Üst düzey ırkçılık çözümlemeleri ırkçı kuramların incelenmesine öncelik verdiklerinde, “sosyolojik” ırkçılığın bir kitle görüngüsü olduğunu ortaya çıkarırlar. Böylelikle işçi sınıfında ırkçılığın gelişmesi (ki bu komünist ve sosyalist militanlara doğaya aykırı gelir) kitlelerde varolan bir eğilimin sonucu halini alır. Kurumsal ırkçılık, bu psikososyolojik “kitle” kategorisinin yapılışına bile yansır. Öyleyse sınıflardan kitlelere geçerek kitleleri, ırkçılığın hem ayrıcalıklı nesnesi, hem de öznesi olarak gösteren bu yer değiştirme sürecini çözümlemeye çalışmak gerekmektedir.
Bir toplumsal sınıfın, (kimliği terimini kullanmamak için) ideolojisi, konumu nedeniyle ırkçı tutumlara ve davranışlara eğilimli olduğu söylenebilir mi? Bu soru daha çok, Nazizm’in yükselişi konusunda önce spekülasyonlar düzeyinde daha sonra çeşitli ampirik göstergeler yoluyla tartışılmıştı. “Küçük burjuvazi” konusunda daha ağırlıklı bir tercih bulunmakla birlikte, şüphelerin üzerinde yoğunlaşmadığı neredeyse hiçbir toplumsal sınıf olmadığından, sonuç tümüyle paradoksal olmuştur. “Küçük burjuva” kavramı da, daha çok, toplumun birbirinden aynı nüfus dilimlerine bölünmesine dayalı bir sınıfsal çözümlemenin çıkmazlarını yansıttığından, açıkçası, ikircil bir kavramdır. Kökeninde siyasal suçlama taşıyan tüm sorularda olduğu gibi burada da soruyu tersine çevirmeliyiz:
Günlük hayatı kuşatan ırkçılığın (ya da ona neden olan hareketin) temellerini küçük burjuvazinin doğasında aramak yerine, ırkçılığın gelişiminin nasıl olup da farklı maddi koşullardan bir “küçük burjuva” kitlesi ortaya çıkardığını anlamaya çalışmalıyız. Böylece ırkçılığın sınıfsal temelleri gibi kötü sorulmuş bir sorunun yerine, bu sorunun kısmen perdelediği daha karmaşık ve kesin bir soru koyabiliriz. Bu, milliyetçiliğe ek olarak ırkçılık ile toplumda sınıf çatışmalarının indirgenemezliği arasındaki ilişkilere dair bir sorudur. Irkçılığın gelişiminin sınıf çatışmasının yerini nasıl aldığını, ya da daha ziyade bu çatışmanın “ırklaştırıcı” bir toplumsal ilişki tarafından nasıl dönüştürülmüş olduğunu; ve aynı zamanda, tam tersine, sınıf mücadelesine getirilen milliyetçi alternatifin özellikle ırkçılık biçimini alması olgusunun hangi nedenle bu mücadelenin uzlaşmaz özelliğinin bir göstergesi sayılabileceğini sormamız gerekecek. Kuşkusuz bu, (maddi varoluş ve çalışma koşullarıyla, fakat aynı zamanda ideolojik gelenekler ve pratik siyasal ilişkilerle belirlenen) sınıfsal durumun verili bir konjonktürde, ırkçılığın toplumdaki etkilerini — yani “eyleme geçiş” biçimlerini ve sıklığını, onu ifade eden söylemi, militan ırkçılığın benimsenmesini— nasıl belirlediğini incelemenin önemli olmadığı anlamına gelmez.
Irkçılığın sınıf mücadelesince sürekli olarak “üst-belirlenmesinin” izleri, tarihine bakıldığında tümel olarak milliyetçi belirleme kadar saptanabilir durumdadır ve her yerde fantazmalarının ve pratiklerinin anlamındaki öze bağlıdır. Bu da bizim, “modernlik” sosyologlarının o çok önem verdikleri genellemelerden daha somut ve kesin bir belirlemeyle uğraştığımızı göstermeye yeter. Irkçılıkta ya da ırkçılık-milliyetçilik İkilisinde, (eski, “kapalı”, “hiyerarşik” toplumlar ve “açık” “hareketli” toplumlar şeklindeki ikili bölümlemenin sonucu olarak) modern toplumların özelliği sayılan bireycilik ya da eşitlikçiliğin paradoksal ifadelerinden birini ya da bu bireyciliğe karşı “cemaat” biçimindeki bir toplumsal düzenin nostaljisini yansıtan bir savunma tepkisini görmek yeterli değildir. Bireycilik yalnızca (emek gücü içindeki rekabet de dahil) sınıf mücadelelerinin baskısı altında bireylerin bir araya gelmesiyle istikrarsız bir denge tutturan somut ticari rekabet biçimlerinde mevcuttur. Eşitlikçilik yalnızca, (varsa) siyasal demokrasinin, (varsa) “koruyucu-devletin”, varoluş koşullarının kutuplaşmasının, kültürel ayrımcılığın, reformist ya da devrimci ütopyanın çelişen biçimlerinde mevcuttur. Irkçılığa “iktisadi” bir boyut veren şey, basit antropolojik figürler değil bu belirlemelerdir.
Ama yine de ırkçılıkla sınıf mücadelesi arasındaki ilişkinin tarihsel biçimlerinin heterojenliği sorun yaratmaktadır. Bu heterojenlik, antisemitizmin “Yahudi parası” teması etrafında ucuz “anti- kapitalizm” halini alış şeklinden, günümüzde göç kategorisinin ırksal izi ve sınıfsal kini birleştirme şekline kadar uzanmaktadır. Bu görünüşlerin hiçbiri (kendilerine tekabül eden konjonktürler gibi), indirgenemez; bu da, ırkçılıkla sınıf mücadelesi arasında herhangi bir basit “dışavurum” (ya da ikâme) ilişkisi tanımlamayı engeller.
Esas olarak 1870 ve 1945 yılları arasındaki dönemde (yani Avrupa’nın burjuva devletleriyle, örgütlü proletarya enternasyonalizmi arasındaki çarpışmanın stratejik döneminde) antisemitizmin anti- kapitalist bir aldatmaca olarak kullanılmasında gördüğümüz, yalnızca, işçilerin başkaldırısı için bir günah keçisi bulunması, işçiler arasındaki bölünmelerin istismar edilmesi ya da yalnızca soyut bir toplumsal sistemin kötülüklerinin bundan “sorumlu olanlar”ın hayali kişileştirilmelerine yansıtılarak temsil edilmesi (her ne kadar bu mekanizma ırkçılığın işleyişi için temel oluştursa da) değildir. Burada birbirlerini eğretilemeye elverişli iki tarihsel anlatının “kaynaşımı”nı da görürüz: bir yanda kayıp “Hıristiyan Avrupa” birliği pahasına ulusların oluşumu anlatısı; diğer yanda ulusal bağımsızlıkla, sınıf mücadelelerinin uluslararasılaşmasına tekabül etme riskini taşıyan, kapitalist iktisadi ilişkilerin uluslararasılaşması arasındaki çatışmanın anlatısı vardır. Tüm ulusların ortak “içerideki dışlanmışı” olan, fakat aynı zamanda olumsuz olarak, nesnesi olduğu teolojik kin nedeniyle, “Hıristiyan halkları” birleştirdiği varsayılan sevginin kanıtı olan Yahudi, işte bu nedenle, hem kayıp birliğin izini yemden canlandırabilir hem de her ulusal bağımsızlığı tehdit eden “sermaye kozmopolitçiliği”yle imgesel olarak özdeşleştirilebilir.
Göçmen karşıtı ırkçılık, sınıf konumuyla etnik kökeni en üst düzeyde özdeşleştirdiğinde, ortaya bambaşka bir görüntü çıkar (bu özdeşleştirmenin gerçek temelleri her zaman için, kimi kez yoğun kimi kez seyrek olsa da hiçbir zaman ortadan kalkmayan, işçi sınıfının durumunun özellikle proleter niteliklerinden birini oluşturan bölgelerarası, uluslararası ya da kıtalararası işçi sınıfı hareketliliğinde mevcuttur). Irkçılık bu özdeşleştirmeyi uzlaşmaz toplumsal işlevler karmasıyla birleştirir: Böylece Fransız toplumunun Magripliler tarafından “istilası”, işsizliğe neden olan göç temaları, “bizim” işletmelerimizi, “bizim” gayri menkullerimizi, “bizim” yazlıklarımızı satın alan petrol şeyhlerinin parası temasıyla bağlantılı hale gelir. Bu, Cezayirliler’in, Tunuslular’ın ya da Faslılar’ın soy olarak neden “Arap” diye adlandırılmaları gerektiğim kısmen açıklamaktadır (tabii bu “gösteren”in —ki söylemin gerçek merkezidir— bu temalarla terörizm, İslam vb. temaları birbirine bağladığım da unutmamak gerekir). Fakat, terimlerin değerlerinin tersyüz oluşundan ileri gelenler de dahil olmak üzere, diğer görünümler unutulmamalıdır. Bu tersyüz oluşun bir örneği, belki de yirmili yıllarda Japon milliyetçiliği tarafından yaratılan; herhalükârda, günümüzdeki hortlayışı göz önüne alındığında sessizce geçiştirilemeyecek Nazizm’in belirginleşmesinde çok önemli bir rol oynaması öngörülen “proleter ulus” temasıdır.
Bu görünümlerin karmaşıklığı aynı zamanda, “ırk” ve “sınıfın”, tarihin modem temsillerinin merkezinde olan sürekli bir diyalektiğin çelişen kutuplarını oluşturduğunu emeğe ilişkin kaçınılmaz bir varsayım olarak kabul ettiğimiz halde, ırkçılığın “sınıf bilinci”ne karşı kullanılması düşüncesini (sınıf bilincinin ırkçılık tarafından engellenmediği, caydırılmadığı, bozulmadığı sürece sınıf koşullarında doğal olarak çıkması gerekirmişçesine) kayıtsız şartsız sahiplenmenin neden mümkün olmadığını da açıklığa kavuşturmaktadır. Bundan başka işçi hareketi içinde ya da onun kuramcıları arasında ırkçılığa araçcı, entrikacı yaklaşımların da (ki bunlann bedelinin ne denli pahalı bir şekilde ödendiğini biliyoruz: W. Reich bunu ilk görenlerden olduğu için çok değerlidir), ırkçılıkta şu ya da bu sınıfsal durumun “yansımasını” gören mekanikçi görüşler gibi, işçi sınıfında ve onun örgütlerinde milliyetçiliğin varlığını, başka bir deyişle ırkçılığa karşı kitlesel mücadelenin (kapitalizme karşı devrimci mücadele gibi) bağlı olduğu, sınıf ideolojisi ve milliyetçilik arasındaki iç çatışmayı inkâr etme işlevini gördüklerinden kuşkulanmaktayız. Burada “sınıf ırkçılığı”nın bazı tarihsel görünüşlerini tartışarak göstermek istediğim şey bu iç çatışmanın evrimidir.
Modem ırk kavramının, bir ayrımcılık ve hor görme söyleminde yer alışı, insanlığı “üst-insanlık” ve “alt-insanlık” olarak bölüşüyle, başlangıçta ulusal (ya da etnik) bir gösterime değil, sınıfsal bir gösterime, daha doğrusu (toplumsal sınıf eşitsizliğini yaratılıştan gelen bir eşitsizlik olarak sunmak söz konusu olduğu için) bir kast gösterimine sahip olduğunu birçok ırkçılık tarihçisi vurgulamıştır (bunlar arasında Poliakov, Michele Duchet ve Madeleine Reberioux, Colette Guillaumin ve modem kölelik konusundaki çalışmasıyla E. Williams vardır). Bu açıdan, ırk kavramının çifte kökeni vardır: Bir yanda aileden soylu olanların üstün bir “ırk” olarak aristokratik temsili (yani gerçekte, egemenliği artık tehdit altında olan bir aristokrasinin siyasal ayrıcalıklarının meşruiyetini güvenceye almasını ve soyağacının kuşkulu sürekliliğini idealleştirmesini sağlayan mitsel bir anlatı); diğer yanda ise zaten her zaman tutsaklığa mahkûm olan ve özerk bir uygarlık kurmaktan aciz, aşağı “ırk” muamelesine maruz kalan toplulukların kölelik yanlısı bir şekilde temsil edilmeleri vardır. Kan, derinin rengi, melezlik söylemleri buradan kaynaklanmaktadır. Irk kavramının, art arda gelen metamorfozlarının başlangıç noktası olan milliyetçi karmaşıkla bütünleşmek üzere “etnikleşmesi” çok daha sonra gerçekleşmiştir. Şu halde tarihin ırkçı temsillerinin baştan beri, sınıf mücadeleleriyle ilişkili olduklarım göstermiş oluruz. Fakat ırk kavramının evriliş biçimini ve milliyetçiliğin “sınıf ırkçılığının” ilk şekillerinden beri etkisini, diğer bir deyişle siyasal belirlemesini incelemezsek bu olguya gereken önemi veremeyiz.
Aristokrasi kendini daha baştan “ırk” kategorisiyle düşünüp sunmamıştır: Burada söz konusu olan gecikmiş bir söylemdir; örneğin Fransa’da (“mavi kan” ve soyluların “Frank” ya da “Cermen” kökenleri mitiyle) açıkça bir savunma işlevine sahip olan bu söylem, mutlak monarşi feodal senyörlerin zararına devleti merkezileştirdiğinde ve bünyesinde burjuva kökenli, idari ve mali bir yeni aristokrasiyi “yaratmaya” başladığında, böylece ulus-devletin kuruluşunun çok önemli bir aşamayı geçmesini sağladığında gelişmiştir. Klasik İspanya örneği daha da ilginçtir. Poliakov’un bu konudaki çözümlemesi şöyledir: Yeniden fetihten sonra gelen ve Katolikliğin devlet dini olması için gerekli yol olan Yahudi kıyımı aynı zamanda, İspanyollaştırmanın (daha doğrusu Kastilyalılaştırmanın) karşı koyduğu “çok-uluslu” kültürün de izidir. Bu nedenle Avrupa milliyetçiliği prototipinin oluşumuyla sıkı sıkıya ilintilidir. Fakat, daha sonra tüm Avrupa ve Amerikan ırkçılığı söyleminin devraldığı “safkanlık statülerinin” (limpieza de sangre) kurulmasıyla sonuçlandığında, daha da çift anlamlı bir gösterime bürünür. Magripliler ve Yahudilerle ilk melezleşmenin inkârından kaynaklanan bu gösterim, raza’nın kalıtımsal tanımı (ve nitelikleriyle ilgili soruşturma) gerçekte, hem bir iç aristokrasiyi tecrit etmeye ve tüm “İspanyol halkı”na kurgusal bir asalet vermeye, hem de soykırım, köleleştirme, zorla Hıristiyanlaştırma, zorbalık yoluyla dünyanın en büyük sömürge imparatorluklarından birine hükmettiği sırada bu halktan bir “efendiler halkı” yaratmaya yarar. İşte bu yörüngede sınıf ırkçılığı zaten milliyetçi ırkçılığa dönüşür, ancak yine de kaybolmaz.
Fakat bizim sorumuz için en önemli olan nokta, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren tanık olunan, değerlerin tersyüz oluşudur. Aristokratik ırkçılık (ki bu, bizzat söylemin sahibini ırk haline getiren, günümüz çözümlemecilerinin “kendine atıfta bulunan” ırkçılık diye adlandırdıkları şeyin prototipidir; onun emperyalist torunlarının sömürge koşullarındaki önemi de buradan kaynaklanır: Hindistan’daki İngilizler, Afrika’daki Fransızlar, soyları, çıkarları, tavırları ne denli avam olursa olsun, kendilerini modem soylular olarak göreceklerdir) zaten ilkel sermaye birikimine dolaylı olarak bağlıdır; bu da ancak sömürgeci uluslardaki işleviyle mümkündür. Sanayi Devrimi tam anlamıyla kapitalist sınıf ilişkilerini yaratırken, burjuva çağının yeni-ırkçılığını da (bu tarihsel anlamda ilk “yeni-ırkçılık”tır) ortaya çıkarmıştır. Bu sömürülen (ve hatta, sosyal devletin başlangıcından önce aşırı sömürülen) topluluk ve siyasal olarak tehlikeli topluluk gibi çifte bir statüye sahip olan proletaryayı hedefleyen bir ırkçılıktır.
Özellikle Louis Chevalier bunun anlatımlar ağını ayrıntılarıyla tanımlamıştır. Buna göre ırk kavramı, “işçilerin ırkı” konusunda, tarihsel-teolojik yan anlamlarından uzaklaşarak hayali bir biyoloji, sosyoloji, psikoloji ve “toplumsal bünye” patolojisi denkliklerinin alanına girmiştir. Burada polisiye, tıbbi, insansever edebiyatın, kısaca edebiyatın (ki toplumsal “gerçekçiliğin” siyasal anahtarlarından ve temel dramatik içgüçlerinden biridir) takıntı halini almış temaları çıkar karşımıza. Günümüze dek bir toplumsal grubun ırklaştırılması yöntemlerinin hepsinin tipik görünümleri ilk kez tek bir söylemde toplanmıştır. Bunlar, maddi ve manevi sefalet, suç oranı, soydan gelen kötü alışkanlıklar (alkolizm, uyuşturucu), bedensel ve ahlaki kusurlar, bedensel kirlilik ve cinsel kontrolsüzlük, insanlığı “soysuzlaşma”yla tehdit eden özel hastalıklardır. Burada ayırt edici bir kararsızlık vardır: Ya işçiler soysuzlaşmış bir ırktır ya da yurttaşların, ulusun üyelerinin “ırkı” için bir soysuzluk tohumu olan şey işçilik durumudur, onların varlığı ve onlarla temastır. Darwinci evrimcilikten, karşılaştırmalı anatomi ve kitle psikolojisinden sahte-bilimsel güvenceler alarak, en çok da polis ve toplumsal kontrol kuramlarıyla örülü bir ağla sarmalanarak sosyobiyolojik (ve de psikiyatrik) determinizmin tüm varyantlarına dayanak oluşturan hayali “emekçi sınıflar” ve “tehlikeli sınıflar” denklemi, toplumsal-iktisadi bir kategoriyle antropolojik ve ahlaki bir kategorinin kaynaştırılması, bu temalar yoluyla gerçekleşir.
Oysa bu sınıf ırkçılığı, günümüze dek eşitsiz bir evrim geçiren temel tarihsel süreçlerden ayrılamaz. Burada yaptığını, onları hatırlatmaktan başka bir şey değildir. Sınıf ırkçılığı öncelikle, ulus-devletin kurulması açısından çok önemli olan siyasal bir soruna bağlıdır. “Burjuva devrimleri”, özellikle de radikal hukuki eşitlikçiliğiyle Fransız Devrimi, kitlenin siyasal hakları sorununu geri döndürülemez bir şekilde ortaya koymuştur. Bir buçuk yüzyıllık toplumsal mücadelelerden kazanılması umulan şey buydu. Bireyler arasında doğuştan farklılık olduğu düşüncesi akıl almaz değilse bile hukuksal ve ahlaki açıdan çelişik hale gelmiştir. Fakat kurulu toplumsal düzen, mülkiyet ve “seçkinler” iktidarı açısından “tehlikeli sınıflar”ın siyasal “ehliyet’ten zorla ve hukuk yoluyla dışlanmaları ve kent-devletinin sınırlarında tutulmaları şart olduğu sürece, sonuçta onlann tam insanlık ya da normal insanlık niteliklerinden anayasal olarak “yoksun olduklarını” göstererek (ve buna ikna olarak) yurttaşlıklarını inkâr etmek önemli olduğu sürece, bu düşünce siyasal olarak kaçınılmazdı. Öyleyse burada iki antropoloji (benim deyimimle iki “hümanizm”) çatışmaktadır: doğuştan eşitlik antropolojisi ile kalıtımsal eşitsizlik antropolojisi. Bu da toplumsal uzlaşmazlıkların yeniden benimsetilmesine izin verir.
Oysa bu işlem baştan beri ulusal ideoloji tarafından üstbelirlenmiştir. Disraeli (Anglosakson “üstün ırkı”na karşı “Yahudiler’in üstünlüğü”nün şaşırtıcı emperyalist kuramcısı), çağdaş devletlerin sorununun tek bir toplumsal oluşumda yaşanan gizli, “iki ulus”a bölünmüşlük olduğunu anlatarak bunu hayranlık verici bir şekilde özetlemişti. Buradan hareketle, sınıf mücadelelerinin ilerici örgütlenmesiyle karşı karşıya kalan egemen sınıfların izleyebileceği yollan da gösteriyordu: Önce, “sefiller” kitlesini bölmek (özellikle de köylülere ve “geleneksel” zanaatkarlara ulusal sahicilik, sağlıklılık, ahlaklılık, ırksal bütünlük gibi sanayinin patoloji-siyle taban tabana zıt nitelikler bahşederek); daha sonra “emekçi sınıfların” tehlikeliliğinin ve soyaçekiminin işaretlerim yavaş yavaş yabancılara, özellikle de göçmenlere ve sömürgelerdekilere kaydırmak; bu sırada da oy hakkı kurumunun, “yurttaşlar” ile “tebaa” arasındaki kopukluğu milliyetin sınırlarına taşıması. Fakat bu süreçte daima —imparatorluk mekânının bütünü hesaba kaülsada, ulusal topluluğun kuramsal bir ayrımcılığı, baştan varolan bir apartheid’ bünyesinde barındırmadığı Fransa gibi ülkelerde bile— fiili durumun belirgin bir şekilde hukukun gerisinde kaldığı, halk sınıflarına karşı “sınıf ırkçılığı”nın sürdüğü gözlenir (ve aynı şekilde bu sınıflarda ırksal damgalamaya özel bir elverişlilik, ırkçılık karşısındaki tutumlarında aşırı bir çelişiklik gözlenir). Bu da bizi sınıf ırkçılığının süreklilik gösteren bir diğer yönüne getirmektedir.
Bundan kastım kol emeğinin kurumsal ırklaştırılması olarak adlandırılması gereken şeydir. Bunun sınıflı toplumlar kadar eski olan kökenlerim bulmak zor olmayacaktır. Kol emeği ve emekçisine duyulan küçümsemenin köleci Yunan’ın felsefi elitleri tarafından ifade edilme şekliyle, Taylor’un 1909’da bazı bireylerin zekâ, akıl, karar alma yeteneği değil, bedensel güç gerektiren tekrara dayalı pis ve yorucu görevlere doğal yatkınlıklarını tanımlama şekli arasında bu açıdan çok önemli fark yoktur (Taylor bu inşam Principles ofScientifıc Management’ta “öküz gibi adam” diye adlandırır; bu aynı zamanda, çelişkili bir biçimde, kökleşmiş bir “sistematik aylaklık” eğiliminin etkisinde olan, dolayısıyla doğasına göre çalışması için bir efendiye/ustaya ihtiyacı olan insanla aynı kişidir). Ancak Sanayi Devrimi ve kapitalist ücretlilik tarzı burada bir yer değiştirmeye neden olur. Artık hor görü nesnesi olan ve karşılık olarak korkuyu besleyen şey, kayıtsız şartsız kol emeği değildir (tersine, patemalist, eskiye bağlı ideolojiler bağlamında, bu emeğin “zanaat” türünde olanlarının kuramsal olarak idealleştirilmesine tanık oluruz), “makinenin uzantısı” haline gelmiş, yani doğrudan bir örneği olmadan hem simgesel hem de bedensel bir şiddete maruz kalan bedensel emek ya da daha doğrusu mekanikleşmiş bedensel emektir (iyi bilinir ki, bu emek Sanayi Devrimi’nin yeni aşamalarıyla ortadan kalkmamış, birçok üretim sektöründe, hem “modernleşmiş”, “zihinselleşmiş” biçimler altında hem de “arkaik” biçimler altında varlığını sürdürmeye devam etmiştir).
Bu süreç insan bedeninin statüsünü (bedenin insani statüsünü) değişikliğe uğratır: Bedeni, parçalara ayrılmış ve bastırılmış, yalıtılabilir bir hareket ya da işlev için kullanılmış, hem bütünlüğü içinde bozulmuş hem fetişleştirilmiş, hem “işe yarar” organları aşırı gelişmiş hem güçsüzleşmiş bir makine-beden olan insan- bedenler yaratır. Oysa ki her türlü şiddet gibi bu da bir direnişten ve aynı zamanda bir suçluluktan ayrı tutulamaz. “Normal” emek miktarının kabul edilmesi ve işçinin bedeninden elde edilmesi ancak mücadelenin bu emeğin sınırlarım saptamasıyla mümkündür. Kural aşırı sömürüdür; bünyenin alttan alta yıkıma uğratılmasıdır (ki bu da “soysuzlaşma” olarak eğretilenecektir); ve her ne olursa olsun emeğin zihinsel işlevlerinin bastırılmasındaki aşırılıktır. İşçi için dayanılmaz olan bu süreç, efendileri tarafından ideolojik ve düşsel yönden hazırlanması olmaksızın “kabul edilebilir” değildir: İnsan-bedenlerin varolması bedensiz insanlar’ın varolması demektir; insan-bedenlerin parçalara ayrılmış ve sakat (bu bedenin zihinden “ayrılması”nın sonucudur) bedenli insanlar olması, insan ırkının üzerindeki tehditi kaldırmak için bireyleri başka bir beden- üstuyle donatmak, sporu, gösterişçi erkekliği yaymak gerektiği anlamına gelir.
Kimi zaman ırksal aşağılığın “fiziksel özelliklerinin” kınanmasına, kimi zaman da üstün ırkın “insan tipi”nin idealleştirilmesine yol açarak modem ırkçılığın tüm varyantlarını belirleyen bedenin estetize edilmesi (ve dolayısıyla fetişist tarzda cinselleştirilmesi) sürecini tam olarak anlamamızı sağlayan sadece bu tarihsel durumdur, bu özgül toplumsal ilişkilerdir. Irkçı kuramların tarihinde biyolojiye başvurulmasının gerçek anlamını bunlar aydınlatırlar: Bu başvurmanın bilimsel buluşların etkisiyle hiçbir ilgisi yoktur; bedensel fantazmanın idealleştirilmesinden ve bir eğretilemeden ibarettir. Üst düzey biyoloji ve aynı zamanda diğer kuramsal söylemler bedenin görünürlüğüne, oluş biçimlerine, davranışlarına, simgesel organlarına ve uzuvlarına eklemlendikleri takdirde bu işlevi yerine getirebilir. Burada, daha önce yeni-ırkçılık konusunda ve onun zihinsel emeğin küçük parçalara bölünmesinin en son biçimiyle olan bağı konusunda biçimlendirilen varsayımlara uygun olarak, günümüzde IQ düzenlemesinden tutun da karar alıcı, entelektüel ve sportif “kadro”nun estetize edilmesine kadar tanık olduğumuz, zihinsel yeterliliklerin “bedenselleştirilmesi”ni, yani ırksallaştırılmasını tanımlayarak devam etmek yerinde olur.
Fakat sınıf ırkçılığının yapılışında belirleyici bir yan daha vardır. İşçi sınıfı, tanımı gereği belirsiz “sınırları” olan —çünkü bu sınırlar emek sürecindeki ve sermaye hareketindeki durmak bilmez dönüşümlere bağlıdırlar— hem heterojen hem de oynak bir topluluktur. Aristokratik kastlardan ve hatta burjuvazinin yönetici kesimlerinden farklı olarak, bir toplumsal kast değildir. Ancak sınıf ırkçılığı (ve özellikle de göçmenler durumunda olduğu gibi, milliyetçi sınıf ırkçılığı) işçi sınıfının en azından bir kısmı için bir kastın kapalılığına eşdeğer bir şey üretme eğilimindedir. Daha doğrusu (ya da en kötüsü): “toplumsal hareketlilik”te tam kapalılık, proleterleşme dalgalarına olabildiğince tam açıklıkla birleşir.
Şimdi meseleyi başka bir şekilde ele alalım. Kapitalist birikimin mantığı bu konuda iki çelişkili görünüş taşır: Bir yandan, emek ve yaşam koşullarım emek pazarındaki rekabeti sağlayacak, “yedek sanayi ordusu”na sürekli olarak yeni güçler katacak, göreli bir nüfus-fazlasını besleyecek şekilde sürekli olarak harekete geçirmek, süreksizleştirmek; diğer yandan işçi topluluklarını, onları iş için “eğitmek” ve işletmeye “bağlamak” üzere (ve aynı zamanda “patemalist” siyasal hegemonya ile işçi “aileciliği” arasındaki tekabüliyet mekanizmasını işletmek üzere) uzun süreli olarak (birçok kuşak boyu) süreklileştirmek söz konusudur. Bir yandan, sadece ücret ilişkisine bağlı sınıfsal durumun atalar kuşağı ve torunlar kuşağıyla hiçbir ilgisi yoktur; son noktada “sınıfsal aidiyet” kavramının kendisi pratik gösterimden yoksundur; hesaba katılması gereken şey sadece sınıfsal durumdur. Diğer yandan işçi sınıfının en azından bir kısmının işçi oğulları olması, bir toplumsal kalıtımın kurulması gerekmektedir. Fakat, pratikte, direniş ve örgütlenme güçleri de bununla birlikte çoğalır.
Demografik politikalar, göç ve kentsel ayrım politikaları — daha genelde, D. Bertaux’nun antroponomik diye adlandırdığı pratikler— bu çelişkili gereklerden doğmuş ve 19. yüzyıl ortalarından itibaren hem işveren hem devlet tarafından, onların paternalist (ki bu milliyetçi propagandayla sıkı sıkıya bağlıdır) ve disiplinci çifte görünümleriyle uygulamaya konulmuştur: bir yanda vahşi kitlelere karşı “toplumsal savaş” açmak, diğer yanda aynı kitleleri her anlamda “uygarlaştırmak”; günümüzde bunun mükemmel bir örneği “banliyö” ve “getto”lara yapılan toplumsal-polisiye muamelede görülmektedir. Irkçı karmaşık, gelip “nüfus sorununa” (buna bir dizi yananları dahildir: doğum oranı, nüfus kaybı ve nüfus fazlası, “melezleştirme”, kentleşme, sosyal konut, halk sağlığı, işsizlik) ekleniyorsa ve tercihen, yanlış bir ifadeyle “göçmen” olarak adlandırılan ikinci kuşak sorununda yoğunlaşıyorsa, bu bir tesadüf değildir; bilinmesi gereken şey bu ikinci kuşağın —sınıfsal hak davasıyla kültürel hak davalarını birleştirip, daha güçlü bir toplumsal kavgacılık geliştirme tehlikesini göze alarak
— önceki kuşağın (tam deyimiyle “göçmen işçiler”in) yolunu mu izleyeceği yoksa proleterliğin altına düşmek ile işçilik durumundan çıkmak arasında istikrarsız bir konumda bulunan “sınıf düşmüş” bireyler kümesim mi büyüteceğidir. Hem egemen sınıf açısından hem de halk sınıflan açısından sınıf ırkçılığının ortaya sürdüğü şudur: toplu olarak kapitalist sömürüye tahsis edilmiş olan toplulukları ya da iktisadi süreç onları sistemin doğrudan kontrolünden çekip aldığı (ya da önceki kontrolleri, yoğun işsizlikle, etkisiz hale getirdiği) anda bu sömürü için yedekte tutulması gerekenleri tanımlayıcı işaretlerle belirlemek. Sabit yerleri olmayanları, kuşaklar boyu “yerlerinde tutmak”: Böylece o andan itibaren bir soyağaçlan olması gerekecektir. Göçebeliğin ve toplumsal kalıtımın çelişen buyruklarını, kuşakların evcilleştirilmesini ve direnişlerin bertaraf edilmesini tasavvurda birleştirmek.
Eğer bu gözlemler doğruysa, işçi sınıfının “kendi kendini ırklaştırması” diye adlandırmakta tereddüt etmeyeceğini şeyin birbirleriyle çelişen görünümlerine ışık tutabilir. Burada, emekçi topluluklarının etnik ya da ulusal köken sembolleri etrafında örgütlenmesinden tutun da sınıfsal köken ölçütünü (dolayısıyla işçi ailesi kurumunu, “birey” ile “sınıfı” arasında sadece ailenin kurduğu bağı) ve emeğe fazla değer verilmesi ölçütünü (dolayısıyla sadece onun sağladığı erkeksi niteliği) merkez alan belli bir uvriyerizmin “işçiler ırkı” temsillerinin bir kısmım, “sınıf bilinci” açısından yeniden üretiş biçimine varıncaya dek, hatırlanması gereken bir toplumsal deneyimler ve ideolojik biçimler yelpazesi vardır. Uvriyerizmin radikal biçimlerinin, en azından Fransa’da, bizzat işçilerin başının altından değil, daha çok işçi sınıfını “temsil etmek” isteyen (Proudhon’dan komünist partiye dek) entelektüellerin ve siyasal aygıtların başının altından çıktığı doğrudur. Ne var ki bu biçimler kazanılmış konumlan, mücadele geleneklerini korumak, ve sınıf ırkçılığının “gösterenlerini burjuva toplumuna karşı çevirmek için, dışa kapalı “birlik” oluşturma eğilimine tekabül ederler. Uvriyerizmi belirleyen karşıt anlamlılık bu tepkisel kökenden ileri gelir: sömürü durumundan kurtulma arzusu ve nesnesi olunan küçümsemenin reddi. Bu karşıt anlamlılığın en bariz olduğu yer tam da milliyetçilikle, yabancı düşmanlığıyla olan ilişkisidir. İşçiler resmi milliyetçiliği fiilen kabul etmedikleri ölçüde (kabul etmedikleri zaman) sınıf mücadelelerinin bozulmasına karşı siyasal bir alternatifin taslağını oluştururlar. Fakat korkularını ve hınçlarını, umutsuzluklarını ve meydan okuyuşlarını yabancılara yansıttıkları ölçüde, savaştıkları şey söylendiği gibi sadece rekabet değil, çok daha derinde, kurtulmaya çalıştıkları kendi sömürülme koşullarıdır. Nefret ettikleri, proleter olarak ya da proleterleşme çarkına yeniden yakalanma tehlikesi taşıyanlar olarak, kendileridir.
Sonuç olarak, nasıl ki milliyetçilik ile ırkçılığın sürekli karşılıklı belirlenimi varsa, “sınıf ırkçılığı” ile “etnik ırkçılığın” da karşılıklı belirlenimi vardır ve bu iki belirlenim bağımsız değildir. Her biri kendi sonuçlarını, bir şekilde, diğerinin alanında ve onun zorlamasıyla ortaya çıkarmaktadır. Bu üst-belirlenimi kaba hatlarıyla anlatırken (ve ırkçılığın somut tezahürleri ile onun kuramsal söyleminin yapılışını nasıl anlaşılır hale getirdiğini göstermeye çalışırken) başlangıç sorulanınıza bir cevap getirebildik mi? Daha ziyade onları yeniden biçimlendirdik. Milliyetçiliğe oranla ırkçılığın, onu oluşturucu fazlalığı diye adlandırdığımız şey, aynı zamanda, sınıf mücadelesi açısından bir eksikliğin belirtisi olarak görünmektedir. Fakat bu fazlanın, milliyetçiliğin (onun dinamiğini kullandığı halde) sınıf mücadelesine karşı oluştuğu olgusuna bağlı olmasına ve bu eksikliğin de sınıf mücadelesinin kendini milliyetçilik tarafından bastırılır bulması olgusuna bağlı olmasına rağmen, ikisi birbirini götürmez: daha çok birbirine eklenme eğilimindedir. Milliyetçiliğin öncelikle toplumun ve devletin —daha sonra sınıf mücadelelerine çarpacak— birliğini tahayyül etme ve hedeflemenin bir yolu mu, yoksa öncelikle sınıf mücadelesinin ulusal birliğin önüne koyduğu engellere bir tepki mi olduğu esas olarak önemli değildir. Buna karşın, hem ulusla devlet arasında kapanmaz bir mesafenin hem de durmak bilmeden yeniden ortaya çıkan sınıfsal uzlaşmazlıkların bulunduğu bir tarihsel zeminde, milliyetçiliğin kimi zaman diğer biçimlere (dilsel milliyetçilik) rakip olarak, kimi zaman da onlarla birleşerek kaçınılmaz olarak ırkçılık biçimini aldığını ve böylece bir ileriye kaçışa giriştiğini gözlemlemek çok önemlidir. Irkçılık, bireylerin bilincinde azınlıkta ya da saklı olsa bile, milliyetçiliğin sınıf mücadelesiyle eklemlenmesine, terimin çifte anlamıyla ihanet eden, onun bu “içsel” fazlasıdır. Sonsuzca sürdürülen paradoksu da bundan ileri gelmektedir. Paradoks şudur: insanların doğaları gereği kendilerini “evlerinde” hissedecekleri, çünkü “biz bize” olacakları bir ulus-devleti geçmişe dönük bir biçimde tahayyül etmek, ve bu devleti içinde oturulamaz kılmak; durmadan düşmanın “içeride” olduğunu keşfederek ve cemaati, kendi bölünmelerinin hayali yapımları olmaktan öteye gitmeyen işaretlerle özdeşleştirerek, onu “dış” düşmanlar karşısında birleşmiş bir cemaat olarak ortaya çıkarmaya çalışmak. Böylesi bir toplum, siyasal olarak tam anlamıyla yabancılaşmış bir toplumdur. Zaten çağdaş toplumların hepsi bir ölçüde kendi siyasal yabancılaşmalarıyla boğuşup durmuyorlar mı ?
Sınıf Irkçılığı | Etienne Balibar