Biliyorum, çok kötü şeyler söylüyorlar benim için; ister benden yana çıkın, ister onlardan, orası kendi bileceğiniz iş. Ben sadece Eunice ile Olivia-Ann’a karşı söyleyeceklerimi yazıyorum; iki sağlam gözü olan herkes kimin akıllı, kimin deli olduğunu kolayca görür sanırım. Benim istediğim ABD halkının olan biteni bilmesi, o kadar.
Olan biten: Pazar günü, 12 Ağustos, bu yıl, Eunice babasının İç Savaş’tan kalma kılıcıyla beni öldürmeye kalktı, Olivia-Ann da otuz santimlik bir domuz bıçağıyla önüne gelen her şeyi kesti, doğradı. Buna gelene kadar daha neler neler var.
Talihsizliğim altı ay önce Marge’la evlendiğim zaman başladı. Yaptığım ilk yanlış hareket de budur zaten. Mobile’de, dört günlük bir arkadaşlıktan sonra evlenmiştik. İkimiz de on altı yaşındaydık; Marge, amcamın kızı Georgia’ya konuk gelmişti. Şimdi düşünüyorum da, öyle bir kızı nasıl beğenmişim, sevmişim, aklım almıyor. Güzel değil, vücut yok, üstelik de kafasız mı kafasız. Ama Marge sarışındır, doğuştan sarışın, herhalde buna, sarışınlığına kapılmış olacağım. Evet, evlenmemizin üstünden üç ay geçti geçmedi, bir de baktım, Marge üfrülüverdi; gebe; yaptığım ikinci yanlış hareket. Sonra bağırıp çağırmaya, eve, annemin yanına gideceğim diye diretmeye başladı – ama annesi yoktu, yalnız bu iki halası vardı, Eunice ile Olivia-Ann. Sonunda beni Cash and Carry’deki güzelim işimden çıkarıp buraya, Admiral’s Mill’e, bu kötü, pis yere getirdi.
L-N istasyonunda trenden indiğimiz gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu; bizi karşılamaya çıkan oldu mu sanıyorsunuz? Üstelik kırk bir sent verip bir de telgraf çekmiştim. Düşünün: Karım gebe, yağmur altında tam on kilometre yol yürümek zorundayız.
Marge’ın canı çıktı, çünkü sırtım ağrıdığı için ben pek az şey taşıyabiliyordum. Bu evi ilk gördüğüm zaman çok beğenmiştim doğrusu; saklayacak değilim. Kocaman, sarı bir ev, önünde sıra sıra sütunlar, bahçeyi çevreleyen, kırmızı beyazlı japongülleri, bütün bunlar göz alıcı şeylerdi.
Eunice ile Olivia-Ann geldiğimizi görmüş, bizi karşılamak için hole çıkmışlardı. Ah, bir kerecik olsun görebilseydiniz onları. İnanın şakkadak düşüp ölürdünüz! Eunice şöyle koskocaman, yaşlı, şişman bir şey, yalnız poposu yüz kilo gelir. Hava yağmurlu da olsa, açık da olsa, evin içinde hep eski moda bir gecelikle dolaşır, adını kimono takmış onun, ama pis bir fanile gecelikten başka bir şey değil. Sonra tütün çiğner, öte yandan kibarlığa da pek düşkün olduğu için ağzındaki tütünleri kimseye göstermeden tükürmeye çalışır. İkide bir okumuşluğundan, bilgeliğinden söz açar, beni küçük düşürmek, üzmek isteğiyle yapar bunu, ama ben hiç aldırmam, çünkü onun her sözcüğü teker teker hecelemeden çocuk dergilerini bile okuyamadığını pek iyi bilirim. Yalnız şunu da söylemeli: Çıkarma toplama yapmakta, para saymakta kimse yanşamaz Eunice’le; Washington’un D.C. bölgesindeki işyerlerinde çalışmış bir insanın başka türlü olması da beklenemez zaten. Çok parası yoktur demek istemiyorum bu sözle! Kendisi yok der, ama var, biliyorum, iyice biliyorum, çünkü bir gün yan verandadaki çiçek saksılarının birinde bin dolara yakın para buldum, oraya saklamış. Bir sentine bile dokunmadım, ama Eunice yüz dolar çalmış olduğumu söylüyor; yalan, hem de kuyruklu yalan. Admiral’s Mill’de herkes Eunice’in ağzından çıkan sözleri tepeden gelen birer emir gibi karşılar, çünkü herkes ona borçludur; Eunice tutup Charlie Carson’un (gözleri kör, doksanlık, yatalak bir adam, 1896’dan beri yerinden kıpırdayamıyor) kendisini sırtüstü yere yıkıp bilmem ne halt ettiğim söylese, bütün kasabalılar İncil’e el basıp Eunice’in doğru söylediğine yemin ederler.
Olivia-Ann daha da kötü; bu bir gerçek! Yalnız, Eunice kadar sinirli değil; anadan doğma aptal çünkü, tavan arasına kapatılıp üstüne kilit vurulacak yarım akıllılardan. Soluk renkli, sıska mı sıska, üstelik bıyıklı bir kadın. Çoğu zaman bir kenara oturup elindeki otuz santimlik domuz bıçağıyla sopa yontar, ya da birine bir hınzırlık eder, Mrs. Harry Steller Smith’e yaptığı gibi. Bunu kimseye söylemeyeceğime söz vermiştim, ama insanın hayatı tehlikeye girince sözün filan bir değeri kalmıyor.
Mrs. Harry Steller Smith, Eunice’in kanaryasıydı; adı, kocakarı ilaçları yapıp satan Pensacola’lı bir kadından geliyordu; Eunice her hastalığı geçiren bir ilaç alırdı ondan. Bir gün oturma odasında bir gürültü duydum, kapıyı açıp baktım, ne göreyim istersiniz. Olivia- Ann eline koca bir tavan süpürgesi almış, Mrs. Harry Steller Smith’i pencereden dışarı kışkışlıyor, kafesin kapısı ise ardına kadar açık. O anda içeri girmemiş olsaydım, bu işi onun yaptığını kimse bilmeyecekti. Eunice’e söyleyeceğimden korkarak iyice açıldı bana, zavallı bir hayvanı böyle kafese tıkmak hoş bir şey değilmiş, üstelik Mrs. Harry Steller Smith’in ötüşü de sinirine dokunuyormuş. Sonunda ben onun haline acıdım, o da bana iki dolar verdi; ikimiz bir olup Eunice’e söyleyecek bir yalan uydurduk. Parayı kabul etmezdim ama, baktım, almazsam içi rahat etmeyecek, üzülecek, eh, ne yapayım, ister istemez aldım.
Bu eve geldiğim gün Eunice’in söylediği ilk sözcükler şunlar olmuştu: “Demek bununla evlenmek için kaçtın bizden, ha, Marge?”
Marge şöyle dedi: “Çok yakışıklı, hem de güzel, değil mi, Eunice Hala?”
Eunice beni tepeden tırnağa bir süzdü: “Söyle, arkasını dönsün.”
Ben arkam dönük dururken, Eunice, “Yazık,” dedi, “süprüntünün en kötüsünü seçmişsin. Buna erkek bile denmez.”
Hayatımda kimse beni bu kadar aşağılamamıştı! Doğrusu pek sağlam yapılı, etli canlı bir insan sayılmazdım, ama daha iyice büyümüş, gelişmiş değildim ki.
“Neden denmesin! Elbette erkek,” dedi Marge.
Olivia-Ann’ın ağzı bir karış açıktı, neredeyse sinek kaçacaktı içine; birden canlanıp atıldı: “Ablamın söylediğini duydun. Erkek bile denmez buna. Şu süprüntüye bak, erkeğim diye dolaşıyor! Ne erkeği! Dişi bu, dişi!”
Marge şöyle dedi: “Unutuyorsunuz, Olivia-Ann Hala, bu benim kocam, doğacak çocuğumun babası.”
Eunice çirkin bir ses çıkardı, sonra, “İyi,” dedi, “iyi ya, ben senin yerinde olsam, böyle bir kocayla hiç de övünmezdim.”
Ne hoş bir karşılama, değil mi? Hem de Cash and Carry’deki güzelim işimi bırakmış gelmişim!
Ama o akşam olanların yanında bunun sözü bile edilmez. Blue- bell sofrayı topladıktan sonra, Marge sesini elinden geldiğince tatlılaştırarak, otomobili alıp Phoenix City’ye sinemaya gidip gidemeyeceğimizi sordu.
“Sen aklını kaçırmış olmalısın,” dedi Eunice; sanki sırtındaki kimonoyu istemiştik.
“Sen aklını kaçırmış olmalısın,” dedi Olivia-Ann.
“Saat altı,” dedi Eunice, “hem sen benim bu erkek bozmasına, bu süprüntüye, yepyeni gibi elden düşürdüğüm 34 model Chevrolet’mi kullandıracağımı sanıyorsan, iyice aklını kaçırmış olmalısın.”
Bu gibi sözler Marge’ı hemen ağlatır.
“Üzülme, şekerim,” dedim, “aldırma, ben zamanında ne Cadillac’lar kullandım.”
“Hıh,” dedi Eunice.
“Elbette,” dedim.
“Değil otomobil kullanmak,” dedi Eunice, “bir sabanın ucundan tuttuysa bu süprüntü, ben oturup tam bir düzine, neft yağında kızartılmış fare yerim.”
“Kocam için böyle sözler söylemenize göz yumamam,” dedi Marge. “Çok ayıp ediyorsunuz! Biliyorum, bütün bunlar yabancı bir yerde, yabancı bir adamla evlendim diye.”
“Sana uygun zaten, tam sana göre,” dedi Eunice.
“Böyle şeyler söyleyerek aklımızı çeleceğim sanma, ikişer tane gözümüz var bizim,” dedi Olivia-Ann; sesi tıpkı çiftleşmeye hazırlanan eşeklerin anırtısına benziyordu.
“Biz öyle kolay kolay kandırılacaklardan değiliz,” dedi Eunice.
“Ben sadece şunu anlamanızı istiyorum,” dedi Marge, “bu adamla, ölünceye kadar ayrılmamak üzere evlendim, tam üç buçuk ay önce. Kime isterseniz sorun. Sonra, Eunice Hala, karşınızdaki özgür bir insan, bir beyaz, üstelik daha on altı yaşında. Sonra George Far Sylvester babası için bu gibi sözler söylenmesinden hiç de hoşlanmaz sanırım.”
George Far Sylvester doğacak çocuğumuzun adıydı. Yaman bir ad, değil mi? Ama şu anda hiçbirine ilgi duymuyorum, hiçbiri yok gözümde.
“Bir kızın başka bir kızdan çocuğu olur mu?” dedi Olivia-Ann; açıkça hakaret ediyordu bana, erkeklik gururumla oynuyordu. “Her gün yeni yeni şeyler görüyor insan hayatta.”
“Ah, sus artık,” dedi Eunice. “Sinemadan da Phoenix City’ye gitmekten de umudunuzu kesin, boşuna çene yormayalım.” Marge hıçkırdı: “Oh-h-h, ama Judy Garland oynuyor.” “Üzülme şekerim,” dedim, “aldırma, ben o filmi on yıl önce gördüm, Mobile’de.”
“Yalanın daniskası denir buna,” diye bağırdı Olivia-Ann. “Ah, sen ne ahlaksızsın, sen. Judy film çevirmeye başlayalı on yıl olmadı daha.” Olivia-Ann elli iki yıllık hayatı boyunca (kendisi kaç yaşında olduğunu kimseye söylemez, ben Montgomery’deki nüfus memurluğundan mektupla edindim bu bilgiyi), bir tek film görmüş değildir, ama tam sekiz sinema dergisine abone. Postanede çalışan Mrs. De- lancey’nin dediğine göre, Sears and Roebuck firmasından postayla yaptığı alışveriş bir yana bırakılırsa, Olivia-Ann’a sinema dergilerinden başka hiçbir şey gelmezmiş. Gary Cooper’ın hayranıdır; hayranlık ama ne hayranlık, hastalık gibi; yalnız bu artistin fotoğraflarıyla dolu bir sandığı, iki de bavulu var odasında.
Masadan kalktık; Eunice yuvarlana yuvarlana pencereye gidip bahçedeki tespihağacına baktı: “Kuşlar tünemeye başlamış – yatma zamanımız geldi demektir. Sen odana çık, Marge, bu centilmenin yatağı arka verandada.”
Eunice’in ne demek istediğini anlayabilmem için tam bir dakika düşünmem gerekti.
Sonra şöyle sordum: “Yani beni karımla bir odada yatırmayacak mısınız şimdi?”
Bunun üzerine ikisi birden haykırmaya başladılar.
Derken Marge’ın sinirleri bozuldu, bastı çığlığı: “Susun, susun, susun! Daha fazlasına dayanamam artık. Haydi, benim küçük sevgilim – haydi, git, nerede derlerse orada yat. Yarın bir şeyler düşünürüz…”
“Anlaşılan,” dedi Eunice, “hiç akıl kalmamış bu kızcağızda, iyice oynatmış.”
“Zavallı yavrucak,” dedi Olivia-Ann; kolunu Marge’ın beline doladı, sonra kızı kapıya doğru götürdü; “zavallı yavrucak, böylesine genç, böylesine günahsız. Haydi, gidelim de, başını göğsüme dayayıp doya doya bir ağla.”
Mayıs, haziran, temmuz aylarını, ağustosun da aşağı yukarı ilk yarısını, arka verandada, açıkta geçirdim, ne bir cibinlik, ne bir şey. Marge derseniz – bir kerecik bile ağzını açıp da beni odasına istediğini söylemedi! Alabama’nın bu yanları bataklık; bir sokuşta mandayı öldürecek sivrisinekler var; ya böcekler, kanatlı hamam böcekleri; ya koca koca tarla fareleri, hani içlerinden birini tutup bir marşandizin önüne bağlasanız, çektiği gibi götürür; buradan ta Timbuctoo’ya kadar. Ah, o küçük, doğmamış George olmasaydı arada, ben çoktan kaçmış gitmiştim bu evden. İlk geceden bugüne dek şöyle beş saniye yalnız kalamadım Marge’la. Birinden biri hemen koşar yanımıza; geçen hafta az kaldı saçlarını başlarını yolacaklardı; Marge odasına kapanıp kapıyı kilitlemiş, beni de ortalarda görememişler, çılgın gibi saldırdılar sağa sola. Oysa ben aşağıda pamuk balyalarını hazırlayan zencileri seyrediyordum, ama inadıma sesimi çıkarmadım, Eunice kilitli odada Marge’la ikimizin bir işler becerdiğimizi sanıp sinirinden çatlasın patlasın diye. O günden sonra gözcüler kadrosuna Blue-bell’i de kattılar.
Üstelik bu üç buçuk ayı beş parasız geçildim; şu anda sigara alacak param bile yok cebimde.
Eunice işe girmemi istediği için her gün başımın etini yedi, söylendi durdu, bir gün olsun bırakmadı arkamı. “Bu süprüntü neden gidip kendisine şöyle doğru dürüst bir iş bulmuyor?” Siz de dikkat etmişsinizdir herhalde, bana hiç doğrudan doğruya söz söylemez, yüksek huzurlarında yalnız bile olsam, o gene yanımızda üçüncü bir insan varmış da onunla konuşuyormuş gibi davranır. “Erkekliğin kıyısından geçmişse, gidip karısının ekmeğini kazanmaya baksın, sırtını bana dayayıp yan gelmeye utanmıyor, bir de onu besliyorum.” Sırası gelmişken şunu da söyleyeyim bari: Tam üç ay on üç gündür haşlama patatesle, yemek artıklarıyla yaşıyorum; iki kere Dr. A. N. Carter’a gittim. İskorpit hastalığına yakalanmış olup olmadığımı, o da kestiremedi bir türlü.
Çalışmama gelince, sorarım size, benim gibi yetenekli bir adam, Cash and Carry’de çalışmış, başarı göstermiş bir adam, Admiral’s Mili gibi bir yerde ne iş tutabilir? Tek, bir tek dükkân var burada, onun da sahibi Mr. Tubberville adında, tembel mi tembel, malını satmaya bile üşenen bir herif. Moming Star Baptist Kilisesi’nin papazlığı da boş değil aksi gibi, iğrenç, moruk bir papazları var, adı Shell; geçenlerde Eunice ona uğrayıp benim ne zaman öleceğimi sordu. Kulaklarımla duydum verdiği cevabı, ömrümün çoğunu yaşamışım, öyle dedi.
Ama beni en fazla üzen şey, Eunice’in Marge’ı kandırmış olması. Kızı bayağı düşman etti bana, hem de sözcüklerle anlatılamayacak bir düşmanlık. Öyle ki yanına gittiğim zaman beni itelemeye filan başladı, ama şöyle bir-iki tokat yiyince, aklı başına geldi. Karım bana saygısızlık, terbiyesizlik edecek de, ben hiç sesimi çıkarmayıp öylece duracağım, olacak şey mi!
Düşmanlar dört bir yanı çevirmiş: Bluebell, Olivia-Ann, Eunice, Marge, sonra bütün Admiral’s Mili halkı (342 kişi). Dost: hiç yok. İşte dün, 19 Ağustos, Pazar günü, beni öldürmeye kalktıklarında durum böyleydi.
Her yanı boğucu bir sessizlik sarmıştı, hava son derece sıcaktı. Kavga tam saat ikide başladı. Bunu iyice biliyorum, çünkü Eunice’in bir guguklu saati var, her ötüşünde aklımı başımdan alıyor. Oturma odasındaki piyanoda bir şarkı bestelemekteydim, kimseye bir zararım dokunmuyordu; bu piyanoyu Olivia-Ann için satın almış Eunice, bir de öğretmen tutmuşlar, her hafta ta Georgia’dan, Columbus’dan gelirmiş adam. Benimle arkadaşlık etmenin kendisi için tehlikeli olacağını hissettiği güne kadar, postanedeki Mrs. Delancey ile pek iyiydi aramız; onun anlattığına göre, bu Georgia’lı piyano öğretmeni, derse geldiği günlerden birinde, sanki arkasından Adolf Hitler kovalıyormuş gibi, bir fırlamış bu evden dışarı, atlamış Ford’una, kaçmış gitmiş, gidiş o gidiş, bir daha hiç görünmemiş Admiral’s Mill’de. Dediğim gibi, oturma odasında, kimseye bir zarar vermeden, kendi kendime serinlemeye çalışıyordum; birden Olivia-Ann daldı içeri; saçlarına bigudiler sarmıştı; bağırmaya başladı: “Kes şu gürültüyü! Bir dakika rahat bırakmaz mısın sen insanı? Hem kalk benim piyanomun başından. Senin piyanon değil ya, benim piyanom, şu anda kalkmazsan, eylül ayının ilk pazartesi günü kendini yargıcın karşısında bulursun.”
Ne olacak, kıskanıyor işte, anadan doğma müzisyenim diye, biribirinden güzel şarkılar uyduruyorum diye, kıskanıyor beni, çekemiyor.
“Bak, ne hale sokmuşsun fildişi tuşlarımı, Mr. Sylvester,” diyerek piyanoya doğru atıldı, “hepsi gevşemiş, yerlerinden oynamış, güm güm vuruyorsun sersem gibi, beğendin mi yaptığını şimdi!”
Ben bu eve geldiğim zaman piyano çoktan kılığını bulmuştu, o da bunu pek iyi bilirdi ya, neyse.
Şöyle dedim: “Bakıyorum da sizden hiçbir şey gizlenmiyor, Miss Olivia-Ann, ama hani benim de, kendime göre, bildiğim bazı şeyler var da, tuhaf değil mi, bana onları hatırlatıyorsunuz. Belki de o benim bildiğim şeyleri başkaları pek merak ediyorlardır, öğrenmek isterler. Ne oldu acaba Mrs. Harry Steller Smith, nereye gitti dersiniz?”
Mrs. Harry Steller Smith’i hatırladınız mı?
Bir an durdu, boş kafese baktı. “Bana söz vermiştiniz,” dedi; sonra birden mosmor oldu yüzü.
“Belki vermişimdir, belki de vermemişimdir,” dedim, “Eunice’i öyle aldatmakla çok kötü bir iş yapmıştınız, aramızda sıkı bir dostluk var diye sustum ben şimdiye kadar, dostluğumuz sona ererse, belki de bundan sonra susmam.”
Evet, efendim, gürültüsüz patırtısız, güzel güzel çıkıp gitti. Ben de piyano çalmayı bırakıp odanın ortasındaki kanepeye uzandım; korkunç bir şeydir o kanepe; Eunice onun takımını 1912’de, Atlanta’da, tam iki bin dolara almış, hem de peşin para – kendisi öyle der. Yarı kara, yan zeytin yeşili pelüşle kaplıdır bu takım; ıslak tavuk tüyü kokar. Odanın köşelerinden birinde kocaman bir masa durur; üstünde de Miss E ile O-A’nın sevgili anneleri ile sevgili babalarını gösteren iki fotoğraf vardır. Baba yakışıklı bir adam doğrusu, ama, aramızda kalsın, bana ailesine zenci kanı karışmış gibi geliyor. İç Savaş’ta yüzbaşıymış, bunu hiçbir zaman unutmayacağım, çünkü kaputunun yanında sallanan kılıç hayatımda önemli bir rol oynadı. Anne tıpkı Olivia-Ann gibi yarım akıllı bir kadın, fotoğrafından öyle anlaşılıyor, ama kızından çok daha hoş.
Tam uykuya dalacağım sırada Eunice’in sesini duydum; “Nerede? Nerede?” diye haykırıyordu. Sonra birden onu kapının önünde gördüm, ellerini koca kalçalarına dayamış, gözlerini bana dikmişti; yardakçıları arkasına toplanmışlardı: Bluebell, Olivia-Ann, bir de Marge.
Birkaç saniye Eunice kocaman, çıplak ayağını hızlı hızlı, kızgın kızgın yere vurdu; üstünde Niagara Çağlayanı’nın fotoğrafı olan bir kartpostalla şişman yüzünü yelpazeledi.
“Nereye saklamış parayı?” dedi. “Kendisine güvenmemden, evimin içinde serbestçe dolaşmasına göz yummamdan yararlanıp aşırdığı yüz dolarımı nereye saklamış?”
“Bu kadan da çok fazla artık,” dedim; ama sıcaktan bunalmıştım, bitkindim, yerimden kıpırdayacak halim yoktu.
“Fazla mı, eksik mi sonra görürüz onu,” dedi, konuşurken gözleri yuvalarından fırlayacaktı nerdeyse. “Benim cenaze paramdı o, paramı isterim. Sen bunun ölülerin cebinden para çalacak kadar düşük bir insan olduğunu anlayamamış miydin?”
“Belki de o çalmamıştır,” dedi Marge.
“Sen hiç karışma bu işe, küçüğüm,” dedi Olivia-Ann.
“O çaldı paramı, yüzde yüz eminim,” dedi Eunice. “Görmüyor musun gözlerini nasıl kara kara, suçlu suçlu bakıyor!”
Esneyerek şöyle dedim: “Yasaların söylediğine göre, bir insan başka bir insanı haksız yere suçlarsa, kendi suçlu düşer, hem de kodese tıkılır bu yüzden.”
“Tanrı bilir hırsızlara vereceği cezayı,” dedi Eunice.
“Ah, abla,” dedi Olivia-Ann, “Tanrıya bırakmayalım onu cezalandırmayı.”
Bunun üzerine Eunice benim üstüme doğru yürüdü; kirli, fanile geceliğinin eteği yerde sürünüyordu. Olivia-Ann hemen onun arkasına takılmıştı; Bluebell sanki bir yerine bir şey olmuş gibi keskin bir çığlık attı, hani belki ta Eufala’dan bile duymuşlardır o çığlığı; Marge ellerini kenetlemiş, inliyor, tuhaf sesler çıkarıyordu.
“Oh-h-h,” diye hıçkırdı, “ne olur, geri ver şu parayı, küçük sevgilim.”
“Et tu Brüte?” dedim; William Shakespeare’dendir bu söz.
“Haline bakın şunun,” dedi Eunice. “Bütün gün böyle aylak aylak yatıyor, hiç yormak istemiyor kendini.”
“Acınacak şey,” diye gıtgıtladı Olivia-Ann.
“Sanki şu zavallı kızcağız değil de bu doğuracak.” Eunice’di konuşan.
Bluebell yüz paralık aklıyla atıldı: “Yalan mı?”
“Kendi hallerine bakmadan bana söz söylüyorlar,” dedim.
“Evimde üç ay yan gelip oturduktan sonra, bu süprüntü bir de bana hakaret mi ediyor?” dedi Eunice.
Kolumdaki sigara külüne bir fiske vurdum, sonra ağır ağır şunlan söyledim: “Dr. A. N. Carter’ın dediğine göre bende iskorpit varmış, çok tehlikeli bir hastalık, en küçük bir heyecanlanma bile yasak – yoksa ağzımdan köpükler saçarak dört bir yana saldırır, önüme geleni ısırırmışım.”
Bunun üzerine Bluebell şöyle dedi: “Neden gitmiyor geldiği çöplüğe, Mobile’e, Miss Eunice? Canım çıkıyor ona hizmet etmekten, bıktım artık.”
Kömür karası zenci iyice tepemi artırmıştı, bir an gözlerim karardı. Sonra hiç heyecanlanmadan yerimden kalktım, gidip askılıktaki şemsiyeyi aldım, alır almaz da dönüp Bluebell’in kafasına İndiriverdim, bir daha, bir daha, şemsiye iki parça oldu.
“Benim ipek şemsiyem, japon şemsiyem,” diye haykırdı Olivia-Ann.
Marge çığlığı bastı: “Bluebell’i öldürdün, zavallı Bluebell’i öldürdün!”
Eunice, Olivia-Ann’ı kapıya doğru itti: “Aklını kaçırdı, şekerim! Koş! Koş, Mr. Tubberville’i çağır!”
“Ben hiç sevmem Mr. Tubberville’i,” diye kestirip attı Olivia- Ann. “Gidip kendi domuz bıçağımı getireceğim.” Tam kapıdan çıkacağı sırada bir kaleci gibi atılıp sarıldım beline, yere yuvarlandık, çocuk oyuncağı değil bu, ölüm var işin ucunda. Ama sırtım hâlâ ağrıyor.
“Öldürecek onu!” diye bir haykırdı Eunice, bütün ev zangır zangır sarsıldı. “Hepimizi öldürecek! Ben söyledim sana bunu, Marge. Çabuk, kızım, çabuk babamın kılıcını getir!”
İşte böyle, Marge koşup kılıcı getirdi, Eunice’e verdi. Bir de kadınların kocalarına bağlılığından söz açarlar! Bu yetmezmiş gibi, Olivia-Ann karnıma bir diz atmaz mı, gözlerimde şimşekler çaktı, kollarım gevşedi. Az sonra Olivia-Ann’ın bahçede bağıra bağıra ilahiler söylediğini duyduk.
Gözlerim görkemli gelişini gördü Tanrı’nın; Gazap üzümlerinin yığıldığı bağbozumunu çiğneyerek…
Bu sırada Eunice babasının kılıcını savura savura odanın içinde dört dönüyordu; ben nasıl olmuşsa olmuş piyanonun tepesine tırmanmıştım. Derken Eunice bana doğru gelip piyanonun iskemlesine çıktı, o titrek, her yanı ayrı oynayan iskemle onun gibi bir canavarı nasıl çekti, bir türlü akıl erdiremedim.
“İn oradan aşağı, pis korkak, ikiye bölüvereceğim şimdi,” diyerek kılıcı savurdu; bu söylediklerimi her zaman kanıtlayabilirim, tam bir santim derinliğinde yaram var, kılıç yarası.
O arada Bluebell kendine gelmiş, usulca kapıdan çıkarak ön bahçeye, Olivia-Ann’ın yanına koşmuştu; ilahileri birlikte okumaya başladılar. Anlaşılan, beni öldürmek için ayin yapıyorlardı, hani Marge düşüp bayılmasaydı, öldüreceklerdi de.
Marge’in bana yaptığı tek iyilik de bu oldu zaten.
Sonrasını pek iyi hatırlayamıyorum; bir ara kapıda Olivia-Ann’ı gördüm, elinde otuz santimlik domuz bıçağı vardı, arkasında bir yığın insan, komşular duruyordu. Birden yerde yatan Marge’ı gördüler; herkes onun başına toplandı; derken kızı kaldırıp dışarı çıkardılar, odasına, yatağına götürdüler galiba. Her neyse, onlar dışarı çıkar çıkmaz kapıyı kapatıp arkasına eşyaları yığdım.
Bütün pelüş koltukları, kocaman maun masayı -yalnız o bir-iki ton gelir- askılığı, daha bir sürü şeyi yığdım üst üste. Pencereleri sürmeledim, perdeleri kapattım. Bu işleri yaparken koca bir Sweet Love kutusu geçti elime, beş dolarlık kutulardan; ağzına kadar da dolu, çeşit çeşit şeker; şu anda, çikolatadan yapılma, içi kremalı bir kiraz çiğnemekteyim. Arada bir gelip kapıyı yumrukluyor, haykırıyor, söyleniyorlar. Ah, evet, bambaşka bir şarkı söylemeye başladılar şimdi. Bana gelince; zaman zaman piyanonun başına geçip neşeli şarkılar çalıyorum, kendilerinden korktuğumu sanmasınlar diye.
Benim Anlatışım | Truman Capote
Çeviri: Memet FUAT