Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeOshoMantık ile Mantıksızlık Arasında Denge Kurmak | Osho

Mantık ile Mantıksızlık Arasında Denge Kurmak | Osho

Sizce Batı gençliği en çok nelere karşı çıkıyor ve neden Batı’da pek çok genç insan Doğu dinleri ve felsefesine karşı gittikçe daha fazla ilgi duyuyor?

Zihin pek çok çelişkiler içeren bir şeydir ve zıt kutuplar ilkesine göre çalışır. Mantıklı düşünen bölümü, diğer bölümü daima inkar eder. Mantık işleyişinde çelişki yoktur ama zihnin çalışma tarzı böyle değildir. Mantık doğrusal çalışır, zihin ise karşıtlarla.

Diyelim ki zihnin önünde iki olasılık var; kızgın olmak ya da sessiz kalmak. Öfke duyabiliyorsanız bu, diğer uçta olamayacağınız anlamına gelmez. Canınız sıkkın ve sinirliyseniz, bu sessiz olamazsınız demek değildir. Zihin çalışmasını iki yönde de sürdürür. Sevgiyi hissedebiliyorsanız, aynı zamanda nefret dolu da olabilirsiniz. Bunlardan biri ötekini inkar etmez.

Ne var ki sevgi duymaya başladığınızda nefret etme kapasiteniz olmadığını düşünmeye başlarsınız. O zaman nefret içinizde birikmeye başlar. Sevginiz doruk noktasına çıktığında, her şey paramparça olur. Nefretin derinliklerine düşersiniz. Böyle işleyen yalnız mantıksal zihin değildir, toplumun da yaptığı budur.

Batı, mantıksal düşünmenin doruğuna ulaştı. Artık mantıksız bölümün intikam saati geldi. Mantıksız bölüme kendini ifade etme şansı tanınmadı. O da elli yıldır pek çok yoldan intikamını alıyor; resim, şiir, tiyatro, edebiyat, felsefe gibi. Ve şimdi de yaşamın kendisi yoluyla. Bu açıdan gençliğin karşı çıkması aslında zihnin mantıksız bölümünün aşırı mantıklı bölümüne isyanıdır.

Doğu Batı’ya yardımcı olabilir çünkü Doğu, zihninin mantıksız bölümü ile yaşar. O da bunun doruğuna ulaşmış durumda. Artık Doğu’daki genç insan dinden daha çok komünizmle, mantıksız yaşam biçiminden çok mantıklı düşünce biçimi ile ilgileniyor. Bana kalırsa artık sarkacın yönü değişiyor. Gün geçtikçe Doğu Batı gibi, Batı da Doğu gibi olacak.

Zihnin bir bölümü ne zaman doruk noktasına ulaşsa, aksi yönde ilerlemeye başlarsınız. Tarihte hep böyle olmuştur. İşte bu nedenle artık Batı’da meditasyon

daha fazla anlam kazanacak. Şiir ve sanat yeni bir önem kazanırken bilim geri çekilecek. Modern Batı gençliği teknoloji ve bilimin dışında yer alacak. Bu doğaldır. Aşırılıkların otomatik olarak dengelenmesidir.

Bizler iki kutbu bünyesinde birleştirmiş bir kişilik geliştirmeyi henüz ne Doğu’da ne de Batı’da başarabildik. Hep zihnin yalnız bir bölümünü seçtik ve ötekini açlık içinde bıraktık. Bu durumda onun isyan etmesi kaçınılmazdır. Oluşturmaya çalıştığımız her şey parçalanacak ve zihin öteki kutba yönelecek. Bu tarih boyunca oldu; diyalektik buydu.

Şimdi Batı için meditasyon, düşünmekten daha önemli olacak çünkü meditasyonun anlamı düşünmemektir. Zen daha çekici gelecek, Budizm daha çekici gelecek, yoga daha çekici gelecek. Bütün bunlar yaşama mantıksız yaklaşım biçimleridir. Kavramsallaştırmanın, teorilerin, teolojilerin üstünde durmazlar. Düşünmenin değil, büyük bir hazla varoluşun derinliklerine dalmayı vurgularlar. Bence teknoloji, zihni ne kadar fazla eline geçirirse, karşıt kutbun ortaya çıkması o kadar fazla ihtimal dahilindedir.

Batı’daki genç insanların isyanı çok anlamlı ve önemli. Bu tarihi bir değişim noktasıdır, tüm bir bilinç değişimidir. Artık Batı’da hiçbir şey eskisi gibi devam edemez. Batı şimdi başka bir yönde ilerlemek zorunda.

Günümüzde Batı büyük bir zenginlik içinde yaşıyor. Daha önce bireyler zengindi ama artık tüm toplum zengin. Bir toplum zenginleştiğinde ise zengin olmak anlamını yitirir. Bunun ancak fakir bir toplum için anlamı vardır. Yine de fakir bir toplumda bile bir kişi gerçekten zengin olduğunda can sıkıntısı çekmeye başlar. Bu kişi ne kadar duyarlıysa, o kadar çabuk sıkılır. Buda da çok sıkılmıştı. Onun için her şeyden vazgeçti; her şeyi terk etti.

Modern gençlik, boş bir zenginlik yüzünden can sıkıntısı içinde. Gençler bu yüzden toplumu terk ediyorlar ve tüm toplum fakirleşinceye kadar da terk etmeye devam edecekler. Bu terk etme, bu her şeyden vazgeçme ancak zengin bir toplumda görülebilir. Bunda aşırılığa gidildiğinde toplum geriler. O zaman da teknoloji ilerlemez. Batı’da bu oluşumlar devam ederse, o da Doğu’nun bugünkü haline gelecek.

Doğu’daki insanlar ise öteki aşırı uca gidiyorlar. Tıpkı Batı’daki gibi bir toplum yaratacaklar. Doğu Batı’ya, Batı Doğu’ya dönüyor ama hastalık aynı kalıyor. Bence bu hastalığın adı dengesizliktir, bir şeyi kabullenip, ötekini inkar etmektir. Bizler asla insan zihninin kendi bütünlüğü içinde çiçek açmasına izin vermedik. Hep bir parçasını diğerine tercih edip ötekini inkar ettik. Tüm acı ve sıkıntılar bundan doğdu. Bu yüzden ben ne Doğu’dan ne de Batı’dan yanayım. İkisine de karşıyım çünkü iki tutum da eksik. Ne Doğu ne de Batı tercih edilmelidir çünkü ikisinin yaklaşımı da başarısız oldu. Doğu, dini, Batı ise teknolojiyi tercih ettiği için başaramadı. İkisini birden seçmeden bu kısır döngüden çıkılamaz.

Bir aşırılıktan ötekine gidebiliriz. Japonya’da Budizm’den söz ettiğinizde hiçbir genç insan sizi dinlemeye hazır değildir. Onlar teknolojiyi dinliyor, sizler ise Zen Budizmi ile ilgileniyorsunuz. Hindistan’da yeni kuşak dinle hiç ilgilenmiyor. Ekonomi, politika, teknoloji, mühendislik, bilimle, din hariç her şeyle ilgileniyor. Batılı gençlik dinle, Doğulu gençlik bilimle ilgileniyor. Bu yalnızca yükü bir aşırı uçtan diğerine aktarmaktır. Aynı yanılgı hüküm sürüyor.

Ben bütünlenmiş zihinle ilgileniyorum, ne Doğulu ne de Batılı olan bir zihinle. Yalnızca insani, global bir zihinle ilgileniyorum. Zihnin yalnız bir bölümü ile yaşamak kolaydır ama iki parçasını da yaşamak istiyorsanız, yaşam biçiminiz çok tutarsız olmak zorundadır. Bu tutarsızlık yüzeysel anlamdadır kuşkusuz. İçinizin derinliklerinde tutarlılık ve spiritüel uyum olacaktır.

İnsan karşıt kutbu da bir parçası haline getirmediği sürece spiritüel açıdan fakir kalır. Bunu yaptığında ise zengin olur. Siz yalnızca bir sanatçıysanız ve bilimsel zihniniz yoksa sanatınız fakir kalmaya mahkumdur. Zenginlik ancak iki karşıt da orada olduğunda gelir. Odada yalnız erkekler varsa, bir eksiklik vardır. Kadınlar içeri girince o oda spiritüel açıdan zengin olur. Artık iki zıt kutup da orada. Bütünlük daha da büyür.

Zihin durağan olmamalıdır. Bir matematikçi sanat dünyasına girebildiğinde zenginleşir. Zihni bulunduğu yerden başka bir yere gidebilecek ve geri dönebilecek kadar özgürse, o daha zengin bir matematikçi olacaktır. Karşıtın aracılığı ile ortaya bir melez çıkar. Her şeye farklı bir açıdan bakmaya başlarsınız. Tüm bakış açınız zenginleşir.

Dinsel bir zihne sahip bir kişi bilimsel eğitim alabilir; bilimsel bir zihin dini öğretiler edinebilir. Bunun olamaması için hiçbir neden göremiyorum. Aksine, bir zihin birinden diğerine gidip gelebiliyorsa daha canlı hale gelir. Bence meditasyonun anlamı her yöne alabildiğince gidebilme yetisidir, bir yere takılıp kalmama özgürlüğüdür.

Örneğin; ben çok fazla mantıksal hale gelirsem şiiri anlama kapasitem olmaz. Mantık benim için bir takıntı olur. O zaman bir şiir dinlediğimde mantığa takılıp kaldığım için o şiir bana saçma gelir. Aslında saçma değildir ama takıntım yüzünden bana öyle görünür. Mantığın bakış açısından şiir gerçekten saçmadır. Öte yandan, şiire takılıp kalmışsam mantığın yalnızca işlevsel ve derinliği olmayan bir şey olduğunu düşünürüm çünkü ona kapalıyım. Bir parçanın inkar edilmesi tarih boyu sürmüş bir tutumdur. Dünyanın her yerinde her dönem, her ulus ve her kültür, her zaman parçalardan birini tercih edip onun çevresinde bir kişilik oluşturmuştur. Bu kişilik zayıf ve çok eksiktir. Ne Doğu, ne Batı, ne de Güney spiritüellik açısından zengindir. Olamazlar da. Zenginlik zıtların birliğinden, iç diyalektikten kaynaklanır. Bence ne Doğu tercih edilmeye değer ne de Batı. Değişik nitelikte bir zihin benimsenmeli. Bu nitelikten kastım kişinin bir seçim yapmaksızın, kendisi ile barışık olmasıdır.

Ağaç büyür. Onun, biri hariç tüm dallarını kesebilir ve tek yönde büyümesini sağlayabiliriz. Bu çok fakir, çok çirkin ve sonuçta büyük sıkıntılar çekmeye mahkum bir ağaç olacaktır çünkü bir dal tek başına büyüyemez. Ancak aile ortamında, öteki dalların arasında büyüyebilir. Tek başına bırakılan bu dalın çıkmaz bir sokağa ulaşacağı ve artık daha fazla büyüme olanağının kalmayacağı an mutlaka gelecektir. Bir ağacın gerçekten büyümesi için her yönde büyümesine izin verilmelidir. Ancak o zaman zengin ve güçlü olabilir.

İnsan ruhu da tıpkı bir ağaç gibi her yöne doğru gelişmelidir. Zıt yönlere doğru büyüyemeyeceğimiz inancı artık terk edilmelidir. Gerçekte ancak zıt yönlere doğru büyürsek büyürüz. Bizler hep bir insanın bir konuda uzmanlaşması, yani tek bir yönde gelişmesi gerektiğini savunup durduk. Halbuki böyle olduğunda çirkin bir şey ortaya çıkıyor. Tek bir yönde büyüyen kişi her yönden eksik bir kişi haline geliyor. Tek bir dal oluyor, ağaç değil. Üstelik bu tek dalın bile fakir olması kaçınılmaz.

Bizler zihnin yalnızca dallarını kesmekle kalmadık; köklerini de budadık. Ancak tek bir köke ve tek bir dala izin veriyoruz. Böylece dünyanın her yerinde spiritüel açıdan açlıktan ölmek üzere insanlar yetiştirdik. Bu Doğu’da da, Batı’da da aynı. Tabii bunun sonucunda Doğu’dakiler Batı’ya, Batı’dakiler Doğu’ya ilgi duyuyor çünkü insana kendinde olmayan çekici gelir.

Bedenin ihtiyaçlarından dolayı Doğu Batı’ya ilgi duymaya başladı. Batı’ya Doğunun çekici gelmesinin nedeni ise ruhun ihtiyaçları. Ama her ikisi yer değiştirse, değişik tutumları benimsese bile hastalık yine aynı kalacak. Bu, yer değiştirme ile çözümlenebilecek bir sorun değil. Çözüm tüm bakış açısını değiştirmek.

Bizler insanın tümünü asla kabul etmedik. Dünyanın bir yerlerinde cinsellik kabul edilmiyor, bir yerinde ise duygular. Başka bir yerde dünyayı kabul etmiyorlar. Her şeyin insana özgü olduğunu kınamadan, yargılamadan kabul edecek ve insanın her yöne doğru büyümesine izin verecek kadar güçlü değiliz. Zıt yönlere doğru ne kadar fazla büyürseniz, büyümeniz, içsel bolluk ve zenginliğiniz o derece büyük olur. Tüm bakış açımız değişmeli. Geçmişten geleceğe doğru gitmeliyiz -Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya, bir şimdiden öteki şimdiye değil.

Parçalara bölünmemiz gittikçe o kadar arttı ki, sorun çok vahim bir hale geldi. Öfkemi kabul edemiyorum, cinselliğimi kabul edemiyorum, bedenimi kabul edemiyorum. Bütünlüğümü kabul edemiyorum. Mutlaka bir şeylerin inkar edilip atılması gerekiyor. “Şu” kötü, “bu” günah. Hiç durmadan dallarımı kesmek zorundayım. Çok yakında artık bir ağaç, yaşayan bir şey olmayacağım. Bu arada bana çok dehşet veren bir şey var; bu da, var olduklarını inkar ettiğim dallarımın yeniden karşıma çıkabileceği, yeniden büyüyebileceği korkusu. Bu korku bende daima mevcut. Artık her şeyden korkar oldum. Hastalık yerleşti: bu bir hüzün, bir ölüm.

Hayatlarını yarım yaşayanlar, hayattan çok ölüme yakındırlar. İnsan potansiyelinin tümü kabul edilmelidir. Hiçbir tutarsızlık ve çelişki duygusu olmaksızın kişi kendi içinde zirveye kadar çıkmalıdır. Gerçek öfkeyi duyamıyorsanız sevecen de olamazsınız. Ne var ki şu ana kadar bu düşünce geçerliydi. Bir insan öfke duyamadığı oranda sevecendir diye düşündük.

Peki ama ağacın bir duvara yaslanmış olduğunu varsayın. O duvar yüzünden dalları büyüyemez. Bu duvar toplum ve onun koşulları olabilir. Bu durumda ağaç nasıl büyüyecek?

Pek çok duvar vardır. Ama o duvarları yaratan ağaçlardır, başkaları değil. Ağaçlar duvarlara destek olarak onları ayakta tutar. Desteklerini çektikleri an o duvarlar ufalanıp yıkılır.

Bizi çevreleyen duvarları, insan zihninin tutumu yüzünden bizler yarattık. Örneğin; çocuğumuza, öfkelendiğinde sevecen olamayacağını söyleyerek öfke duymamayı öğretiriz. Böylece onun çevresinde öfkesini bastırmasını söyleyen duvarlar oluşturmuş oluruz. Çocuğun öfkesini bastırmasının, sevme kapasitesini yok ettiğinin farkına varmayız. Öfke ve sevgi, birbiri ile bağdaşmaz iki şey değildir. Onlar aynı ağacın dallarıdır. Birini keserseniz diğeri fakirleşir çünkü besleyici öz su her dalın içinden geçer.

Çocuğunuzu iyi bir yaşama gerçekten hazırlamak istiyorsanız, ona gerçek anlamda öfke duymayı öğretin. “Öfkelenme” demeyin. “Öfkelendiğinde, gerçekten, tümüyle öfkelen. Öfkenden dolayı suçluluk duyma” deyin. Ona doğru biçimde öfkelenmeyi öğretin. Doğru zamanlarda, gerçek anlamda öfkelenebilmeli. Yanlış zamanda öfkelenmemeli. Aynı şey sevgi için de geçerlidir. Doğru zaman geldiğinde gerçekten sevebilmeli; zaman yanlışsa sevmemeli.

Bu sevgi ile öfke arasında değil, doğru ile yanlış, gerçek ile gerçek olmayan arasında seçim yapmaktır. Öfke ifade edilmelidir. Çocuk, gerçekten öfkeli olduğunda güzeldir; enerji ve yaşamın ani bir parlamasıdır. Öfkeyi öldürdüğünüzde yaşamı öldürürsünüz. Çocuk güçsüz, kudretsiz kalır. Tüm yaşamı boyunca canlı olamaz; hareket eden bir ceset olur.

Sürekli duvarlar oluşturan kavramlar, tutumlar ve ideolojiler yaratıp duruyoruz. Bu duvarlar yalnız bizim eserimiz. Farkındalığı yakaladığımız an kaybolurlar. Onların varlığı bize bağlıdır.

Varsayalım ki ağaç (kişi) temelde özürlü (engelli). Bu durumda değişemez. Değişmek istemediğinden değil, elinde olmadığından. O zaman ne olacak? Özürlüler sorun değildir. Toplumun tümü canlı olduğunda onları iyileştirebiliriz. Onları analiz edebiliriz, onlara yardım edebiliriz. Ama onların çaresizliklerinde bile toplumun rolü vardır. Örneğin bir fahişenin oğlu bizim ahlak anlayışımız yüzünden engellidir. Hiç sorumlu olmadığı bir durum yüzünden derinden suçluluk duyar. Annesinin sokak kadını olmasında onun ne suçu var? Ne yapabilirdi ki? Ne var ki toplum bu çocuğa farklı davranır. Cinselliğe karşı tutumumuzu değiştirmedikçe o bir sokak kadının oğlu olmaktan dolayı suçluluk duymaya devam edecektir.

Evlilik kutsal sayıldığı sürece fahişelik günah olarak kalacak. Ama fahişelik evlilik yüzünden var. Evlilik sisteminin bir parçası.

İnsan zihni göz önüne alınırsa, sürekli bir ilişki doğal kabul edilmez. Bir kişi aynı kişiyle ebediyen birlikte olmaya yalnız yasalar öyle gerektiriyorsa devam eder. Bu bir yasa olmamalı. Bugün birini seviyorsam yarın da onu sevmem gerektiği bana yasa tarafından şart koşulmamalı. Bu doğanın getirdiği bir yükümlülük değildir. Aşkın yarın da mevcut olmasını gerektiren doğal bir yasa yok. Olabilir de olmayabilir de. Bunu ne kadar zorlarsanız o kadar imkansız hale gelir. İşte o zaman arka kapıdan fahişelik içeri girer. Toplum özgür ilişkilere izin verinceye kadar fahişeliği sona erdiremeyiz.

Bir ilişki sürüyorsa, kendinizi iyi hissedersiniz; egonuz kendini iyi hisseder. Egonuzu tatmin edersiniz -siz sadık bir eşsiniz ve fahişelik kınanmalıdır. Öyleyse bir fahişenin oğlunun da kınanması gerekir. O hastalıklı bir kişi olarak algılanır.

Tabii kuraldışı durumlar da vardır. Birisinde bedensel ya da psikolojik bir hastalık varsa ona yardım etmek, iyileştirmeye çalışmak isteriz. Ama toplumdaki hastalıkların yüzde doksan dokuzunu biz yaratıyoruz. Yüzde biri ise zaten sorun değildir. Toplumun yüzde doksan dokuzu değişirse, yüzde bir de ister istemez etkilenecektir.

Zihnimizin bedenimizi ne oranda etkilediği henüz bilinmiyor. Bu konuda daha fazla bilgi edindikçe ne kadar az şey bildiğimizi anlıyoruz. Bedeninizdeki pek çok hastalık yalnızca zihniniz onları yarattığı için ortaya çıkmış olabilir. Zihin özgür olmadığı sürece insan hastalığın gerçekten bedenden kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilemez.

Pek çok hastalık yalnızca insanlara özgü fenomenlerdir. Bunlar hayvanlarda görülmez. Onlar daha sağlıklıdır. Daha az hastalıklı, daha az çirkindirler. İnsanın da daha sağlıklı, daha güzel olmaması için bir neden yoktur. Bu, on bin yıldır zihnimizin aldığı eğitimden kaynaklanıyor olabilir. Ama siz de bu kalıbın bir parçası oldukça bunun farkına bile varamazsınız.

Pek çok fiziksel hastalık sakat bir zihinden kaynaklanır. Ve biz herkesin zihnini sakatlıyoruz! Çocuğun yaşamındaki ilk yedi yılı en önemli olanlardır. Bu süreçte zihni sakatlarsanız sonradan değişim çok güç olur. Ama biz yine de onu sakatlamayı sürdürüyoruz, hem de vicdanımız rahat olarak! Psikoloji ilmi zihnin derinliklerine indikçe, ebeveynlerin, öğretmenlerin ve düzenin bilmeden işledikleri suçlar daha fazla ortaya çıkıyor. Onlar da bir önceki kuşağın kurbanları. İster istemez hastalığı bir sonrakilere geçiriyorlar.

Ama artık yeni bir olasılık var. İlk kez, özellikle Batı’da, insan sürekli günlük yaşamsal gereksinimlerinin peşinde koşmak zorunda değil. Artık zihin açısından yeni olasılıkları deneyebiliriz. Geçmişte bu mümkün değildi çünkü bedensel ihtiyaçlar karşılanamıyordu ve kişiye ağır bir yük oluyorlardı. Ama artık yeni olanaklarımız var. Köklü bir devrimin eşiğinde yaşıyoruz; insanlık tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir devrimin. Artık bilinçte bir devrim yapmak mümkün. Bilme ve anlama olanaklarımız çok daha fazla ve değişebiliriz. Çok zamana ihtiyacımız var ama bu yeni fırsat da önümüzde. Cesaretimiz varsa, gerekli yürekliliği gösterebilirsek bu fırsat gerçeğe dönüşebilir.

Burada tüm insanlığın geleceği söz konusu; ya gerileyeceğiz ya da yeni bir geleceğe ulaşacağız. Bu üçüncü bir dünya savaşı, komünizm ya da kapitalizm meselesi değildir. Artık bunlar güncel sorunlar değil, geçmişte kaldı. Yeni bir bunalımla karşı karşıyayız. Ya yeni bir bilince gereksinimiz olduğuna karar verip bu yolda çaba göstereceğiz ya da eski kalıpların içine düşeceğiz.

Gerilemek de olası. Bir krizle karşılaştığında zihin gerileme eğilimi gösterir. Karşınıza ne zaman yüzleşemeyeceğiniz bir şey çıksa, gerilersiniz. Örneğin evinizde yangın çıktığında panikler, çocuk gibi davranmaya başlarsınız. Oysa eviniz yanarken daha olgun, daha anlayış sahibi olmanız ve daha fazla bir farkındalıkla davranmanız gerekir. Ama siz beş altı yaşlarınıza geri döner ve kendiniz için daha çok tehlike yaratacak davranışlar gösterirsiniz.

Acı bir olasılık da şudur; yeni bir insan yaratmayı denediğimizde bizim için çok yeni bir durumla karşılaşacağız ve bu durumda gerileyebiliriz. Gerilemeyi öğütleyen peygamberler bile vardır. Geçmişin geri gelmesini isterler: “Geçmişte bir altın çağ yaşandı. O zamana dön!” Bence bu intihardır. Ne kadar zor ve tehlikeli olsa da gitmemiz gereken yer gelecektir.

Yaşam geleceğe doğru ilerlemelidir. Yeni bir yaşam biçimi bulmamız gerek. Ben bunun gerçekleşebileceğinden ümitliyim. Bu oluşumun beşiği de Batı olacaktır çünkü Doğu Batı’nın üç yüz yıl önceki halinden başka bir şey değil. Hayatta kalmak ve geçimini sağlamak gibi sorunlar Doğuyu eziyor ama Batı bunlardan özgür.

Batılı gençler bana geldiklerinde onların ilerleyebileceklerinin ya da gerileyebileceklerinin farkındayımdır. O ana kadar, bir anlamda gerilemişler, çocuk gibi ilkelce davranmışlardır. Bu iyi bir şey değil. İsyan etmeleri iyi ama ilkel bir insan gibi değil, yeni tür bir insan gibi davranmaları gerekiyor. Yeni bilinçlilik olasılıklarını kendi içlerinde kendileri yaratmalılar.

Bunu yapmak yerine kendilerini uyuşturmayı seçiyorlar. Uyuşturucular ilkel zihni her zaman büyülemiş, hipnotize etmiştir. Batı’da toplum dışına düşenler ilkel insanlar gibi davranmaya başladığında bu bir isyan değil, bir tepki ve gerilemedir. Yeni insanın davranışlarını benimsemeleri gerekiyor. Bütünlenmiş, küresel bir bilinçliliğe doğru ilerlemeleri ve insanın sahip olduğu tüm çelişkili potansiyelleri kabullenmeleri gerekir.

Hayvanlarla insanlar arasındaki fark, hayvanların belirli, insanların ise sınırsız olasılıklara sahip olmasıdır. Ama bunlar yalnızca olasılıklardır. İnsan büyüyebilir ama bu büyüme için çaba gerekir. Dünyanın her yerinde bu amaçla merkezler açmalıyız.

Zihin mantıklı bir biçimde eğitilmelidir ama aynı zamanda mantık içermeyen meditasyonu da öğrenmelidir. Mantığı eğitmek uğruna duygular harcanmamalıdır. Şüphe olduğu kadar inanç da olmalıdır.

Hiç şüphe duymadan inanmak, inanç olmadan şüphe duymak kolaydır. Ama artık bu basit formüller işe yaramıyor. Artık, sağlıklı, sürekli şüphe duymanın, hem sorgulayıcı hem de güvenen bir zihin oluşturmanın zamanı geldi. Özümüz şüpheden imana, imandan şüpheye gidip gelebilmeli. Tarafsız araştırma için insan şüpheci, sorgulayıcı ve ihtiyatlı olmak zorundadır. Bununla ilintili bir başka boyut daha vardır ki orada ipuçlarını veren güvendir, şüphe değil. Yine de her ikisine de gereksinim vardır.

Sorun zıt kutupları aynı anda yaratabilmektir. Benim ilgilendiğim bu. Her şeyden şüphe duymayı sürdüreceğim. İman oluşturmayı da sürdüreceğim. Bunun temelinde bir çelişki görmüyorum çünkü benim için önemli olan devinim, bir kutuptan diğerine doğru hareket etmektir.

Bir kutupta takılıp kaldıkça her şey zorlaşır. Örneğin Batı’da aktif olmak yanlısısınız ama rahat uyuyamazsınız. Uyurken zihninizin aktif durumdan hareketsizliğe geçmesi gerekir ama bunu yapamaz; çalışmaya devam eder. Uyumak için haplar almak zorunda kalırsınız. Ama bu zoraki bir uykudur, sizi dinlendirmez. Yapaydır. Derinlerde karmaşa sürer. Uyku kabusa dönüşür. Doğu’da ise bunun tam tersidir. Doğu çok rahat uyuyabilir ama aktif olamaz. Doğulu zihin sabahları bile uyuşuk, uykuludur. Asırlardır rahat uyumaktan başka bir şey yapmamıştır. Sizlerse pek çok şey yaptınız ama rahatsızlık/hastalık yarattınız. Uyuyamıyorsunuz bile!

Bu yüzden zihnin aktif olmaya olduğa kadar hareketsiz kalmak için de eğitilmesi gerektiğini söylüyorum. En önemlisi devinime eğitilmesi gerekir, böylece her ikisi arasında gidip gelebilirsiniz. Zihin bu yönde eğitilebilir. Herhangi bir aktiviteden bir an içinde hareketsizliğe geçebilir. Sizinle saatlerce konuşabilirim ve bir an sonra hiçbir konuşmanın olmadığı derin bir içsel sessizliğe geçebilirim. Siz de içinizde bunu yaratamadığınız sürece büyüyemezsiniz.

İçsel kutuplar arasında derin bir uyuma izin verilmelidir. Zıtlar arasında gidiş geliş olmazsa insanın arayışı biter. İlerleyemezsiniz. Günümüzde Doğu da, Batı da bitmiş durumda. İkisinin görüş açılarını takas edebilirsiniz ama bir iki asır sonra aynı sorun yine ortaya çıkar. Bir davranışı bir diğeri ile değiştirdiğinizde bir çember içinde hareket ediyor olursunuz.

Peki ama her şeyi olduğu gibi kabullenmek gerekiyorsa, insan yaşamında yönelmesi gereken doğru amaçların hangileri olduğunu nasıl bilecek?

Amaçları aramanın kendisi mantıksal bir işlemdir. Gelecek akıl yürütme yüzünden vardır. Bu yüzden hayvanlar için ne gelecek ne de amaçlar vardır. Yaşarlar ama ortada bir amaç yoktur. İdealleri yaratan akıl yürütmedir; geleceği de o yaratır. Asıl sorun hangi amacın doğru olduğu değildir; amaç sahibi olmanın gerekip gerekmediğidir.

Yeni kuşak bu soruyu soruyor. Ne var ki bir amacınız olduğu an yaşamdan uzaklaşmaya başlarsınız. Hayatınızı amaçlarınıza göre biçimlendirmeye koyulursunuz. “Şimdi” anlamını yitirmeye başlar, yoğrulup geleceğe uydurulması gerekir.

Amaca odaklanan zihin mantıklıdır. Yaşama odaklanmış zihin ise mantık içermeyen zihindir. Demek ki sorun, doğru amaçları bulmak değil; mantığın zihnin tek odaklandığı olgu olmamasıdır.

Mantık amaç sahibi olmak zorundadır. Onlar olmaksızın var olamaz, ama bu her şeye hükmetmemelidir; büyümenin yalnızca bir dalı olmalıdır. Mantık olmalıdır, bu bir gereksinimdir ama insan zihninin amaç sahibi olamayan, hayvanlar ya da çocuklar gibi yalnızca var olan boş bir bölümü de vardır. O yalnız şimdi ve burada yaşayabilir. Bu boş, bu akıl yürütmeyen bölüm, hayatı, sevgiyi, sanatı çok daha derinden deneyimler. Onun geleceğe doğru gitmeye ihtiyacı yoktur. Onun için “şimdi” ve “buradanın” çok derinlerine inebilir. Mantık gereklidir ama bu bölüm de geliştirilmelidir.

Çok derin dindar kişilikleri olan bilim insanları olmuştur. Bu iki şekilde olabilir: Ya bu iki yön arasında derin bir uyum vardır ya da uyum olmaksızın biri kapanınca öteki açılır. Ben bir bilim insanı olabilirim, sonra bu kişiliğimi bir kenara bırakıp kiliseye gidip dua edebilirim. O zaman dua eden bilim insanı değildir. Bu gerçek bir uyum sayılmaz, aksine kesin bir bölünmedir. Bilim insanı ile dua eden arasında içsel bir diyalog yoktur. Bilim insanı kiliseye hiç uğramamıştır bile.

Bu kişi laboratuarına geri döndüğünde ise dindar insan ortada yoktur. İkisi birbirinden kesin biçimde ayrıdırlar, karşılaşmazlar. Böyle bir insanda uyum değil bölünme gözlersiniz. Söylediği bazı sözler yüzünden kendini suçlu hisseder. İçindeki bilim insanı dindar adamın kabul edemeyeceği şeyler söyler. Pek çok bilim insanı şizofren bir yaşam sürdürmüştür; iki zıt parçadan oluşmuştur. Ben buna uyum demem. Benim uyumdan kastım bir uçtan ötekine, ikisini de asla kapatmadan gidip gelebilmektir. O zaman bilim insanı da dua etmeye, dindar adam da laboratuara gidebilir. Aralarında bölünme, uçurum olmaz.

Aksi halde iki kişi olursunuz. Genelde bizler pek çok kişiyiz; çok kişilikliyiz. Bir tanesi ile özdeşleşiriz, sonra vites değiştirip başka bir şey oluruz. Bu vites değiştirmek uyum demek değildir. Benliğinizde büyük bir gerginlik yaratır. Bir sürü kimlikle kendinizi rahat hissetmeniz mümkün değildir. Bölünmemiş, bir kutuptan diğerine gidip gelebilen bir bilinçlilik ancak insanın bir bütün olduğu kavramını kabul ettiğinizde, zıt uçları ve çelişkileri inkar etmediğinizde başarılabilir.

Şüphe, bilim insanının işinin bir parçasıdır. İnanç da bir ayrı parçadır. Bu ikisi bir şeyin değişik yönlerine bakar. Bu nedenle bilim insanı laboratuarında dua edebilir; bunda yanlış bir taraf yoktur. Şüphe onun işinin bir parçası, işi için gerekli bir araçtır; inanç da öyle. Bunda hiçbir çelişki yoktur. İnsan birinden diğerine kolayca, yumuşakça gidebildiğinde, bu gidiş geliş fark edilmez bile. Hareket ediyorsunuz ama hareketi hissetmiyorsunuz. Hareket ancak bir engelle karşılaşınca hissedilir. Derin bir uyum halinde hissedilmez.

Bir şey daha: “Doğu” ve “Batı” derken Batı’da Doğulu, Doğu’da da Batılı zihinlerin olmadığını söylemek istemiyorum. Kastettiğim genel anlamda Doğu ve Batı. Aslında dünyanın coğrafi olarak değil de psikolojik olarak bölgelere ayrıldığı bir tarih yazmalıyız. O zaman Doğu’da Batı’nın, Batı’da da Doğu’nun pek çok yönü olduğu belli olur.

Batı’da her iki akımın da olmadığını söylüyor değilim. Demek istediğim, Batı’daki genel eğilim, günümüze dek dinde bile mantıksal gelişme yönünde olmuştur. Kilisenin bu kadar hakim duruma gelmesinin nedeni budur.

İsa akıl yürütücü biri değildi ama Aziz Paul çok bilimsel bir zihne sahipti. Hıristiyanlık Aziz Paul’a aittir, İsa’ya değil. İsa gibi anarşik yapıda birisi ile bu kadar büyük bir organizasyon mümkün olamazdı. İsa Doğuluydu -Aziz Paul ise Batılı.

Bilim ile Kilise hep çatışmıştır. İkisi de mantıksaldır. İkisi de din fenomenini akılcı hale getirme yolunda çabalamıştır. Kilisenin yenilmesi kaçınılmazdı çünkü dini fenomenler mantıksal değildir. Din söz konusu olduğunda akıl yürütme işe yaramaz. Bu nedenle Kilise bilim karşısında yenilgiye uğradı.

Doğu’da din ile bilim arasında çatışma olmadı çünkü orada din asla mantıksal olmaya çalışmadı. Bu ikisi aynı kategoriye girmediği için çatışmadılar.

Din nasıl akılcı olabilir?

Bunun nedeni dinin kendisi değildir. Ama din kurumsallaştığında bu durum ortaya çıkar. Bir Buda ya da bir İsa herhangi bir ideal peşinde değildir. Hayatlarını an be an yaşarlar. Kendilerine özgü bir biçimde vahşi ağaçlar gibi büyürler. Sonra bu vahşi ağaçlar onların müritlerinin idealleri haline gelir. Müritlerin kalıplara, seçimlere, gerçeklere, kısıtlamalara ihtiyaçları vardır.

Din iki bölümden oluşur: Birincisi anı yaşayan, çok dindar bir kişiliktir. İkincisi ise, ideale uygun kurallar, dogmalar ve disiplin yaratan takipçilerdir. O zaman Budistler için bir ideal var olur; “Buda gibi olunmalı.” Ve bastırmalar, kısıtlanmalar yaratılır. İdeal olabilmek için kendinizi pek çok biçimde yıkmanız gerekir. Bir taklit (imitasyon) olmalısınız. Bence bu bir suçtur.

Dindar bir kişilik çok güzeldir ama dini kurallar yalnızca mantıksaldır; akıl yürütmenin akıl dışı bir fenomenle yüz yüze gelmesinden başka bir şey değildir.

Buda’nın zihni mantıksal değil miydi?

O son derece akılcıydı ama son derece mantık dışı boşluklara da sahipti. Mantıksız olanla da kendini rahat hissediyordu. Bizim Buda kavramımız gerçek Buda’yı değil, ondan sonraki gelenekleri yansıtır. Gerçek Buda bambaşka bir olguydu.

Elimizden başka bir şey gelmediğinden, Buda’ya Budistler yoluyla ulaşmak zorundayız. Onlar iki bin yıllık bir gelenek yarattılar ve Buda’yı çok mantıklı bir hale dönüştürdüler. O, öyle değildi. Varoluşun en derin biçimde içindeyken olamazdı da. Birçok zaman mantıksız olmanız gerekir. Ve bir Buda, olur da! Ama bunu kavrayabilmek için koskoca bir geleneği bir kenara atmamız ve Buda’yı doğrudan tanımamız gerekir. Bu çok güç bir şeydir ama yapılabilir.

Mantıklı bir insanla konuşurken o, farkında olmadan mantık dışı her şeyi görmezden gelir. Ama konuştuğunuz kişi bir şairse, aynı cümle, aynı sözcükler onun için başka bir anlam taşır. Mantıklı bir kişi sözcüklerin şiirselliğini göremez. Şair dünyayı başka bir biçimde görür. Onun için her sözcük farklı renk tonları taşır. Bir şiirin hiçbir tartışma ve savla ilintisi yoktur.

Buda’nın yüzü ona bakan her insan için farklı farklıdır. Buda Hindistan’da her türlü mantıksızlığın hüküm sürdüğü bir dönemde yaşadı: Vedalar, Upanishadlar, bütün mistik olgular. Bütün bunlara çok şiddetli karşı çıkışlar oldu. Özellikle Buda’nın bulunduğu Bihar’da.

Buda karizmatik ve hipnotize ediciydi. İnsanlar ondan etkileniyordu. Ama Buda’nın yorumlanmasının akılcı olması kaçınılmazdı. Buda tarihin başka bir döneminde, mistisizme karşı çıkılmayan bir bölgede yaşamış olsaydı bir entelektüel değil, yüce bir mistik olarak görülecekti. Onun bilinen yüzü belirli bir dönemin tarihine aittir.

Benim Buda hakkında görüşüm onun temelde mantıklı olmadığı yönündedir. Nirvana kavramı tümüyle mistik bir kavramdır. O, Upanishadlardan bile daha mistikti çünkü onlar ne kadar mistik görünürlerse görünsünler yine de kendilerine özgü bir akıl yürütücülüğe sahiptirler. Upanishadlar ruh göçünden söz ederler. Buda ruh olmaksızın bir ruh göçünden söz etti. Upanishadlar da özgürleşmekten söz ederler ama siz yine orada olacaksınız, yoksa her şey

anlamsız olur derler. Nihai varoluş halinde “ben” orada olmazsa o zaman tüm çabalar boşa çıkar, mantıksız olur. Buda ise çabanın kendiliğinden oluşması gerektiğini ve sizin orada olmayacağınızı söyledi. Olan yalnızca hiçlik olacak. Bu kavram daha mistiktir.

İnsanların gerilemesinden söz ettiğinizde, toplum tarafından yaratılmış, kabul gören bir imaja kıyasla bir gerilemeyi mi kastediyorsunuz?

Bir imaja göre değil, başka bir şey göre. Çocuk gibi davranıyorlar derken, büyümediklerini söylemek istedim. Geriliyorlar, hareketleri geriye doğru. Yoksa kafamda uymaları gereken bir imaj yok. Büyüme kavramı var ama ulaşılması gereken bir imaj yok. Aslında insanların belirli bir imaja uymamaları gerektiğini düşünürüm. Benim dediğim onların geleceğe doğru büyümek yerine, geçmişe doğru gerilemekte oldukları. Kafamda bir ağacın nasıl büyümesini istediğim ile ilgili bir imaj yok. Ama o ağaç büyümeli; gerilememeli. Bu bir büyüme ya da gerileme meselesidir, bir imaj meselesi değil.

Geriliyorlar derken, onların aşırı mantıksal bir topluma tepki gösterdiklerini söylüyorum. Bu tepkide karşıt aşırı uca gidiyorlar. Bu da aynı şekilde yanlış. Mantık özümsenmeli, dışlanmamalı. Onu bir kenara atarsanız, mantık dışı olmayı dışlamakla yapılan aynı hatayı yapmış olursunuz.

Viktorya dönemi tek boyutlu, yalnızca bir maskeden ibaret olan bir insan tipi yarattı. İçinde yaşayan bir şey yoktu. O bir tutumlar, davranışlar kalıbıydı. Bir varlıktan çok bir yüzdü. Bunu mümkün kılan her şeyin ölçütünün mantık olmasına izin vermemiz oldu. Akılcı olmayan, anarşik ve karmaşık olan her şey dışlandı, bastırıldı. Şimdi anarşik dal intikam alıyor. Yapabileceği iki şey var; yaratıcı da olabilir, yıkıcı da.

Yıkıcı ise gerileme olur. O zaman yine aynı tarzda intikam alır; inkar yoluyla. Mantıksal yönü inkar eder. Sizler de tıpkı çocuklar gibi olursunuz: olgunlaşmamış.

Anarşik yön, yaratıcı olduğunda bu hatayı yapmaz. Mantık dışı olanın yanı sıra akılcılığı da özümser. İşte o zaman varlık tümüyle büyümeye başlar. Ne mantıksızlık inkar edilmiştir, ne de mantığın büyümekte oluşu. Tümüyle büyümeden büyüyemezsiniz. Sonuçta ben büyümekten söz ediyorum. Büyüyüp ne olunacağı konusunda kafamda bir imaj yok.

Batılı zihnin pek çok sorunu Hıristiyanlıktaki günah-suçluluk kavramlarından kaynaklanmıyor mu?

Evet. Bu kaçınılmazdı. Günah kavramı çok değişik bir bilinç hali yaratır. Doğu zihninde bu kavrama rastlanmaz. Bunun yerini cehalet kavramı almıştır. Doğu’da tüm kötülüklerin anası günah değil cehalettir. Kötülük cahil olduğunuz için vardır. Bu nedenle, sorun suçluluk değil disiplindir. Daha fazla farkında, daha kavrayıcı ve bilgili olmanız gerekir. Doğu’da bilgi dönüşümdür. Dönüşümün aracı ise meditasyondur.

Hıristiyanlıkta merkezde günah vardır. Üstelik bu yalnızca sizin günahınız değildir. Tüm insanlığın ilk günahıdır. Günah kavramı üzerinizde ağır bir yüktür. Bu ise suçluluk duygusu ve gerginlik yaratır. Bu yüzden Hıristiyanlık gerçek meditatif teknikler geliştiremez. Günahla savaşmak için ne yapmalısınız? Dürüst ahlaklı olmalı ve dua etmelisiniz!

Doğu’da On Emir gibi bir olgu yoktur. Aşırı bir ahlakçılık da bulunmaz. Böylece Doğu’nun sorunları Batı’nınkilerden farklıdır. Batı insanının sorunu suçluluktur. İçlerinin derinliklerinde kendilerini suçlu hissederler. İsyan etmiş olanlar bile bu suçluluğu duyar. Bu psikolojik bir sorundur ve varlıkla değil, zihinle bağlantılıdır.

İlk yapılması gereken bu suçluluk duygusunun bırakılmasıdır. Batı’da bu yüzden psikanaliz ve günah çıkarma vardır. Doğu’da olmamasının nedeni orada bunlara gereksinim duyulmamasıdır. Batı’da günah çıkarmak zorundasınız. Ancak o zaman benliğinizi saran suçluluk duygusundan kurtulabilirsiniz. Ya da psikanalize girerek o duyguyu dışarı atarsınız. Ama hiçbir zaman tümüyle dışarı atılamaz çünkü kavram hala yaşamaktadır. O zaman suçluluk duyguları yeniden birikmeye başlar. Demek ki günah çıkarmak ya da psikanaliz geçici çarelerdir. Tekrar tekrar günah çıkarmanız gerekecek. Onlar kabul edilmiş, yerleşmiş bir şeye karşı yalnızca geçici çözümlerdir. Hastalığın asıl kaynağı -günah kavramı- kabul edilmiştir bir kere.

Doğu’da ise bu psikolojik bir sorun değildir. Bir varoluş sorunudur. Konu akıl sağlığı değil, ruhsal büyümedir. Ruhsal açıdan büyümelisiniz ki her şeyin daha fazla farkında olabilesiniz. Davranışlarınızı değiştirmeniz gerekmez. Değiştirmeniz gereken bilinç halinizdir. Davranışlar bundan sonra değişir.

Hıristiyanlık ise davranışlarınızla ilgilenir. Ama davranış dışsal bir şeydir. Sorun ne yaptığınız değil, ne olduğunuzdur. Davranışlarınızı değiştirip durmakla gerçekte hiçbir şeyi değiştirmiş olmazsınız. Siz aynı kalırsınız. Dışınızdan bir aziz olabilirsiniz ama içinizde yine aynı varlık olarak kalırsınız.

Bana gelen Batılıların sorunu, davranışları hakkında duydukları suçluluktur. Onları daha derin bir sorunun -zihinle, canla değil, varlıkla ilgili sorunun- farkına vardırabilmek için çok uğraşmam gerekiyor.

Budizm ve Jainizm de suçluluk yaratmıştır. Aynı çeşit değil, çok farklı bir suçluluk. Özellikle Jainler çok derin bir değersizlik duygusu yarattılar. Burada günah kavramı olmadığından Hıristiyanlıktaki anlamı ile suçluluk yoktur. Onun yerine eğer belirli şeyleri aşamazsanız değersiz ve aşağı mevkide olduğunuz kavramı vardır. Bu aşağılık olma duygusu ise tıpkı suçluluk duygusu gibi etki yapar.

Jainler de hiçbir meditatif teknik geliştirmediler. Yalnızca farklı formüller yarattılar: “şunu yap”, “bunu yap”, “şunu yapma”; her şey davranış biçimlerine odaklanmış durumda. Bir Jain keşişi davranışları açısından mükemmeldir ama öz açısından çok fakirdir. Tıpkı bir kukla gibi davranır. Jainizm bu yüzden ölü bir şeydir.

Budizm bu açıdan bakıldığında ölü değildir çünkü onda vurgulanan farklı bir şeydir. Budizmin etik yönü meditatif yönünün bir ürünü, bir sonucudur. Davranışın değiştirilmesi gerekiyorsa ve değiştirilirse, bu yalnızca meditasyona

yarar getirir, o kadar. Hıristiyanlığın ve Jainizmin aksine tek başına bir anlam taşımaz. Bu dinlerde iyi davranıyorsanız, iyisinizdir. Budizmde bu böyle değildir. İçsel olarak değişmeniz gerekir. İyi davranmak yararlı olur ama merkez meditasyondur.

Sonuçta bu üçü arasında yalnız Budistlerde derin meditasyon vardır. Başka hiçbir şeyin yardımı olmadan meditasyon yapabiliyorsanız o zaman diğerlerini bir kenara atabilirsiniz.

Ama Hinduizm daha da derindir. Hinduizmin tantra gibi pek çok farklı boyutlarda gelişebilmesinin nedeni budur. Sizin günah dediğiniz bile tantrada olumlu anlamda kullanılabilir. Hinduizm bir bakıma çok sağlıklıdır. Aynı zamanda da düzensiz ve karmaşa yaratıcı (kaotik) olduğu inkar edilemez.

Sağlıklı olan her şey karmaşıktır; sistematize edilemez.

Mantık ile Mantıksızlık Arasında Denge Kurmak – Sessizliği Dinlemek | Osho

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments