç­ludur. Tek bir uygarlık belgesi yoktur ki, aynı anda barbarlı­ğın da belgesi olmasın.

Ve nasıl böylesi tek bir belge bile barbarlıktan azâd olamamışsa, barbarlık da kültür hâzinele­rinin bir varisten diğerine kalıtlamm tarzına damgasını vur­maktan alakoyamamıştır kendisini. Tarihsel materyalist olan biri, işte bunun yüzündendir ki, kendisine seyrettirilen bu resmi geçitte gördüklerinden, mümkün olanın en sonuna dek, kendini uzak saymalıdır. Tarihsel materyalistin tarihle karşılaşmasında üzerine düşen görev, alışılmışlığını sürdür­me tabiatındaki tarihi hiç hoşnut etmemek, edememek ol­malıdır.

VIII.
Baskı altına düşmüşlerin geleneği, içinde yaşadığımız “âcil durumun” istisna değil, kaide olduğunu öğretiyor bizle- re. Düşüncemize bu derinliği kazandıracak bir tarih anlayışı­na varmak zorundayız. Ancak buna vardığımızdadır ki, ger­çek anlamda bir âcil durumu oluşturmanın bizlere düşen bir görev olduğunu yeterince açlk görebileceğiz ve bu durum fa­şizme karşı mücadelemizde konumumuzu geliştirip güçlen­direcektir. Faşizmin şansının bir nedeni de, ona karşı çıkan­ların, gelişme adına diyerek, onu tarihsel bir norm olarak görmeleridir. Şu yaşadıklarımızın yirminci yüzyılda “hâlâ” mümkün olabilmesinin yarattığı şaşkınlık ve hayret, hiç de felsefi değildir. Bu şaşkınlık, bu hayret -belirttiğim tarih gö­rüşünün yaratabileceği bir bilgiyle bu yaşananlara bakmayı öğrenmediğimiz sürece- bilginin başlangıcı olamayacaktır.

IX.

“Mein Flügel ist zum Schvvamg bereit, ich kehrte gern zurück, denn blieb ich an lebendige Zeit, ich hatte wenig Glück. (Uçmaya hazır kanatlarım,/ Gerilere dönsem derim hep./ Za­mansız zamanlarca beklersem böyle,/ Hiç mi hiç, kalmaz ki şan­sım.)”
Gerhard Scholem, “Gruss vom Angelus”

Klee’nin “Angelus Novus” diye bilinen bir tablosunda, sanki hep öyle bakıp seyretsin diye yapıldığı yerden artık ne­redeyse kalkıp başka yerlere gideceğe benzeyen bir melek tasvir edilmiştir. Gözleriyle dik dik bakan, ağzı açılmış, ka­natları gerilmiş. Bu insanoğlunun tarihin tasvirini yapması­dır: Yüzü geçmişe dönüktür. Bizim bir zincirin halkaları gi­bi görebildiğimiz olayları, o ardı ardına dizilmiş yıkımlar ve felaketler yığını olarak tek bir kataştrof biçiminde görmekte­dir. Melek, kendisine kalsa orada daha duracak, ölüleri ayaklandıracak ve yıkılmış, parçalanmış her şeyi yeniden bir tümlüğe küvuşturacak gibidir. Fakat cennet’ten bir fırtına kopup gelmektedir; meleğin kanatlarına çarpan rüzgâr öyle­sine şiddetlidir ki, melek artık kapatamaz olmuştur kanatla­rını. Bu fırtına, karşı konulmaz bir biçimde meleği, arkasını döndüğü geleceğe doğru uçurmakta, önündeki döküntü ve moloz yığını ise yerden göklere kadar yükselmektedir. Bu fırtına, bizlerin ilerleme dediğimiz şeydir.

X.
Keşişlik öğretisinin inzivaya çekilmiş manastır keşişle­rinin kendi içlerini dinleyip tefekküre dalmaları için üzerin­de durduğu konular (temalar), aslında, onları bu dünyadan ve dünya işlerinden uzak tutmak için seçilmiş konulardır. Bi­zim burada geliştirmekte olduğumuz düşünceler, gözlemler de bu tür eğilimlere ilişkin.

Faşizme karşıt olanların kendilerine umut bağladığı si­yasetçilerin yorulup yenik düştüğü, üstelik bu yenilgilerini kendi davalarına ihanet ederek kanıtladıkları bir zamanda bu gözlemler yaşadığımız siyaset dünyasını ihanet edenlerin kurdukları tuzaktan, kapandan kurtarmayı amaçlamaktadır. Bizim düşündüğümüuz şey de, siyasetçilerin ilerlemeye olan inatçı imanlarının, kendi “kitle temellerine” duydukları güve­nin, son olarak da, denetlenmesi olanaksız aygıtlarla kölece bütünleşmiş bulunmalarının aynı şeyin üç ayrı görünümü oluşudur. Bizim bu düşüncemizin ve değerlendirmemizin amacı, sözkonusu siyasetçilerin bağlı kalmaya devam ettikle­ri düşünceyle suç ortaklığına girişmekten sakınabilecek bir tarih anlayışı edinebilmek için ne denli yüksek bir maliyet ödemesi gerekeceğine ilişkin bir fikir verebilmektir.

XI.
Başlangıçtan beri Sosyal demokrasinin bir bölümü, bir kısmı olmuş bulunan confortnism, onun sadece sosyal taktiklerinde değil, fakat ekonomik görüşlerinde de kendi­ne yer bulabilmiştir. Bu durum, Sosyal Demokratların sonra­ki zamanlarındaki yıkımın da nedenlerinden biridir. Alman işçi sınıfını hiçbir şey bu sel ile birlikte işçi sınıfının da ileri­ye doğru hareket ettiğini söyleyenlerin anlayışları kadar boz­mamış, ifsad etmemiştir. Bu anlayış, teknolojik gelişmeleri, kendisinin de yanısıra ileriye doğru hareket ettiğini sandığı akıntının çavlanı olarak düşündü. Bu, bir adım daha atıldı­ğında, teknolojik ilerlemeye yol açacağı varsayılan fabrika iş­çiliğinin siyasal bir kazanım oluşturacağını sanan illüzyona varabilecek bir değerlendirme oluyordu. Eskinin bilinen pro­testan iş ahlâkı, böylece, laikleşmiş bir biçimde Alman işçile­rinin arasında yeniden canlanmış oluyordu.

Çok daha önce­lerin Gotha Programı’nda da (1875 Gotha Kongresi, biri F. Laselle’in, diğeri ise K. Manc ve W. Liebnecht’m yönetimindeki iki Alman Sosyalist partisini birleştir­miştir. Liebnecht ve Lasalle tarafmdan taslağı hazırlanan progra­ma Londra’da Manc tarafmdan sert bir eleştiri yöneltilmiş, karşı çıkılmıştır. Marx’ın “Gotha Programının Eleştirisi’ne bakınız.) çalışmayı “tüm refah ve kültürün kaynağı” saydığı için bu konudaki anlam bulanıklı­ğının izlerini görmekteyiz. Marx ise, bu işin püf noktasını fark etmiş olduğu için, “… Kendisini, onun sahibi olacak kimselerin kölesi yapmaya zorunlu olarak muhtaçtır iş gü­cünden başka hiçbir şeyi olmayan kişi” diye buna karşı çık­mıştır. Ne var ki, bu anlam bulanıklığı sürer gider. Çok geç­meden de Josef Dietzgen şunları söyler: “Modem zamanları­nın kurtarıcısına çalışma adı veriliyor. Çalışmanın… gelişmesi, günümüzde, şimdiye değin hiçbir kefaretçinin yapamadığını gerçekhleştirebilme olanağına sahip bulunuyor.” Çalışmanın ve çalışanın emeğinin nitelik ve doğasına ilişkin bu ham – Marxist anlayış, çalışmanın kendisinin çalışmanın ürünlerin­den, bu ürünler işçilerin elinde değilken, nasıl olup da işçile­ri yararlandırabilecek olduğu sorununu es geçmektedir.

Bu anlayışın kavrayabildiği tek ilerleme doğaya egemen olma anlamındaki olmakta; böylesi bir ilerlemenin toplum üzerin­deki geriletici etkilerini anlayamamakta; daha sonraları Fa­şizmin ilerleme anlayışında karşılaşacağımız teknokratik öğeler taşımaktadır. Bu öğelerden biri de, 1848 devrimin- den önceki sosyalist ütopyalardan büsbütün başka bir doğa anlayışıdır. Yeni çalışma anlayışı, doğanm sömürülmesine yönelikti ve safça bir gönül rahatlığıyla proletaryanın sömü­rülmesine dek uzanıyordu. Bu olgucu (positivistic) anlayışla karşılaştırılacak olursa, sık sık alay konusu edilen Fourier’in fantazyaları, çok daha saygın ve doğrudur demek gerekiyor. Fourier’ye göre, etkin bir eşgüdümlenme içindeki emek/ça­lışma ile yeryüzü gecesini aydınlığa kavuşturacak dört dolu­nay oluşturabilecek; kutuplar buzlardan kurtarılacak, tuzlu deniz suyu tatlandırılacak, vahşetin yaban güçleri insana ya­rarlı hale getirilebilecekti. Bütün bunlar, doğayı sömürmek­ten çok uzak, onun bağrında olanaklar olarak duran yara­tımlara can verecek bir çalışma emek anlayışıyla karşı karşı­ya olduğumuzu gösteren şeyler. Dietzgen’in deyişindeki gibi doğaya “bedavacının ganimeti” gözüyle bakan bir anlayış ise, emek konusunda acımasız, bencil ve sağlıksız bir anlayı­şın mütemmim cüz’ü olmaktadır.

XII.
“Tarihe gereksiniyoruz, fakat bilgi bahçesinde haylazca va­kit geçiren bir çapulcu gibi değil.
Nietzsche, Tarihin Kullanımı ve Kötüye Kullanımı Hak­kında

Erkek ya da kadın tek kişi değil, fakat mücadele halin­deki baskı altında yaşayan sınıfın kendisidir tarih bilgisini edinecek ve saklayıp birikimleyebilecek olan. Marx’ta bu sı­nıf, köleleştirilmiş en son sınıf olarak, ayaklar altına alınmış kuşaklar adına özgürleşme ereğini gerçekleştirecek ve maz­lumun ahım alacak smıf olarak görünmektedir. Bu inanış, Spartakistler grubunda (Alman Sosyalist Partisi’nin savaş yanlısı siyasetine muhalefet için Kari Liebnecht ve rosa Luxemburg tarafından kurulmuş, daha sonra Komünist Parti’ye katılmış olan Sol grup.) birara canlanır gibi olan bu ina­nış, Sosyal Demokratların hep karşı koydukları bir inanış ol­muştur. Otuz yıllık bir dönem içinde açıkça Blangui’nin; da­ha önceki yüzyıldaki adıyla bu düşünceyi çağrıştıran Blantjui’nin adını unutturmak için ellerinden geleni yapmışlar­dır. Sosyal Demokrasi işçi sınıfına gelecek kuşakların kurta­rıcılığı rolünü uygun görmüş; böylece, işçi sınıfının gücünü oluşturan en önemli öğeyi ondan koparıp bir yana atmıştır. İşçi sınıfının bu anlayışa göre eğitilmesi, onun hem geçmişe olan nefretini hem de fedakârlık ruhunu heder etmesine ne­den olmuştur. Çünkü bunların her ikisine de asıl güç kazan­dırabilecek olan, gelecekteki özgür kuşaklar (torunlar) imge­sinden çok, köleliğe düşürülmüş bulunan geçmiş kuşakların (ataların) imgesidir.

XIII.

“Her geçen gün davâmız daha açıkça anlaşılıyor ve insanlar daha iyi anlayabiliyor.”
  Wilhelm Dietzgen, Die Retigion der Sozialdemokratie

Sosyal demokratik kuram ve hatta asıl onun pratiği, re­aliteyle bağlantısı olmayan, tersine, dogmatik iddialarda bu­lunan bir ilerleme anlayışınca biçimlendirilmiştir. Sosyal de­mokratların düşüncesindeki görünümüyle ilerleme, her şey­den önce, uygarlığın ilerlemesidir. (însanın yetenek ve bilgi­sinin gelişmesi değildir.) İkincisi, insanlığın mükemmelliği­nin sonsuzluğunu ise, sınırsız bir olgu olarak tasarlamaktalar. Üçüncüsü, ilerlemeyi karşı konulmaz bir şey olarak, oto­matik bir biçimde dosdoğru ya da helezonik bir süreç olarak tasarlamaktalar. Bu önermelerin her biri tartışma götürür ve eleştiriye açık önermelerdir. Bununla beraber, eleştiril­mesi için, asıl, bu önermelerin ardındaki düşünce kavranma- lı ve bunlardaki ortak yan üzerinde durulmalıdır. İnsanlığın tarihsel gelişmesi anlayışı, insanlığın homojnleştirilmiş, boş bir zaman içinden geçerek ilerlemesi anlayışından ayrıla­maz. Böylesi bir ilerleme anlayışının eleştirilmesi, ilerleme kavramının kendisinin eleştirilmesinde de temel alınmalıdır.

XIV.

                                                             “Başlangıç erektir.
Kari Kraus, Worte In Versen, Cilt I.

Tarih, yerleşimi homojenleştirilmiş, boş bir zaman de­ğil, fakat şimdinin (Jetztzeit) (Benjamin “Jetztzeit” derken tırnak işareti kullanıyor. Şimdiki za­man anlamındaki Gegenwart anlamı değil ifade etmek istediği. Açıktır ki, mistik bir şimdiki zaman anlayışını, nunc stans’ı ifade etmek istiyor.) varlığınca doldurulmuş bir zaman olan bir yapmm konusudur. Nitekim, Robespierre için ancient Roma, tarihin süreklilik içindeki devamlıhğm- dan, onu patlatarak oluşturduğu bir şimdinin zamanının var­lığı ile dolu bir geçmişti. Fransız Devrimi kendisini ölümden sonra dirilmiş bir Roma olarak görmüştür. Ancient Roma’ya, modanın, geçmişin giysilerine can vermesi gibi can vermek istemiştir. Moda, geçmişin ne denli uzaklarına yö­nelmiş olursa olsun, kendisine konu edindiği şeye ilişkin bir sezgiye sahiptir; geçmişe bir kaplanın atılımıyla sıçrar bu yüzden. Çünkü bu sıçrama, buyrukların egemen sınıftan çık­tığı bir arenada olmaktadır. Ama aynı sıçrama, tarihin açık alanlarmda olacak olanlarına gelindiğinde, Marx’ın devrimi anladığı biçimde, diyalektik nitelikte bir ileriye atılım olmak durumundadır.

XV.
Tarihin sürengenliğini (değişmeden sürüşünü) kendi içinden bir patlamaya dönüştürmeye ilişkin bilgilenim, ey­lemlerinin zaman bileşkesinde (moment) devrimci sınıflara özgü bir özelliktir. Büyük devrim yeni bir takvim getirip koymuştur önümüze. Bir takvimin başlangıçsal günü, tarihsel bir “mürur-u zaman” saptayıcısıdır da. Ve temelde, gene bu aynı gündür ki, hatırlamanmın günleri olan tatillerin görünü­müne bürünerek (tarihi-ç.) yinelimler olarak tutar. İşte bu nedenledir ki, takvimlerin zamanı ölçmesi saatlerin zamanı ölçmeleriyle aynı değildir; takvimler, geçen son yüz yıllık sü­renin içinde Avrupa’da en küçük bir izi bile görünmeyen ta­rih bilincinin anıtlarıdır. Temmuz devriminde bu bilincin hâ­lâ canlı olduğunu gösteren beklenmedik birşey yaşandı. Ça­tışmaların ilk gecesinde, aynı anda, ama birbirinden haber­siz yerlerdeki işçiler Paris’in çeşitli semtlerinde işe saat kule­lerindeki sürengin zamana ateş açmakla başlamışlar. Gördü­ğü bu olgudaki anlamı farketmesini zamanın akışındaki uyaklara (rhyme) borçlu olduğunu söyleyebileceğimiz bir ta­nık o günlerde yazdıklarıyla bunu şöyle anlatmıştır.
Qui le croirait! on dit, qu’irritees contre l’heure De nouveaux Josues au pied de chaque tour Tiraient sur les candras pour arreter le jour.(Kim inanırdı ki böylesine! zamanın kendisince uyanmlandınlmış, Yeni bir Yeşua her saat kulesinin dibinde ayağa kalkmış,Günün akışını durdurmayı, tam da kadranından nişanlamış)

XVI.
Bir tarihi materyalist, düpedüz bir zamanın geçişi de­ğili, fakat içinde zamanın hâlâ akıştığı ve bir dürağı olduğu zaman biçiminde yer aldığı yaşanan-gün (şimdiki zaman) an­layışına varmadan olamaz. Çünkü ancak böylesi bir yaşanan-gün (şimdiki zaman) anlayışıdır ki, onun içinde tarihin yazarı olabileceği şimdiki zamanı bitimleyebilir. Tarihsiçilik bir “ebedi” geçmiş imajı verir; tarihi materyalizm ise geçmişi biriciksel (unique) bir yaşam-deneyimi olarak kavramamıza yöneltir bizi. Tarihi materyalist, tarihsiciliğin umumhanesin­deki “bir zamanlar” denilince o hep bildiğimiz fahişenin akıt­tığı akıttığı lağımlara kapılmayı başkalarına bırakmak duru­mundadır. Tarihi materyalist kendi gücünün denetimini ken­di ellerinde tutmak ister; tarihin sürenginliğini içinden infi­lak ettirip açmaya yeter insandır o.

XVII.
Tarihsiciliğin varabilceği en son doruk, haklı olarak, genel tarihtir. Materyalist tarih-yazını, bundan, en çok da yöntem bakımından ayrılır, başka hiçbir türden ayrılmadığı kadar. Genel tarihin kuramsal hiçbir dönüştürümcülüğü yok­tur. Yöntemi eklemecidir; boş ve homojen bir zamanı do- lumlamak için data bulur, toplar, yığar. Materyalist tarih-yazını ise, öte yandan, inşaacı bir İlkeye istinad eder. Düşün­me sadece düşüncelerin akışı demek değil, fakat düşüncele­rin bir anda yakalanıp tutuklu kılınabilmesidir de. Düşünme­nin, gerilimlere gebe bir ön – oluşuma (configuration) va­rıp da bir anda durmak zorunda kaldığı yerde, düşünme bu ön oluşumu bir şoka uğratır; bu şokla onu bir monad’a dö­nüştürecek biçimde billûrlaştırır. Tarihi materyalist olan bi­ri, tarihin konusu olan birşeyi, onunla ancak ve ancak bir monad olarak karşılaşacak olduğu yerde ele alır. Bu betimle­diğimiz yapı içinde, tarihi materyalist olanlann Messianic in- dirimleniminin bir işaretini, ya da, değişik ifade edecek olur­sak, baskılar altına alınmış bir geçmişin uğrunda girişilecek savaş için devrimci şansını görür. Bu işaretin, bu şansın idra­kine varması ise, tarihin homojenleştirilmiş seyrinden özgül bir çağı infilâk ettirip oluşturmak-çağm içinden özgül bir ya­şam ya da hayatın yüklediği çalışmalardan özgül bir ürün (yapıt), bir çalışma oluşturmak ereğiyledir. Böylesi bir yön­temin bir ürünü (sonucu) olarak, hayat çalışması bu özgül ürünün (çalışmanın) çağının hayat çalışmasının; ve tüm bir tarihin seyri de çağın içinde hem muhafaza edilmiş hem de aynı zamanda ertelenmiş olur. (Benjamin Hegel’e ait aufheben terimini kullanıyor. Her üç anla­mıyla: -Muhafaza etmek, -yükseltmek, -ertelemek. / İngilizcesinin Çevirmeni Harry Zohn’un açıklaması. (Ç.))
Tarih açısından anlaşılabilmiş olanın besleyici meyvasındaki zaman, nadide ama henüz belirli bir tadı olmayan bir tohuma benzetebileceğimiz bir zamandır.

XVIII.
“Dünyadaki organik yaşamın tarihiyle ilintili olarak”, diye yazıyor modern biyolojistlerden biri, “şu küçücük elli bin yıllık homo sapien dönemi yirmi dört saatlik günün biti­mindeki son iki saniyecik gibidir. Bu ölçek üzerinde, uygar­lık dönemindekiinsanlığm tarihi ise en sonuncu saatin en so­nuncu saniyesinin beşte biridir.” Messianic zamanın bir mo­deli olarak, şimdiki zaman’mta ise tüm insanlık tarihini müt­hiş bir kısaltım (özetleyim) içinde kendinde barındırır, in­sanlık tarihinin evrende sahip olduğu boylama (kamet) tamı tamına denk düşer.

A.
Tarihsicilik tarih içindeki çeşitli zaman bileşkelerinin (moments) arasında bir nedensellik ilişkisi kurarak doyum­lar kendini. Fakat bir neden yerine saydığı tek bir olgu bile, tam da bunun içindir ki, tarihsel olamaz. Söz konusu durum­daki bu olgu kendisi olup bittikten sonraki hali ile tarihselleşebilmektedir, kendisinden binlerce yılla ayrılabilecek olay­lar aracılığıyla tarihselleşebilmektedir. Kendine yolayrımı olarak bu noktayı seçen bir tarihçi olayların aynılık içindeki ardıllığını, bir teşbihin taneleri gibi, anlatıp durmayı bırak­malıdır. Bunun yerine, kendi çağı ile, belirli bir önceki çağın onun kendi gününde oluşturduğu yıldızlar dizilenimini anla­maya çalışmalıdır. Böylelikle, Messianic zamanın incecik di­limlerinde bulunabilecek bir “şimdinin zamanı” olarak şimdi­ki zaman anlayışına varabilecektir.

B.
Zamanın içinden onun içinde saklı tuttuğu şeyi bulup çıkaran falcı, hiç kuşkusuz, zamanı ne homojenleştirilmiş bir zaman olarak, ne de boş bir zaman olarak deneyimler. Bunu hiç akıldan çıkarmayan biri, kim olursa olsun, geçmiş zamanların zihinde nasıl yeniden yaşam-deneyimlerine dö­nüştürülmekte olduğuna – ki, herşeyden önce, tıpatıp aynı şekilde olduğunu belirtelim – dair de bir fikir edinecektir ola ki.
Yahudilere geleceği incelemenin yasaklandığını hep biliriz. Ne var ki, Ahdi Atik’in ilk beş kitabı (Torah) olsun, dualar olsun, Yahudileri hatırlayacılar olarak eğitilip yetiş­tirmiştir. Bunun böyle oluşundandır ki, sihrine kapılan her­kesin aydınlanmak için falcıya başvurduğu geleceğin onlar için hiç sihri kalmamıştır. Bununla beraber, bu demek değil­dir ki, gelecek Yahudiler için homojenleştirilmiş ve boş bir zamandır. Çünkü zamanın her bir saniyesi, dar da olsa, Me­sih’in aralayıp gelivereceği bir kapıdır.

Estetize Edilmiş Yaşam | Tarih Felsefesi Üzerine Tezler – Walter Benjamin

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments