Şimdi anlatacaklarım, yazın oldu. Hava çok sıcaktı, anımsıyorum. New York’ta da boğucuydu, bizim oturduğumuz banliyöde de. Karımla kavga ettik, o da çocukları alıp steyşına atladı, gazladı gitti. Dikizci, onların gidişinden iki hafta sonraya kadar görünmedi – ya da ortalıktaydı da ben görmedim – yine de Rachel’ın gidişiyle onun gelişi arasında bir bağlantı vardı. Rachel geri dönmeyecekti. Daha önce de iki kere beni terk etmişti -İkincisinde boşandık, sonra yine evlendik- ve ben her keresinde, pek mutluluk sayılmasa da acı bir gerçekle yüzleşmenin ödülü olan eski saygınlığıma ve sağlam sinirlerime kavuşma duygusunu yaşamıştım. Dediğim gibi mevsim yazdı, karımın çıngar çıkarmak için bu mevsimi seçmesine bir bakıma sevinmiştim.
Ayrılığımızı bir an önce yasallaştırma telaşından kurtuluyorduk. Birkaç kopukluk sayılmazsa, on üç yıl birlikte yaşamıştık, üç çocuğumuz, birtakım ortak banka hesaplarımız vardı. Onun da benim gibi, eylül’e ya da ekim’e kadar resmi işleri savsaklamaktan yana olduğunu düşünüyordum.
Ayrılığın yaza denk gelmesine sevinmemin nedeni, yılın o mevsiminde işlerimin yoğunluğuydu, o kadar ki akşamlan kolumu kaldıramayacak kadar yorgun olurdum; bir başka neden de yaz, tek başıma en kolay geçirdiğim mevsimdir, önceki deneylerimden biliyorum. Ayrıca, dava sonuçlandığında evin Rachel’a kalacağını seziyordum, evimizi çok sevdiğimden önümdeki günlere orada geçireceğim son günler gözüyle bakıyordum. Evde birkaç önemsiz huzursuzluk çıkmadı değil. Önce köpek kaçtı, sonra da kedi. Derken bir gece eve geldiğimde hizmetçimiz Mrs. Maureen’i zil zurna sarhoş buldum.
Bana kocasının İşgal Ordusu’yla Almanya’da görev yaparken başka bir kadına âşık olduğunu anlattı. Hüngür hüngür ağlıyordu. Önümde diz çöktü. İkimizin, içinde kadın ve çocuk yokken ıpıssız görünen bir evde bir yaz akşamı baş başa kalmamız, hiç olağan değildi, bu tür grotesk olayların kişinin kararlılığını sıfıra indirdiğini görmüşümdür. Ona kahve yaptım, iki haftalık ücretini peşin verip arabamla evine götürdüm, birbirimize iyi geceler dilerken, kendini toparlamış, oldukça ayılmış görünüyordu, demek grotesk durumlar unutulabiliyordu pekâlâ. Bu olaydan sonra, sonbahara kadar uygulayacağım basit bir program çizdim kendime.
Kişi, duygusal açıdan romantik, cinsel açıdan azgın bir evliliğin belalarından pekâlâ kurtulabilir, dedim kendime, ama tıpkı bakım sürecinin sancılarını çeken bir bağımlı gibi attığın her adımı çok ince hesaplamalısın. Gelen telefonları açmamaya karar verdim, çünkü Rachel’ın pişmanlığa kapılma olasılığı vardı, bizi yeniden bir araya getirebilecek şeylerin boyutları ve özellikleri artık apaçıktı gözümde. Diyelim yağmur beş gün boyunca yağsa, çocuklardan birinin ateşi çıksa, aldığı mektupta üzücü bir haber okusa, bu tür olaylarda Rachel hemen telefona sarılırdı, ben de bu berbat ilişkiyi sürdürmeye kışkırtılmak istemiyordum. İlk aylar merhem gibi gelecek düşüncesiyle zamanımı düzene oturttum. Sabahları sekizi on geçe treniyle kente inip akşamları altı otuz treniyle döndüm. Yaz alacakaranlığında bomboş bir eve girmenin iyi gelmeyeceğini bildiğimden, istasyona park ettiğim arabama atlayıp Orpheo’nun Yeri denilen şık bir lokantaya gidiyordum. Orada konuşacağım biri nasılsa çıkıyordu, birkaç martini içtikten sonra bifteğimi yiyordum. Sonra, Stony-brook Açıkhava Sineması’nda iki film izliyordum peş peşe. Bütün bunlardan -yani martiniler, biftekler, sinemalar falan- bir çeşit uyuşturucu işlevi bekliyordum, oluyordu da. İşyerimdekilerin dışında kimseyi görmek bile istemiyordum artık.
Ne yazık ki bomboş bir yatakta kolay kolay uyuyamam, şimdi başıma bir de uykusuzluk sorunu çıkmıştı o yetmezmiş gibi. Sinemadan döndüğümde hemen uyuyordum ama birkaç saatliğine. Ben de uykusuzluğun tadını çıkarmaya karar verdim. Yağmur yağıyorsa, yağmura, gökgürültüsüne kulak kabartıyordum. Yağmıyorsa, turnikeden geçen kamyonların uzaktan gelen seslerine kulak kabartıyordum, bana Bunalım Dönemi’ni anımsatan bir sesti, o aralar boşta geziyordum. Kamyonlar -tavuklar, konserveler, sabun tozlan ya da mobilyalarla tepeleme dolu olarak- dalıyorlardı turnikeye. O ses, karanlık demekti benim gözümde, karanlık ve serüven duygusu – bir de gençlik herhalde, kulağa iyi geliyordu çünkü. Ara sıra ya yağmurun sesi, ya trafiğin gürültüsü ya da ona benzer bir şey aklımı çelince yeniden uyuyabiliyordum, ama bir gece hiçbirinin yararı dokunmadı, sabahın üçünde aşağıya inip okumaya karar verdim.
Oturma odasındaki ışığı yaktım, Rachel’in kitaplarına bir göz attım. Lin Yutang adlı bir yazarın yapıtını seçtim, sedire ışığın altına kurulup okumaya başladım. Oturma odamız çok rahattır. Kitap da ilginç gibiydi. Ön kapıların çoğunun kilitlenmediği bir mahallede, yaz geceleri ıpıssız kalan bir sokaktaydım. Bütün hayvanlar evcilleştirilmiştir burada, seslerini geceleri duyduğum tek kuşlarsa, istasyon yakınlanndaki baykuşlardır. Yani çok sessizdi ev. Barstow’ların köpeğinin, bir karabasandan uyanmışçasına kesik kesik havladığını duydum, sonra sustu. Her şey yine sessizliğe gömüldü. Sonra çok yakınımda bir ayak sesi, bir öksürük duydum.
Tüylerim diken diken oldu -o duyguyu bilirsiniz- yine de başımı kitabımdan kaldırmadım, izlendiğimi hissetsem de. Sezgi denilen türden şeyler belki gerçekten vardır da ben yok sayınca daha mutlu oluyorum, yine de gözlerimi kitabımdan kaldırmadan yalnızca izlendiğimi değil, oturma odasının öbür ucundaki geniş pencereden beni özellikle dikizleyen, düpedüz kişisel yaşamıma el atan biri tarafından izlendiğimi anlamıştım. Parlak bir ışığın altında karanlık bir odada oturmak, silahlarımı elimden alıyordu. Bir sayfa çevirip okur gibi yaptım. Derken müthiş bir korku, pencerenin dışındaki kaçığın duyduğundan çok daha beter bir korkuya kapıldım. O öksürük, o ayak sesi, o izleniyormuşluk duygusu benim kuruntum muydu yoksa. Başımı kaldırdım.
Onu gördüm görmesine, o da zaten görmemi istiyordu ki sırıtıyordu. Işığı söndürdüm ama dışarısı çok karanlıktı, gözlerim parlak okuma ışığına o kadar alışmıştı ki camın dışındaki herhangi bir karaltıyı seçemezdim. Sofaya koşarak ön kapıdaki fenerleri yaktım (ışıkları parlak değildi ama çimenliği geçen birini görmeme yetiyordu), gelgelelim pencerenin başına döndüğümde çimenlik bomboştu, onun durduğu yerde kimse yoktu kesinlikle. Gizlenebileceği sürüyle yer vardı tabii.
Yolun ucunda bir adamı rahatça gözden gizleyecek bir ful öbeğiyle leylak dalları var, bir de yaprakları çatallı bir akçaağaç. Yok canım, samurai kılıcımı çekip onun peşine düşecek değildim. Bana göre iş değil. Yine fenerleri söndürdüm, karanlıkta durup kim olabilir acaba diye düşündüm.
Gece kuşlarıyla hiçbir ilişkim olmamıştır, ama öyle birilerinin varlığından haberim var; bu da demiryolunun oradaki döküntü kulübelerden birinden gelme çatlak bir ihtiyar olsa gerek, diye düşündüm, belki de her şeyi güler yüzle -en azından anlayışla- karşılama kararım ya da gereksinimimden ötürü onu o yaşta evinden atılmış, gece yarısı yabancı bir semtte köpeklerle polislerin insafına bırakılmış, bütün bunların karşılığında da Lin Yutang okuyan bir adam, hasta çocuğuna ilaç veren bir kadın ya da buzdolabındaki kıymalı fasulyeyi atıştıran birinden başka hiçbir şey dikizleyememiş bir zavallı ihtiyar olarak görüp acımayı bile başardım ona. Karanlık basamaklardan çıkarken gökgürültüsünü duydum, bir saniye sonra da bir yaz yağmuru boşaldı, ortalığı seller götürdü, ben de zavallı dikizcinin o fırtınada uzaktaki evine nasıl yürüyeceğini düşündüm.
Saat dördü geçmişti, karanlıkta yatağımda yağmurun, erkenci trenlerin seslerini dinliyordum. Buffalo’dan, Chicago’dan, Batı’dan gelir, Albany’den geçerek sabahın erken saatinde ırmak boyunca yol alırlar, çoğunda yolculuk etmiştim, karanlıkta yatarken, Pullman’lar- daki acı esinti, pijamalann kokusu, yemekli vagondaki suyun tadı, Cleveland’de ya da Chicago’da bir günü bitirip New York’ta yeni bir güne başlama duygusu -hele birkaç yıl uzakta kaldıktan sonra, hele mevsim yazsa- nasıldı, bir bir anımsadım. Karanlıkta, trenin ışıksız vagonlarını, kahvaltı masalarını, kokularını getirdim gözlerimin önüne.
Ertesi gün uykumu alamamıştım ama işlerimi bitirdim, eve dönerken trende uyukladım. O anda yatsam uyurdum belki ama riski göze alamazdım, Orpheo’nun Yeri’ne, oradan da sinemaya gitme döngüsünü sürdürdüm. Feci iki film seyrettim art arda. Serseme döndüğümden olacak, yatağa yatar yatmaz uyudum, bir ara telefonun ziliyle uyandım. Saat ikiydi. Telefonun zili durana kadar yataktan çıkmadım. Gece sesleri -rüzgâr ya da trafik uğultusu- beni uyutamazdı artık, uykum kaçmıştı bir kere, aşağı indim. Dikizci’nin döneceğini sanmıyordum, yine de okuma lambamın ışığı karanlık mahallede gözü alıyordu, ben de kapıdaki fenerleri söndürüp Lin Yutang’ın kitabını okumaya koyuldum yine. Barstow’ların köpeğinin havladığını duyunca kitabı elimden bıraktım, Dikizci’nin gelmediğine iyice inanmak için geniş cama diktim gözlerimi -böylelikle gelse bile- o beni görmeden ben onu görebilecektim.
Gerçi hiçbir şey görmedim ama birkaç dakika sonra yine kaskatı kesildim, biri mutlaka gözlüyordu beni. Kitabımı yine elime aldım, okuyacağımdan değil, ona geri gelmesini umursamadığımı göstermek amacıyla. Tabii odada bir sürü pencere vardı, bir an onun hangisinin arkasında pusuya yatmış olabileceği düştü aklıma. Birden anladım, tam arkamda durduğunu kavramak, beni o kadar çileden çıkarmıştı ki ışığı söndürmeden ayağa fırladım, piyanonun üstündeki daracık pencerede gördüm yüzünü. “Defol git burdan!” diye bağırdım avaz avaz. “Rachel gitti! Seyirlik hiçbir şey yok! Git başımdan!” Pencereye koştum ama gitmişti. Sonra, bomboş bir evde böyle avaz avaz bağırdığım için acaba aklımı mı kaçırıyorum diye düşündüm. Belki de penceredeki yüz benim kuruntumdu, hemen feneri kapıp dışarı çıktım.
Dar pencerenin altında bir çiçek tarhı vardır. Fenerin altında tarhı inceledim, evet, kesinlikle gelmişti. Toprakta ayakizleri vardı, çiçeklerin bazılarını ezmişti. Tarhtan çimenliğin kıyısına kadar uzanan ayakizlerini sürdüm, rugan bir erkek terliği duruyordu karşımda. Azıcık eskiydi, derisi çatlamıştı, belki de ihtiyar bir adamın terliğiydi, ama temizlik işleri gören birinin terliği olmadığı kesindi. Galiba Dikizci, komşularımdan biriydi. Terliği benim çitin ötesine, Bars- tow’ların gübre yığınına doğru savurdum, eve girip ışıkları söndürdükten sonra yukarı çıktım.
Ertesi gün birkaç kere polise haber vermeyi düşündüm ama kesin bir karara varamadım. Akşam, Orpheo’nun Yeri’nde barda durup bifteğimin pişmesini beklerken de düşündüm bir ara. Gerçi durum ilk bakışta gülünçtü, o kadarını biliyordum, ama onun yüzünü yine penceremde görme korkusu hem gerçekti hem de giderek büyüyüp katlanıyordu, peki neden, özellikle de bütün yaşamımı yeniden rayına oturtmaya çalıştığım bir sırada buna göğüs gerecektim ki? Hava kararıyordu. Bir telefon kabinine gidip polisi aradım. Ara sıra istasyonda trafik memuru olarak çalışan Stanley Madison açtı. Mahallede kuşkulu birinin dolaştığını ihbar ettiğimde, “Ya,” dedi. Rachel evde mi diye sordu. Sonra da kasabamız 1916’da anonim şirket kapsamına gireli beri polis kayıtlarında böyle bir şikâyete rastlanmadığını belirtti. Hepimizin yaşadığımız mahalleden duyduğumuz o anlaşılır gurur vardı sesinde konuşurken. Gerçi kendimi güç bir duruma sokacağımı kestirmiştim, ama Stanley yöredeki emlak fiyatlarını özellikle kırma çabasına girişmişim gibi konuşuyordu. Beş kişilik bir polis timinin yetersiz olduğunu, zaten az para karşılığında çok ağır koşullarda çalıştıklarını, kapımda bir bekçi istiyorsam, önümüzdeki kurul toplantısında polis örgütünün genişletilmesini önermem gerektiğini belirtti. Sesinin düşmanca çıkmamasına özen gösteriyordu, konuşmayı Rachel’la çocukların hatırlarını sorarak bitirdi, yine de ben kulübeden çıktığımda, bir yanlış yaptığımı biliyordum.
O gece filmin ortasında müthiş bir fırtına koptu, yağmur sabaha kadar yağdı. Galiba Dikizci fırtına yüzünden dışarı çıkamadı, ne yüzünü gördüm, ne sesini duydum. Ama ertesi gece sökün etti yine. Saat üç sularında geldiğini, bir saat sonra gittiğini duydum, gözlerimi kitabımdan ayırmadım. Zararsız bir baş belasıydı herhalde, yalnızca kim olduğunu bilsem -adını bilsem- sinirlerimi bozamayacaktı bence, iyileşme programını başarıyla sürdürecektim. Kim olduğu üstüne kafa yormaktan vazgeçmeden yukarı çıktım. Bizim ordan olduğu kesin gibiydi. Acaba arkadaşlarımdan ya da komşularımdan birinin yazı geçirmek için evlerine gelen çatlak bir akrabaları mı vardı? Tanıdığım herkesi tek tek gözden geçirdim, onlara çatlak bir amca ya da dede yakıştırmaya çabaladım. Yabancıyı geceden, şu karanlıktan çekip çıkarırsam, her şey yoluna girecekti.
Sabah istasyonda, perondaki kalabalığın arasına karışıp sanık adayı yabancı bir yüz aradım. Gerçi yüzünü şöyle bir görmüştüm ama tanıyacağımdan emindim. Derken buldum aradığım adamı. Hem de şıp diye. Hepimizle birlikte sekizi on geçe trenini bekliyordu, ama yabancı falan değildi.
Blenhollow Yolu’ndaki kocaman sarı evde oturan Herbert Marston’du. Başta ufak bir kuşkum olsa bile, onu tanıdığımı fark ettiği anda yüzünün nasıl bozulduğunu gördüğümde sinirli, korkmuş, suçlu bir hali vardı. Ona doğru yürüdüm, aklımdan geçenleri söyleyecektim. Tam tersine duyabileceği bir sesle, “Geceleri pencerelerimden evimi dikizlemenize itirazım yok da karımın ektiği çiçekleri ezmeseniz Mr. Marston,” demeye hazırlanırken durdum. Durdum çünkü yalnız değildi. Karısı ve kızıyla birlikteydi. Arkalarından yürüdüm, bekleme salonunun köşesinde durup aileyi gözden geçirdim.
Mr. Marston’ın yüz çizgilerinde de bir gariplik yoktu -belki yakasını bırakacağımı anladığından- davranışında da. Ak saçlı, uzunca boylu bir adam, gençliğinde yakışıklı olduğu, kemikli yüzünden belli. Düzenbazlığın, inmeler, seyirmeler ve benzeri sağlıksızlık belirtileriyle kendini ele verdiği inancı kolay kolay pes etmiyor. O sabah onun yüzünde bu tür bir belirti ararken ben pes ettim ama. Kararlı, dingin, dürüst görünüyordu – hele bir türlü iş bulamayan Chucky Ewing’den, oğlu çocuk felcine yakalanan Larry Spencer’dan, peronda tren bekleyen düzinelerce erkekten kesinlikle üstündü. Sonra kızı Lydia’ya baktım. Lydia bizim oranın en güzel kızlarından biridir. Bir- iki kere trende karşılaştığımızda Kızıl Haç için gönüllü olarak çalıştığını, yazışmaları yürüttüğünü öğrenmiştim. O sabah mavi bir giysi vardı üstünde, kolları çıplaktı, o kadar körpe, o kadar tatlı ve güzeldi ki onu incitecek, üzecek hiçbir şey yapmak gelmezdi elimden. Sonra Mrs. Marston’a baktım, aradığım işaret onun yüzündeydi nedense, her ne kadar kocasının serkeşliğinin ona bulaşmasına akıl erdiremedimse de. Hava çok sıcaktı, Mrs. Marston’sa kahverengi bir tayyör giymiş, omuzuna kürk bir etol almıştı. Yüzü, karasan, kaba bir yüzdü, yine de sabah trenini beklerken bile yalıtlanmış bir gülümsemeyle işiyordu. Uzun yıllar önce çizgileri şiddetli, hatta kara bir tutkuya göre biçimlenmiş bir yüzdü. Ama yıllarca süren sofuluk ve perhiz sonucu, şiddet belirtileri silinmişti bence, geriye kala kala ağzın ve gözlerin çevresindeki birkaç çirkin çizgi kalmıştı, Mrs. Marston’a katı bir hoşgörüsüzlük, ekşi bir sevimlilik havası katan herhalde kocası evlerin arka bahçelerinde bornozuyla dolanırken bu kadın onun için dua ediyordur, diye düşündüm. Dikizcinin kimliği kafamı çok kurcalamıştı, ama artık öğrenmeme karşın düzeldiğim söylenemezdi. Saçları aklaşan ihtiyarın güzel kızıyla ve o kadınla yan yana duruşları, içimi büsbütün kararttı.
O gece kentte kalıp bir kokteyl partiye gitmeye karar verdim. Dev otellerin birinin üst katındaki bir dairedeydi parti – ta tepede. Daha gider gitmez, benimle akşam yemeğine gelmeye razı olacak birini ayarlamak üzere taraçaya çıktım. Gönlümde yatan, yeni pabuçlarını giymiş güzel bir kızdı, ama bütün güzel kızların kıtlığına kıran girmişti sanki. Az ötede ak saçlı bir kadın duruyordu, eski püskü bir şapka giymiş bir kadın daha, bir de daha önce birkaç kere karşılaştığım Grace Harris – ünlü oyuncu. Grace Harris, solgun dilberlerdendir, daha önce birbirimize söyleyecek fazla bir şeyimiz olmamıştı ama o akşam bana içtenlikle gülümsedi. İçten, yine de hüzünlü bir gülümsemeydi, herhalde Rachel’in beni terk ettiğini öğrenmiş diye geçirdim içimden. Ben de ona gülümsedim aynen, bara yürüdüğümde Harry Purcell çıktı karşıma. Onunla üç-beş kadeh içip lafladım. Odaya her göz atışımda Grace Harris beni o koyu, hüzünlü bakışlarıyla süzüyordu. Nedenini merak ettim, galiba beni biriyle karıştırıyordu. Yaşlarını belli etmeyen bu menekşe gözlü dilberlerin çoğu yarı kördürler, bilirim: Ola ki odanın öbür ucunu göremiyordur. Geç olmuştu ama nasılsa zamanım kısıtlı değildi, içmeyi sürdürdüm. Bir ara Harry tuvalete gitti, ben de birkaç dakika barın başında yalnız kaldım, nedense çok uzun geldi bu süre. O sırada odanın öbür ucunda birileriyle konuşan Grace Harris yanıma yaklaştı. Burnumun dibine kadar sokulup kar beyazı elini koluma dayadı. “Zavallı çocuk,” diye mırıldandı, “zavallıcık.”
Ne çocuğum ne de zavallı, bir an önce defolup gitse dedim içimden. Grace’in yüzünden zekâ fışkırır ama ben o gece o yüzde büyük bir hüzün ve müthiş bir kötücüllük okudum. “İpe gidiyor gibisin,” dedi hüzünlü bir sesle. Sonra elini, ceketimin yeninden çekip odadan çıktı, galiba evine gitti, çünkü bir daha görmedim onu. Harry tuvaletten döndüğünde olup bitenden söz etmedim, ben de fazla kafa yormamaya karar verdim. Umduğumdan uzun kaldım partide, eve geç trenlerden biriyle döndüm.
Banyo yaptığımı, pijamamı giyip yattığımı anımsıyorum. Gözlerimi yumar yummaz sözü edilen ipi gördüm. Ucunda cellatın ilmiği vardı, zaten Grace Harris’in ne demek istediğini baştan anlamıştım: Kendimi asacağım içine doğmuştu. İp ağır ağır bilincime iniyordu sanki. Gözlerimi açtım, sabah yapacağım zorunlu işleri düşündüm, gözlerimi yine kapadığımda, bir anlık bir boşluktan sonra ip, bir kirişten savrulmuşçasına önüme sarktı, boşlukta asılı kaldı. O gece, uyumak üzere gözlerimi her yumuşumda, uyku körlüğün çaresizliğini devralmışmış gibi geldi bana. Gözle görülür dünya yittiğine göre, düşsel ipin o karanlığı kaplaması engellenemezdi. Yataktan kalkıp aşağı kata indim, Lin Yutang’ı açtım. Daha birkaç sayfa okumuştum ki Mr. Marston’ın çiçeklerin arasında yürüdüğünü duydum. Galiba neyi seyretmek istediğini anlamıştım artık. Ürktüm. Işığı söndürüp yerimden kalktım. Pencerenin dışarısı karanlıktı, onu göremiyordum. Acaba evde ip var mıydı? Aklıma oğlumun küçük kayığının halatı geldi – kayık aşağıdaki yüklükteydi. Yüklüğe indim. Testere tezgâhının üstündeydi kayık, halatı uzundu, birinin kendini asmasına yetecek uzunlukta. Doğru yukarı, mutfağa koştum, bir bıçak alıp halatı kestim. Sonra bulduğum gazeteleri fırına tıkıp havalandırmayı çalıştırdım, halatı yaktım. Daha sonra da en üst kata koşup yatağıma girdim. Kurtulmuştum.
Böyle deliksiz bir uyku çekmeyeli ne kadar olmuştu bilmem. Yine de sabahleyin bir tuhaflık vardı üstümde, pencereden baktığımda hava çok güzeldi ama ben isteksizdim. Gök, güneş ışığı, her şey bulanık ve uzak görünüyordu, hepsine çok uzaktan bakıyormuşum gibi. Marston ailesine bir daha rastlamak işime hiç gelmiyordu, o yüzden sekiz on treninden vazgeçip daha geç saatteki bir trene atladım. İp imgesi, kafamın bir yerindeydi hâlâ, yolculuk sırasında bir-iki kere gördüm. Sabahı zar zor atlattım da öğlen işten çıkarken sekreterime ikindide dönmeyeceğimi bildirdim. Nathan Shea ile Üniversite Kulübü’nde buluşacaktık, ben erken gidip barda bir martini içtim. Arkadaşına alışkanlıklarının hiç sekmediğini anlatan yaşlı bir beyin yanında duruyordum, içimden onun başına bir çanak dolusu patlamış mısır geçirmek geliyordu ama içkimi usulca yudumladım, barmenin saatine baktım, beyaz menta kremi şişesinin boynunda asılıydı. Shea geldiğinde onunla da iki kadeh yuvarladım. Cinin uyuşturması sayesinde öğle yemeğini başarıyla atlattım.
Park Caddesi’nde vedalaştık. Martinilerim o anda ihanet ettiler bana, ipi yine gördüm. Güneşli bir ikindinin saat ikisiydi olsa olsa, ama hava bana karanlık geliyordu. Com Kambiyo’ya gittim, beş yüz dolarlık bir çek bozdurdum. Sonra Brooks Brothers’dan çeşitli boyunbağları, bir kutu puro alıp yukarı kata, takım elbiselere bakmaya çıktım. Mağazada topu topu birkaç müşteri vardı, onların arasında yalnızmış izlenimini uyandıran bir genç kız ya da kadın dikkatimi çekti. Galiba kocasına bir şeyler almak için bakmıyordu. Saçları açık kumraldı, teni incecik kâğıtları andırır duruluktaydı. Hava çok sıcaktı ama o sıcaktan etkilenmemiş görünüyordu, Rye’dan ya da Greenwich’ten trenle gelirken evde yaptığı banyonun tazeliğini nasılsa koruyabilmiş gibiydi. Kollarıyla bacakları çok güzeldi, yüzündeyse akıllı başlı, şakacı, hatta ev kadınımsı bir hava vardı ve bu hava, kollarıyla bacaklarının çekiciliğini pekiştiriyordu sanki. Yürüdü, asansörü çağırdı. Ben de koşup yanında dikildim. Aşağı birlikte indik, onun ardından Madison Caddesi’ne kadar yürüdüm. Kaldırım kalabalıktı, yanında yürüyordum. Bana bir kerecik baktı, onu izlediğimi anladı, yine de ben onun kolay kolay çevreden yardım istemeyecek bir kadın olduğundan emindim. Köşede durdu, trafik lambasının değişmesini bekledi. Ben de yanında usulca bekledim. Ona çok ama çok usul bir sesle, “Madam, lütfen elimi ayak bileğinize dolamama izin verir miydiniz? Tek isteğim bu madam, hayatımı kurtaracaksınız,” dememek için kendimi nasıl tutabilirdim? Bir daha başını çevirmedi, ama korktuğunu sezmiştim. Karşı kaldırıma geçti, ben de geçtim, bu arada kafamın içindeki bir ses yalvarıp duruyordu. “Lütfen elimi ayak bileğinize dolamama izin verin. Hayatımı kurtaracaksınız. Yalnızca elimi ayak bileğinize dolamak istiyorum. Bedelini ödemeye hazırım.” Cüzdanıma davranıp kâğıt paraları çıkardım.
Derken kulağımın dibinden birinin bana seslendiğini duydum. Bizim işyerine girip çıkan bir satıcıydı, bir reklam ajansında çalışıyordu, onun bildik gevrek sesiydi bu. Cüzdanı cebime sokup sokağın karşı kaldırımına geçtim, kalabalığa karışmaya çalıştım.
Park Caddesi’ne, Lexington’a yürüdükten sonra sinemaya girdim. Havalandırma aygıtından gelen pis, soğuk esinti, Chicago’dan ya da Uzak Batı’dan gelen erkenci trenlerin nicedir kulak verdiğim uğultusuna benziyordu. Girişteki salon boştu, bir saraya ya da bir kiliseye adım atmış gibiydim. Yukarı çıkan dar merdiven birdenbire görkemle ilişkisini kesti, yana kıvrıldı. Sahanlık kirli, duvarlar çıplaktı. Merdivenden çıkınca balkona saptım, orada karanlıkta artık hiçbir şeyin beni kurtaramayacağını, hiçbir güzel kızın yeni pabuçlarıyla yoluma çıkmayacağını düşündüm.
Eve trenle döndüm ama Orpheo’nun Yeri’ne, sonra da sinemaya katlanamayacak kadar yorgundum. İstasyondan arabamla döndüm eve, arabayı garaja park ettim. Ta ordan evdeki telefonun çaldığını duyuyordum, bahçede durup zil sesinin kesilmesini bekledim. Oturma odasına girdiğimde çocukların gitmeden önce duvarlarda bıraktıkları kirli el izlerini gördüm, izler yere yakın olduklarından öpmek için çömeldim.
Sonra uzun süre oturma odasında oturdum. Uykuya dalmışım, uyandığımda saat epey geçti, öbür evler karanlıktı. Işığı yaktım. Dikizci bu saatte terliklerini, bornozunu giyiyor olsa gerekti, arka avlularda, bahçelerde sinsice dolaşmaya başlamadan önce. Mrs. Marston dizüstü çökmüş dua ediyordu herhalde. Ben de Lin Yutang’ımı aldım, okumaya başladım. Barstow’ların köpeğinin havladığını duydum. Telefon bir daha çaldı.
Rachel’ın sesini duyar duymaz “Sevgilim!” diye haykırdım. “Sevgilim! Birtanem!” Ağlıyordu. Seal Limanı’ndaymış. Bir haftadır yağmur yağıyormuş, Tobey’nin ateşi kırka çıkmış. “Şu anda yola çıkıyorum,” dedim. “Yarın orada olurum. Yarın sabah varmış olurum. Sevgilim!”
Hepsi bu. Bitmişti işte. Hepsi geçmişti. Bir valiz hazırladım, buzdolabını çözüp bütün gece araba sürdüm. O günden beri mutluyuz. Bildiğim kadarıyla Mr. Marston hava karardığında evimizin önünde bir daha görünmedi, ama ben onu istasyonda ve şehir kulübünde sık sık gördüm. Kızı Lydia gelecek ay evleniyor, karasan suratlı karısı da hayır işlerinde gösterdiği başarıdan ötürü yakınlarda ödüllendirildi. Yani herkes iyi.
Merhem | John Cheever
Çeviri: Tomris Uyar