Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaEdebiyatKuramKaş Yaparken Göz Çıkarmak | Terry Eagleton

Kaş Yaparken Göz Çıkarmak | Terry Eagleton

Bu günlerde yaşanan her trajedi ya da doğal afetten sonra insanlar ellerindeki pankartlarla sokağa dökülüyorlar. Evlerinde hazırladıkları pankartlarının üzerinde tombul harflerle “Neden?” yazıyor ama bu insanlar sorularına bir cevap arıyor değillerdir. Depremin, toprağın derinlerindeki bir çatlaktan kaynaklandığını ya da cinayetin gözaltından fazlasıyla erken bırakılan bir seri katilin işi olduğunu biliyorlar. Pankarta “Neden?” yazmak “Bunun sebebi nedir?” diye sormak değildir; sorgulamaktan çok bir ağıttır bu. Dünyadaki akıl almaz bir akılsızlığa, çevremizde olup biten anlamsızlığa yapılan bir itirazdır.

Geleneksel felsefenin teodise diye bilinen bir dalı etrafımızdaki bu anlamsızlığa bir açıklama getirmeye çalışır. “Teodise”nin kelime anlamı “Tanrı’yı savunmak, haklı çıkarmak”tır. Oturup ağlamamızı gerektirecek kadar çarpık olan dünyayı meşrulaştırmaya çalışmamızın sebebi, görevlerini yerine getirmekte feci şekilde çuvallamakla suçlanan ve her nasılsa her şeyi sevdiği söylenen Tanrı’yı savunmak oluyor. Teodise, kötülüğün varlığını Tanrı’yı müşkil durumundan kurtaracak bir şekilde açıklamaya çalışır. Bu projeye İngiliz edebiyatının en büyük katkısı John Milton’ın muazzam epiği Kayıp Cennet’tir; şair bu eserde insanlığın içinde bulunduğu aşağılık yaşamı kullanarak “Tanrı’nın insanlara karşı yaklaşımını haklı çıkarmaya çalışır. Devrimci Milton’a kalırsa yaşanan hayatın iğrençliğinin bir sebebi, İngiltere İç Savaşı’nın getirmesini umduğu politik cennetin sefil bir şekilde yozlaşmasıdır. Yine de Milton’ın Tanrı’yı aklama yolundaki sofu çabası bazı okurların Tanrı’ya daha da çok sırt çevirmelerine sebep olmuştur. Şiirde yaptığı gibi, Tanrı’ya kendini savunması için incelikli argümanlar vermek ve kendini savunmasına sebep olmak, O’nu insanların seviyesine indirmek demektir. Oysa tanrılara, prenslere ve yargıçlara tartışmalara girmek, kendilerini haklı çıkarmaya çalışmak yakışmaz.

Teolog Kenneth Surin’e göre bir insan, 18. yüzyıl Avrupa Aydınlanması düşüncesinde sunulduğu gibi dünyayı uyumlu bir bütün olarak görmeye ne kadar çok meylederse, kötülük meselesi kendisi için o denli korkutucu bir hal alır. Zira kötülüğü anlama yolundaki modern çabalarımızın kökleri Aydınlanma’nın kozmik iyimserliğindedir. Kötülük, “sağduyu”nun yok edemediği kara bir gölgedir. Kozmik kart destesindeki joker, istiridyedeki kum tanesi, düzenli dünyamızdaki terslik unsurudur. Teodisenin bu anomaliyi açıklamaya yönelik bir dizi iddiası vardır, tik olarak, kötülüğün varlığını erdemli bir kişilik yaratmak için gerekli bir unsur olarak gören, Erkek İzci ya da soğuk duş diye adlandırabileceğimiz bir teori var. Falkland Savaşı’nda çarpışırken, vurulmanın kişiliğini çok geliştirdiğini söyleyen Prens Andrew gibi insanların, bu anlayışı onayladıklarını düşünmeden edemiyoruz. Bu görüşte kötülük bize iyi olma ve sorumlu davranma fırsatı vermektedir. Üzerinde kötülük olmayan bir dünya bizi erdemli davranışa yönlendiremeyecek kadar sıkıcı olurdu. Karamazov Kardeşlerdeki kötü kişi kendi varlığını savunmak için tam da böyle bir argüman öne sürer: İvan Karamazov’a kendi rolünü, Tanrı’nın yarattığı dünyadaki bir ihtilaf veya zıtlık, o dünyanın katışıksız sıkıcılığa teslim olmasını engelleyen bir muhalefet olarak sunar. “Belirsiz bir denklemdeki x” -saf uyum ve mutlak düzenin evreni ele geçirip her şeyi sona erdirmesine engel olmak için “gerekli zıtlık” olduğunu söyler.

Kötülüğü gerekli bir ihtilaf ya da karşı çıkış olarak görmek işi, iç organlarının kesilip kamından çıkarılması, yakılması ve sonra da ağzına tıkılmasının seni bir erkek yapacağı iddiasına vardırmaktır. Kötülük tıpkı bir komando olmak gibi, sana insanın eline pek de sık geçmeyen, nasıl bir insan olduğunu anlama fırsatını vermektedir. Tanrı “Hiroşima felaketini, Belsen toplama kampını, Lizbon Depremi’ni veya Veba Salgını”nı üstümüze salmakta haklıdır, yoksa gerçek dünyada değil de oyuncak bir dünyada yaşıyor olurduk der Richard Swinburne.2 Böyle ucuz bir fikrin sıradan birinden değil de bir Oxbridge hocasından çıkmış olduğuna inanmak gerçekten güç.

Kötülükten bazen iyiliğin gelebileceği doğrudur. Galiba kem talihin yüzümüze hiç gülmemesiyle övünen, mağrur tipler var aramızda. Kimileri diyor ki, modern dünyadaki bariz anlam kaybı ürkütücü görünebilir ama aslında bir nimettir. Olguların kendi başlarına anlamlı olmadığını anladığımız gün, onlara istediğimiz anlamı yükleyebiliriz. Diyorlar ki, geleneksel anlam enkazından, işe yarar anlamlar üretebiliriz. Yani, bir felaket gibi görünen şeyden neticede kazanç elde edebiliriz.

Ne var ki kötülükten her zaman iyilik doğmaz; öyle bile olsa bu kötülüğün varlığını haklı çıkarmaya yetmez. Mağrur insanlar biraz alçakgönüllülük öğrenmek için organlarının parçalanmasından daha makul yollar bulabilirler. Şüphesiz Soykırım’dan kaynaklanan iyilikler de olmuştur, özellikle de kimi kurbanların dayanışması gibi. Ancak herhangi bir insani duygunun Soykırım’ı aklamasını düşünmek ahlaka aykırılıktır. İncil’de İsa’nın zamanının çoğunu hastalara şifa dağıtarak geçirdiğini görürüz ama bir kez bile hasta ve sakatlara acılarına razı olmalarını öğütlemez. Aksine, ıstırapların şeytanın işi olduğunu düşünür gibidir. Cennetin bu dünyada çektiğin sıkıntıları yeterince telafi edeceğini söylemez. Sıkıntı çekmek sizi daha kibar ve bilge yapsa bile, sıkıntı çekmek kötüdür. Başka bir şekilde değil de sadece böyle kibar ve bilge olmanız ise daha kötüdür.

Buradan talihli düşüş fikrine çıkarız yine. “Talihli” dediğimize göre bunun iyi bir şey olduğunu mu düşünüyoruz? doğadan kopup tarihe girmemiz olumlu bir olay mıdır? Hiç de şart değil. Tarih birtakım olağanüstü başarılar getirmiştir elbette -ama sadece muazzam bir sefalet pahasına elde edilmiştir bunlar. Marksistler insan anlatısının bu iki yönünün birbirine yakından bağlantılı olduğuna inanır. Belki de amip olarak kalsak daha iyi olurdu, insan ırkı kendi kıyımıyla sona ererse -ki aklın sınırlarını zorlayan barbarlık tarihimize uygun bir son olurdu bu- pek çoğumuz hayatlarımızın son saniyelerini bunu düşünerek geçirirdik. Evrim ve neticede yol açtığı insanlık tarihi uzun ve korkunç bir hata mıdır? İşler bu kadar aşikâr bir şekilde kontrolden çıkmadan bütün bu projeyi iptal etsek daha iyi olmaz mıydı? Öyle olduğuna inanan bir sürü filozof var. Bunlardan birinin Schopenhauer olduğunu önceki sayfalarda görmüştük.

John Milton’ın Kayıp Cennet’i bu konuda oldukça muğlak bir tavır sergilemektedir. Milton çatışmanın gerekliliğine inanan devrimci bir Püriten’dir ve cennetin uyumlu ama durağan dünyası onu pek de heyecanlandırmamaktadır. Ancak Tanrı’nın krallığını seven ve püritenlerin İngiliz İç Savaşanda bu krallığı yeryüzüne indireceğine inanan ütopyacı bir düşünür olarak, bir tarafı o mutlu bahçe için özlem duymaktadır. Belki de kendisi meseleyi şöyle görüyordur: İlk yuvamızdan atılmasak iyiydi ama atıldığımıza göre daha görkemli bir mutluluk elde etmek için artık bir şansımız var.

Meselenin bu yönü garip bir şekilde sadece Milton’la değil Marksizmle de ilgili. Marksistler de sonuçta sosyalizm diye bilinen daha iyi bir yaşam şekline yol açacağını düşündükleri için kapitalizmin şeytanlıklarının iyi bir şey olduğunu düşünmüyorlar mıdır? Şüphesiz Marx kapitalizmi, tarihin gördüğü en devrimci üretim türü olarak açıkça övmüştür. İnsanlığa daha önce görülmemiş felaketler yaşatan, sömürüye dayalı bir sistem olduğu tartışma götürmez. Ne var ki Marx’a göre kapitalizm aynı zamanda insanın gücünü o güne değin bilinmeyen boyutlara ulaştırmıştır. Kapitalizmin zengin liberalizm ve Aydınlanma geleneği, uygulanabilir bir sosyalizm için gerekli mirası oluşturacaktır. Yani tarihin kapitalizme kapılması sadece bir şans değil de gereklilik midir? Kapitalizm olmadan gerçek sosyalizm olamaz mı? Sosyalizm gelip toplumun lehine düzenlemeler yapana kadar toplumu zenginleştirmesi için kapitalizm gerekli midir?

Bazı Marksistler kesinlikle buna benzer bir görüş öne sürmüşlerdir. Devrim Rusya’sının Menşevikleri bu fikri savunanların en bilinen örnekleri. Eğer durum gerçekten de böyleyse Marksizm de bir çeşit teodise örneği oluyor. Neticede iyiliğe sebep olacak tarihsel kötülükleri aklamaya yönelik bir tarafı var. Kimi Marksistlere göre antik dünyanın köleliği ahlaken yanlış olsa da, daha “ilerici” bir rejim olan feodalizme yol açtığı için gereklidir. Feodalizmden kapitalizme geçiş için de benzer bir sav öne sürülebilir. Yine de günümüzde kendine Marksist diyen pek az insan böylesi küstah bir önermede bulunabilir. Her şeyden önce kapitalizmin kesin olarak feodalizmden kaynaklandığını söyleyemeyiz. Dünyaya şöyle bir göz attığımızda bile kapitalizmin de sosyalizme yol açmayacağını görebiliriz. Kapitalizm başladığına ve var olduğuna göre, sosyalistler kapitalizmin maddesel olan ve olmayan kaynaklarını tüm insanlığın hizmetine sunmaya çalışabilir. Bununla birlikte sosyalistler bu amacı başka türlü yerine getirmeyi tercih ederler, tıpkı Milton’ın cennetten hiç kovulmamış olmamızı tercih etmesi gibi. Henüz hiçbiri yapmamış olsa da, sosyalistler insanlık tarihinin hiç başlamamış olmasının daha iyi olacağını iddia edebilirler. Sonuçta adil bir toplum yaratsak bile, bu geçmişin ve günümüzün acımasızlıklarını yeterince telafi edemeyebilir. Ölüyü iyileştiremez. Köleliği, Bob Hope’u ve Otuz Yıl Savaşlarını geriye dönük olarak katlanılır kılamaz. Ancak bütün bunlar gerçekleştiğine göre, sosyalizmle ya da sosyalizmsiz, keşke hiç olmasalardı demek anlamsız değildir. Bu istek doğru olmayabilir. Ama makul olmadığını söyleyemezsiniz.

Kötülükten iyilik doğabilirse bile, diye soruyor filozof Brian Davies, “Kötülüğü, iyiliğe yol açabilecek şekilde düzenleyen biri [yani Tanrı] hakkında ne düşünmeliyiz?” Karakterimizi sınamak için dang hummasından, Britney Spears’ten ve tarantuladan daha makul bir yol bulamaz mıydı? Belki bu tür bir dünyada kötülük kaçınılmazdır; peki Tanrı neden başka türlü bir dünya yaratmadı? Bazı teologlar acı ve ıstırabın olmadığı maddesel bir dünya yaratamayacağım öne sürüyorlar. Bu kurama göre tensel hazlar istiyorsak, hatta sadece vücudumuz olsun bile diyorsak, çektiğimiz acılara razı olmalıyız. Leibniz yaşadığımız dünyanın olası en iyi dünya olduğunu iddia eder; başka filozoflar ise olası dünyaların en iyisi fikrinin en az en büyük asal sayı fikri kadar anlamsız olduğunu söylüyor. Nasıl bir dünyada yaşıyor olursak olalım, her zaman daha iyisini tahayyül edebiliriz (mesela Kate Winslet’in kapı komşunuz olduğu bir dünya gibi).

Bir de Resmin Tamamı argümanı var ki kötünün gerçekte kötü olmadığını, aslını göremediğimiz bir iyilik olduğunu iddia eder. Kozmik resmin tamamını görebilseydik, dünyaya Tanrı’nın görüş açısından bakabilseydik, bize kötü gibi görünen şeyin, iyicil bir bütündeki önemli bir parça olduğunu anlayabilirdik. Sadece görünürde kötü olan bu şey olmasa bütün gerektiği gibi işleyemezdi. Bu argümana göre olan biteni doğru bağlama koyduğumuzda, kötü görünen iyi görünmeye başlayacaktır. Mesela küçük bir çocuk bir kadının birinin parmağını kestiğini gördüğünde dehşete kapılabilir; oysa o kadının bir cerrah ve parmağın da artık iyileşemeyecek kadar kötüleştiğini bilmiyordur. Kötülük bu yönden bakıldığında ayrıntıda kaybolmaktadır. Biz uzak görüşlü olmayan yaratıklar, bebekleri ateşte közlemeyi iyi bir fikir olarak görmeyebiliriz ama bakış açımızı genişletip, bu eylemin daha büyük bir plana olan katkısını anladığımızda, olay bize mantıklı gelebilir, hatta bebek yakanlara yardımcı olmak için elimizi bile uzatabiliriz, insanlık tarihinde daha ikna edici argümanlar da görülmüştür. Bu teorinin tersyüz edilmiş bir halini Nietzsche seslendirir: Keyif dolu bir ana rıza gösteriyorsanız, dünyadaki bütün üzüntü ve kötülüğe de razısınızdır demektir çünkü dünyada her şey birbirine bağlıdır.

Kimisi kötülüğün bir bilmece olduğunu düşünür. Yine de bir bakımdan dünyanın mükemmellikten uzak olduğu son derece aşikârdır. Bunun sebebi de insanların birbirlerini sakat bırakmakta, sömürmekte ve ezmekte özgür olmalarıdır. Bu görüş bazılarının doğal kötülük dediği şeyi (depremler, hastalıklar vs.) haklı çıkarmamaktadır ama bugün atalarımızla karşılaştırıldığında çok daha fazla kişinin sözde doğal kötülüklerde parmağımız olduğunu düşünmek için geçerli sebepleri vardır. Modern çağ doğa ve tarih arasındaki çizgiyi gittikçe daha da belirsizleştirmektedir. Kıyamet inancı dünyanın sonunu ateşte ve tufanda, yıkılan dağlar ve parçalanan göklerde, ilahi sarsıntılar ve türlü kozmik alamette görmektedir. Bütün bu dehşetengiz senaryodan biz çelimsiz hayvanların sorumlu olabileceği kıyamet tellallarının hiç aklına gelmez mi acaba? Kıyamet hep yaptığımız bir şey değil de başımıza gelen bir şey olarak görülüyor. Oysa onu kendi başımıza gerçekleştirecek güce pekâlâ sahibiz.

Tanrı’ya inananlar için soru aslında dünyada neden kötülük olduğu değildir. Bu sorunun cevabı oldukça açık… Bir pezevengin, Arnavutluk’tan getirilmiş otuz seks kölesini İngiltere’deki genelevine kapatmasında gizemli bir yön yok. İnananlar için birincil mesele, Tanrı’nın nasıl olup da insanları böyle şeyler yapma özgürlüğüyle yaratmış olduğudur. Kimi inanlar için insanların özgür olarak yaratılmaması kendi içinde çelişkili bir eylem olurdu. Çünkü söz konusu yaratıcı, saf özgürlük olan Tanrı’dır. Tanrı’nın görüntüsünde ve O’na benzer yaratılmış olmak kesinlikle bir kukla olmak değildir. Eğer Tanrı’nın kullan gerçekten de kendisine benzer olacaksa, kendi özgür hayatlarının doğrultusunda yaşamalıdırlar; eğer özgürler ise yanlış yola sapma yetkisine de sahip olmalıdırlar. Bu bakış açısıyla, iyilik yapma gücüne sahip her hayvan, doğal olarak kötülüğe de yetkindir.

Peki, bütün bunlar aklınıza yatıyor mu? Tanrı’nın özgür ama kötülüğü seçme konusunda özgür olmayan insanlar yaratamayacağını kesin olarak söyleyemeyiz. Neticede, Tanrı’nın tanımı gereği her şeye muktedir olması gerekmektedir. Oysa Tanrı Arnavut seks kölelerini pazarlayamaz; haram kazançlarını koyacak bir cüzdanı olmadığından değil, böyle bir iş yapmak, kendi doğasıyla çelişmek olacağından. Ve bizim aksimize Tanrı kendisiyle çelişemez, ters düşemez. Daha önce gördüğümüz üzere geleneksel Hıristiyan teolojisine göre şeyler kendi içinde iyidir ve kötülük varlıktaki bir tür bozulma ya da eksilmedir. Şeyler geliştikçe, yapmaları gereken şeyleri yaptıkça iyileşirler. Kolunuzu dişleri arasında çiğneyen bir kaplan iyidir çünkü o esnada yapması gereken şeyi yapmaktadır. Tek sorun onun gelişme yolunun seninkisiyle çelişiyor olmasıdır. Virüsler de kendi masum viral hayatlarını sürmektedirler. Doğalarına baktığımızda virüslerde itiraz edecek hiçbir şey bulamayız. Şüphesiz muhalif bir grup eninde sonunda, ellerindeki pankartları hastanelerin önünde öfkeyle sallayarak ve virüsleri yok etmeye çalışan bilim adamlarına saldırarak, virüslerin de haklan olduğunu haykıracaklardır. Aslında meselenin kökeninde şu yatıyor: Virüsler kendilerine has yaşantılarını yaratıcı bir şekilde sürdürürken, virüslerle girdikleri ilişki sebebiyle kendilerine has yaşantılarını yaratıcı bir şekilde sürdüremeyen insanları öldürme eğilimine giriyorlar. Tanrı neden bir türün serpilip gelişmesinin bir başka türün salahiyetiyle çelişmediği bir evren yaratamamıştır ki? Dahası dünya serbest piyasaya neden bu kadar çok benzemektedir?

Günümüzde kötülük meselesiyle karşı karşıya kalan kimi teologlar Tanrı’nın Eyüp Kitabı’ndaki bir sözünden medet umarlar. Tanrı’ya kötülüğe neden izin verdiğini sormak, bu teologlara göre, onu rasyonel ve ahlaki bir varlık olarak görmek demektir ama Tanrı kesinlikle böyle bir varlık değildir. Tanrı’yı öyle düşünmek uzaylıları yeşil renkli, ağızlarından sülfür saçan, üçgen gözlü ve böbreksiz insanımsılar olarak görmek demektir. Bütün bunların kanıtladığı tek şey insan hayal gücünün kıtlığıdır. Son derece garip görünen bir yaratığı bile, kendimizin üstünkörü gizlenmiş hali olarak görme eğiliminde olduğumuz ortada. Tanrı, insanları iyiye yöneltmekle görevli, sorumlulukları, zorunlulukları ve fırsatları olan devasa bir ahlak zabıtası olarak düşünülmemelidir. Söz konusu teologlar aksi görüşün O’nu zındıkça kendimize benzeterek, Tanrı’nın mutlakiyetini önemsizleştiren Aydınlanmacı bir yorum olduğunu öne sürüyorlar. Filozof Mary Midgley’in de işaret ettiği gibi: “Eğer Tanrı varsa, kesinlikle yozlaşmış ya da aptal bir memurdan daha gizemlidir.” Tevrat’ta Eyüp’e sertçe söylediği üzere, Tanrı insan mantığının sınırlarının ötesindedir. Eyüp sıkıntılarından şikâyet edip
Tanrı’nın kendisi gibi saf birine neden bu kadar çok felaket yağdırdığını sorduğunda, yandaşları fiyakalı sözde açıklamalar yaparlar. Belki de, örneğin, ataları bazı günahlar işlemiştir ve kendisi bu sebeple cezalandırılmaktadır. Sonunda Tanrı kendisi ortaya çıkar ve bu onursuz cevaplan lanetleyerek bir kenara iter. Eyüp’e bu acılan neden çektirdiğini açıklamak yerine, kendisine, üç aşağı beş yukarı, cehenneme kadar yolunun olduğunu söyler. Tanrı’nın Eyüp’ü terslemesinin meali şudur: Sen benimle ilgili ne bilebilirsin ki? Kendi ahlaki ve rasyonel kodlarını bana uygulamaya nasıl cüret edersin? Bu bir salyangozun bir bilim adamını sorgulaması gibi bir şey değil midir? Bu ne cüret? Hikâyenin sonunda Eyüp Tanrı’yı bir sebep olmaksızın sevmeye karar verir — ötesini berisini düşünmeden, ödül ve ceza gözetmeksizin, en az çektiği acılar kadar karşılıksız bir sevgiyle sevmeye karar verir.

“İyilik için yaratılmış bir evrende,” diye yazar Richard J. Bernstein, “Auschwitz’den sonra, kötülüğün ve acının meşrulaştırılabileceğini düşünmek terbiyesizliktir.” İyi de, bu her zaman terbiyesizlik değil miydi? Neden sadece Auschwitz’den sonra öyle olsun ki? Pek çok insan Nazi toplama kamplarından çok daha önce kötülüğün meşrulaştırılamayacağını dile getiriyordu. Bu durumda Tanrı’nın altı milyon Yahudi’nin öldürülmesine neden izin verdiğini bilmiyoruz, tabii eğer “izin vermek” doğru ifadeyse. Bazı inançlı insanlar, bu işi doğru bulmayıp, açıklama aramaktan vazgeçebilirler. Şu ana değin sözü edilen bütün argümanların gerçeklikten uzak ve düzmece, birkaçının ise zındıkça olduğunu iddia edebilirler. Kant bu yüzden “Teodiseye Yönelik Bütün Felsefi Girişimlerin Gereksizliği” başlıklı bir deneme yazmıştır. Paul Ricoeur teodisenin “çılgın bir proje” olduğunu söyler. Hıristiyanların ellerinden gelen bu kadarsa, yenilgiyi kabul etmeleri ve – en azından bu mühim meselede- agnostik olmaları kendi hayırlarınadır. Agnostik olmaları durumunda bile kötülüğün Tanrı’nın varlığına karşı son derece güçlü bir argüman oluşturduğunu göz önüne almak zorundadırlar.

Midgley’e göre “kötülüklerin çoğu tembellik, korku, pintilik ve açgözlülük gibi sessiz, saygıdeğer ve şiddetten uzak sebeplerle yapılır.” Bu kitabın algıladığı anlamdaki kötülük, söz konusu sebepler kadar ahlaksız ve şeytani değildir. Genellikle korkmamız gereken kötülük değil sıradan bencillik ve hırstır. Korkunç eylemlerin sahipleri her zaman korkunç kişiler değildir. CIA işkencecileri kesinlikle iyi birer koca ve baba olabilir. Sezar’ın etraftaki bütün kabileleri dize getirdiği söylense de askeri katliamlardan aslında hiç kimse tek başına sorumlu değildir. Yaşlıların emeklilik fonlarını hortumlayan veya gezegenin tamamını kirleten kişiler de genellikle iş iştir diyen yumuşak başlı bireylerdir. Meselenin özünün böyle olmasına sevinmeliyiz. Zira çoğu kötülük kurumsaldır. Bireylerin kötü niyetli eylemlerinin değil de menfaatlerin ve insanlardan bağımsız işlemlerin ürünüdür kötülük. Bu işleyişi kesinlikle hafife almamalıyız ama komplo diye bir şeyin varlığını da reddetmemeliyiz. Şu bir gerçektir ki kötü niyetli bazı insanlar, günümüzde artık sigara içmenin yasak olduğu odalarda buluşup kötülükler planlamaktadırlar. Öte yandan bu kötülükler belli sistemlerin ürünüdürler.

Kötülük türlerinin çoğu toplumsal sistemlerimizin içine işlemiştir ve bu sistemlere hizmet eden bireyler yaptıklarının ciddiyetinin farkında olmayabilirler. Öte yandan bu insanların tarihin elinde basit birer kukla olduğunu söyleyemeyiz. Noam Chomsky’nin bir zamanlar dediği gibi entelektüellerin politik otoriteye meselelerin iç yüzünü göstermesine gerek yoktur çünkü otorite gerçeği zaten bilir. Entelektüeller topluma gerçeği gösterseler bile, iğrenç siyasi eylemlere imza atan pek çok birey, duyarlı ve vicdanlı insanlardır; bu insanlar devlete, şirkete, Tanrı’ya veya Özgür Dünya’nın geleceğine -kimi sağcı Amerikalılar için bütün bu kavramlar neredeyse aynı anlama gelir- cansiperane hizmet ettiklerini düşünürler. John Le Carre’ın gizli ajanları gibi, haysiyetsiz davranışlarının tatsız ama gerekli olduğuna inanırlar. Bir insanın tırnaklarını kerpetenle sökmek, ideal bir dünyada yapacakları bir şey değildir. Tırnak söken işkencecilerin ve daha kötüsü onlara bu işi verenlerin, yaptıkları ve söyledikleri arasında ciddi bir çelişki görmeksizin ahlaki değerlerden bahsedebilmelerinin bir sebebi işte budur. Ahlaki değerlerine samimiyetle inanıyor olabilirler ama o değerlerle ticari ve politik gerçekleri başka dünyalara aittir. Ve bu iki dünyanın kesişmeleri gerekmemektedir onlar için. Siniklerin dediği gibi din gündelik gerçeklerle çelişmeye başladığında, dinden vazgeçme zamanı gelmiştir.

Bu durumda söz konusu yanlış bilinç müteşekkir olmamız gereken bir şeydir. Korkunç şeyler yapan insanlar yaptıklarının en azından kısmen farkında olmasalardı, onların gerçek anlamda, içten gelen bir kötülüğe sahip olduklarını düşünmek zorunda kalacaktık. Ve bu da onların, şu an sahip olduğumuzdan daha iyi bir toplumsal düzen kurma hakkına ve yetisine sahip olup olmadıkları meselesini gündeme getirebilirdi. Marx ve Engels ideoloji kavramını radikal bir politik düzeni makul göstermek için kullanmamışlardır ama buna rağmen ikisi arasında bir ilişki vardır. İnsanların içinde oldukları sistem tarafından güçlü bir şekilde şartlandırılmış olmaları gerçeği, politik değişime engel olmaktadır. Ancak, bu gerçek onların, politik kefarete uzak olduklarını söyleyerek ıskarta edilmelerini gerektirmez. Hümanistler bu tür insanlar için, ironik bir şekilde, yanlış bir bilinç geliştirmişlerdir, Eğer başkalarını sakat bırakan ya da sömüren insanlar aslında ne yaptıklarının farkında değillerse, İncil’den meşhur bir ifadeyle söylersek, bu durumda şüphesiz ahlaken vasattırlar, büsbütün kötü değillerdir. Yaptıkları şeyin ciddiyetinin sadece kısmen farkında olsalar bile ya da yaptıklarının tam olarak farkında olmalarına rağmen bunun onurlu bir dava için vazgeçilmez olduğunu düşünseler bile belki de hümanistlerin sandıkları kadar hoş görülür değillerdir. “Belki” diyorum çünkü Stalin ve Mao onurlu bir amaç diye niteledikleri bir şey için katliamlar yaptılar ve Stalin ve Mao’yu da hoş göreceksek, kimi görmeyeceğimizi kestirmek zor…

Kötülük eylemlerinin çoğunun yanlış düşünme, ağır basan çıkarlar ve tarihsel güçlerden kaynaklandığı doğru olmasaydı, çok daha korkunç bir durumla karşı karşıya kalırdık. İnsan ırkının yaşamını sürdürmeye hakkı olmadığını düşünmek zorunda kalabilirdik. Schopenhauer insan yaşamını korumaya değer bulan herkesin derin bir yanılgı içinde olduğunu söylüyor. Ona göre insan yaşamı uğraşmaya değmezdir çünkü sadece “anlık tatmin, ihtiyaçlardan kaynaklanan kısa süreli keyif, yoğun ve uzun süren acı, sürekli mücadele”den ibarettir, “bellum omnium, her şey hem av, hem avcıdır. Yokluk, ihtiyaç, endişe, feryat ve uluma insaecula saeculorum veya yerkabuğu bir kez daha çatlayana kadar devam edecektir. ”

Schopenhauer’un çizdiği portrenin yetersiz bir algıya dayandığını düşünebilirsiniz. Bu portrede insan yaşamına dair bazı temel unsurların sorumsuzca göz ardı edilmiş gibidir. Ancak Schopenhauer’un insan yaşamını yaşanmaya değer kılan hemen her şeyi bir kenara ittiğini kabul etsek bile ortada bir sorun var. Elbette savaş kadar sevgi, inleme kadar kahkaha, işkence kadar da mutluluk var. Ancak insanlık tarihinin kayıt defterinde bu iki grup özellik, yani olumlu ve olumsuz eşit midir? Cevap belli. Aslında olumsuz sadece baskın değil, pek çok yerde ve zamanda tartışmasız bir şekilde baskındır. Hegel tarihin “halkların mutluluğunun, devletlerin bilgeliğinin ve bireylerin erdeminin kurban edildiği kanlı bir sunak,” mutluluk dönemlerinin ise boş sayfalar olduğunu söyler. Ayrıca yazdıklarında “kötülük, şeytanilik ve insan ruhunun yarattığı en görkemli imparatorlukların düşüşü” ve “insanoğlunun dile gelmemiş sefaletinden bahseder. Ve üstelik bütün bunları fazlasıyla iyimser olmakla düzenli olarak suçlanan bir filozof yazıyor! “Satırları arasında,” diye yazar Schopenhauer, “ağlama, inleme ve diş gıcırtısı, halkların korku dolu patırtısı ve kan davası görülmeyen bir felsefe, felsefe değildir.” İnsanlık tarihinin “bitimsiz yıkımları”ndan bahseden Theodor Adorno da Schopenhauer’la aynı görüştedir.

Erdem kamusal alanda geliştiyse bile bu hem kısa hem de tehlikeli bir şekilde olmuştur. Hayranlık duyduğumuz değerler -merhamet, şefkat, adalet, iyilik- çoğunlukla kişiye özel alanlara mahsustur. Çoğu kültür çapulculuk, açgözlülük ve sömürü anlatılarından oluşur. Yakınlarda sona eren çalkantılı yüzyıl bir ucundan diğerine kana boyanmıştır, boş yere ölen milyonlarca insanla imlenmiştir. Politika dünyasını vahşi, kokuşmuş ve baskıcı görmeye öylesine alışmışız ki bu şartların bu denli ısrarla sürmesine artık şaşırmıyoruz. Meşhur ortalamalar yasası sebebiyle bile olsa, iyilik ve ışığa insanlık tarihinin kayıtlarında daha sık rastlamamız gerekmez miydi?

Meseleyi başka türlü de ifade edebiliriz. İnsanın içinde hem iyilik hem de kötülük olması bir meyhane klişesidir. İnsan karmaşık, öngörülmez ve ahlaken karışık bir yaratıkmış. Öyle bile olsa politik hayatta iyiler neden daha sık görülmezler? Sebep kesinlikle toplumsal ve politik tarihin – yapıların, kurumların ve güç ilişkilerinin- doğası olmalı. Çıtkırıldım bir liberal bakış açısında insanlar sadece ahlaken karışık değildir. Aksine, insanlar çoğunlukla yoz, tembel yaratıklardır ve insanlardan kayda değer bir şey elde etmek istiyorsanız, onları sürekli disiplin altında tutmanız gerekir. Bu yönden bakıldığında insanlardan çok şey bekleyenler – sosyalistler, özgürlükçüler ve benzerleri- feci hayal kırıklığına uğrayacaklardır. Zira onlar insanı aşın bir şekilde idealleştirme eğilimdedirler. Muhafazakârların, öte yandan, insanda gördükleri gelişme potansiyeli de moral bozacak kadar azdır. Muhafazakârlar ilk günaha inanırlar ama kefarete inanmazlar; pembe gözlüklü liberaller ise kefarete inanır, ilk günaha inanmazlar. Bu aşın iyimser anlayışa göre insanlar bir şekilde başlarının çaresine bakmaktadırlar çünkü yaşadığımız dünyanın şartları buna engel olacak kadar feci değildir. Belli bir naif özgürlükçü düşüncede ise insan refahının önünde gerçekten de ciddi engeller vardır ama bütün bunlar haricidir. Bu harici unsurların baskıladığı insanın ise içsel bir iyiliğe sahip olduğu düşünülür. Özgür olmamamızın tek sebebi önümüzde bir engel olmasıdır. Bu safdil bakış açısı doğru olsaydı, d evrimlerin ve kurtuluşun daha sık yaşanması gerekirdi. Özgürlük ve devrim insanlık tarihinde sık görülmemektedir çünkü bizim kesinlikle kendimizden kurtarılmamız gereklidir.

Radikaller ise tehlikeli bir denge tutturmak zorundadırlar. Bir yandan insanın günümüze değin gelen yozlaşmışlığının derinliği ve inatçılığı konusunda acımasızca gerçekçi olmak zorundadırlar. Aksi takdirde hayat şartlarımızı değiştirme projesi sebatlı olamayacaktır. Duygusal bir hoşgörü insanın yararına değil zararınadır çünkü hoş görerek değişime engel olursunuz. Bir diğer yönden ise yozlaşmışlık değişim ve dönüşümü imkânsız kılacak bir unsur olamaz. Tarihi fazlasıyla iyimser okumak, kapsamlı bir değişime gerek olmadığı görüşüne çıkar. Aşın kasvetli okursanız da böyle bir değişimin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı sonucuna çıkarsınız.

Bu durumda radikal değişim projesi süregelen tarihsel haksızlıkların katışıksız aksiliğine nasıl karşı koyacaktır? Gerçekçilik nasıl olacak da umudun yeşermesine mani olmayacaktır? Bazen siyasi değişimlere ne kadar çok ihtiyacımız varsa o değişim o denli imkânsız görünür. Rus Bolşevikler 1917’de Sovyet Devrimi sırasında kendilerini böyle bir durumda buldular. Çar otokrasisi, özgürlükçü ve sivil kurumların yokluğu, yoksulluk içindeki köylüler ve feci şekilde sömürülen proletarya, devrimi zorunlu kılmaktaydı. Ancak bu unsurlar aynı zamanda devrimi zorlaştıran sebeplerden bazılarıydı. Bir zamanlar Lenin’in dediği gibi Rus toplumunun geri kalmışlığı devrimi başlatmayı nispeten kolaylaştırıyordu. Güç sadece bir merkezde toplandığından, çarlık devletine indirilecek bir darbe devrim için yeterli olacaktı. Ama işte aynı geri kalmışlık, diye ekliyordu Lenin, başlatılan devrimi sürdürmeyi zorlaştırıyordu. 20. yüzyılda çirkin ve biçimsiz bir sosyalizme tanık olduk çünkü gerçekleşmesinin en az mümkün olduğu yerde sosyalizme karşı büyük bir ihtiyaç vardı. Ve bu o çağın en büyük trajedilerinden biridir.

Radikalleri siyasi umutsuzluğa kapılmaktan alıkoyan materyalizmdir. Bununla kastettiğim şiddet ve adaletsizliğin kişilerin bireysel kötülük eğilimlerden değil de büyük oranda çevresel unsurlardan kaynaklandığı inancıdır. Materyalist görüşte yoksul ve ezilen insanlardan Assisi’li Aziz Francis gibi davranmaları beklenmez. Bazen belki aziz gibi davranırlar ama öyle davrandıklarında çarpıcı olan tek şey bu davranışın sıra dişiliğidir. Erdemlilik belli bir oranda maddi refaha bağlıdır. Açlıktan ölmek üzereyken, başkalarıyla makul ilişkiler kuramazsınız. Materyalizmin bu bağlamdaki zıttı ahlakçılıktır -iyi ve kötü davranışların maddi şartlardan oldukça bağımsız olduğu ve bu davranışları iyi ya da kötü yapanın da kısmen bağlama rağmen seçilmiş olmaları inancıdır. Radikaller çevresel şartlan düzelterek insanlardan birer aziz yaratabileceklerini düşünüyor değiller. Aksine radikaller biliyorlar ki insan kötülüğü, kimi Freudyen olan birçok sebeple, en köklü politik değişime bile direnebilir. Otantik materyalistler politik olgu ve etkilerin de sınırlan olduğunun ve biz maddesel yaratıkların politik kavramlarla nasıl bir ilişki içinde olduğumuzun farkındadırlar. Radikal düşünce, bütün bunlara rağmen, büyük insan topluluklarına çok daha iyi yaşam şartları sunulabileceğini iddia eder. Ve bu da politik gerçekçiliğin ta kendisidir.

Maddi bir varoluş mücadelesi içinde olan insanlar, birer gizli Pinkie ya da mini Leverkühn oldukları için değil de sırf yaşadıkları zorluklar sebebiyle erdem timsali olmaya oldukça uzaktırlar. İnsanlık tarihinin barbarlık ve cehaletle dolu olması kısmen sınıf toplumunun yarattığı yapay kaynak kıtlığından ve büyük kitlelere insan vasfının ve öneminin verilmemesindendir. Ahlak güçten ayrı düşünülemez. Dahası, nasıl ki baskı altında tutulanlar ve zulmedilenler yozlaşıyorsa, yönetici sınıf arasında da adı duyulmamış her türden ahlaksızlığa sık rastlanmaktadır. Pek çok güçlü ve zengin kişi, kimi ünlü yıldız gibi, zamanla kendisinin ölümsüz ve yenilmez olduğunu düşünmeye başlar. Sorsanız itiraf etmezler ama davranışlarının gösterdiği budur. Ve iş inanca geldiğinde, insanların söylediklerine değil de yaptıklarına bakmalısınız. Söz konusu insanlar işte bu inançları sebebiyle tanrıların yıkıcı güçlerini zaman içinde maharetle kullanmaya başlarlar. Sadece yaşadıkları şartlar kendilerine ölümü hissettirenler, kendi türünden başka bireylerle dayanışma eğilimine girerler.

Buraya kadar ahlaksız davranışların büyük oranda somut kurumlardan kaynaklandığını ve bu sebeple de kötülüğe bulaşan insanların, tıpkı ilk günahta olduğu gibi, tamamen sorumlu tutulamayacağını tartıştım. Aslında önerdiğim ilk günah fikrinin materyalist bir yorumu. Eylemler aktörleri öyle olmadan kötü olabilir. Aynı şey iyilik için de söylenebilir. Üçkâgıtçıların Çocuk Esirgeme Kurumu için çalıştığı görülmüştür. Tarihsel açıdan baktığımızda iyi eylemlerin iyi bireylerden daha önemli olduğunu öne sürebiliriz. Dolayısıyla kıtlığı sonlandırmamıza yardım ettiğin sürece, özgecil davranışını sadece erkek arkadaşını etkilemek için yapıyor olman çok da önemli değildir. Peki ya kötülük? Kötülük söz konusu olduğunda, eylem ve aktör ayrımı ile ilgili söylediklerimizi bir daha gözden geçirmeliyiz. Kötü kişiler olmadan kötü eylemler olabilir mi? Olamaz, tabii eğer bu kitabın argümanı sağduyuluysa. Kötülük bir davranış türü olduğu kadar bir varoluş şartıdır da. İki eylem aynı görünebilir ama biri kötüyken diğeri olmayabilir. Karşılıklı rızaya dayanan sadomazoşist bir cinsel ilişkide, erotik haz almak için eşine acı çektiren biriyle, başka birine sırf içindeki iğrenç yokluk duygusunu bastırmak için dayanılmaz acılar yaşatan biri arasındaki farkı düşünün örnek olarak.

Ne var ki eğer kötülük bir aracıya gerek duyuyorsa, Nazileri nereye koymalı? Kimin öznel varoluşu Auschwitz’e sebep olmuştur? Hitler’in mi? Parti önde gelenlerinin mi? Ulusal aklın mı? Bu soruyu cevaplamak zor. Belki tek söyleyebileceğimiz Nazi Almanya’sında kötülüğün, benzer durumlarda da görüldüğü üzere, çok farklı düzlemlerde işlemiş olduğudur. Bir yanda ordu mensubu ya da devlet görevlisi oldukları için kötü olmadıkları halde, kötüymüş gibi davranmak zorunda kalan işbirlikçiler vardı. Bu projede (caniler, milliyetçiler, sıradan Yahudi düşmanları gibi) gönüllü olarak yer aldıkları için çok daha suçlu olanlar ama kötü diye nitelendiremeyeceğimiz insanlar da yer aldı. Ayrıca akla gelmeyecek kötülükler yapan ama bunları belli bir tatmin elde etmek için yapmayanlar da vardı. Eichmann bu son gruba iyi bir örnek oluşturuyor. Ve elbette Hitler gibi öldürme ve yok etme fantezilerini tatmin eden ve hakiki kötü diye tanımlayabileceğimiz insanlar da vardı. Belki biraz tereddütle ulusal haleti ruhiyeden de bahsedebiliriz -insanları yakalayıp zehirleyen fantezilerden söz edebiliriz. Başlangıçta bu fantezilerin kurulmasında yer almayan ama Nazi propagandasıyla bu işe sürüklenen ve hastalıklı bir dünya dışı balçık tarafından ele geçirilen insanlardan bahsedebiliriz.

Eğer ahlak ve yaşamın fiziksel şartlarına dair argümanım bir ölçüde de olsa mantıklıysa, önemli bir olguyu ortaya çıkartıyor. insan ırkıyla ilgili güvenilir bir ahlaki yargıda bulunanlayız zira onu iflah olmaz şartların dışında gözleme şansımız olmadı. Şartlar başka türlü olsaydı insan nasıl davranırdı, bilemiyoruz. Kimileri gerçek insan doğasının ancak şiddetli baskı altında ortaya çıktığına inanır. Sırtlarını bir duvara daya, yüzlerine ışık tut, hayatta en çok korktukları şeyle baş başa bırak onları ve insanların ne oldukları ortaya çıksın. Ancak bu fikrin doğru olmadığı aşikârdır. Çoğu insanın belli şartlar altında su ve ekmek için birbirlerini öldüreceği muhtemelen doğrudur. Ama bu onların ruhlarının normal şartlardaki haliyle ilgili pek az şey söylemektedir bize.

Yoğun baskı altındaki insanlar genellikle en zarif yönlerini ortaya koyamazlar. Bazı insanların en güçlü yönlerini kriz anlarında gösterdikleri doğrudur, İngilizlerin, örneğin, bu erdemi sergilediklerine inanılır, İngilizler iki kriz arasındaki sürede sıra dışı bir kahramanlık gösterisi yapma fırsatını sabırla beklerler. Ancak böyle insanlar azınlıktadır, insanların baskı ve sıkıntıdan kurtulma isteklerinin tek sebebi sağlıklı olmak değildir. İnsanlar sadece baskı ortadan kalktığında kim olduklarını öğrenebilirler veya olmak istedikleri kişi olabilirler. Marx, bugüne değin olan biten her şeyin aslında tarih olmadığını söyler. Şu ana değin olan bitenler onun deyişiyle “tarih arifesidir. Sürüp gitmekte olan korkunç sömürünün bir başka adımıdır sadece. Ancak önümüzdeki engelleri yıkıp gerçek tarihe ulaştığımızda nasıl insanlar olduğumuzu anlama şansına sahip olacağız. Bu neticede hoş bir deneyim olmayabilir elbette. Belki de baştan beri bir canavar olduğumuz çıkacak ortaya. Ama en azından, üstümüzdeki gücün acımasız zorlamalarıyla ya da mal mülk için verdiğimiz sonsuz kavganın etkisiyle bulanıklaşmış gözlerle değil, doğru ve düzgün bir bakışla görebileceğiz kendimizi.

Ahlaki püritenler bir yönden haklıdır, iyi ve kötü arasındaki fark önemlidir. Ama onların düşündükleri anlamda değil. Meseleye ahlaken bakarsak, insanları ayıran şey tarihin bu güne değin çoğunlukla bir kan dökme ve despotluk fablı, insanlar için şiddetin medeni davranışlardan çok daha alışılmış ve dünya üzerinde yaşamış insanların büyük çoğunun gün ışığını hiç görmemesinin çok daha hayırlı olduğunu bilip bilmemeleridir. Bu kasvetli Schopenhauervari duygular bazı solcuları rahatsız edecektir. Bu görüşü açıkça teslimiyetçilikle ve moral bozucu olmakla itham edeceklerdir. Kötümserliği bir düşünce suçu gibi gören solcuların olması gibi bütün olumsuzlukları nihilizm sanan kronik iyimser Amerikalılar da vardır. Ne var ki politik bilgeliğin bütün kökleri gerçekçiliktedir. Thomas Hardy, sadece en kötüyü soğukkanlılıkla değerlendirdiğimizde daha iyiye doğru gidebileceğimizi söyler.

Günümüzde politik değişimin önündeki engel, ironik bir biçimde, insanlık tarihinin berbatlığının getirdiği kötümserlik değil akılsız bir gelişme düşkünlüğüdür. Gerçek antirealistler, hepimizin gün geçtikçe daha iyi ve daha medeni olduğumuz gibi aklın almayacağı kadar kendinden hoşnut inançlar besleyen bilim adamı Richard Dawkins gibi insanlardır. “Yirmi birinci yüzyıldaki çoğu insan,” diye yazar Tanrı Yanılgısı’nda, “ortaçağ’daki, firavunlar zamanındaki ve hatta, o kadar uzağa gitmeye gerek yok, 1920’lerdeki atalarından[…] çok daha ilerdedir. Her şey bir ilerleme içindedir ve bir önceki yüzyılın[…] öncü kuvvetleri bile sonraki yüzyılın arkada kalmış âcizlerinden bile çok daha geridedir. Bölgesel ve kısa süreli gerilemeler yaşanabilir; Amerika 2000’lerin başındaki hükümetten çok çekmiştir. Ama geniş zaman ölçeğinde, gelişim eğilimi hiç durmamıştır ve durmayacaktır.”

Dawkins, gelişimle liberal değerlerin artışını kastetmektedir. Bu alanda gerçekten de (eşi benzeri olmayan) tatmin edici gelişmeler kaydedilmiştir. Dolayısıyla, o afili “ve durmayacaktır” dogmasına rağmen (bilim adamı elinde sihirli küresiyle mi konuşuyor acaba?), bu gelişmenin değerini vurgulamakta oldukça haklıdır. Hem de gelişmenin sadece emperyalist bir mit olduğunu söyleyen kişilere rağmen halkıdır. Hayatın bazı yönlerde daha iyiye gittiği doğrudur. Gelişime şüpheyle yaklaşanlar, dişlerini anestezi kullanmadan çektirmeyi denesinler. Pankhurst kız kardeşleri veya Martin Luther King’i düşünmeleri de salık verilir kendilerine. Ama bir şeyler de kötüye gitmiştir. Ve saf bilim adamımız bu konuda hemen hiçbir şey söylememiştir. Adamımızın insanlığın sürekli evrilen bilgeliğine yaptığı burnu büyük övgüyü okuyan hiç kimse, aynı zamanda gezegenimizi bir baştan diğerine saran umutsuzluk, nükleer savaş tehdidi, AIDS ve diğer ölümcül virüslerin yaydığı felaketler, neo-emperyalist bağnazlık, fakirliğin yol açtığı kitlesel göçler, siyasi fanatizm, 19. yüzyılın ekonomik adaletsizliğine geri dönüş ve potansiyel pek çok musibet gibi olumsuzluklarla da karşı karşıya olduğumuzu aklından bile geçirmez. Gelişme çığırtkanları için tarih, küçük birtakım cehalet dalgalarıyla yakamozlanan evrim sularının sürekli yükselişidir. Birkaç ilkel aykırılığı düzeltmek, elden geçirilmek ve şöyle bir parlatmak gereklidir, o kadar. Dawkins’e kalırsa Amerika’nın teröre karşı savaş açarak başlattığı terör, tarihin genzine kaçan tükürüktür sadece. Radikaller ise tarihin hem barbarlık hem de medeniyet içerdiğini düşünür. Ve bu ikisi birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe geçmiştir. Dawkins gibi yazarları okuduğumuzda kötülük ya da ilk günah doktrininin neden radikal bir inanç olabileceğini anlarız. Bu doktrin, insanın son derece berbat bir tür olduğunu ve onu sadece kökten bir dönüşümün yola getirebileceğini öne sürer.

Richard J. Bernstein Radikal Kötülük adlı kitabında 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıdan “kötülüğün zamanımızdaki cisimleşmiş hali” diye bahseder. Yazar, Amerika Birleşik Devletleri’nin geçtiğimiz elli yılda New York’taki trajedide hayatını kaybedenlerle karşılaştırılmayacak kadar çok sayıda masum sivili öldürdüğünün farkında değil galiba. Bu satırlar yazılırken New York trajedisinin yol açtığı Irak’taki haksız savaşta kurban sayısı yüzlerle katlandı. Bernstein kendi ülkesinin özgürlük adına gerçekleştirdiği diktatörlük ve kasaplığı görmezden geliyor. Kötülük, ona sorarsanız, hep başka bir yerdedir. Bugün Batıklar kötülüğü çoğunlukla Amerika Birleşik Devletleri’nin söz geçiremediği İran ve Kuzey Kore gibi politik rejimlerle ve abartılıyor olmakla birlikte insanlığın selameti için gerçekten de ciddi bir tehdit oluşturan, İslami terörizmle özdeşleştiriyor.

Ne var ki bu kitapta anlattığım şekliyle, söz konusu terörizm kötü olmaktan ziyade vicdansızdır ve bu iki kavram arasındaki fark basit bir kelime oyununun ötesindedir. Aslında güvenliğimiz ve hayatımız enikonu bu farklılığa dayanıyor olabilir. Kötüyü yıkıcı ve yok edici davranışından vaz-geçiremezsiniz çünkü yaptığının bir amacı ve anlamı yoktur. Kendisinin dışındaki insanların meseleyi oturtmaya çalıştıkları anlamlılık, onun için başlı başına bir sorundur. Öte yandan, anlamlı, hatta hayran olunabilecek amaçlar uğruna erdemsiz işlere girişenlerle, en azından teorik olarak tartışmaya girebilirsiniz. Kuzey İrlanda’daki otuz yıllık sorun kısmen çözülmüşse bu IRA’cıların tam olarak ikinci grupta yer almasındandır. İslami köktenciler de bir zamanlar bu grupta olabilirdi. Batı belli Müslüman ülkelere karşı farklı bir tavır takınsaydı, bugün başına gelen felaketlerin en azından bazılarından kaçınmış olurdu.

Bu söylediklerimle İslami köktenciliğin oldukça rasyonel olduğunu iddia ediyor değilim. Aksine, işkence edilmiş ve öldürülmüş kurbanlarının çok iyi bildiği üzere, en ölümcül önyargı ve bağnazlık anlatılarıyla doludur İslami köktencilik. Ancak bu ölümcül anlatılar birtakım politik sorunlar da içermektedir, her ne kadar karşıtları bu şikâyetlerin yersiz ya da hayali olduğunu iddia etse bile. Bu sıkıntıları görmezden gelmek Müslüman teröristlerin, kafalarının yanlış çalıştığına inanmaktansa, omuzlarının üzerinde kafa taşımadıklarını düşünmek demektir. Sıkıntılarını yanlış değerlendirdiklerini söylemek değil de yaşadıklarıyla ilgili kesinlikle tartışılabilecek hiçbir şey olmadığını iddia etmektir. Bu yaklaşım da önyargılardan mustariptir ve durumu kötüleştirmekten başka bir işe yaramaz. Karşı karşıya olduğumuz trajedi sadece milyonlarca insanın, hiçbir suçlan yokken ölümcül bir tehlike altında yaşamaları değildir. Asıl trajedi şudur: Bu tehlike daha doğmadan bertaraf edilebilirdi.

Şüphesiz dünyada yine de kötü niyetli, bağnaz İslâmî ideolojiler olurdu, tıpkı bağnaz Batılı itikatların olması gibi. Tabii sırf bu yüzden İkiz Kuleler de yıkılmazdı. Arap dünyasının kızgın ve kendini aşağılanmış hissetmesinin sebebi, Batı’nın uzun yıllara dayanan siyasi tacizidir. İslami terörü kötü diye tanımlamak, kelimenin bu kitapta ele aldığım şekliyle düşünürsek, bu kızgınlığın somutluğunu görmezden gelmek demektir. Bu öfkeyi hafifletecek türden politik eylemler için geç kalmış da olabiliriz. Terörizmin artık ölümcül bir momentumu var. Ama bu kaçırılmış fırsata üzülmekle, düşmanı mantıklı hiçbir eylemle az da olsa değişmeyecek, kafasız hayvanlar olarak görmek arasında bir fark vardır. İkinci görüşün savunucuları, terör şiddetinin sadece daha fazla şiddetle başarılabileceğini düşünürler. Oysa daha fazla şiddet, daha fazla teröre yol açar ve daha fazla sayıda masum insan tehdit altına girer. Terörizmi kötü diye nitelemenin sorunu daha da alevlendirmektir ve bu da, bilmeden yapımsanız bile, lanetlediğiniz barbarlığın ta kendisiyle işbirliği yapmak demektir.

Kaş Yaparken Göz Çıkarmak – Kötülük Üzerine Bir Deneme | Terry Eagleton

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments