Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaPolitikaDünyaKolektivist Toplumda Ücretli Emek | Pyotr Alekseyeviç Kropotkin

Kolektivist Toplumda Ücretli Emek | Pyotr Alekseyeviç Kropotkin

Bize kalırsa, toplumu yeniden yapılandırma planlarında kolektivistler iki yanlış yapıyorlar: Hem kapitalizmi yok etmek istiyorlar, hem de bu sistemin yapıtaşı niteliğindeki iki kuruma; temsili yönetime ve ücretli emeğe sahip çıkıyorlar.
Şu temsili yönetim dedikleri şey üzerinde sık sık konuşmamız gerekmiştir. Doğrusu, aklı başında insanların -ki kolektivist partide hayli var böyleleri- bize tarihin Fransa’dan, İngiltere’den, Almanya’dan, İsviçre’den, Birleşik Devletler’den verdiği onca derse karşın nasıl olup da hâlâ ulusal parlamentolardan ve kent parlamentolarından yana olabildiklerini bir türlü anlayamıyoruz.
Her yerde parlamentarizmin bir çöküş içinde olduğunu ve her yerde sistemin eleştiri bombardımanına tutulduğunu görüyoruz oysa. Yalnızca sistemin uygulamasına da yönelik değil üstelik bu eleştiriler, doğrudan doğruya temel ilkelerine yönelik. Bu durumda sosyalist devrimcilerin ölüme mahkûm edilmiş bir yönetim biçimini savunmayı sürdürmelerine şaşmazsınız da ne yaparsınız?
Burjuvazinin bir yandan monarşizme karşı koyabilmek için, bir yandan da işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini genişletmek ve güçlendirmek için geliştirdiği bir sistem olan parlamentarizm, tarihte daha çok burjuva egemenliğine özgü bir siyasal yönetim biçimi olarak bilinir. Bu sistemin savunucuları, parlamentonun ulusu ya da kent meclisinin kenti temsil ettiğini hiçbir zaman ciddi olarak savunmamışlardır; çünkü bunların en akıllı olanları çok iyi bilirler ki, bu olanaksızdır. Temsili yönetim, burjuvazi için kral egemenliğinin saldırılarına karşı bir baraj görevi görmüştür, ama asla halka özgürlük falan vermemiştir. Ama zaman içinde halk kendi çıkarlarının bilincine vardıkça ve çıkarlar büyüdükçe ve çeşitlendikçe, sistem elverişsiz olmaya başlamıştır. Tüm ülkelerde demokratların sistemde birtakım düzeltiler yapma çabası içine girmelerinin nedeni de budur: İsviçre’de yasaların tüm halkın oyuna sunulması (referandum) denemesi yapılıyor ve bunun da bir işe yaramadığı görülüyor; Belçika’da oranlı temsilden ya da azınlığın temsilinden söz ediliyor; başka bazı yerlerde de değişik parlamento ütopyaları aranıyor; aranılan şey, bulunması olanaksız bir şey oysa. Zaten sonunda yanlış bir yolda olduklarını da itiraf ediyorlar; böylece temsili yönetime karşı inancı gitgide daha çok sarsılıyor halkın.
Ücretli emekle ilgili olarak da aynı şeyler oluyor. Özel mülkiyetin yok edilmesinin gerekliliği ve üretim araçları üzerinde kolektif mülkiyetin zorunluluğunu açıkladıktan sonra, hangi biçim altında olursa olsun ücretli emek sisteminin devamından yana olabilmek mümkün müdür? İşçi çekleri savunusuyla kolektivistlerin yaptıkları tam da budur işte.
Yüzyılın başlarında ingiliz sosyalistlerinin (Robert Owen) sistem için önerdiklerinde anlaşılmaz bir yan yok: Onlar emeği sermaye ile barıştırmak istiyorlar ve zor yoluyla kapitalist mülkiyete müdahaleyi kesinlikle reddediyorlardı. Bu düşünceleri daha sonra Proudhon’un benimsemesinde de anlaşılmaz bir yan yok: Onun karşılıklı kredi sistemiyle yapmaya çalıştığı şey, aslında nefret ettiği, ama devlete karşı bireyin güvencesi olarak gördüğü özel mülkiyet koşullarında sermayeyi daha az zararlı hale getirmekti.
İşçi çeklerini burjuva ekonomistlerinin de şu ya da bu biçimde kabul etmelerini anlayabiliyoruz: İşçinin ücretini çek biçiminde mi, imparatorluk armasını taşıyan parayla mı, yoksa cumhuriyet armasını taşıyan parayla mı alacağı onlar için hiç fark etmez. Onlar için önemli olan özel mülkiyeti pogromdan kurtarmak, evlerinin, fabrikalarının, topraklarının yağmalanmasını önlemektir. Bunun için de işçi çeklerinden daha uygun bir araç olamazdı herhalde.
Tek ki bu çekler kıymetli şeylerle değiştirilebilsin: Her ev sahibi kirasının çekle ödenmesini kabul eder. Evler, toprak ve fabrikalar özel mülk sahiplerinin elinde oldukça, işçi onlara toprak ve fabrikalarından çalışabilmek ve evlerinde oturabilmek için ister istemez şu ya da bu biçimde ödemede bulunacaktır.
Ama “evler, tarlalar, fabrikalar özel mülkiyete konu olamaz, bunlar tüm toplumun ortak malıdır” saptamasını yaptıktan sonra, işçi çekleri -ücretli emeğin bu yeni biçimi- hâlâ nasıl savunulabilir, işte bunu anlayamıyoruz.

II

Şimdi, emeğin karşılığını ödemede Fransız, Alman, İngiliz ve İtalyan kolektivistlerince savunulan bu yönteme biraz daha yakından bakalım. Sistem işleyişi aşağı yukarı şöyle: Herkes çalışıyor… tarlada, fabrikada, okulda, hastanede vb. İşgününün kaç saat süreceğini devlet saptıyor. Toprak, fabrikalar, yollar vb. de hep devlete ait. Her işgününün sonunda o günkü çalışmanın karşılığı işçi çeki ile ödeniyor: Bu çekin üzerinde, örneğin, “sekiz saatlik çalışma” diye yazıyor. Bu çekle işçi devlete ya da değişik korporasyonlara ait mağazalardan istediği malı alıyor. Bu çek, istenilirse, tıpkı para gibi bozulabiliyor da: Diyelim bir saatlik çalışmaya et, on dakikaya kibrit, yarım saate tütün… gibi. Kısacası “Beş köpeklik sabun istiyorum” yerine, kolektivist düzende “Beş dakikalık sabun istiyorum” denilecek.
Ayrıca, kolektivistlerin çoğu, burjuva ekonomistleri (ve Marx) tarafından yapılan “özel eğitim gerektiren karmaşık iş-basit iş” ayrımını da kabul ediyorlar; karmaşık, yani profesyonel iş için, basit işe göre birkaç kat daha fazla ödeme yapılmasını savunuyorlar. Böylece, diyelim, doktorun bir saati, hastabakıcının ya da taş işçisinin iki ya da üç saatine karşılık gelecek. Kolektivist Grönlund aynen şöyle söylüyor bu konuda: “Profesyonel, ya da kalifiye emek, basit emeğe göre birkaç kat daha değerli olacaktır”, çünkü az ya da çok bir eğitim gerektiren bir emektir bu.
Başka bazı kolektivistlerse, -örneğin Fransız Marksistleri- bu ayrımı kabul etmiyorlar ve “ücrette eşitlik” ilkesini savunuyorlar. Doktor, öğretmen, profesör, -işçi çeki şeklinde- bir toprak kazıcısı ne alıyorsa, onu alacak. Hastanede, hasta bakımıyla geçirilen sekiz saatin karşılığı, toprakta ya da fabrikada sekiz saat çalışmanın karşılığı ne kadarsa o kadar olacak.
Kimileri bir adım daha geri gidiyorlar ve kötü iş, sağlığa aykırı iş (örneğin kanalizasyon işinde çalışmak) gibi bir ayrım yapıyorlar ve bu işin karşılığının güzel işlerden daha yüksek olması gerektiğini savunuyorlar. Kanalizasyon işinde bir saatlik çalışmanın karşılığında bir profesörün iki saatlik çalışmasına ödenen ücret ödenmelidir, diyorlar.
Bazı kolektivistlerse gruplara, korporasyonlara dönük ücretlendirme sistemini savunuyorlar. Örneğin bir çelik döküm arteli şöyle diyecek: “Alın size 100 ton çelik. Biz, yüz işçi, yüz işgününde ürettik bu çeliği. Bir işgünü 8 saat hesabıyla 8 bin saatimizi aldı bu iş, başka bir deyişle her ton çelik 80 saate mal oldu.” Bunun üzerine devlet bu artele 8 bin saatlik işçi çeki verecek ve işçiler fabrikada, kendi aralarında, kendi öngördükleri biçimde bölüşecekler bu 8 bin saatlik işçi çekini.
Öte yandan, yüz kazmacı, yirmi günde 8 bin ton kömür kazıp çıkardı diyelim. Böylece bir ton kömür 2 saatte çıkarılmış oldu ve devlet bu kömür arteline, daha sonra kendi aralarında, kendi bildikleri şekilde bölüşmeleri için 16 bin işçi çeki verdi.
Bu arada kömür işçileri, çelikçilerin bir ton çeliğin elde edilmesi için 80 saat değil, yalnızca 60 saat çalıştıklarını söyler ve bu durumu protesto ederlerse ya da doktor kendisinin bir saatine, hastabakıcının iki saatine karşılık ödeme yapılmasına itiraz ederse işe devlet el koyacak ve bu görüş ayrılığını çözümleyecek.
Kolektivistlerin toplumsal bir devrimden sonra kurmak istedikleri sistemin özü kısaca böyle açıklanabilir. Açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, ilkelerinin özünü, üretim araçları üzerinde kolektif mülkiyet, ve herkese üretim için harcadığı zamana göre (emeğinin üretkenliğini de göz önünde bulundurarak) ödeme yapılması oluşturmaktadır. Kolektivistlerin yeğledikleri siyasal yapıya gelince, bu, parlamenterlerin belirli, zorunlu yetkilerle donatılması şeklinde bir değişikliğe uğratılmış (mandat imperatif) parlamentarizm ve referandum -tüm halkın katıldığı ve herkesin evet ya da hayır diyerek düşüncesini belirttiği (plebisit) oylamadır.
Hemen belirtmeliyiz ki, bu bizce gerçekleştirilmesi olanaksız bir düzendir.
Bir kez, kolektivistler hem üretim araçları üzerinden özel mülkiyetin kaldırılması gibi devrimci bir yöntemi benimsiyorlar, hem de üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin sonucu olarak ortaya çıkan üretim ve tüketim örgütlenmesinde hiçbir değişikliğe gitmeyerek reddettikleri şeyi yeniden benimsemiş oluyorlar.
Hem devrimci bir ilkeye sahip çıkıyorlar, hem de sahiplendikleri bu ilkenin kaçınılmaz olarak yaratacağı sonuçlara kayıtsız kalıyorlar. Başka her şey bir yana, bizatihi üretim araçları (toprak, fabrikalar, yollar, sermaye vb.) üzerinde özel mülkiyete son verme olgusunun toplumun yepyeni bir yola girmesiyle sonuçlanacağını; bunun hem amaçlar, hem de araçlar bağlamında tüm üretimde tam bir tepetaklak oluşu gerektireceğini; toprağın, makinelerin ve öteki üretim araçlarının kamunun malı sayılmasıyla, insanlar arasındaki bütün gündelik ilişkilerin derinden ve esaslı bir şekilde değişeceğini unutuyorlar.
“Artık özel mülkiyet yok!” diyeceksiniz, sonra da özel mülkiyetin gündelik yaşamdaki tezahürlerini olduğu gibi korumaya çalışacaksınız. “Üretimi komünist topluluk esaslarına göre düzenliyoruz; tarlalar, makineler, araç-gereç demiryolları, limanlar, madenler vb. bugüne dek üretilmiş olan her şey ortak olacak. Kimse bu ortaklıktaki paylarına ilişkin hiçbir sorun yaşamayacak.”
Oysa, ertesi gün, olay emeğin karşılığının ödenmesine gelip dayandığında, yeni bir makinenin üretimine ya da bir maden ocağının açılmasına kimin ne kadar katkıda bulunduğu konusunda tartışma başlayacaktır. Herkesin payına düşen saatler hesaplanacak, bu yetmeyecek iş dakikaların sayılmasına gelecektir; burada da komşunuzun, kazandığı dakikalarla sizin dakikalarınızdan daha mı fazla alışveriş yaptığını izleyeceksiniz.
Fabrikanın birinde bir işçi aynı anda altı dokuma tezgâhına bakarken, bir başka fabrikada bir işçi, diyelim, iki tezgâha baktığı için, saatle bu işin ölçülemeyeceğini görüp bu kez herkesin üretimde harcadığı kas gücü, sinirsel- zihinsel enerji hesaplamalarına girilecektir. Herkesin üretimdeki payının eksiksiz hesaplanabilmesi için öğrenimde geçen yıllar tek tek hesaba katılacak ve bütün bunları, üretimde geçmiş yılları hiç dikkate almayacağınızı açıkladıktan sonra yapacaksınız.
Şurası kesindir ki, hiçbir toplum birbirine tümüyle ters ve birbiriyle sürekli olarak çelişen ilkeleri temel alarak bir yapı kuramaz. Kendine böyle bir örgütlenme modelini seçmiş bir ülke ya da topluluk, çok kısa bir süre sonra ya yeniden özel mülkiyeti benimsemek zorunda kalır, ya da komünizme dönüşür.
Böylece, bazı kolektivistlerin karmaşık iş-basit iş gibi bir ayrımı savunduklarını görmüş bulunuyoruz. Bir mühendisin, mimarın ya da doktorun bir saati, demircinin, duvarcının ya da hastabakıcının, diyelim, iki saatine karşılık olmalıdır; bunun dışında da öğrenim sürelerinin uzunluğuna-kısalığına göre bütün zanaatlar için ya da niteliksiz gündelik işler için de benzeri ayrım gözetilmelidir.
Ne var ki, böyle bir ayrım gözetmek demek, çağdaş toplumlarda var olan eşitsizliği olduğu gibi korumak, buna göz yummak demek olacak ve işçilerle kendilerinde onları yönetme hakkını görenler arasına peşinen bir çizgi çekmekle sonuçlanacaktır. Bu, toplumu birbirinden apayrı iki sınıfa; bilgi aristokrasisiyle, onların altında yer alan elleri nasırlılar sınıflarına bölmek demek olacaktır; bu, toplumu biri ötekine hizmet eden, onların beslenmelerini, giyinmelerini sağlayan, ötekisiyse böylece elde ettiği boş zamandan kendisini besleyen- giydirip kuşatanlar üzerinde egemenlik kurmayı öğrenmek için yararlanan sınıflara bölmek demek olacaktır. Bu da bir yana, çağdaş burjuva toplumların en karakteristik özelliklerinden birini benimsemek demek, onun toplumsal devrim üzerindeki otoritesini güçlendirmek demek olacaktır.
Bize bu konuda ne yanıt verileceğini tahmin edebiliyoruz. Ücretlerdeki sıralamanın akılcı nedenlerden kaynaklandığını, Çünkü mühendisin “işgücü”nün toplum açısından kazancının işgücünden daha değerli olduğunu kanıtlayabilmek için “bilimsel sosyalizm”den söz edecekler, burjuva ekonomistlerine ve Marx’a göndermeler yapacaklar. Aslında bu ekonomistler bize, eğer mühendise yirmi kat daha yüksek ücret ödeniyorsa bunun, mühendisin yetişmesi için yapılan zorunlu harcamaların, kazmacının yetişmesi için yapılan harcamalardan daha fazla oluşundan kaynaklandığını kanıtlamamak için az mı uğraştılar? Öte yandan Marx da, emek meta olduğu sürece el emeğinin değişik türleri arasında da aynı ayrımın mantıken var olması gerektiğinden söz etmedi mi? Ricardo’nun değer kuramını benimsedikten ve bunun ardından da metanın, kendisinin üretilmesi için toplumsal olarak gerekli olan emekle belli bir oran içinde değiştirilebileceğini savunduktan sonra zaten geleceği yer kaçınılmaz olarak burası olacaktı Mara’ın  Ama biz biliyoruz ki, bugün bir mühendis, bilgin ya da doktor, işçiden on kat, yüz kat ya da bir dokuma işçisi köylüden üç kat ve bir kibrit fabrikasındaki işçi kızdan on kat daha yüksek ücret alıyorsa, bu durum onların “üretim bedeli”nin yüksek oluşundan değil, bilgi üzerindeki tekelden ya da kapitalistin çıkarının böyle gerektirmesinden kaynaklanmaktadır. Mühendis, bilgin ya da doktorun yaptığı, elindeki belli bir sermayeyi, -diplomayı- kullanmaktan, bundan yararlanmaktan başka bir şey değildir, tıpkı bir işlik sahibinin işliğinden yararlanması ya da soylu bir toprak sahibinin soyluluk unvanından yararlanması gibi.
Çalıştırdığı mühendise işçisine göre yirmi kat daha yüksek ücret ödeyen fabrika sahibine gelince, “üretim bedeli” gibi değerlendirmeler değil, çok basit bir hesaplılıktır onu böyle davranmaya iten şey. Eğer mühendis ona yılda otuz bin ruble kazandırıyorsa, o mühendise beş bin ruble öder: İşçileri sıkıştıracak ve kendisine ücretlerden üç bin rublelik bir tasarruf sağlayacak iyi bir gözetmen bulursa, patron bu gözetmene seve seve yılda sekiz yüz ruble öder. Yani fazladan birkaç bin ruble kazanmak için cebinden birkaç yüz ruble çıkmasına razı olmak kapitalist yapının temel özelliğidir. Farklı el sanatları arasındaki ayrım için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Durum böyle olduğuna göre işgücünün değerini belirlemede “üretim bedeli” gibi bir şeyden nasıl söz edebiliriz? Gençlik yıllarını neşe içinde üniversitede geçiren biri hangi hakla on bir yaşından beri yeraltındaki ocaklarda gün yüzü görmeden, doğru dürüst beslenemeden yaşayan bir kömür işçisinin oğlundan on kat daha yüksek ücret alabilir? Aynı şekilde, bir dokumacının köylüden iki üç kat daha yüksek ücret almaya ne hakkı vardır? Dokumacının üretimi için yapılan harcamalar, köylünün üretimi için yapılan harcamalardan iki üç kat daha yüksek değildir ki! Bütün olay dokumacının, Avrupa sanayiinin, bu açıdan geri kalmış tarım ülkelerine göre ulaştığı elverişli koşullardan yararlanmasından ibarettir.
Zaten kimsenin bu üretim bedeli denen şeyi hesaplayabildiği de görülmüş değildir. Bir asalağın topluma maliyeti işçiden daha yüksekse, o zaman güçlü bir gündelikçiyi bir zanaatkarla karşılaştırdığımızda, (işçi çocuklarının ölüm sıklığı, beslenme bozukluğu, kansızlık vb. gibi) bütün başka koşullar da göz önüne alındığında, gündelikçi işçinin topluma zanaatkara göre daha pahalıya mal olduğu gibi bir sonuçla karşılaşırız.
Parisli bir kadın işçinin günde kazandığı elli köpek ya da Londralı bir terzi kızın günde kazandığı altı pens (yirmi dört köpek) ya da bir köylüye günde ödenen bir ruble için bunlar “işçi kadının, terzi kızın ya da köylünün üretim bedelleridir” denilebilir mi? Çok iyi biliyoruz ki insanlar çoğu kez bunlardan da az ücretle çalışmak zorunda kalmaktadırlar; ve yine biliyoruz ki, bu durumun böylece sürüp gitmesinin nedeni, şu dört dörtlük toplumsal yapımızda, almakta oldukları üç on paralık ücretleri de olmasa bu kızların açlıktan ölüp gidecek olmalarıdır.
O bakımdan biz değişik ücret basamaklarının, vergiler, devlet koruması, kapitalist gasp, tekeller gibi bir dizi koşulun yarattığı karmaşık bir sonuç olduğunu düşünüyoruz: Buna kısaca devlet ve sermaye diyebiliriz. O nedenle de ücret sıralamasına ilişkin kuramların, mevcut adaletsizliği haklı göstermek için ücretlerin saptanmasından sonra yaratıldığını savunuyor ve ince hesaplara dayandırılan bu kuramların hiçbirini dikkate değer bulmuyoruz.
Bize muhtemelen kolektivist ücret skalasının birkaç adımlık da olsa ileri bir öz taşıdığı söylenecektir. “Mebuslar ya da bakanlar bir işçinin bir yılda kazanamadığını bir günde kazanacaklarına, bir grup işçinin başka bir grup işçiden iki üç kat yüksek ücret alması çok daha iyidir. Ne olursa olsun böyle bir şey eşitlik açısından ileri doğru atılmış bir adım demektir.”
Hayır efendim! Bu ileriye doğru değil geriye doğru bir adımdır. Yeni toplumda da basit emekle profesyonel emek arasında fark gözetmek demek, daha önce de söylediğimiz gibi, hem devrimi kabul etmek, hem de şu anda boyun eğdiğimiz ama asla adaletli bulmadığımız kaba gerçekliği temel ilke olarak benimsemek demek olacaktır. Böyle bir şey, 4 Ağustos 1789’da cilalı cümlelerle feodal hukuku ortadan kaldırdığını ilan edip, dört gün sonra, 8 Ağustos’ta, köylünün toprak beyleri tarafından geri satın alınabileceğini kabul ederek bu hukuka yeniden meşruiyet kazandırmaya ve toprak beylerini Devrimin koruması altına almaya benzer bir davranış olacaktır. Böyle bir şey, köylülerin özgürlüğe kavuştukları gün, toprağın pomeşçiklerin olduğunu açıklayan Rus hükümetinin davranışına benzer bir davranış olacaktır.
Ya da bilinen bir başka örneği alalım. 1871 yılında Paris Komünü, barikatları savunan işçilere otuz su (yaklaşık elli köpek) verirken Konsey üyelerine on beş frank (yaklaşık elli ruble) ödeme kararı aldığında bu karar demokratik eşitliğin yüksek tezahürü olarak alkışlanmıştı. Gerçekteyse Komün’ün yaptığı yalnızca memurla asker, yönetenle yönetilen arasındaki eski eşitsizliği onaylamaktan ibaretti. Herhangi bir parlamento açısından pek yerinde olabilecek olan böyle bir karar, Komün açısından kendi devrimci ilkelerine ihanet ve bu ilkelerin yere çalınması anlamındadır. Komün’ün görevi, kendisini var eden savaşçılara bir işçi ailesinin bile geçimini sağlamaktan uzak olan böyle bir ücret ödemek olmamalıydı. Komün, kendisi için canlarını ortaya koyarak savaşan işçilerin ve ailelerinin varlıklarını sürdürmeyi kendisi için kutsal bir borç bilmeliydi.
Günümüz toplumunda işçi koca bir yılı üç on para ile geçirmek zorundayken, kendisine yılda otuz bin ruble ödenmesini uygun bulan bakanları görünce; bir fabrikada gözetmene işçilerin iki üç kat fazla ödeme yapıldığını görünce; hatta bizzat işçiler arasında bile günde on-on iki köpekten (köylü kız), üç-dört rubleye kadar uzanan farklılıklar olduğunu görünce ister istemez bir öfke dalgasıyla kabarıyor yüreğimiz. “İnsanların doğuştan edindikleri ayrıcalıklar gibi, eğitimle edindikleri ayrıcalıklar yok olsun! ” diye haykırıyoruz bu yüzden. İşçilerin devrimci olmalarının nedeni de zaten her türlü ayrıcalığa karşı olmaları değil mi?
Madem günümüz toplumundaki bu ayrıcalıklar bizi öfkelendiriyor, varoluşunu eşitlik ilanıyla başlatan bir toplumda bunlara nasıl katlanabiliriz?
Devrim ruhuyla dolu bir toplumda farklı ücretlendirme sisteminin yaşayamayacağını gören kimi kolektivistlerin alelacele herkese eşit ücret şiarını yükseltmelerinin nedeni budur. Ne var ki, tıpkı başkalarınca önerilen basamaklı ücretlendirme sistemi gibi onların da ücrette eşitlik sistemi dedikleri şeyi gerçekleşemez bir ütopya olarak kalmaya mahkûm edecek bir zorluk çıkıyor burada karşılarına.
Bütün toplumsal zenginliklere el koymuş ve geçmişte bu zenginliklerin yaratılmasına ne ölçüde katkıda bulunmuş olursa olsun herkesin bu zenginlikler üzerinde hakkı olduğunu yüksek sesle açıklamış bir toplum, emeğin karşılığının -ister para, isterse işçi çeki- hangi görünüş altında olursa olsun ücretle ödenmesini kabul etmeyecektir.

III

“Herkese emeğine göre” diyor kolektivistler, başka bir anlatımla, herkese topluma katkısı, hizmeti kadar, diyorlar. Ve bizden bu ilkeyi, devrimin üretim araçları üzerinde ortak mülkiyeti sağlamasından sonra yaşama geçirmemizi istiyorlar!
Toplumsal devrim gerçekten böyle bir ilkeye sahip çıksaydı, bu tutumuyla insanlığın sonraki gelişmesi önüne set çekmiş ve geçmiş yüzyıllardan bize miras kalan devasa bir sorunu çözümsüz bırakmış olurdu.
Aslında, insanların ne kadar çok çalışıyorlarsa o kadar az kazandıkları bizimki gibi toplumlarda böyle bir ilke ilk bakışta hakkaniyetin, adaletin ifadesi gibi görünebilir. Gerçekteyse geçmiş zamanların bütün haksızlıklarının kutsanmasından başka bir şey değildir bu. Ücretli emek de toplum yaşamında bu “herkese emeğine göre” ilkesiyle birlikte var olmaya başlamış, sonra da bizi yavaş yavaş eşitsizliğin ve çağdaş toplumlarda insanı öfke krizlerine sokan tüm olumsuzlukların batağına çekmiştir. İnsanların topluma sunulan hizmeti ölçmeye ve bunu para ya da başka bir form altında ücretle ödemeye başlamasıyla ve herkesin kendi emeği için seve seve ödeyebileceği ücreti alacağının açıklanmasıyla birlikte kapitalist toplumun tüm tarihi (devletin de katkısıyla) önceden yazılıp bitirildi. Bütün bu tarih embriyon olarak bu temel ilkenin içindedir.
Peki şimdi biz yeniden bu çıkış noktasına dönüp görüp geçirdiğimiz her şeyi yeniden mi yaşayacağız? Yüksek kuramcıların istedikleri budur, ama şükür ki olanaksızdır bu. Daha önce de gördüğümüz gibi devrim, komünizme dönüşecektir; aksi taktirde kan içinde boğulacak ve her şeye yeniden başlamak gerekecektir.
İster fabrikada, ister tarlada çalışmak şeklinde olsun, isterse manevi nitelikte olsun, topluma sunulan hizmetler para birimiyle değerlendirilemez. Manüfaktür üretimi alalım, bu üretimin değerini tam olarak ölçmede hangi ölçüt kullanılacak? Bu konuda ne yanlış kullanılan bir terim olarak trampa değeri ölçüt olabilir, ne de konuya yararlılık açısından yaklaşılabilir; herhangi bir belirlemede bulunabilmek olanaksızdır. İki insan… ikisi de yıllardır sevdikleri ve toplum yararına olan ayrı ayrı işlerde günde beş saat çalışıyorlar… Bu durumda her ikisinin de emeklerinin eşdeğerli olduğunu söyleyebiliriz. Yani bu insanların emeklerini bölemeyiz; demek istediğimiz, bunlardan birinin bir günlük, bir saatlik, bir dakikalık emeğinin, ötekinin bir günlük, bir saatlik, bir dakikalık emeğiyle karşılaştırıp eşdeğerli olup olmadıklarını belirleyemeyiz.
Genel olarak şu mümkündür: Yaşamı boyunca boş zaman nedir bilmemiş ve her gün on saatini topluma vermiş birinin, günde beş saatini topluma vermiş ya da tek saatini bile vermemiş birinden topluma daha çok şey kattığını söyleyebiliriz. Ama bu insanlardan birinin iki saatlik emeğiyle ürettiği şeyi alıp bu ürünün öteki kişinin bir saatlik emeğinin iki katı değerinde olduğunu söyleyemeyiz ve bu iki kişinin emeklerini bu ölçüte göre değerlendiremeyiz. Sanayinin, tarımın, genel olarak tüm çağdaş yaşamın ne denli karmaşık bir süreç halinde geçtiğini görmemek demektir bu. Tek tek her insanın emeğinin ne ölçüde, toplumun tüm geçmiş ve şimdiki emek toplamının bir sonucu olduğu fark etmemek demektir bu. Ve nihayet bu, çelik çağında değil de taş çağında yaşadığımızı sanmaktır.
Bir kömür ocağına gidin ve kocaman makinenin ucundaki tel kafesi aşağı indirip ocaktan kömür çıkaran işçiye bakın. Eli makinenin kumanda panosu üzerinde tel kafesin inip kalkmasını sağlayan bir manivelanın üzerindedir. Tel kafesin hareket yönünü değiştirip bir anda baş döndürücü bir hızla kömür ocağının karanlık ağzından içeri dalması için işçinin küçük bir el hareketi yeterlidir. İşçi gergin bir dikkatle önündeki göstergeyi izler: Hangi saniyede tel kafesin hangi yükseklikte olduğunu görür ve ne fazla ne eksik, tam uygun yükseklikte kafesi durdurur, aynı anda boş vagonetler kafesin altına sürülmüştür, kömür vagonetlere aktarılır aktanlmaz işçi manivelayı yeniden oynatır, kafes hızla döner ve ocak ağzından madenin karanlık derinliklerine dalar.
Her gün sekiz on saat süresince bu gergin dikkat içinde çalışır işçi. Önündeki göstergeyi izlerken aklı yarım dakikalığına başka yere gidiverse, tel kafes de gitmesi gereken yerden bambaşka yerlere uçar, tekerlekleri parçalanır, insanlar ezilir ve maden ocağında işler durur. Manivelanın her hareketindeki üçer saniyelik gecikme, günlük kömür üretimini yirmi beş-elli ton azaltır.
Bütün bunlar böyle diye bu işçiyi biz madendeki en yararlı kişi mi kabul edeceğiz? Ya da ocağın derinlerinden ona tel kafesi kaldırması için işaret veren işçi midir bu kişi? Yoksa her anı yaşam tehlikesi içinde geçen ve er geç gaz zehirlenmesinden ölüp gidecek olan kazmacı mı? Peki, yapacağı basit bir hesap hatasıyla kömür tabakası var dediği galeride taşlara kazma sallanmasına neden olan mühendis ne olacak? Belki de patrondur en yararlı kişisi madenin; çünkü bütün parasını bu işe yatırmıştır, herkesin aksi yöndeki uyanlarına karşın, “Burayı kazın, çocuklar! Daha da derinlere inin! Çok kaliteli bir damara rastlayacağız, göreceksiniz!” demiştir? Ve nihayet, belki de, patronu yılmaması için ikna eden yaşlı, deneyimli bir maden işçisidir?
Bu maden ocağında çalışan herkes güçleri, enerjileri, bilgileri, akılları, hünerleriyle kömür çıkarılması işinde karşılıklı bir yardımlaşma içindedirler; ve biz onların hepsinin yaşama ve ihtiyaçlarını (hatta zorunlu maddeler herkes için sağlandıktan sonra, hayallerini) gerçekleştirme haklarının olduğunu söyleyebiliriz. Bunu söyleyebiliriz de, parayla, ücretle her birinin işe katkısını nasıl değerlendirebiliriz, burası meçhul.
Esasen onların elde ettikleri kömürün kendisi de, bir tek onların ürünü sayılabilir mi? Bu kömür aynı zamanda maden ocağına uzanan ve oradan güneş ışınları gibi dört yandaki istasyonlara dağılan demiryollarını yapanların da ürünü değil midir? Sonra, toprağı süren, tarlayı eken, ağacı kesip doğrayan, bu kömürün yanacağı makineleri yapanların da ürünü değil midir? Ve bu liste uzatıldıkça uzatılamaz mı?
Bir işle bir başka iş arasında herhangi bir fark saptanabilmesi olanaksızdır. İşlerin yararlıklarını sonuçlarına bakarak ölçmeye kalkarsak, gün-saat-dakika bölümlemesiyle yarar ilişkisini karşılaştırmak gibi saçma bir noktaya gideriz.
Geriye bir tek yol kalıyor: İnsanların ihtiyaçlarını, onların yaptıkları işten yüksek tutmak ve önce yaşama hakkını, sonra da üretimine katılıp katılmadığına, katıldıysa ne ölçüde katıldığına bakmaksızın, herkesin üretilen her şeyden yararlanma hakkını tanımak gerekir.
İnsanoğlunun hangi etkinlik alanını ya da tüm yaşamın tezahür ettiği hangi alanı alırsanız alın, kim kendi yaptığı işe başkalarının aldığından daha yüksek karşılık alması gerektiğini öne sürebilir: Hastalığımıza tanı koyan doktur mu, yoksa özenli bakımıyla hastalığımızı geçiren hemşire mi? İlk buhar makinesini bulan mucit mi, yoksa güzel bir ilkyaz günü pistonlara buhar gönderen supabı açmak için ip çekmekten usanıp sokakta arkadaşlarıyla oynamak isteyerek supabın ipini makinenin koluna belli bir şekilde bağlarsa bu işin kendisi yokken de devam edebileceğini fark eden ve böylece bütün çağdaş buhar makinelerinin çok önemli bir parçası olan mekanik supabı bulduğundan habersiz olarak sokağa fırlayan çocuk mu? Lokomotifin mucidi mi, yoksa esneklikleri olmadığı için daha önce trenlerin sık sık raydan çıkmasına neden olan taşlar yerine raylann esnek tahta traversler üzerine döşenmesinin daha uygun olacağını öneren ve böylece de ray olaylarını önleyen New Castle’lı işçi mi? Lokomotifi kullanan makinist mi, trenin durması için gerekli işareti veren görevli mi, yoksa yolu açan-kapayan makasçı mı?
Atlantik okyanusunun iki yanının telgrafla birbirine bağlanmasını kime borçluyuz? Bütün elektrik mühendisleri, konuyla ilgili bilim adamlan bundan bir şey çıkmaz diye ayak direrlerken, metal telin sinyalleri ileteceğinde direnen mühendise mi? Kalın tel halatın sıradan bir ince telle değiştirilmesini salık veren mühendise, Maury’ye mi? Yoksa, nihayet, nereden ortaya çıktıkları belli olmayan ve “Great EastenTin güvertesinde günler, geceler boyu telin her metresini gözden geçirerek birilerinin çaktıkları (yalıtkan bir katman oluştursun ve tel işe yaramasın diye gemi kumpanyası sahiplerince yapıldığı söyleniyor) çivileri tek tek söken gönüllülere mi?
Olaya daha geniş kapsamlı yaklaşır ve sevinçleriyle, açılarıyla gerçek hayata bakarsak görürüz ki, parasal bir karşılık düşünmenin bile incitici olabileceği yardımlarla karşılaşmışızdır her birimiz. Bu yardım bazen tam zamanında söylenmiş bir sözdür, bazen aylar-yıllar süren müthiş bir özveridir. Şimdi bu “değerlendirilmeyen” hizmetlere karşılık da işçi çeki cinsinden karşılık mı biçeceğiz?
“Herkese yaptığı işe göre!” diyorlar. Olacak şey mi?! İnsanlar zaman zaman umdukları parasal karşılıktan daha fazla hizmet etmeseler insanlık iki kuşaktan fazla ayakta kalamazdı. Analar çocuklarını korumak için canlannı feda etmese, her insan -hiç değilse hayatında birkaç kez- hiçbir karşılık beklemeden verici olmasa insanoğlunun soyu tükenirdi.
Ve eğer şu anda burjuva toplumu çürümüşse ve biz içinden ancak geçmişin kurumlarını yerle bir ederek çıkabileceğimiz bir boğuntu içinde yaşıyorsak bunun nedeni kendimizi aşırı bir şekilde hesap işlerine vermemiz; almadan vermeyi unutmamız ve toplumu da gelir gider esasına dayalı bir ticari şirket gibi görmek ya da böyle bir şirkete dönüştürmek istememizdir.
Aslında kolektivistler de biliyorlar bütün bunları. “Herkese yaptığı işe göre” kuralı olanca katılığıyla uygulanacak olursa hiçbir toplumun ayakta kalamayacağını belli belirsiz de olsa onlar da anlıyorlar. İnsanların ihtiyaçlarının -kaprislerinin değil-her zaman yaptıkları işe denk düşmediğini onlar da biliyorlar… Örneğin, De Paepe şöyle yazıyor:
“Bu baştan sona bireyci gibi görünen ilke aslında çocukların ve gençlerin yetiştirilmelerinde ve yaşlı, sakat, emekli, hasta vb. işçilere yardım eden toplumsal kuruluşların yardım faaliyetleri gibi işlerde toplumsal müdahale yoluyla yumuşayacaktır.”
Bu arkadaşların olayı kavrayışları şöyle gibi: Kırk yaşında, üç çocuk sahibi bir adamın ihtiyaçları, yirmi yaşındaki bir gencin ihtiyaçlarından daha çoktur; bebek emziren, geceler boyu bebek sallamaktan uykusuz kalan bir anne, uykusunu rahatça uyumuş bir insan kadar iş üretemez. Erkek ya da kadın, çalışmaktan -belki de topluma hizmet etmekten- canları çıkmış insanların, devlet istatistiklerinde ayrıcalıklı yer edinmiş ve “çek”lerini almış insanlar kadar iş çıkaramayacaklarını anlıyor gibiler sanki.
O bakımdan alelacele ilkelerini yumuşatıyorlar. “Efendim, toplum elbette çocukların beslenmesi ve yetiştirilmesi işini üstlenecektir, elbette hastalara ve yaşlılara yardım edecektir. Elbette böyle bir durumda ‘herkese yaptığı işe göre’ temel kuralında yumuşatmaya gidilerek ihtiyaçlar toplumun üstleneceği harcamaların ölçütü olacaktır.”
Gele gele geldik mi yine hayırseverliğe! Şu bildiğimiz Hıristiyan hayırseverlik, ama bu kez devletçe düzenlenmişi! Yetiştirme yurtlarında, huzurevlerinde gerekli iyileştirmeler yapılıp, yaşlılık ve sakatlık sigortalarını da düzenledik mi, temel ilke yumuşatılmış olur! Sistem aynı sistem ama: “Önce canına oku, sonra iyileştir!”
Böylece komünizmi yadsıyarak başlayıp, “herkese ihtiyacınca” ilkesiyle dalga geçmekle devam eden bu büyük ekonomistler, üreticinin de tükettiğini, üreticinin de ihtiyaçları olduğunu fark ediverdiler! Meğer onlar bu noktayı unutmuşlar! Hemen telafi etmeye girişiyorlar. Bu ihtiyaçların değerlendirmesini devlet yapacak, bu bir. Bu ihtiyaçlar herkesin yaptığı işle denklik içinde mi, buna da devlet karar verecek, bu da iki. Elleri titreye titreye sadaka veriyorlar sanki! Versem mi, vermesem mi?
Böylece, devlet üstleniyor hayırseverliği; körlere, topallara, yoksullara, hastalara bakım işini Gelinen bu noktayla, yoksullar hakkındaki İngiliz yasasının ve İngiliz işçi evleri (öbür adıyla yoksul hapishanelerinin arası yalnızca bir adım. Kendisine karşı bunca öfke duyduğumuz şu acımasız çağdaş toplum da bireyciliğini yumuşatmak zorunda kaldı, gördünüz mü! O da komünizm doğrultusunda bazı geri adımlar atmak zorunda ve onun da atacağı adımlar hayırseverlik kapsamında: Yetiştirme yurtları ve “işçi evleri”
O da ucuz yemek dağıtıyor (açların dükkânları yağmalamaları korkusundan). O da hastaneler kuruyor: Çoğu kez berbat, ama kimi kez de harika hastaneler oluyor bunlar; bulaşıcı hastalıkları önlemek için (ne olur ne olmaz, kendilerine de bulaşıverir sonra!). O da işçiye emeğinin karşılığını çalışma saatini esas alarak ödüyor; sonra da yoksulluktan sürünmeye ittiği insanların çocuklarının bakımını üstleniyor. O da ihtiyaçları dikkate alıyor ve bunu “Yoksulların Devletçe Korunması” kisvesi altında yapıyor.
Yoksulluk, daha önce de gördüğümüz gibi, zenginliğin ilk ve temel kaynağıdır; yoksulluk türetmiştir ilk kapitalisti. Ekonomistlerin üzerinde konuşmayı pek sevdikleri “artı değer” ortaya çıkmazdan önce işgüçlerini satmaya hazır aç-baldırıçıplak insanların olması gerekirdi. Onların yoksullukları var etti varlıklıları. Ortaçağ sonlarında yoksulluğun bunca yaygınlık kazanmasının nedeni, devletlerin oluşmasını izleyen fetihlerin ve savaşların, Doğu’nun yağmalanmasının, kentle köy arasında geçmişte var olan bağı koparması köy yoksullarını kentlerden uzaklaştırmasıdır.
Yani şimdi, neredeyse başlangıcın başlangıcı olarak Nuh Nebi’den beri ortada olan bu olgu, bir toplumsal devrimin sonucuymuş gibi mi görülsün isteniliyor? Bu açması sonuca “toplumsal devrim” adını vermemiz, onu açlar, ezilenler, aşağılananlar için onca değerli olan bir adla, “toplumsal devrim” diye adlandırmamız mı isteniyor?
Hayır, böyle bir şey asla olmayacak! Eski düzen bütün kurumlarıyla proletaryanın yumruğu altında darmadağın olurken, dört yandan “ekmek” isteyen, sığınacak yer isteyen, herkes için bolluk, refah isteyen sesler duyulacak.
Ve bu sesler duyulacak. Halk, “Hele bir yaşam susuzluğumuzu giderelim!” diyecek. “Hele bir yaşama sevincini, özgürlüğü tadalım! Bu mutluluğu tattıktan sonra kolları sıvar, burjuva toplumun son izlerini, onun maliye-muhasebe kitaplarından alınmış ahlak değerlerini, onun ‘gelir-gider’ felsefesini, ve onun ‘seninki-benimki’ arasındaki farkları belirleyen ve koruyan kurumlarını yok etme işine girişiriz!” Ve Proudhon’un dediği gibi, “yıkarak yapacağız”! Komünizm adına, anarşizm adına, yıkarak yapacağız !

Kolektivist Toplumda Ücretli Emek – Ekmeğin Fethi | Pyotr Alekseyeviç Kropotkin

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments