Zaman zaman, kendine hayranlığın kadının temel tutumu olduğu ileri sürülmüştür;(1) Ancak bu kavramı gereğinden fazla genişletip yaymak, La Rochefoucauld’nun bencillik kavramına yaptığı gibi, onu yıkmak olur. Gerçekte, kendine hayranlık, çok belirli bir yabancılaşma sürecidir: ben mutlak bir erek olarak alınmakta, özne bunun içine kaçıp saklanmaktadır. Kadında, buna benzer —sahici ya da değil— daha başka bir sürü tutum vardır: bunların bir kısmını yukarda inceledik. Yalnız şurası bir gerçektir ki, durum ve koşullar kadını, erkekten daha çok kendine eğilmeye, sevgisini kendine çevirmeye itmektedir.
Her sevgide, bir özne-nesne ikilemesi gereklidir. Kadın, aynı noktada birleşen iki ayrı yoldan yönelir kendine hayran olmaya. Özne olarak kendini bir sürü şeyden yoksun hisseder; küçükken, bir oğlan çocuğu için alter ego (başka ben) yerine geçen erkeklik organından yoksundur; büyüdükten sonraysa, saldırgan cinselliği doyumsuz kalır. Ve daha da önemlisi, erkek etkinlikleri kendisine yasaktır. O da birtakım işlerle uğraşır, ama hiçbir şey yapmaz; kadınlık, analık, ev-kadınlığı gibi işlerde, öbür insanlardan ayrılan bir varlık olarak ortaya çıkamaz. Erkeğin doğrusu, kurduğu evlerde, kestiği ormanlarda, iyileştirdiği hastalardadır: kendini birtakım tasarı ve ereklerde bütün-leyemeyen kadın, varlığını, kişiliğinin içkinliğinde yakalamaya çalışacaktır elbet. Sieyes’in lâfını yansılayan Marie Bâshkirtseff(2)
“aynaya yansıyan görüntümle övündüğümden daha az övünürdüm… Ancak bedensel zevk insanın ruhunu bütünüyle doyurur.”
Buradaki “bedensel zevk” sözü belirsiz ve yersizdir. Ruhu doyuran şey, şudur: onun, taşıdığı nitelikleri ortaya koyabilmek için birtakım kanıtlar göstermesi gerekir, oysa yüz, hemen şu anda önümüzdedir, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde elimizin altındadır. Bütün gelecek, çerçevesi bir evren meydana getiren şu ışıklı örtü içindedir; bu dar sınırların dışında, nesneler karanlık ve düzensiz bir uçurumdan başka bir şey değildirler; dünya, içinde bir imgenin, Biricik varlığın yansıdığı şu küçük cam parçasına indirgenmiştir. Aynadaki görüntüsü içinde boğulup giden kadın, zaman ve uzayın dışında, tek başına, dilediği gibi egemendir; erkekler, servet, şan şeref ve şehvet, her şey onun hakkıdır. Marie Baskhkirtseff güzelliğiyle öylesine sarhoştu ki, onu, çürümez bir mermere dökmek istiyordu; böylece kendini ölümsüzleştirmiş olacaktı:
Eve dönüp soyunuyor, üstümdekilerin hepsini çıkarıyor ve o güne dek hiç görmemişim gibi, vücudumun güzelliği karşısında şaşıyorum. Heykelimi yaptırmalı ama nasıl? Evlenmeden olacak iş değil. Ve hemen, mutlaka evlenmeliyim, yoksa gittikçe çirkinleşip bozulacağım… Sırf heykelimi yaptırmak için bile olsa, bir koca bulmalıyım.
Sevgilisiyle buluşmak üzere hazırlanan Cecile Sorel(3) şöyle anlatıyor kendini:
Aynamın önündeyim. Çok daha güzel olmak isterdim. Aslan yelesinden yapılmış fırçamla saçlarımı tarıyorum. Tarağımdan kıvılcımlar fışkırıyor. Başım, altın sarısı ışınlara benzeyen kabarık saçlarım arasında tam anlamıyla bir güneş gibi duruyor.
Ben de, bir sabah, bir kahvenin tuvaletinde gördüğüm bir genç kızı hatırlıyorum; elinde bir gül vardı ve azıcık sarhoş gibiydi; dudaklarını, içindeki görüntüyü içmek istercesine aynaya yaklaştırıyor, gülümseyerek: “Harikayım canım, harika!” diye mırıldanıyordu. Hem rahibe, hem put olan kendine hayran kadın, şanlar şerefler içinde, ölümsüzlüğün göbeğinde yüzmekte, bulutların öte yanındaki yaratıklar, diz çöküp ona hayran olmaktadırlar: o, kendi imgesini seyreden Tanrı’dır. Madam Mejerowsky: “Bayılıyorum kendime, kendi kendimin Tanrı’sıyım ben!” diyordu. Tanrı’laşmak, kendi-için varlıkla ken-dinde-varlığın o olanaksız bireşimini gerçekleştirmektir: bireyin bunu gerçekleştirdiğini sandığı anlar, onun için, sevinçle, coşkuyla, bütünsellikle dolu ender anlardır. Roussell, 19 yaşındayken bir gün, bir tavan arasında, başına ün çelenginin konduğunu hissetti: bir daha da iyileşmedi. Aynanın içinde, kendi kişisel çizgilerine bürünmüş —ve aynca, inancına göre kendi öz bilinci tarafından canlı hale getirilmiş— olan güzelliği, arzuyu, aşkı ve mutluluğu gören kızsa, ömrü boyunca, bu göz kamaştırıcı açınlamanın vaatlarını tüketmeye çalışacaktır. Maria Bashkirtseff, bir gün, aynadaki imgesine: “Sevdiğim sensin,” diye itirafta bulunur. Başka bir günse: “Kendimi öylesine seviyor, öylesine mutlu ediyorum ki, akşam yemeğinde deli gibiyim,” diye yazar. Kadının güzelliği kusursuz değilse bile, yüzünde, ruhunun benzersiz zenginliklerinin ışıldadığını görecek ve bu aklını başından almaya yetecektir. Yazdığı romanda Valerie adı altında kendisini anlatan Madam Krüdener(4) şunları söylemektedir:
Onda, bugüne dek hiçbir kadında görmediğim özel bir şey var. Birçok insan onun kadar çekici, hattâ çok daha güzel olabilir, ama yine de ona benzeyemez. Kimse ona tapmıyor belki, ama öyle erişilmez, öyle sevimli bir yanı var ki, herkesin ilgisini çekmekte. Onun bu çıtkırıldım, ince halini gördükten sonra, insanın düşünce gibi kadın diyesi geliyor…
En çirkin kadınların bile, zaman zaman, ayna-karşısında kendilerinden geçebilmelerine şaşmak yanlıştır: onlar, hemen oracıkta, gözlerinin önünde duran, etten kemikten yapılmış varlık karşısında heyecanlanmaktadırlar; tıpkı erkekler gibi, taze bir dişi etinin katkısız cömertliği gözlerini kamaştırmaya yetmektedir; ve kendilerini benzersiz bir özne olarak hissettiklerine göre, azıcık kötüniyetle, kendilerine özgü niteliklere eşi benzeri bulunmayan bir çekicilik katıverecek-lerdir; yüzlerinde ya da vücutlarında, hiç kimsede olmayan, tatlı, çarpıcı bir çizgi buluvereceklerdir; yalnızca kadın olduklarını hissetmeleri, güzelliklerine inandıracaktır onları.
Ayrıca ayna, ayrıcalıklı olmasına rağmen, bircik ikileme aracı değildir. Her insan, iç konuşmalarında, kendine bir ikiz kardeş yaratmayı deneyebilir. Günün büyük bir kısmını tek başına geçiren, ev işlerinden sıkılan kadının, hayalinde kendine dilediği gibi bir kişilik çizmek için bol bol zamanı vardır. Genç kızlığında, geleceği düşünüp düş kurmaktaydı; belirsiz bir şimdiki zamana hapsedildikten sonra, oturur, başından geçenleri anlatır kendine; sağım solunu değiştirip estetik bir düzen katar bu öyküye, olumsal yaşamını, ölümünden başlayıp geriye doğru uzanarak, bir alınyazısı haline dönüştürür.
Daha birçok özelliklerinin yanında, kadınların ne kadar çoğunun, çocukluk anılarına bağlı bulunduklarını hepimiz biliriz; kadınların yazdığı edebiyat eserleri bunun kanıtıdır; erkeklerin yaşam öykülerinde, çocukluk, genel olarak ikinci plandadır; kadınlarsa, tam tersine, çoğunlukl,a yalnız küçük yaşlarda başlarından geçenleri anlatırlar; bu yıllar, romanlarının, masallarının başlıca malzemesidir. Kadın dostlarından birine ya da sevgilisine yaşam öyküsünü anlatan kadın, hemen her zaman: “Küçüklüğümde…” diyerek söze başlar. Onulmaz bir özlem duyarlar o çağa. Çünkü o çağda, hem bağımsızlığın tadını çıkarmakta, hem de başlarının üstünde, iyiliklerine çalışan baba elinin varlığını hissetmekteydiler; yetişkin insanlarca korunan ve doğrulanan bu küçük kızlar, önlerinde açık bir gelecek bulunan özerk bireylerdiler: şimdiyse, evlilik ya da aşk onları yeterince koruyamamakta, şimdiki zamanın tutsağı, birer hizmetçi ya da nesne halinde yaşamaktadırlar. Çocukken bütün dünyaya egemendiler, her gün yeni bir parçasını ele geçiliyorlardı: şimdiyse evrenden koparılıp ayrılmış, içkinliğe, durmadan aynı şeyleri tekrarlamaya mahkûm edilmişlerdir. Tanrı’nın gözünden düşmüş gibi hissetmektedirler kendilerini.
Ama en çok üzüldükleri şey, genellik içinde yitip gitmiş olmalarıdır: milyonlarca kadın arasındaki bir kan, bir ana, bir evkadını, bir kadındırlar; oysa çocukken, her biri, kendi durumunu apayrı bir biçimde yaşamıştır; o çağda, dünya konusunda bildikleriyle arkadaşlannınki arasındaki benzerliklerin farkında değildi henüz, anası babası, öğretmenleri, kız arkadaşları onu ayrı birey diye görüyor o da kendisini kimseyle kıyaslanmaz, kimsenin elde edemeyeceği yazgılara açık, eşsiz bir varlık gibi hissediyordu. Kadın, özgürlüğünden, gerekliliğinden, egemenliğinden vazgeçtiği ve bir bakıma ihanet ettiği bu küçük kız-kardeşe bakarken heyecan duymaktadır. Büyüyüp kadın haline gelen bu insan, özlemle eski günlerini aramaktadır; içinde ölüp gitmiş olan o çocuğu bulmaya çalışmaktadır: “Yavrum” lâfı bütün varlığını sarsmaktadır; hele “hey gidi yaramaz kız” dediniz mi, eski yaraları depreşmekte, yitip giden benzersizliğini düşünmektedir.
Bu kimseciklere benzemeyen çocuğa bakıp uzaktan heyecanlanmakla yetinmez: onu benliğinde yeniden yaşamaya çalışır. Beğenilerinin, fikirlerinin, duygulanılın o günden bu yana aynı benzersiz tazeliği sürdürdüklerine kendi kendini inandırmaya uğraşır. Bir gerdanlıkla oynar ya da bir yüzüğü evirip çevirirken, gözlerini boşluğa dikip, şaşkın bir tavırla: “Garip şey… ama ben böyleyim işte… inanmazsınız belki: su beni büyüler… Ah, ah! bayılırim kırlarda yaşamaya!” Her yeğleme oha bir gariplik, her görüş de dünyaya kafa tutma gibi gelmektedir. Dorothy Parker bu pek yaygın özelliği söyle anlatmaktadır: betimlediği Mrs. Welton’dır.
Kendini, çevresi çiçekle dolu olmazsa mutluluğu tadamayacak bir kadın gibi düşünmeye bayılıyordu… Karşılaştığı insanlara, küçük itiraflarla, çiçekleri ne denli sevdiğini belli ediyordu. Bu küçük itiraflarda, dinleyicilerinden, beğenisini fazla garip bulmamalarım istermişçesine, özür dileyen bir hava vardı. Karşısındakinin, büyük bir şaşkınlık içinde elini alnına vurup: “Allah, Allah! ne günlere kaldık!” diyerek sırtüstü devrilmesini bekliyordu sanki. Zaman zaman, daha başka ufak tefek yeğlemelerini açıklıyordu; o ince ruhu kalbini gözler önüne sermekten doğal olarak tiksinirmiş gibi hep aynı şaşkın bakışlarla, renkleri, dağları bayırları, eğlenceyi, gerçekten ilginç bir mücevheri, güzel kumaşları, iyi dikilmiş giysileri, güneşi nasıl delice sevdiğini anlatıyordu. Ama en çok açığa vurduğu çiçek sevgisiydi. Bu beğeninin kendisini, bütün ötekilerden fazla, öbür ölümlülerden ayırdığına inanıyordu.
Kadın, bu çözümlemeleri davranışlarıyla doğrulamaya yatkındır; tutar bir renk seçer: “yeşil benim rengimdir,” der; yeğlediği bir çiçek, bir koku, bir müzikçi, saygıyla yanaştığı boş inançlar, gelip geçici hevesleri vardır; kişiliğini giysilerinde ya da evinin döşenişinde ortaya vurması için güzel olması gerekmez, içine yerleştiği kişinin zekâsına, dikbaşlılığına ve yabancılaşmasının derinliğine göre az ya da çok tutarlılığı ve özgünlüğü vardır. Bazıları, gelişigüzel birtakım çizgileri alır, karman çorman biraraya getirirler; bazılanysa, belli bir dizgeye bağlı olarak belli bir kişi yaratır, sürekli olarak bunu oynarlar: kadının, bu oyunla doğruyu birbirinden pek ayırmadığını yukarda söylemiştik. Yaşam, yaratılan bu kahramanın çevresinde, kimi zaman kederli, kimi zaman harikalarla dolu, ama hep şaşırtıcı bir roman biçiminde örülmektedir. Kimi zaman bu, daha öcneden yazılmış bir romandır. Poussiere’deki Judy olduklarını söyleyen kızların sayısını unuttum; çok çirkin yaşlı bir kadın hatırlıyorum. Allahın günü: “Vadideki Zam-bak’ı okuyun: başımdan geçenleri öğrenmiş olursunuz” derdi; o sıralar küçük bir çocuktum, saygılı bir şaşkınlıkla bu solgum zambağa bakardım. Daha başkalarıysa, belli bir ad vermeden mırıldanırlar: “Ah, alı, başımdan geçenleri yazsalar, koca bir roman olur.” Alınlarının ortasında iyi ya da kötü bir yıldız vardır. “Ah, kardeş, bu işler de hep benim başıma gelir,” derler. Ya kara talih yakalarını bırakmaz, ya da talihleri açıktır: sözün tasası, belli bir alınyazıları vardır. Cecile Sorel, Memoires’ının (Anılar’ının) başından sonuna dek bir an bile ayrılmadığı saflığıyla şunları yazmaktadır: “Böylece insan içine karıştım, îlk dostlarım, üstün yetenek ve güzellik’ti.” Ve kendine hayranlığın canlı anıtı olan le Livre de ma Vie’de, Madam de Noailles şöyle demektedir:
Bir gün, dadılar yokoldu: talih aldı onların yerini. Bu hem güçlü, hem zayıf yaratığı kimi zaman ihsanlara boğdu, kimi zaman yerlerde süründürdü, tufanlardan kurtardı ve o çiçeklerini kurtararak, sesini gittikçe yükselterek savaşçı bir Ophelia halinde su yüzüne çıktı. Talih ondan, Eski Yunanlıların ölümü bile kendi yararlarına kullandıklarını hatırlayarak, gelecekten umut kesmemesini istemişti.
Kendine hayranlığın en güzel örneklerinden biri olan şu parçayı da alalım:
Küçükken, kollarım ve bacaklarım çırpı gibi ince, ama yuvarlaktı, pembe yanaklı, sağlam bir kızdım; tıpkı Musa’nın taşından fışkıracak hayat suyu gibi, anlaşılmaz bir biçimde o susuz çölümden, açlığımdan kısa süreli ve giz dolu ölümlerimden fışkırabilecek canlılığa rağmen çıtkırıldım, karanlık bir kişilik kazandım, bu da son derece duygulu bir kız haline getirdi beni. Yüzde yüz hakkım olduğu halde, yürekliliğimi övecek değilim. Gücüme, talihime veriyorum onu. Oysa, tıpkı yeşil gözlü, kara saçlı, minik ama güçlü elleri olan bir’kızım der gibi, yürekliyim de diyebilirdim…
Bir de şu satırlara bakın:
Bugün, ruhumdan ve onun uyum getiren güçlerinden aldığım destekle, içimden geldiği gibi yaşadığımı öne sürebilirim artık…
Kadın, eğer güzel ve çekici değilse, mutlu bir yaşamı yoksa, o zaman kurbanlığı benimseyecektir; yenilmez bir inatla Mater dolo-rosa (acılı ana), anlaşılmamış eş rolünü oynayacak, kendini hep “dünyanın en mutsuz kadını” sayacaktır. Stekel’in La Femme frigi- de’de (Soğuk Kadın’da) örnek diye verdiği kara düşünceli kadın işte böyledir:
Madam H. W…, her yıl, Noel’de, koyu renk giysiler içinde sapsarı bir yüzle bana gelir, kara talihinden yakınır. Gözyaşları içinde, kederli bir öykü anlatır hep. Ömrü boşa gitmiş, evliliği hiçbir işe yaramamıştır: İlk zamanlar, ben de epey duygulandım, handiyse onunla birlikte ağlayacaktım. Aradan iki yıl geçti, ama bizimki hep aynı kırık umutlar içinde yaşamakta, boşa giden ömrüne ağlamaktadır. Yüz çizgilerinde çöküşün ilk izleri belirmiştir, bu da ağlayıp sızlaması için yeni bir bahanedir tabiî. “Ah, ah! bir zamanlar herkesin taptığı bir kadınken, bakın ne hale geldim!” Bütün dostları başına gel?» felâketleri bildiğinden, yakındıkça yakınmakta, umutsuzluğunun üstüne bastıkça basmakta. Herkes el aman diyor yakınmalarından… Bu da, kendini mutsuz hissetmesi, yapayalnız ve anlaşılmamış sayması için yeni bir fırsattır. Bu acı dehlizinden kurtulmanın yolu yoktu artık… Kadıncağız “bu trajik rol”den zevk alıyordu. Dünyanın en talihsiz kadını olmaktan sözün en gerçek anlamıyla zevk duyuyordu. Etkin yaşama katılması için harcadığımız bütün çabalar boşa gitti.
Küçük Madam Welton’da, yüce Anna de Noailles’da, Stekel’in talihsiz hastasında ve olağanüstü bir yazgının kurbanı olan bütün kadınlarda ortak bir yan vardır: kendilerini anlaşılmamış hissetmektedirler; çevreleri, onların benzersizliğini hiç —ya da yeterince— görememektedir ve başkasında buldukları bu bilgisizliği, bu kayıtsızlığı, kendilerindeki bir gize yormaktadırlar, işin gerçek yanı şu ki, birçoğu, kendileri için büyük önem taşıyan’ çocukluk ya da gençlik dönemlerini sessizce içlerine gömmüşlerdir: resmî yaşam öykülerinin gerçek öyküleriyle çakışmadığını bilmektedirler. Ayrıca, kendine hayran kadının yarattığı kahraman, somut yaşamda gerçekleşemediği için, yalnızca hayali bir varlıktır; birliği somut dünyadan gelmemektedir: bunu sağlayan şey, Ortaçağ’ın yanmayan taşı kadar karanlık bir çeşit “güç”, “özel bir etki”, gizli bir ilkedir; kadın, kendi maddî varlığına inanmaktadır, ama bunu başkasında bulup ortaya çıkarmaya kalktığı an, elle tutulup gözle görülmez suçlan itirafa kalkışan akıl hastası gibi sapıtacaktır. Her iki durumda da “giz”, insanın içinde bütün duygu ve davranışları çözmeye yarayan bir anahtar bulunduğu konusundaki boş. inanca indirgenmektedir. Akü hastasına bu yanılsamayı veren şey, duygu ve davranışlarındaki istenç yokluğu, hareketsizliktir; kadın da, günlük eylem içinde kendini ortaya koyamadığı için, varlığında anlatılmaz bir gizin bulunduğuna inanmaktadır: ünlü kadın anlaşılmazlığı efsanesi de bu yanılsamayı hem sürdürmekte, hem de ondan güç alıp doğrulanmaktadır.
Değeri anlaşılmamış hazinelerle dolu olan kadın talih yüzüne gülsün gülmesin, kendi gözünde, bir alınyazısının yönettiği tragedya kahramanı kadınlar gibi bir gereklilik kazanmaktadır. Bütün yaşamı, kutsal bir drama dönüşmektedir. Büyük bir görkemle seçilen giysinin altında, hem papaz cüppesi giymiş bir rahibe, hem de sadık eller tarafından allanıp pullanmış, sadık kulların hayran bakışları önüne çıkarılmış bir put yatmaktadır. Evinin içi, kendine tapınmanın gerçekleştirildiği bir tapınaktır. Marie Bashkirtseff, çevresine en az giysilerine gösterdiği titizlikle yanaşmaktadır:
Çalışma masasının hemen yanında, eski tarz bir koltuk var; böylece, odaya birileri girer girmez bu koltuğu hafifçe kıpırdatmam, insanların karşısına çıkıvermeme yetiyor… arkamdaki kitaplar, tablolar ve çeşitli ev bitkileri arasında, o kocaman, bilgiç görünüşlü masanın yanıbaşında, bacaklarımla ayaklarımı eskisi gibi kapkara bir tahtayla ikiye bölmeden olduğu gibi göstererek oturuyorum. Divanın üstüne iki mandolinle bir gitar asılmış. Bütün bunların ortasına, mavi damarlı, minicik ve ince elli, san saçlı bir kız oturtun.
Kadın, çalımlı çalımlı salonlarda dolaştığı, kendini âşığının kollarına bıraktığı anda görevini yerine getirmektedir, güzelliğinin hazinelerini dört bir yana saçan Venüs’tür o. Cecile Sorel, Bib’in(5) yaptığı karikatürün camını çerçevesini paralarken kendini değil, Güzellik’i koruyordu; Memoires’mâa (Anılar’ında) yaşamının her anında, ölümlüleri Sanata tapınmaya çağırdığı görülür. Isodora Duncan7 da, My Life (Yaşamım) adlı kitabında kendini anlatırken aynı şeyi yapmaktadır:
Oyunlardan sonra, sırtımda kolsuz gömleğim, başımda güllerle öylesine güzelim ki! Neden bu güzellikten yararlanılmasın? Neden bütün gün beyniyle çalışan bir erkek bu nefis kollar tarafından sarılmasın, neden birkaç saat güzellikler içinde dertlerini unutup avunmasın? Kendine hayran kadının eliaçıklığı ona birtakım yararlar sağlar: o, aynalardan çok, başkası’nın hayranlık dolu gözlerinde yakalar şanlar şerefler içinde yüzen benzerini. Şakşakçı bir seyirci ya da dinleyici topluluğu bulamayınca, gider bir papaza, bir doktora, bir ruh hekimine açar kalbini; bunun yanında, el ya da küre falına bakan kadınlara da akıl danışır. Yeni parlamakta olan bir yıldızcık: “inandığımdan değil canım, ama beni bana anlatmaları öyle hoşuma gidiyor ki!” diyordu; kadın dostlarına içini döker; herkesten çok sevgilide bir tanık arar; âşık olan kadın hemen unutur kendi benini: ama kadınların pek çoğu, sırf kendi benlerini unutamadıkları için, gerçeklen sevmeyi bilemezler. Yatak odasının gizliliğindense, daha geniş sahneleri yeğlerler. Gösterişli yaşama verdikleri önem de buradan gelmektedir; kendilerini seyredecek gözlere, dinleyecek kulaklara ihtiyaçları vardır; oynadıkları kişiye, seyircilerin en kalabalığı gereklidir. Marie Bashkirtseff, odasını anlatırken, şu itirafı ağzından kaçırır:
Böylece, içeri girip de beni yazarken gördükleri zaman, “sahneye çıkmış gibi” oluyorum. Birkaç sayfa ötede de şöyle der:
Kendime hatırı sayılır bir sahne kurmaya karar verdim. Sarah Bernhardt’ınkinden çok daha büyük işlikler yaptıracağım kendime…
Madam de Noailles da şunları yazmakta:
Agorayı (insan önüne çıkmayı) severim, öteden beri sevmişimdir… Bu yüzden de, konuklarının çokluğundan sıkılan ve özür dileyen birçok dostumu su içten itirafla yatıştırmışımdır: “boş koltuklar karşısında oynamak’tan hoşlanmam.
Süslü giysiler, insanlarla hoşbeş, kadının bu kendini gösterme eğilimini genellikle doyurur. Ama kendine hayran kadın, çok daha ender, çok daha değişik biçimde kendini göstermek ister. Özellikle, yaşamını seyircilerin alkışlarına adanmış bir armağan haline getirerek, gerçekten sahneye çıkmaya bayılır. Madam de Stael, Corinne adlı romanında arp eşliğinde okuduğu şiirlerle italyan seyircileri nasıl büyülediğini anlatır. Coppet’deki aile şatosunda, başlıca eğlencelerinden biri, tragedyalardaki rollerden birini oynayarak okumaktı; Phedre kılığına girer, Hippolyte kılığına soktuğu genç âşıklarına ateşli sevda sözleri söylerdi. Madam Krüdener, üzerinde uzmanlaştığı atkı dansını Valerie’de, şöyle anlatır:
Valene, koyu mavi muslin atkısını getirtti, alnına dökülen saçlarım kaldırdı; atkıyı basma attı; şal şakaklarından aşağı süzülüp omuzlarına dökülüyordu; Eski Yunandaki gibi alın oduğu gibi ortaya çıktı, saçları görünmez oldu, gözkapaklan indi, dudaklarından eksik olmayan gülümsemesi yavaş yavaş silindi: bası eğildi, atkısı usulca kavuşturulmuş kollarına, göğsüne düştü, bu masmavi tül, bu tatlı ve yumuşak yüz dingin bir boyuneğişi dile getirmek üzere Correge tarafından resmedilmişti sanki; gözlerini yerden kaldırdığı, dudakları gülümsemeye çalıştığı anda onu gören, Shakespeare kaleminden çıkmış, bir anıtın dibinde Acı’yı gülümseyen Sabır meleğine benzetirdi.
… Ama bir de Valerie’yi-görmelisiniz. Asıl o, hem utanç, hem soylu ve iyice duygulu bir tavırla insanları allak bullak etmekte, ardına takıp sürüklemekte, heyecanlandırmakta, yüreklen, tıpkı hızla yükseldikleri andaki gibi küt küt attırmakta; öğrenilmesi olanaksız, doğanın ancak bazı yüce varlıklara bağışladığı o sevimli çekicilik yalnız onda var.
Durum ve koşullar uygun düşerse, hiçbir şey, kendini açıkça tiyatroya vermek kadar hoşnut edemez kendine hayran kadını:
Tiyatro, diyor Georgette Leblanc, o güne dek aradığım şeyi getiriyordu bana: coşup taşma dürtüsünü. Bugünse, “eylemin karikatürü” gibi görüyorum onu; ancak aşırı kişilere gerekli bir şey sayıyorum.
Kullandığı deyim çok çarpıcı: eylemde bulunamayan kadın, kendine, eyleme benzer şeyler icat ediyor demek; tiyatro, bazı kadınlar için, ayrıcalıklı bir ersatz (ödün) dır. Aynca, oyuncu kadın birçok erekler güdebilir. Kimisi için, sahneye çıkmak bir para kazanma aracı, basit bir uğraştır; kimisi içinse, sevda oyunlarında kullanılacak bir üne erişme yoludur; daha başkaları içinse, kendine hayranlığın doruğudur; en büyük kadın oyuncular —Rachel, la Düşe falan— yarattıkları rollerde kendilerini aşan sahici sanatçılardır; değersiz oyuncu ise, tam tersine, yarattığı şeye değil, onun getireceği üne bakar; öncelikle kendi değerini göstermeye çalışır. Kendine hayran kadın, özünden bir şeyler vermeyi bilemediği için, gerek sanatta, gerek aşkta belli bir sınırın ötesine geçemeyecektir.
Bu eksiklik, bütün etkinliklerinde kendini gösterecektir. Kendisini üne kavuşturacak bütün yollara başvurma eğilimi duyacaktır; ama bu yollan hiçbir zaman canla başla izleyemeyecektir. Resim, heykel, edebiyat gibi sanat dallan çok sıkı bir çıraklık dönemiyle insanlardan uzak bir çalışmayı gerektirirler; birçok kadın bunlan denemekte, ama olumlu bir yaratma istekleri yoksa, kısa zamanda bundan vazgeçmektedir; sürdürenlerin çoğu da, çalışıyormuş gibi “oyun oynamaktadır.” Nasıl etsem de üne ersem diye kafa patlatan Marie Bashkirt-seff, üç ayaklı resim sehpası başında saatler geçirirdi; ama resmi sevemeyecek kadar çok seviyordu kendini, inatla harcanan yıllardan sonra, kendisi de itiraf eder bunu: “Evet, resim yapma zahmetine girmiyorum artık, bugün oturup inceledim kendimi, oyun oynuyorum ben…” Bir kadın, Madam de Stael, Madam de Noailles gibi bir yapıt ortaya koymayı başardı mı, kendine hayranlık bütün zamanını almıyor demektir: ancak, birçok kadın yazarı bekleyen tehlikelerden biri, içtenliklerine zarar veren, onları sınırlayan, değerlerini azaltan kendini beğenme eğilimidir.
Herkesten üstün olduğuna inanan birçok kadın, bunu başkalarına gösterme yetisinden yoksundur, o zaman, bütün hünerleri, değerlerine inandıracakları bir erkeği kullanmak olacaktır; özgür tasarılarla, benzersiz değerler elde etmeye uğraşmaz böyleleri; kendi ben’lerine, hazırlop değerler katmaya çalışırlar; bunun için de —esin perisi, akıl hocası rolünü benimseyerek— onlara benzeme umuduyla, etkili ve ünlü erkeklere yanaşırlar. Bu konuda en ilginç örnek, ünlü yazar Law-rence’la Mabel Dodge arasındaki ilişkidir:
Aklını çelmek, onu bir şeyler yaratmaya itmek istiyordum, der Mabel Dodge… Onun ruhuna, istencine, yaratıcı hayal gücüne, aydınlık görüşüne ihtiyacım vardı. Bu temel araçları ele geçirebilmek için, kanına girmem gerekiyordu… Kendimi bildim bileli, tek başıma bir şey yapmaya kalkışmayıp hep başkalarına bir şeyler yaptırmak istemişimdir. Zamanla, başkalarına malzeme sağlayarak eylemde bulunduğumu, yarattığımı sanır oldum. “Hiçbir şey yapmamamın verdiği umutsuzluk duygusunun ödünü” gibi bir şeydi bu.
Yine Mabel Dodge, daha ilerde şunları yazar:
Lawrence’în benim tarafımdan fethedilmesini, benim yaşantımdan, benim gözlemlerimden yararlanmasını, benim Taos’umu kullanmasını, bütün bunları harika bir sanat yapıtında dile getirmesini istiyordum.
Bunun gibi, Georgette Leblanc da Maeterlinck için “tinsel bir besin, bir ışık kaynağı” olmak istiyordu; ama o, ozanın yazacağı kitabın başına adının konmasını da arzuluyordu. Burada karşımıza çıkan, birtakım kişisel erekleri olan ve bunlara varabilmek için erkekleri kullanan kadınlar değil —örneğin Prenses Ursins ya da Madam de Stael— salt özel bir davranışla önemli kişi olmak isteyen, hiçbir nesnel erek gütmeyen ve başkalarının aşkınlığını kendilerine mal etmeye çalışan kadınlardır. Tabiî, her zaman başarıya ulaşmaları düşünülemez; ancak, başarısızlıklarını gizlemekte, kendilerini dayanılmaz derecede çekici olduklarına inandırmakta müthiş ustadırlar. Sevimli, arzu ve hayranlık verici olduklarına inandıkları için, sevildiklerinden, arzulandıklarından, hayran olunduklarından emindirler. Bütün kendilerine hayran kadınlar birer Belise’dirler.(6) Lawrence’a körü körüne bağlı o çocuksu Brett bile kendine, ciddî ama çekici bir kişilik yaratmıştır:
Gözlerimi kaldırıp bakınca, o yırtıcı bakışlarınızla, kurnazca beni süzdüğünüzü görüyorum, kışkırtıcı bir ışıltı var gözlerinizde, Pan gibi. Yüzünüzdeki bu ışıltı gidene dek, görkemli ve saygın bir tavırla, bakışlarımı sizden kaçırıyorum.
Bu yanılsamalar gerçek çılgınlık nöbetleri halini alabilir; Clerambault’nun şehvetdüşkünlüğünü “bir çeşit meslekî çılgınlık” sayması boşuna değildir; bir insanın kendini kadın gibi, arzulanacak bir nesne gibi hissetmesi, sevildiğine, arzulandığına inanması demektir. Şurası çok ilginçtir ki, “sevildiğini sanma” hastalığına tutulmuş on kişiden dokuzu kadındır. Düşsel âşıklarında, kendilerine duydukları hayranlığı ta doruğa çıkarmalarını bekledikleri açıkça görülmektedir. Bu erkeğin tartışılmaz bir değere sahip bulunmasını, yani dinadamı, hekim, avukat falan olmasını isterler ve böyle bir erkeğin davranışlarının koşulsuz doğrusu şudur: seçtiği sevgili bütün kadınlardan üstündür, yüce ve karşı konmaz çekicilikleri vardır.
Şehvetdüşkünlüğü birçok ruh hastalığının tenıelinde bulunabilir; ama içeriği hep aynıdır.
Özne, hep değerli bir erkeğin sevgisiyle yüceltilmiş, aydınlatılmış durumdadır; erkek, kadın kendisinden hiçbir şey beklemediği halde, birden çarpılmıştır ve arzulanın kadına aykırı, ama karşı konmaz bir yoldan belli etmektedir; bu ilişki kimi zaman düşünsel alanda kalır, kimi zaman da cinsel bir görünüş kazanır; ancak hiç değişmeyen özelliği şudur: güçlü ve ünlü yan- tanrı hep sevildiğinden daha çok sevmekte, tutkusunu garip ve iki anlama çeki-lebilen davranışlarla açığa vurmaktadır. Ruh hekimlerinin verdiği sayısız örnek içinden, Ferdiere’den alıp(7) özetlediğim şu örnek son derece aydınlatıcıdır. Karşımızda, Marie-Yvonne adında, 48 yaşında bir kadın var, bakın neler anlatıyor:
Söz konusu erkek eski milletvekili, bakan yardımcısı, Baro ve Yasa Kurulu üyesi üstad Cehilledir. 12 Mayıs 1920’den beri tanırım kendisini; bir gün Adliye Sarayı’nda aramıştım onu! Uzun boyunu ta uzaktan görmüştüm ama kim olduğunu bilmiyordum; öğrenince, sırtımdan aşağı soğuk sular döküldü… Evet, ikimiz arasında bir duygu sorunu, karşılıklı bir gönül hikâyesi var: gözlerimiz, bakışlarımız karşılaştı. Daha ilk görüşte beğendim onu; o da öyle… tik açılan o oldu: 1922 baslarıydı; oturma odasına, hep tek basıma alıyordu beni; bir gün oğlunu bile dışarı gönderdi… Bir gün… yerinden kalktı, konuşmasına ara vermeden bana doğru yürüdü. Bunun duygusal bir atılım olduğunu hemen anladım… Birtakım açıklamalara girişti. Son derece tatlı bir dille, karşılıklı duyguların bir yerde rastlaştığmı anlattı bana. Bir başka sefer, yine çalışma odasında yanıma yaklaştı ve:
“Siz, Madam, yalnız siz anlıyorsunuz ne demek istediğimi,” dedi. Öyle heyecanlandım ki, ne karşılık vereceğimi şaşırdım, yalnızca: “Teşekkür ederim, Üstadım!” demekle yetindim.
Başka bir seferinde, ta sokak kapısına dek geçirdi beni; hattâ yakasını bırakmayan bir adamı bile vardı, eline birkaç kuruş sıkıştırarak: “Hadi yavrum, rahat bırakın beni, görüyorsunuz ki Madamla beraberim!” dedi. Bütün bunlar bana eşlik edebilmek, benimle yalnız kalabilmek içindi. Elimi hep olanca gücüyle sıkardı, tik savunması sırasında, bekâr olduğunu belli eden bir söz kaçırdı ağzından.
Bana olan sevgisini göstermek için, bahçeme bir şarkıcı yolladı… hep pencerelerime bakardı; adamın söylediği şarkıyı ezbere aktarabilirim size… mahalle bandosunu bile kapımın önünden geçirdi. Bense aptallık ettim. Bütün bu açılmalara karşılık vermeliydim. Üstad Achil-le’in ateşini söndürdüm… Bunun üzerine, kendisini istemediğimi sandı ve harekete geçti; keşke açık açık konuşsaydı; oysa öç aldı. Üstad Ac-hille, B,..’yi, sevdiğimi sanıyordu ve onu kıskanıyordu… Kendisine verdiğim fotoğraf yardımıyla büyü yapıp acı çektirdi bana; bu yıl, bir sürü kitap ve sözlük karıştırarak bu kanıya vardım. Epey çalıştı bu fotoğraf üstünde: derdimin başlıca kaynağı bu resim…
Gerçekten de, bu sayıklama, kolayca can yakma biçimine dönüşebilir. Hattâ bu sürece, hasta olmayan insanlarda bile rastlanabilir. Kendine havran kadın, bir erkeğin kendisine tutkuyla bağlanmamasına akıl erdiremez; elinde beğenilmediğini gösteren açık bir kanıt varsa, o zaman, nefret edildiği yargısına varıverir. Yapılan bütün eleştirileri kıskançlığa, hınca verir. Başarısızlıkları, birtakım karanlık güçlerin işidir: ve bunların varlığı, kendisine verdiği önemi doğrular. Böylece, kolayca ben’ini büyütme hastalığına (megalomanie), ya da onun tersi olan, eziyete uğradığı kanısına kayabilir: kendi evreninin merkezi olduğu ve bundan başka evren tanımadığı için, dünyanın mutlak temeli olur çıkar.
Kendine Hayran Kadın | Simone de Beauvoir ( Kadın “İkinci Cins” )
Dipnotlar:
1 Helene Deutsch, Psychology ofV/omen (Kadının Ruhsal Pürümü).
2 Marie Bashkirtseff (1860-1884), Paris’te yaşamış ve ölmüş, Rus asıllı bir ressam. Epey güzelmiş. (Çev.)
3 1873’te Paris’te doğmuş ünlü bir tiyatro oyuncusu. (Çev.)
4 Ömrünün büyük bir bölümünü Fransa’da geçirmiş Rus asıllı bir kadın yazar (1764-1824). (Çev.)
5 1888’de Paris’te doğmuş ünlü karikatürist Georges Breitel’in takma adı. (Çev.) Ünlü Amerikan bale oyuncusu (1878 San Francisco -1926 Nice). (Çev.)
6 Moliere’in Leş Femmes Savantes (Bilgiç Kadınlar) adlı güldürüsündeki kadın kahramanlardan biri: fazla roman okumaktan sapıtmış, epey yaşlı olmasına rağmen, bütün erkekleri kendine âşık sanan bir tip. (Çev.)
7 ‘ L’Erotomanie.