Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaÖyküÇeviri ÖykülerKirli Hava Bulutu | İtalo Calvino

Kirli Hava Bulutu | İtalo Calvino

Bu şehre yerleşmeye, beni hiç ama hiçbir şeyin ilgilendirmediği bir dönemde geldim. Yerleşmek, doğru sözcük değil. Yerleşiklik gibi bir arzum yoktu; çevremde her şey akışkan, geçici kalsın istiyordum ve ancak bu yolla içsel bir istikrarı koruyabilirmişim gibi geliyordu bana, ama bunun ne anlama geldiğini sorsalar, açıklayamazdım. Bu nedenle, bir dizi torpil aracılığıyla, Arıtma dergisinin yazı işleri müdürlüğü önerildiğinde, ev bulmak için buraya geldim.
Bilindiği gibi, trenden henüz inmiş birisi için, bütün şehir bir istasyondur: Döner durur, kendisini hep daha sefil yollarda, garajların, nakliyeci depolarının, çinko tezgâhlı kahvelerin, yüzüne pis kokulu gazlar püskürten kamyonların arasında bulur, ikide bir valizini bir elinden ötekine geçirir, ellerinin şiştiğini, kirlendiğini, çamaşırlarının üzerine yapıştığını, sinirlendiğini hisseder ve gördüğü her şey sinir bozucudur, parça parçadır. Bana uygun mobilyalı odayı tam da bu yollardan birinde buldum; bina kapısının iki yanında ilanlar vardı: İplere asılı ayakkabı kutusu parçalarıydı bunlar; üzerlerine kaba bir el yazısıyla “kiralık oda” yazılmış ve bir köşelerine damga pulları yapıştırılmıştı. Ben valizimi bir elimden ötekine geçirmek için arada bir duruyordum, ilanları görüp içeri girdim. Binadaki her merdivenin her katında mobilyalı oda’ kiraya veren bir çift kadın vardı; C merdiveninin birinci katındaki zili çaldım.
Sıradan bir odaydı, biraz karanlıktı, çünkü camlı bir kapıyla avluya açılıyordu ve içeriye oradan, parmaklığı paslı bir terastan giriliyordu, onun için oda binanın kalanından bağımsızdı, ama önce bir dizi kilitli
kapıyı açmak gerekiyordu; odayı kiraya veren Bayan Margariti sağırdı ve haklı olarak hırsızlardan korkuyordu. Banyo yoktu; tuvalet terasın üzerinde, ahşap bir kulübenin içindeydi; odada akar suyu olan bir lavabo vardı, ama sıcak su tesisatı yoktu. Hem zaten ne arıyordum ki? Kira benim için uygundu, daha doğrusu tek mümkün olanıydı, çünkü daha yüksek bir kirayı ödeyemezdim, daha düşüğünü de bulamazdım; üstelik, büyük bir olasılıkla her şey geçiciydi ve bu benim gözümde de netlik
kazansın istiyordum.
“Evet, evet, tutuyorum,” dedim Bayan Margariti’ye. O, oda soğuk oluyor mu diye sorduğumu zannedip bana sobayı gösterdi. Artık her şeyi görmüştüm ve eşyamı odaya bırakıp çıkmak istiyordum. Ama önce lavaboya gidip ellerimi musluğun altına tuttum; şehre vardığımdan beri, ellerimi yıkamak istiyordum, ama çalkalamakla yetindim, çünkü valizi açıp sabun aramak hiç içimden gelmiyordu.
Bayan Margariti: “Hay Allah, niçin bana söylemediniz? Hemen bir havlu getireyim size!” dedi; dışarı koşup ütülü bir el havlusuyla geri döndü ve havluyu sandalyenin arkalığına koydu. Serinlemek için yüzüme de biraz su çarptım; kendimi rahatsız olacak kadar kirli hissediyordum; sonra havluyla yüzümü ovdum. Bu hareketimden, kadıncağız en sonunda odayı kiralamak istediğimi anladı. “Demek, odayı tutuyorsunuz! Güzel, herhalde üstünüzü değiştirmek, eşyanızı yerleştirmek istersiniz; rahatınıza bakın lütfen, burada giysi dolabı var, paltonuzu bana verin!”
Paltomu çıkarmasına izin vermedim; hemen dışarı çıkmak istiyordum. Ona yalnızca bir rafa ihtiyacım olduğunu söyledim; bir sandık dolusu kitabım, dağınık yaşamımda bir arada tutmayı başardığım şu küçük kütüphanem gelecekti. Sağır kadına zar zor derdimi anlattım; sonunda beni dışarıya, kendi odasına, küçük bir etajerin önüne götürdü: Etajerde dikiş sepetlerini, makara kutularını, söküğü dikilecek şeyleri ve nakış modellerini muhafaza ediyormuş; içindekileri boşaltıp benim odama taşıyacağını söyledi. Dışarı çıktım.
Arıtma dergisi, bir Kurum’un yayın organıydı ve yapacağım işin ne olduğunu öğrenmek için, kendimi bu Kurum’a takdim etmem gerekiyordu. Yeni bir iş, değişik bir şehir, daha genç ya da yaşamdan daha fazla bir şeyler bekliyor olsaydım, bana atılım gücü ve mutluluk verirdi; oysa şimdi öyle değildi, bir tek çevremi kuşatan külrengini, sefilliği görüyor ve kendimi onun içine bırakıyordum, çaresiz razı olmuşum gibi değil de, daha çok, neredeyse hoşuma gidiyormuş gibi; çünkü bu, yaşamın farklı olamayacağı kanımı doğrulama olanağı veriyordu bana. Geçmem gereken yolları bile böyle seçiyor, en ikincil, dar ve özelliksiz olanlarını yeğliyordum, oysa şık vitrinleri ve güzel kahveleri olan yollardan geçmem işten değildi; ama yoldan geçenlerin bitkin yüzlerindeki ifadeyi, ucuz lokantaların döküntü havasını, köhne küçük dükkânları kaçırmak istemiyordum, dar sokaklara özgü bazı gürültüleri de: Tramvaylar, kamyonetlerin fren sesleri, avlulardaki küçük atölyelerde kaynakçıların cızırtısı. Bütün bunların nedeni, o aşınmışlıklar ve dışsal gıcırtıların, içimde taşıdığım aşınmışlıklar ve gıcırtılara fazla önem vermemi engellemesiydi.
Oysa, Kurum’a ulaşmak için, belli bir noktada bambaşka bir semte girmem gerekti: Şık, ağaçlı, eski dokusunu korumuş, ara sokaklardaki taşıtların pek geçmediği bir yerdi burası, bulvarları son derece genişti, böylece trafik tıkanmadan ve gürültüsüz akıyordu. Mevsim sonbahardı; birkaç ağaç, altınrengine bürünmüştü. Kaldırım artık evlerin duvarları önünden değil, bahçe kapılarının önünden geçiyordu ve kapıların ardında, süslü mimarileri olan, evle köşk arası yapılar ve bu yapılan çevreleyen çitler, çiçek tarhları, çakıllı yollar vardı. Artık eskisi gibi kendimi özdeşleştirebileceğim ya da geleceği çözebileceğim şeylere rastlamadığım için, farklı bir yabancılık duygusu yaşıyordum şimdi. (Gerçi alametlere inanmam, ama sinirli birisi için, yeni yerlerde gördüğü her şey hep bir alamettir.)
Dolayısıyla, o Kurum’un ofislerine girdiğimde, biraz şaşırmış bir haldeydim; bu ofisler hayal ettiğimden farklıydı, çünkü içinde aynaların, konsolların, mermer şöminelerin, duvar ve yer halılarının bulunduğu aristokratik bir yapının salonlarıydı (ama asıl mobilyalar, normal yirminci yüzyıl ofisine özgü mobilyalardı, floresanlı aydınlatma daha da modern türdendi). Kısacası, şimdi, o öylesine çirkin ve karanlık odayı tuttuğum için canım sıkılıyordu; beni Başkan Corda’nın odasına buyur ettiklerinde, sıkıntım daha da arttı. Corda beni hemen abartılı bir içtenlikle karşıladı, bana eşiti gibi davrandı: Yalnızca toplumsal ve hiyerarşik saygınlık açısından eşiti gibi değil (bu bile benim için kaldırılması zor bir durumdu), özellikle Kurum’un ve Arıtma dergisinin ilgilendiği sorunlarla ilgili bilgi ve beceri açısından eşiti gibi. Doğruyu söylemek gerekirse, ben her şeyin bir tür oyun, göz kırparak anlatılacak bir hikâye olduğunu sanmış ve işi sırf işsiz kalmamak için kabul etmiştim; oysa şimdi, yaşamı boyunca başka hiçbir şey düşünmemiş bir kişi rolünü oynamak zorundaydım.
Bay Corda, elli yaşlarında, genç görünümlü, siyah bıyıklı bir adamdı, yani her şeye rağmen genç görünümlü ve siyah bıyıklı kalmayı başarmış kuşaktan, asla hiçbir şeyi paylaşmadığım tür insanlardan birisiydi. Ondaki her şey, konuşması, dış görünümü -kusursuz gri bir takım, bembeyaz bir gömlek giymişti,- jestler -parmakları arasındaki sigarasıyla bir elini hareket ettiriyordu,- verimliliği, rahatlığı, iyimserliği, girişkenliği ima ediyordu. Bana Arıtma’nın o zamana kadar çıkan sayılarını gösterdi; dergiyi o (derginin genel yayın yönetmeniydi) ve Kurum’un basın sorumlusu Bay Avandero (beni onunla tanıştırdı; yazılı bir metni okurcasına konuşan tiplerden biriydi) birlikte çıkarmışlardı. Dergi birkaç sayı çıkmıştı ve içeriği oldukça zayıftı, meslekten kişilerce hazırlanmadığı belli oluyordu. Dergi işinden anladığım kadarıyla (pek az), usturuplu bir dille ona -elbette, yapılmış olanları eleştirmeden- benim dergiyi nasıl hazırlayacağımı, getireceğim teknik değişiklikleri anlattım. Nasıl olduysa, ben de o pratik, ulaşacağı sonuçlardan emin kişi tonuyla konuşmaya başlamıştım ve büyük bir keyifle birbirimizi anladığımızı fark ettim. Büyük bir keyifle, çünkü ne kadar verimli ve iyimser davranırsam, o kadar o sefil kiralık odayı, o rezil sokakları, üzerimdeki o paslanmışlık ve yapış yapışlık duygusunu, hiç ama hiçbir şeye önem vermeyişimi düşünüyordum ve bana sanki bir saygınlık oyunu oynuyormuşum, Başkan Corda ve Bay Avandero’nun gözleri önünde bütün teknik-sınai verimliliklerini un ufak ediyormuşum gibi geliyordu. Onlar bunun farkına varmıyor, Corda büyük bir coşkuyla söylediklerimi onaylıyordu.
“Çok iyi, öyleyse, hiç kuşkusuz, siz yarın, anlaştık değil mi,” diyordu bana Corda, “bu arada, son gelişmeler hakkında bilginiz olsun diye…” diye ekliyor ve bana okumam için son kongrelerinin bildirilerini vermek istiyordu. “İşte” deyip, beni teksirle çoğaltılmış bildirilerin sıra sıra dizili olduğu bir rafın önüne götürdü. “Görüyor musunuz? Şunu alın, şunu da, bunu vermiş miydim? İşte, kendiniz sayıp bir bakın, hepsini almış mısınız” diyerek, o sayfaları eline alıyordu; kâğıtlardan küçük bir toz bulutunun yükseldiğini ve hafifçe dokunulmuş yüzeylerinde parmak izlerinin belirdiğini o zaman fark ettim. Şimdi Başkan, tozlandıklarını kabul etmek istemiyormuş gibi, kâğıtları kaldırıp çok ama çok az silkelemeye çalışıyor ve hafifçe üflüyordu. Her raporun ilk sayfasına parmakların koymamaya özen gösteriyordu, ne var ki şimdi, incecik bir toz bulutuyla kaplı olduğundan gri bir fonu andıran şey üzerinde küçük beyaz bir izin kalması için, rapora tırnağının ucuyla şöyle bir dokunması yetiyordu. Ama belli ki parmakları her durumda kirleniyordu; parmakların avcuna bastırıp uçların oynatarak temizlemeye çalışıyor, bu da elinin her yanına toz bulaşmasına neden oluyordu. O zaman, içgüdüsel olarak ellerini gri flanel pantolonunun iki yanına indiriyor, orada çok az tutup yeniden kaldırıyordu ve ikimiz, parmak uçlarımızı havada hareket ettirerek, raporları birbirimize geçirerek, ısırgan yapraklarıymış gibi olabildiğince kenarlarından tutup alarak, öylece duruyorduk; bir yandan da, gülümsemeye, halimizden memnun gülümseyip, “Ha, evet, ilginç bir kongre! Ha, evet, güzel bir etkinlik!” diyerek başımızla onaylamaya devam ediyorduk; ama ben, Başkan’ın kendisini giderek daha sinirli ve daha güvensiz hissettiğini ve utkulu bakışıma, utkulu ve umutsuz bakışıma katlanamadığın fark ediyordum, çünkü her şeyin tıpkı benim düşündüğüm gibi olduğu ortaya çıkıyordu.
Uykuya dalmam zaman alıyordu. Geceleri, görünürde sakin olan odama, yavaş yavaş çözmeyi öğrendiğim sesler ulaşıyordu. Ara ara bir hoparlörden biçimsiz bir ses yükseliyor, kısa, anlaşılmaz buyruklar veriyordu; içim geçmişse, uyanıveriyor, kendimi trende sanıyordum, çünkü sesin tınısı ve vurgusu, istasyon hoparlörlerinden yükselen, geceleyin uykuyla uyanıklık arasında yolcunun kulağına ulaşan seslerinkiyle aynıydı. Kulağım alışınca, söylenenleri yakalamayı başardım. “İki soslu ravioli…” diyorlardı. “Bir ızgara biftek… Bir pirzola…” Kaldığım oda, gece yarısından sonra sıcak yemek servisi de yapan Urbano Rattazzi birahanesinin mutfağının üzerindeydi; tezgâhtan garsonlar siparişlerini bir iç mikrofona tane tane söyleyerek ahçılara iletiyorlardı. Birahaneden sık sık uğultu halinde bir ses, arada bir de bir grubun daha uyumlu sesleri yükseliyordu. Ama güzel, pahalıca, alt kesimden olmayan insanların geldikleri bir yerdi; sarhoşun tekinin dağıtıp bardaklarla dolu masaları devirdiği geceler seyrekti. Yatağımda uzanırken, uyanık insanların gürültüleri iyice zayıflayarak bir sisin içinden geçiyormuş gibi coşkusuz, renksiz ulaşıyordu kulağıma; hoparlöre, “Yanına kızarmış patates… Ravioli hazır mı?” diyen seste genizden gelen, her şeye razı olmuş bir hüzün vardı.
Saat iki buçuğa doğru, Urbano Rattazzi birahanesi kepenklerini indiriyordu; garsonlar, üniformalarının Tirol ceketleri üzerine giydikleri paltolarının yakalarını kaldırıp, mutfak kapısından dışarı çıkıyor ve çene çalarak avluyu geçiyorlardı. Saat üçe doğru, avluyu madeni bir uğultu kaplıyordu: Aşçı yamakları, ağır, boş bira bidonlarını, kenarlarını yere eğerek, döndürerek ve şiddetle savurarak dışarıya sürüklüyor, sonra bunları çalkalamaya koyuluyorlardı. Bu yamaklar, besbelli saat üzerinden ücret aldıkları için, işlerini ağırdan alan kimselerdi, bir iki saat boyunca ıslık çalarak ve o çinko bidonlarla büyük bir gürültü çıkararak, dikkatsiz, çalışıyorlardı. Saat altıya doğru bira kamyonu geliyor, dolu bidonları verip boşları alıyordu; ama şimdiden Urbano Rattazzi’nin ana mekânında, yeni gün için yerleri temizleyen cila makinelerinin gürültüleri başlamış oluyordu.
Sessizlik anlarında, gece yarısı, öteden, Bayan Margariti’nin odasından, karanlıkta, hepsi tek bir ince kadın sesiyle, küçük kahkahalar, sorular ve yanıtların iç içe geçtiği yoğun bir konuşma patlak veriyordu. Sağır kadın, düşünmeyi yüksek sesle konuşmadan ayıramıyor ve günün her saatinde, hatta gece yarısı uyanarak, ne zaman bir düşünce, bir anı, bir pişmanlıkla coşsa, kendi kendine konuşmaya koyuluyor, diyalogların sözlerini değişik konuşucular arasında paylaştırıyordu. Neyse ki, bu kendi kendine konuşmalar, onlara eşlik eden duygu seli yüzünden, anlaşılmıyordu; gene de, özel gizlere tanık olmanın huzursuzluğunu yaşatıyordu insana.
Gün boyunca, tıraş için ondan biraz sıcak su istemek üzere mutfağa girdiğimde (kapıyı vurduğumda duymuyordu, varlığımı fark etmesi için görüş alanına girmem gerekiyordu), onu aynanın karşısında gülerek ve yüzünü biçimden biçime sokarak kendi kendine konuşurken ya da bir sandalyeye oturup gözlerini boşluğa dikmiş, kendi kendine bir öykü anlatırken yakaladığım oluyordu; o zaman birden kendini topluyor ve: “Şey! Kediyle konuşuyordum” ya da “Affedersiniz, sizi fark etmemişim, dua ediyordum” (çok dindardı) diyordu; ama çoğu kez, onu duymuş olduğumun farkına varmıyordu.
Konuşmalarından birçoğunun kediye yönelik olduğu doğruydu. Kediyle saatlerce konuşabiliyordu ve bazı akşamlar, kedinin balkon, çatı ve teraslardaki gezilerinden dönmesini bekleyerek pencereden sürekli “pisi pisi… minnoş… gel buraya, minnoşum” dediğini duyuyordum. Bir deri bir kemik ve vahşi bir kediydi, siyahımsı tüyleri vardı; eve her dönüşünde tüylerinin rengi, mahallenin bütün tozunu ve isini emmiş gibi gri oluyordu. Beni uzaktan görür görmez, sanki ona bir fiske olsun vurmuşum gibi kaçıp bir mobilyanın altına saklanıyordu, oysa ben hayvanla ilgilenmiyordum bile. Ama ben yokken, odama giriyor olmalıydı: Bayan Margariti’nin çekmeceli dolabımın mermeri üzerine bıraktığı, yıkanmış beyaz gömleğimin yakasında ve göğsünde hep onun pençelerinin isli izlerini buluyordum. Söylenmeye başlıyor, sonra sağır kadın beni duymayacağı için söylenmeyi hemen kesip felaketi ona göstermek için odasına gidiyordum. Bayan Margariti üzüldüğünü belirtiyor, cezalandırmak için kediyi arıyor, bana izah ediyordu: Belli ki, gömleği getirmek için odama girdiğinde, o fark etmeden, kedi peşinden gelmiş olsa gerekmiş; böylece onu odaya kapatmış, hayvan da dışarıya çıkarmamanın öfkesinden kurtulmak için dolabın üzerine sıçramış olmalıymış.
Topu topu üç gömleğim vardı ve bunları sürekli olarak yıkamaya vermek zorundaydım, çünkü gün ortasında çoktan kirlenmiş oluyorlardı (henüz oturmamış yaşamım yüzünden mi, düzene sokmam gereken ofis yüzünden mi, bilemiyorum). Bu yüzden, sık sık, yakamda kedinin ayak izleriyle ofise gitmem gerekiyordu.
Kimi zaman, yastığımın üzerinde de izler buluyordum. Herhalde hayvan, Bayan Margariti akşam yatağını “tersyüz etmeye” geldiğinde, onun peşine takılıp odada kapalı kalıyordu.
Kedinin bu kadar kirli olmasında şaşılacak bir yan yoktu; insanın, elini kaldırdığında avucunda siyah çizgilerin oluşması için, elini terasın parmaklığına koyması yetiyordu. Odama her dönüşümde, dört tane düz ya da asma kilitle uğraştığım, sonra camlı kapıyı açıp yeniden kapamak için parmaklarımı panjur dilimlerinin arasına soktuğum için ellerim kirleniyordu; öyle ki, içeri girdiğimde, bir yerlere leke izi bırakmamak için ellerimi havada tutup hemen lavaboya gitmek zorunda kalıyordum.
Ellerimi yıkayıp kuruladıktan sonra, sanki onları yeniden kullanma hakkına kavuşmuşum gibi, kendimi hemen daha iyi hissediyor ve çevredeki o birkaç nesneye dokunup yerlerini değiştirmeye koyuluyordum. İtiraf etmeliyim: Bayan Margariti odayı oldukça temiz tutuyordu; toz almaksa, her gün toz alıyordu; ama kimi zaman, onun ulaşamadığı yerlere (çok ufak tefek, kolları kısa bir kadındı) ellerimi koyup çektiğimde, bütünüyle toza bulanmış oluyorlar, hemen ellerimi yeniden yıkamak zorunda kalıyordum.
En ciddi sorun, kitaplardı: Onları, şu etajerin üzerine sıraya dizmiştim ve bir tek onlar bana burasının evim olduğu hissini veriyordu; iş dışında boş vaktim oluyordu ve seve seve odamda kalıp birkaç saati okuyarak geçirmek isterdim. Ama kitapların ne kadar toz emdiği bilinir;
raftan bir tanesini seçiyordum, ama daha kitabı açmadan her yanını, sırtını bir bezle silmem, sonra da iyice silkelemem gerekiyordu: kat kat toz çıkıyordu kitaptan. Bunun üzerine, ellerimi yeniden yıkıyor ve kitap okumak için kendimi yatağa atıyordum. Ama ne fayda: Kitabın sayfalarını çevirdikçe, giderek daha yumuşak ve daha yoğun hale gelen o toz örtüsünü parmak uçlarımda hissediyordum ve bu, okuma zevkime engel oluyordu. Ayağa kalkıyor, lavaboya geri dönüyor, ellerimi suyla çalkalıyordum, ama artık gömleğim, giysilerim de tozlanmış gibi hissediyordum kendimi. Yeniden okumaya koyulmak istiyor, ama şimdi ellerim temiz olduğundan, yeniden kirletmek istemiyordum. Böylece, dışarı çıkmaya karar veriyordum.
Doğal olarak, çıkarken aynı işlemleri yeni baştan yapmam gerekiyor; panjur, parmaklık, kilitler, ellerimi eskisinden daha beter hale getiriyor; ama şimdi ofise varıncaya kadar onları böyle tutmam gerekiyordu. Ofise varır varmaz, ellerimi yıkamak için tuvalete koşuyordum; ne var ki, ofisteki havlu simsiyah lekelerle kaplıydı, ellerimi kuruluyor ve kuruladığım anda yeniden kirletmiş oluyordum.
Kurum’daki ilk iş günlerimi, yazı masama çekidüzen vermeye ayırdım. Gerçekten de, bana ayrılan masanın üzerinde bir yığın eşya vardı: Kâğıtlar, mektuplar, dosyalar, eski gazeteler; kısacası masam, o zamana kadar, belirli bir yeri olmayan şeylerin üzerine koyulduğu bir tür “yüklük” işlevi görmüştü. Şeytan, masanın üzerinde ne varsa at kurtul diyordu; ama sonra, dergi için gerekli malzemenin ve ilginç olabilecek başka şeylerin bulunduğunu görüp bunları daha sakin bir gözle incelemeye karar verdim. Uzun sözün kısası, sonuçta masadan hiçbir şeyi kaldırmadığım gibi, olanlara başka birçok şey ekledim; ama düzensiz olarak değil, aksine, her şeyi düzenli tutmaya çalışıyordum. Söylemeye gerek yok: Daha önce masada bulunan evraklar son derece tozluydu ve yeni evrakların da tozlanmasına neden oluyordu. Bir de, ben kendi düzenim üzerine çok titizlendiğim için, temizlikçi kadınlara hiçbir şeye dokunmamaları talimatını vermiştim, bu da evrakların, özellikle kırtasiye malzemesi, mektup kâğıdı, antetli zarf ve benzeri şeylerin üzerinde bir günden ötekine biraz toz birikmesine yol açıyordu; bu nesneler, birkaç gün içinde, eski ve kirli bir görünüme bürünüyor ve onlara dokunmak insana rahatsızlık veriyordu.
Çekmecelerde de aynı dert! Çekmecelerde yıllar öncesinden kalma tozlu evraklar üst üste yığılmıştı; bunlar, o masanın değişik kamusal ve özel görevleri kapsayan uzun kariyerine tanıklık ediyorlardı. O masada ne iş yaparsam yapayım, birkaç dakika sonra gidip ellerimi yıkama gereksinmesi duyuyordum.
Oysa, iş arkadaşım Bay Avandero’nun elleri -küçük, narin, ama belli bir sinirli katılığı olan eller- her zaman temiz, son derece bakımlıydı, cilalı tırnakları aynı sivrilikteydi.
“Şey, affedersiniz,” diye sormayı denedim ona, “sizce de, burada biraz durunca, insanın elleri, öyle değil mi, görüyorsunuz, nasıl kirleniyor?”
“Öyle olsa gerek,” diye karşılık verdi Avandero, her zamanki sakin tutumuyla, “tozu tam alınmamış bir nesne ya da kâğıda dokunmuş olacaksınız. Bir tavsiyede bulunmama izin verirseniz, her zaman en iyisi, masanın üzerinde hiçbir şey bırakmamaktır.”
Gerçekten de, Avandero’nun masasının üzeri boş, temiz ve pırıl pırıldı, bir tek o an uğraşmakta olduğu dosyayla elinde tuttuğu tükenmezkalem vardı. “Bir alışkanlık,” diye ekledi, “Başkan’ımızın çok önem verdiği bir alışkanlık.” Gerçekten de, Başkan Corda, bunu bana da söylemişti: Yazı masasının üzerini boş tutan yönetici, asla dosyaların üst üste yığılmasına izin vermeyen yöneticidir; bu da her sorunun hemen çözülmesini sağlar. Ama Corda asla ofiste olmuyordu, olduğu zamanlarda da, çeyrek saat kalıyor, büyük grafik ve istatistik çizelgelerini getirtiyor, astlarına hızlı ve genel talimatlar veriyor, çeşitli işleri, zorluk derecelerine aldırış etmeden, aralarında paylaştırıyor, stenocu kıza çabucak birkaç mektup yazdırıyor, gönderilecek mektupları imzalıyor ve çekip gidiyordu.
Avandero öyle değildi; Avandero sabahları ve öğleden sonraları ofiste oluyordu, çok fazla çalışıyormuş ve stenocu kızlarla daktilo kızlara çok fazla iş veriyormuş izlenimini uyandırıyordu, ama hiçbir evrakı yazı masasının üzerinde on dakikadan fazla tutmamayı başarıyordu. Ben bu hikâyeyi yutmamıştım; onu gözlemeye başladım ve masasının üzerinde çok kısa duran evrakların, sonra hemen başka bir yere aktarıldığını fark ettim. Bir keresinde onu faka bastırdım: Elindeki birkaç mektubu ne yapacağını bilemeyerek masama doğru yaklaşıyor (ben bir an için ellerimi yıkamaya gitmiştim) ve mektupları bir dosyanın altına gizleyerek oraya koyuyordu. Ve sonra, hızla, mendil cebinden mendilini çıkarıyor, parmaklarındaki tozu siliyor, gidip tertemiz bir dosya kâğıdının kenarına paralel olarak koyulmuş tükenmezkalemin bulunduğu kendi yerine oturuyordu.
Aniden içeri girip onu rezil edebilirdim. Ama olan biteni görmüş olmak, işlerin böyle yürüdüğünü öğrenmek yetiyordu bana.
Odama terastan girdiğim için, Bayan Margariti’nin dairesinin kalanını henüz keşfedebilmiş değildim. Kadıncağız, avluya bakan iki odayı -benimki ile yandaki bir başka oda- kiraya vermiş, tek başına yaşıyordu; öteki odanın kiracısının gece geç saatte ve sabah erkenden işittiğim tok ayak seslerini biliyordum bir tek (polis memuru olduğunu öğrendim, gün boyunca ortada hiç görünmüyordu). Dairenin epey büyük olması gereken kalan kısmı, Bayan Margariti’nindi.
Birkaç kez, telefonla aradıkları için onu arayıp bulmak zorunda kalmıştım: Kadıncağız zil sesini duymuyor, sonuçta telefonlara ben cevap veriyordum; buna karşılık, ahizeyi kulağına dayadığında yeterince işitiyordu ve bölge kilisesi cemaatinden kadınlarla yaptığı uzun telefon konuşmaları tek eğlencesiydi. “Telefon! Bayan Margariti! Sizi arıyorlar!” diye dairenin içinde boşuna bağırıyor, daha da boşuna kapılara vuruyordum. Bu dolaşmalar sırasında, bir dizi oturma odasının, konuk odasının, yemek odasının varlığını fark ettim: Hepsi baştan aşağı eski ve gösterişli mobilyalarla, abajurlar, biblolar, küçük tablolar, heykelcikler ve takvimlerle doluydu ve koltukların üzerindeki bembeyaz dantelleriyle hepsi düzenli, temiz, cilalı odalardı, tek bir toz zerresi bile yoktu.
Sonunda, bu odalardan birinin bir ucunda, üzerinde solmuş bir sabahlık, başında bir başörtüsüyle, parkeyi parlatmakla ya da mobilyaları ovmakla meşgul olan Bayan Margariti’yi buluyordum. Abartılı hareketlerle telefonu işaret ediyordum; sağır kadın koşup gidiyor ve kediyle konuştuğundaki ses tonunu andıran bir sesle sonu gelmez gevezeliklerinden birine başlıyordu.
Ben odama dönüyor, lavabo rafının ya da abajurun üzerinde bir parmak toz görünce sinir oluyordum: Şu kadın, bütün gününü kendi odalarını ayna gibi parlatarak geçiriyor, benim odama toz bezini dokundurmuyordu bile. Hareketler ve yüz ifadelerimle olay çıkarmaya kararlı, ona gidiyor; onu mutfakta buluyordum. Bu mutfağın hali, benim odamdan da beterdi: Masa üzerindeki muşamba eski püskü ve lekeliydi, mutfak dolabının üzerinde pis tabaklar vardı, karolar kırık ve kararmıştı. Tek söz etmeden kalakalıyordum, çünkü mutfağın bu kadının bütün evde gerçekten yaşadığı tek yer olduğunu anlıyordum; kalanı, sürekli olarak süpürülüp cilalanan süslü odalar, bütün güzellik hayallerini akıttığı bir tür sanat yapıtıydı ve o odaların kusursuzluğunu korumak için o odalarda yaşamamaya, o odalara evin sahibesi olarak değil, hep hizmetçi olarak girmeye ve günün kalanını pislik ve toz içinde geçirmeye mahkûm ediyordu kendisini.
Arıtma, on beş günde bir yayımlanan bir dergiydi ve üst başlığı, “Havayı Duman, Kimyasal Sızıntılar ve Yakıtlardan”dı. Dergi, “Sanayi Merkezlerindeki Şehir Atmosferini Arıtma Kurumu”nun (SMŞAAK) yayın organıydı. SMŞAAK’ın, öteki ülkelerin kardeş kuruluşlarıyla bağlantısı vardı; bu kuruluşlar kendi bültenlerini ve kitapçıklarını gönderiyorlardı. Sık sık, özellikle de ciddi hava kirliliği sorunu üzerine uluslararası kongreler düzenleniyordu.
Ben bu tür sorunlarla hiç uğraşmamıştım, ama uzman bir alanda dergi hazırlamanın göründüğü kadar zor olmadığını biliyordum. Yabancı dergiler takip edilir, belli yazılar çevrilir; bunlarla, bir de bir kupür ajansına abone olarak, hemen bir haberler sütunu hazırlanır; ayrıca, küçük bir yazı göndermeyi hiç ihmal etmeyen iki üç teknik yazar vardır; Kurum’a gelince, doğru dürüst iş görmese de, onun da kalın siyah harflerle basılacak bir resmî bildirisi ya da gündemi vardır her zaman; ayrıca, yeni bir lisanslı ürününün betimlemesini yazı olarak basmanızı rica eden ilancı vardır. Sonra, bir kongre olduğunda, derginin en az bir sayısı baştan sona o kongreye ayrılabilir; üstelik, geriye belli sayıda bildiriyle rapor kalır ve nasıl dolduracağınızı bilemediğiniz üç dört sütun olduğunda, bunları kullanmaya devam edebilirsiniz.
Başyazıyı düzenli olarak Başkan yazıyordu. Ama hep çok meşgul olan Başkan Corda (birçok sanayi kuruluşunun yönetim kurulu başkanıydı ve Kurum’a ancak bu işlerden kalan zamanını ayırabiliyordu), bana şevkle ve açıkça gösterdiği kavramlar üzerinden yazıyı yazmakla beni görevlendirmeye başladı. Döndüğünde, hazırladığım yazıyı ona verecektim. Corda sık sık yolculuğa çıkıyordu, çünkü tesisleri aşağı yukarı bütün ülkeye yayılmıştı; ama bana söylediğine göre, birçok etkinliği arasında, SMŞAAK başkanlığı, sırf onursal bir başkanlık olmasına rağmen, onu en çok tatmin eden görevdi, “çünkü,” diye açıkladı bana, “ideal nedenler uğruna bir savaş bu görev.”
Oysa benim ideal nedenlerim yoktu, olmasını da istemiyordum; başka işlerden ne daha iyi, ne daha kötü olan işimi korumak için, onun hoşuna gidecek bir yazı yazmak ve öteki olası bütün yaşamlardan ne daha iyi, ne daha kötü olan bu yaşamımı sürdürmek istiyordum yalnızca. Corda’nın tezlerini (“Herkes bizi örnek alsa, atmosfer saflığı çoktan…”) ve yeğlediği formülleri (“Yanlış anlaşılmasın: Biz hayalci değil, pratik insanlarız ve… “) biliyordum ve sözcüğü sözcüğüne onun istediği gibi yazacaktım. Başka ne yazabilirdim ki? Kendi aklımdan geçenleri mi? Emin olun, pek güzel bir yazı olurdu! İşlevsel ve üretken bir dünya üzerine güzel bir iyimser görüş! Ama esinini Başkan’dan alan bir başyazı için gerekli atılım gücünü kazanmam için, kendi ruh halimi tersine çevirmem yeterli oluyordu (bu da benim için zor değildi, çünkü bir tür kendi kendime saldırma gibiydi).
“Artık uçucu atıkların yol açtığı sorunların çözümüne çok yaklaştık,” diye yazıyordum, “daha da büyük bir hızla gerçekleşecek bir çözüm bu,” ve şimdiden Başkan’ın hoşnut yüzünü görür gibi oluyordum, “özel girişimin teknolojiye getirdiği gerçek itici güç”, Başkan bu noktada elini kaldırıp yazdıklarımın altını çizecekti, “hep olumlu tepki vermeye hazır devlet organlarının aydın bakış açısıyla buluşacağı için… “
Yazıyı yüksek sesle Bay Avandero’ya okudum. Avandero, son derece bakımlı, küçük ellerini yazı masasının ortasındaki beyaz bir kağıdın üzerine koymuş, bana her zamanki ifadesiz nezaketiyle bakıyordu.
“Şey, beğenmediniz mi?” diye sordum.
“Hiç olur mu, hiç olur mu…” dedi apar topar.
“Sonunu dinleyin: ‘Sanayi uygarlığının geleceği hakkındaki en karanlık öngörülere karşı, bizim iddiamız odur ki, doğal gelişimi içindeki liberal bir ekonomi ile insan organizmasına gerekli hijyen arasında’ – arada bir Avandero’ya bakıyordum, ama o başını beyaz kağıttan kaldırmıyordu- ‘üretken fabrikalarımızın bacalarından çıkan duman ile eşsiz doğal güzelliklerimizin mavisi ve yeşili arasında hiçbir karşıtlık olmayacaktır (zaten fiilen böyle bir karşıtlık hiçbir zaman olmamıştır)… Pekala, buna ne diyorsunuz?”
Avandero bir süre büzülü dudakları ve boş gözleriyle beni süzdü. “Evet, doğrusu, yazınız, deyim yerindeyse, Kurum’umuzun, evet, bütün gücüyle ulaşmayı amaçladığı nihai hedefi çok güzel dile getiriyor…”
“Hmm…” diye homurdandım. İtiraf etmeliyim ki, iş arkadaşım gibi kılı kırk yaran birisinden daha dolaysız bir onay bekliyordum.
Yazıyı, birkaç gün sonra geldiğinde Başkan Corda’ya sundum; dikkatle okudu, o sırada ben de yanındaydım. Okuması bitti, sayfaları sıraya koydu, metni baştan bir daha okumaya koyulacak gibi görünüyordu, oysa, “İyi,” dedi. Biraz durup düşündü, sonra yineledi: “İyi.” Gene biraz durup ardından, “Siz gençsiniz,” dedi. Bir itirazımı savuşturup -itiraz etmek gibi bir niyetim yoktu- sözünü sürdürdü: “Hayır, bir eleştiri değil bu, izin verin söyleyeyim. Siz gençsiniz, inanıyor, uzağı görüyorsunuz. Ama izninizle, durumun ciddi olduğunu söylemeliyim, evet, yazınızın okurda uyandıracağı izlenimden daha ciddi. Açık konuşalım: Büyük şehirlerdeki hava kirliliği tehlikesi çok büyük, elimizde analizler var, durum ciddi. Ciddi olduğu içindir ki, bu kirliliğe çözüm getirmek için biz varız. Çözemezsek, bizim şehirlerimiz de hava “kirliliğinden boğulacak.”
Ayağa kalkmış, bir ileri bir geri yürümeye başlamıştı. “Biz güçlükleri kendimizden gizlemiyoruz. Çevreyle en çok ilgilenmesi gerekirken, bunu umursamayan, daha kötüsü, tekerimize çomak sokan başkaları gibi değiliz.”
Karşımda durdu, sesini alçalttı: “Siz genç olduğunuz için, belki de herkesin bizimle aynı görüşte olduğunu sanıyorsunuz. Ama durum öyle değil. Sayıca azız. Her yandan saldırıya uğruyoruz. Evet efendim, her yandan. Gene de, pes etmeyeceğiz. Sesimizi yükseltmek, eylemde bulunmak, sorunu çözmek zorundayız. Yazınızda bunu daha çok duymak isterdim, anladınız mı?”
Çok iyi anlamıştım. Israrla kendi görüşlerime karşıt görüşleri savunmam, beni çok uzaklara götürmüştü, ama şimdi yazıyı kusursuz hale getirebilecektim. Yazdıklarımı üç gün içinde Başkan’a yeniden sunmam gerekiyordu. Yazıyı baştan sona yeniden yazdım. Üçte ikisinde, kirli havanın yuttuğu Avrupa şehirlerinin kasvetli bir portresini çizdim; üçte birinde ise, bunun karşısına örnek bir şehrin -tertemiz, bol oksijenli kendi şehrimizin- imgesini koydum: Burada makul bir üretim yoğunluğunun çevreyle uyum içinde olduğunu, vb belirttim.
Üzerinde daha iyi yoğunlaşabilmek için yazıyı evde, yatağıma uzanarak yazdım. Derin avluya eğik olarak düşen bir güneş ışını camlardan içeri giriyordu ve ışının odanın havasındaki binlerce göze görünmez zerreciğin içinden geçtiğini görüyordum. Bu zerrecikler yatak örtüsünün her yanına yayılmış olmalıydı; biraz sonra üzeri siyahımsı bir tabakayla kaplanacak gibi geliyordu bana, tıpkı panjurun dilimleri, balkonun parmaklıkları gibi.
Yazının yeni halini okuduğunda, sanırım Bay Avandero’nun hoşuna gitti. “Hiç kuşku yok ki, Başkan’ın talimatlarını izleyerek biçim verdiğiniz,” dedi, “bu bizim şehrimizle ötekilerin durumu arasındaki karşıtlık, gerçekten pek başarılı olmuş.”
İş arkadaşımın, hiçbir işi tek başıma becerebileceğime inanmaması karşısında, elimde olmadan bozularak, “Hayır, hayır, Başkan söylemedi bunu bana, benim bir buluşum,” dedim.
Cordâ’nın tepkisi ise hiç beklediğim gibi olmadı. Daktilo edilmiş metni masanın üzerine koyup olmamış anlamında başını salladı. “Birbirimizi anlamamışız, anlamamışız,” dedi hemen. Bana bu şehrin sanayi üretimi üzerine, burada her gün yakılan kömür ve akaryakıt miktarları üzerine, motorlu taşıt trafiği üzerine rakamlar vermeye başladı. Sonra meteorolojik verilere geçti ve Kuzey Avrupa’nın büyük şehirleriyle tek tek her açıdan hızlı bir karşılaştırma yaptı. “Bilin ki, biz büyük ve dumanlı bir sanayi şehriyiz, bu yüzden bizde de hava kirliliği var, bizdeki kirlilik başka yerdekinden daha az değil. Kendi ülkemizdeki rakip öteki şehirlerin yapmaya çalıştığı gibi burada onlardan daha az hava kirliliği olduğunu savunmamız olanaksız. Bunu yazınızda açıkça yazabilirsiniz, yazmalısınız! Atmosferin durumunun en ciddi olduğu şehirlerden biriyiz, ama aynı zamanda durumla başa çıkabilmek için en çok şeyin yapıldığı şehiriz. Aynı zamanda, anlıyor, musunuz?”
Anlıyordum; birbirimizi asla anlayamayacağımızı da anlıyordum. Şu evlerin is tutmuş cepheleri, şu matlaşmış camlar, şu kollarımızı yaslayamadığımız pencere pervazları, şu neredeyse silinmiş insan yüzleri, şimdi sonbaharın ilerlemesiyle sıcak havalara özgü nemliliğini yitirip sanki nesnelerin bir niteliği haline gelen -herkes ve her şey, günden güne biçimini, anlamını ve değerini yitiriyormuş gibi- şu sisli hava, benim için genel sefilliğin ta kendisi olan her şey; onun gibi insanlar için, zenginlik, üstünlük ve gücün, aynı zamanda tehlike, yıkım ve facianın göstergesi, o kararsız durumda kalarak kendini kahramanca bir yücelikle kuşanmış hissetmenin bir yolu olmalıydı.
Yazıyı üçüncü kez yazdım. Sonunda, iyi gidiyordu. Başkan yalnızca yazının sonundaki bir noktaya (“Şu halde, toplumun yazgısı açısından korkunç bir sorunla karşı karşıyayız. Bu sorunu çözebilecek miyiz?”) itiraz etti.
“Biraz fazla kuşkulu değil mi?” diye sordu, “Okurları umutsuzluğa sürüklemez mi?”
En basit yol, soruyu düz tümceye çevirmekti: “Bu sorunu çözebileceğiz.” Böyle, ünlem imi olmadan: sakin bir güven duygusu.
“Peki, fazla kolay görünmez mi böylesi? Sıradan bir idari sorunmuş gibi?”
Tümceyi iki kez yinelemeye karar verdik. Biri soru tümcesi olacaktı, öteki düz tümce. “Bu sorunu çözebilecek miyiz? Çözebileceğiz.”
Ama bu, çözümü belirsiz bir geleceğe ertelemek olmuyor muydu? Hepsini geniş zaman kipinde yazmayı denedik “Bu sorunu çözebilir miyiz? Çözebiliriz”; ama kulağa hoş gelmiyordu.
Yazıda nasıl yol alınır bilirsiniz; işe bir virgülü değiştirerek başlar insan, sonra bir sözcüğü değiştirmek gerekir, sonra bir tümcenin yapısını, en sonunda her şey dağılıp gider. Yarım saat tartıştık. Soru ile yanıtı değişik zaman kiplerinde yazmayı önerdim: “Bu sorunu çözecek miyiz? Çözmek üzereyiz.” Başkan önerimi coşkuyla karşıladı ve o günden sonra yeteneklerime olan güveni bir daha hiç sarsılmadı.
Bir gece telefon sesiyle uyandım. Şehirlerarası aramaların uzun çalışıydı bu. Işığı yaktım: Saat neredeyse üç olmuştu. Yataktan kalkıp koridora koşmaya, karanlıkta ahizeyi elime almaya karar vermeden önce, hatta ondan da önce, uykumdaki ilk sıçrayışımda, arayanın Claudia olduğunu biliyordum.
Şimdi sesi ahizeden taşıyor, sanki başka bir gezegenden geliyordu ve ben, uykudan yeni kalkmış gözlerimle, kıvılcımlar, ışıltılar görür gibi oluyordum, oysa bunlar, Claudia’nın yakalanması olanaksız sesinin iniş çıkışlarıydı, her zaman söylediği her şeye kattığı ve şimdi bana, Bayan Margariti’nin ruhsuz koridorunun ucuna kadar ulaşan o dramatik heyecandı. Claudia’nın beni bulacağından hiç kuşkulanmamış, hatta
bütün bu süre boyunca başka bir şey beklememiş olduğumu fark ettim.
O zamana kadar başıma neler geldiğini, nasıl olup da buralara geldiğimi sormak aklının ucundan bile geçmiyordu, izimi nasıl bulduğunu da açıklamadı. Bana anlatacağı bir yığın şey vardı, her zamanki gibi son derece ayrıntılı, gene de belirsiz şeyler, üstelik bilmediğim ve hiç gitmediğim yerlerde geçiyorlardı.
“Sana ihtiyacım var, çabuk, hemen. İlk trene atla gel…”
“Biliyorsun, burada bir işim var… Kurum…”
“Ha, belki de görürsün Bay… De ki ona…”
“Yo, hayır, biliyorsun, ben yalnızca…”
“Tatlım, hemen yola çıkıyorsun, değil mi?”
Toz içindeki bir yerden konuştuğumu, panjur dilimlerinin kumlu siyah bir kabukla örtülü olduğunu, yakalarımda bir kedinin ayak izlerinin bulunduğunu ve bunun benim için olası tek dünya olduğunu, dünyadaki olası tek dünya olduğunu, onunkinin, onun dünyasının ise benim için ancak optik bir yanılsamayla varmış gibi görünebileceğini ona nasıl söyleyebilirdim? Söylediklerimi dinlemezdi bile, her şeyi tepeden görmeye çok alışmıştı ve benim yaşamımın dokusunu oluşturan sefil koşulların onun gözünden kaçması doğaldı. Benimle bütün ilişkileri, hep bu üstün dikkatsizliğinin ürünü olmuştu; bu yüzden, benim, geleceği ve hırsları olmayan, mütevazı bir taşra gazetecisi olduğumu asla fark edememişti ve bana soyluların, zenginlerin ve sanatçıların oluşturduğu yüksek sosyetenin bir parçasıymışım gibi davranmaya devam ediyordu: Onun hep içinde hareket ettiği bu ortamda tesadüfen karşılaşmıştık, bir yaz plajda beni onunla tanıştırdıklarında. Yanıldığını kabullenmek anlamına geleceği için, bunun farkına varmak istemiyordu. Bu yüzden, bana uzağından bile geçmediğim yetenekler, yetkiler ve beğeniler atfetmeyi sürdürüyordu; ama sonuçta benim gerçekten kim olduğum bir ayrıntıdan ibaretti ve o, bir ayrıntı yüzünden yanıldığının yüzüne vurulmasını istemiyordu.
Şimdi sesi yumuşak, şefkatli bir hal almıştı: Kendime itiraf etmesem de, beklediğim an buydu, çünkü ancak sevgi dolu kendini bırakışta, bizi farklı kılan her şey ortadan kalkıyor ve yalnızca iki insan olduğumuzu, kim olduğumuzun öneminin kalmadığını görüyorduk. Birbirimize henüz birkaç sevgi sözü söylemeye başlamıştık ki, arkamda, camlı bir kapının ardındaki ışık yandı ve boğuk bir öksürük sesi işittim. Aynı evde kaldığımız polis memurunun kapısıydı, odası tam orada, telefonun yanındaydı. Hemen sesimi alçalttım, sözüme kaldığım yerden devam ettim, ama artık birisinin beni dinlediğini bildiğim için, doğal bir sakınganlık, sevgi ifadelerimi hafifletmeme yol açıyordu; sonunda, sözlerim yansız ve anlaşılması zor bir mırıldanmaya dönüştü. Bitişik odadaki ışık söndü, ama hattın öteki ucundan itirazlar başladı: “Ne diyorsun? Daha yüksek sesle konuş! Bana bütün söyleyeceğin bu mu?”
“Bak, yalnız değilim…”
“Nasıl? Kiminlesin?”
“Hayır, dinle, burada, anla işte, öteki kiracıları uyandırıyorum, geç oldu…”
Artık sinirlenmişti? İstediği, açıklamalar değildi, benim bir tepkimi istiyordu, benden yana bir sıcaklık işaretini, bizi ayıran uzaklığı yakıp yok edecek bir şeyleri. Ama benim yanıtlarım sakıngan bir hal almıştı, yakarır gibi, yatıştırır gibi konuşuyordum. “Yo, bak, Claudia, böyle yapma, seni temin ederim, yalvarırım, Claudia, ben…” Polis memurunun odasında ışık yeniden yandı. Ahizeye yapıştırdığım dudaklarımla aşk konuşmam bir cıvıldamaya dönüştü.
Avluda aşçı yamakları bira bidonlarını yuvarlıyorlardı. Bayan Margariti, dairesinin karanlığından, sanki konukları varmış gibi, kısa kahkaha nöbetleriyle kesilen bir konuşmadır tutturdu. Oda komşum, Güneyli ağzıyla sövüp saymaya başladı. Ben, çıplak ayak, koridorun karoları üzerinde duruyordum ve hattın öbür ucundan Claudia’nın tutkulu sesi bana elini uzatıyor, ben de bir şeyler kekeleyerek ona karşılık vermeye çalışıyordum, ama ne zaman aramızda bir köprü kuracak olsak, bir an sonra paramparça oluyor ve gerçekliğin etkisi bütün sevgi sözlerimizi birer birer ezip yalanlıyordu.
O konuşmadan sonra, telefon günün ve gecenin en olmadık saatlerinde çalmaya ve Claudia’nın bakırrengi ve alacalı sesi, bir tuzağa atladığını bilmeyen, bilmediği için de, bir başka sıçrayışla, geldiği gibi, çıkış yolunu bulan ve hiçbir şeyin farkına varmayan bir leoparın aldırışsız sıçrayışıyla, o dar koridorda belirivermeye başladı. Ve acı, aşk, sevinç ve acımasızlık içinde bocalayan ben, bu çirkinlik ve yalnızlık sahnesine, “bir şehriyeli çorba” siparişinin işitildiği Urbano Rattazzi hoparlörüne, Bayan Margariti’nin evyesindeki kirli tabaklara Claudia’nın karıştığını görüyor ve artık onun imgesinin de, bu sahnenin damgasını taşıması gerektiğini düşünüyordum. Yo, hayır, Claudia’nın telefondaki sesi hiç değişmeden, hiçbir şey fark etmeden geliyor ve ben her defasında onun yokluğunun boşluğuyla kalıyordum.
Kimi zaman Claudia neşeli, rahat oluyor, gülüyor, benimle alay etmek için birbiriyle ilgisiz şeyler söylüyordu, sonunda ben de onun neşesine katılıyordum, ama o zaman, yaşamın farklı olabileceğini düşünmenin çekiciliğine kapılmış olduğum için, avlu, toz, beni daha da hüzünlendiriyordu. Kimi zaman da Claudia hummalı bir kaygıya kapılmış oluyor ve o zaman bu kaygı, yaşadığım yerin, Arıtma’daki yazı işleri görevimin çehresine ekleniyor ve ben bundan kurtulmayı başaramıyordum. Daha da kaygılı yeni bir telefon beni gece yarısı uyandırsın diye bekleyerek yaşıyordum, oysa sesi bana, önceki akşamın kaygısını hiç hatırlamıyormuş gibi, beklenmedik biçimde farklı, neşeli ya da kayıtsız ulaştığında kendimi özgürleşmiş değil, yolumu şaşırmış, yitirmiş hissediyordum.
“Doğru mu işittim? Taormina’dan mı arıyorsun?”
“Evet, arkadaşlarla buradayım, öyle güzel ki, uçağa atla, hemen gel!”
Claudia hep değişik şehirlerden telefon ediyordu ve her defasında, ister kaygılı bir ruh hali içinde olsun, ister yaşama sevinciyle dolu, bu ruh halini onunla paylaşmam için hemen yanında olmamı istiyordu. Ben her defasında ona yolculuğa çıkmamın niçin kesinlikle imkansız olduğunu en ince ayrıntılarıyla açıklamaya koyuluyor, ama sözümü sürdüremiyordum, çünkü Claudia durup beni dinlemeden sözü çoktan başka konulara getirmiş oluyordu; farkına varmadan kullandığım ve onun itici bulduğu ya da bayıldığı bir ifade yüzünden, çoğunlukla beni paylayan ya da beklenmedik biçimde öven konuşmalardı bunlar.
Tam konuşma süresi dolduğunda ve gündüz çalışan kadın ya da gece nöbetinde çalışan erkek santral memurları, “Kesmek zorundayız,” dediklerinde, Claudia sanki her konuda anlaşmışız gibi ortaya bir, “Öyleyse, ne zaman geliyorsun?” sözü atıveriyor ve ben homurdanarak karşılık veriyordum, böylece son kararı benim ona edeceğim ya da onun bana edeceği başka bir telefona erteleyerek konuşmayı noktalıyorduk. Bu arada Claudia’nın bütün programlarını değiştireceğinden ve acil yola çıkışımı gene, ama yeni ertelemeleri haklı kılacak farklı durumlarda bir daha önereceğinden emindim; gene de, içimde bir tür pişmanlık kalıyor, yola çıkmamın o kadar da olanaksız olmadığını, sözgelimi, gelecek ayki maaşımdan avans alıp bir mazeret uydurarak işten üç dört gün izin isteyebileceğimi düşünüyor, bu kararsızlıklarla kendimi yiyip bitiriyordum.
Bayan Margariti “hiçbir şey duymuyordu. Koridordan geçerken beni telefonun başında görürse, içimde hangi fırtınaların estiğinden habersiz, bir baş işaretiyle beni selamlıyordu. Oda komşum, öyle değildi. Odasından her şeyi duyuyor ve zil sesiyle her irkilmemde polis sezgisini kullanmak zorunda kalıyordu. Neyse ki, hemen hiç evde olmuyordu; onun için, bazı telefon konuşmalarım rahat, umursamaz bile olabiliyordu ve her ne kadar Claudia’nın ruh hali pek fırsat tanımasa da, her sözcüğün bir sıcaklık, bir içtenlik, içsel bir titreşim edindiği bir aşk konuşması atmosferine girebiliyorduk. Bazen de, Claudia iyimser bir ruh hali içinde oluyor, buna karşılık ben aramıza bir set çekiyor, tek heceli sözlerle, suskun ve kaçak tümcelerle yanıt veriyordum: Kapının arkasında, bir metre uzağımda polis memuru vardı; bir keresinde kapıyı araladı, bıyıklı ve kara suratını gösterip beni süzdü. İtiraf etmeliyim ki, başka zaman olsa üzerimde hiçbir etki bırakmayacak ufak tefek bir adamdı; ama orada, o zavallılar pansiyonunda, gecenin bir yarısı, ikimiz de pijamalı, ilk kez yüz yüze geldiğimizde, kesinlikle birbirimizden nefret ettik: Ben yarım saatlik şehirlerarası aşk telefonları ediyor ya da gelen telefonlara cevap veriyordum, o işinden dönüyordu.
Claudia’nın konuşmalarında sık sık ünlülerin, birlikte olduğu insanların adları geçiyordu. Birincisi, sözünü ettiği kişilerin hiçbirini tanımıyordum; ikincisi, dikkat çekmeye katlanamıyordum. Bu yüzden, Claudia’ya ille de cevap vermem gerektiğinde, adları söylememeye, dolaylı sözler kullanmaya çalışıyordum, o bunun nedenini anlamıyor, öfkeleniyordu. Tam da ortalarda görünmekten hiç hoşlanmadığım için siyasetten hep uzak durmuştum; kaldı ki, şimdi, devletin denetlediği bir kurumda çalışıyordum ve hiçbir parti hakkında hiçbir şey bilmemeyi kural bellemiştim. Claudia, kim bilir aklına ne estiyse, bir akşam bana bazı milletvekillerini sordu. Hemen o anda, polis memuru kapıdayken, şöyle ya da böyle bir karşılık vermem gerekiyordu. “Sözünü ettiğin ilk kişi, elbette, ilki…”
“Kim? Kimden söz ediyorsun?”
“Hani şu, evet, daha şişman olanı, yok, daha ufak tefeği…”
Kısacası, Claudia’yı seviyordum. Ve mutsuzdum. Ama o benim bu mutsuzluğumu nasıl anlayabilirdi? Başlarından bir acı, bir talihsizlik geçtiği için kendilerini en vasat yaşamın tekdüzeliğine mahkûm edenler vardır; ama katlanabileceklerini hissettiklerinden daha büyük bir talih yaşadıkları için bunu yapanlar da vardır.
Yemeklerimi bazı sabit fiyatlı lokantalarda yiyordum. Bu şehirde bu lokantaları hepsi birbiriyle akraba Toskanalı aileler işletirler. Garson kızların hepsi, Altopascio adındaki bir kasabadan gelir, gençlikleri boyunca burada yaşarlar, ama hepsinin aklı Altopascio’dadır ve şehrin kalanıyla karışmazlar; akşamları, gene Altopasciolu olup, burada lokantaların mutfaklarında ya da oto tamirhanelerinde çalışan, ama kasabalarının dış mahalleleriymiş gibi lokantaların çevresinden ayrılmayan gençlerle çıkarlar ve bu kızlarla bu gençler evlenirler, bazıları Altopascio’ya döner, bazıları burada kalıp akrabalarının ve hemşerilerinin lokantalarında çalışır, bir gün kendi adlarına bir lokanta açabilmek için para biriktirirler.
Bu lokantalarda kimlerin yemek yediği bilinir: Yoldan geçerken uğrayan ve hep değişen kişiler dışında, her zamanki müşteriler, aralarında evde kalmış birkaç kadın memurun da bulunduğu bekar memurlar, birkaç öğrenci ve asker. Bir süre sonra bu müşterilerin hepsi tanışıyor, bir masadan ötekine gevezelik ediyorlardı ve belli bir noktada, başlangıçta birbirlerini tanımayıp sonra her zaman birlikte yeme alışkanlığı edinenler, ortak masalar oluşturuyorlardı.
Toskanalı garson kızlarla da herkes şakalaşıyordu; elbette, iyi niyetli şakalardı bunlar, kızlara erkek arkadaşlarını soruyorlar, onlarla karşılıklı espriler yapıyorlardı, konuşacak başka bir şey kalmadığında da, televizyona el atıyor, son zamanlarda programlarda gördükleri kişilerden hangilerinin sempatik, hangilerinin antipatik olduğundan söz ediyorlardı.
Oysa ben, yemek siparişleri dışında -zaten rejimde olduğum için, hep aynı şeyleri istiyordum: tereyağlı spagetti, haşlama et ve salata- asla bir şey söylemiyordum; adlarını artık ben de öğrenmiş olmakla birlikte, kızları adlarıyla çağırmıyor, içli dışlılık izlenimi uyandırmamak için hep “Hanımefendi” demeyi yeğliyordum. O lokantada tesadüfen bulunuyordum, geçici bir müşteriydim, gerçi kim bilir daha ne kadar süre boyunca oraya her gün gidebilirdim, ama bugün burada, yarın orada olan, geçici birisi gibi hissetmek istiyordum kendimi, yoksa sinirlerim bozuluyordu. Lokantadakileri antipatik bulduğumdan değil, tam tersine: Gerek çalışanlar gerek müşteriler, iyi ve sempatik insanlardı, çevremdeki o konuksever atmosfer de hoşuma gidiyordu, hatta bu atmosfer olmasa, bir şeylerin eksikliğini duyardım, ama katılmadan gözlemeyi yeğliyordum. Öteki müşterilerle konuşmaktan kaçınıyordum, selamlaşmaktan da; çünkü bilindiği gibi, birileriyle tanışmak çok kolaydır, ama sonra bağlayıcı hale gelir: Birisi, “Bu akşam ne yapıyoruz?” der ve böylece hep birlikte televizyon seyredilir ya da sinemaya gidilir ve o akşamdan sonra, seni hiç ilgilendirmeyen bir insanlar topluluğunun bir parçası haline gelirsin ve hakkındaki her şeyi anlatman, başkalarının hakkındaki her şeyi dinlemen gerekir.
Kimsenin olmadığı bir masaya oturmaya çalıyor, sabah ya da akşam gazetesini açıyordum (gazeteyi ofise giderken alıyor, başlıklara bir göz atıyor, ama okumak için lokantaya gelmeyi bekliyordum) ve gazeteye baştan sona göz gezdiriyordum. Gazete, başka yer bulamadığımda ve önceden birisinin oturduğu bir masaya oturmak zorunda kaldığımda da, çok işime yarıyordu; okumaya dalıyordum ve kimse hiçbir şey söylemiyordu bana. Ama her zaman tek başıma oturacağım bir masa bulmaya gayret ediyor ve bu yüzden, yemek saatlerimi elimden geldiğince geciktirmeye çalışıyordum, böylece lokantaya vardığımda, müşterilerin büyük bir bölümü gitmiş oluyordu.
Kırıntılar sorunu vardı. Çoğu zaman, tam o anda müşterinin kalktığı, kırıntılarla dolu bir masaya oturmam gerekiyordu; bu yüzden, garson kız gelip kirli tabakları ve bardakları götürünceye, masa örtüsündeki kalıntıları temizleyip yeni bir örtü koyuncaya kadar masaya bakmaktan çekiniyordum. Kimi zaman bu iş aceleye getiriliyor ve üstteki örtüyle alttaki arasında ekmek kırıntıları kalıyor, bu da canımı sıkıyordu.
En iyisi, sözgelimi öğle yemeği için, garson kızların artık başka müşteri gelmeyeceğini düşünerek masaları iyice temizleyip akşama hazırladıkları saati kollamaktı; sonra, bütün aile -patronlar, garson kızlar, aşçılar, aşçı yamakları- bir sofra kuruyor ve en sonunda yemek yemek için kendileri oturuyorlardı. O anda içeri ben giriyor: “Hay Allah, çok mu
geç oldu, bir şeyler yemem mümkün değil mi?” diyordum.
“Lafı mı olur? Buyurun, istediğiniz yere oturun! Lisa, beyefendinin siparişini alıver.”
O temiz, güzel masalardan birine oturuyordum. Bir aşçı mutfağa dönüyordu, ben gazetemi okuyor, sakin sakin yemeğimi yiyor, sofradakilerin gülüp şakalaşmalarına, anlattıkları Altopascio öykülerine kulak veriyordum. Bir servisle öteki arasında çeyrek saat beklemem gerekebiliyordu, çünkü garson kızların hepsi orada oturmuş, yemek yiyor, çene çalıyorlardı, sonunda ben, “Hanımefendi, bir portakal…” demeye karar veriyordum, onlar da, “Derhal! Anna, sen gidiver! Hey, Lisa!” diye karşılık veriyorlardı. Ama böylesi hoşuma gidiyordu ve memnundum.
Yemeğimi yedikten, gazetemi okuduktan sonra, rulo yaptığım gazetem elimde lokantadan çıkıyordum; eve dönüyor, odama çıkıyordum, gazeteyi yatağın üzerine fırlatıp ellerimi yıkıyordum. Bayan Margariti, girdiğim ve çıktığım anı kolluyordu, çünkü ben dışarı çıkar çıkmaz odama gelip gazeteyi alıyordu. Benden istemeye cesaret edemiyordu; bu yüzden, gazeteyi gizlice götürüyor ve ben dönmeden gene gizlice yatağımın üzerine koyuyordu. Sanki biraz hoppaca bir meraktan utanır gibi utanıyordu; aslında bir tek şey okuyordu: ölüm ilanları.
Bir kez içeri girdiğimde, onu elinde gazeteyle buldum, çok utandı ve kendini mazur gösterme ihtiyacını hissetti: “Şey, arada bir ölüm ilanlarına bakmak için gazetenizi alıyorum, bağışlayın, çünkü kimi zaman, şey, ölenler arasında tanıdıklarım oluyor…”
Bu yemek saatlerini erteleme fikri yüzünden, bazı akşamlar mesela sinemaya gidiyordum, sinemadan kafam biraz sersemlemiş bir halde çıktığımda, saat geç oluyordu ve ışıklı tabelaların çevresine, şehrin boyutlarını silip yok eden bir sonbahar sisinin kesif karanlığı çöküyordu. Saate bakıyor, kendi kendime belki de küçük lokantalarda artık-yiyecek bir şey bulamayacağımı ya da her durumda her zamanki gidiş saatimi geçirdiğimi ve kapanmadan lokantaya yetişemeyeceğimi söylüyordum; o zaman, evimin altındaki Urbano Rattazzi birahanesinin tezgahında ayakta bir şeyler atıştırmaya karar veriyordum.
Sokaktan bira salonuna girmek, yalnızca karanlıktan ışığa bir geçiş değildi; dünyanın yoğunluğu değişiyordu: Dışarıda her şey biçimsiz, belirsiz, seyrekti; oysa burası, sağlam biçimler, belirli bir kalınlığı, ağırlığı olan hacimler, parlak renkli yüzeyler, tezgahta dilimledikleri jambonun kırmızısı, garsonların Tirol ceketlerinin yeşili, biranın altınrengi ile doluydu. İçerisi insan kaynıyordu ve yolda yürürken, geçenleri çehreden yoksun birer gölge, kendimi de onlar arasında çehreden yoksun bir gölge olarak görmeye alışmış olan ben, birden bir erkek ve kadın yüzleri ormanını yeniden keşfediyordum, meyveler gibi renkli, her biri ötekilerden farklı ve hepsi de tanımadığım yüzler. Bir an için onların ortasında kendi hayalet görünmezliğimi biraz daha korumayı umuyordum, sonra benim de onlar gibi birisi, aynaların bile sabahtan beri çoktan uzamış olan sakalımın bütün kıllarını yansıtacağı kadar belirli bir görüntü haline geldiğimi fark ediyordum; artık olası hiçbir sığınak kalmıyordu, birahanede yanık bütün sigaralardan tavana yükselen yoğun duman bile, kendi dış çizgileri ve kendi kalınlığı olan başlı başına bir şeydi ve öteki şeylerin özünü değiştirmiyordu.
Her zaman son derece kalabalık olan tezgahta kendime yer açıyor, her masadan yükselen kahkahalar ve sözlerle dolu salona sırtımı dönüyor ve bir tabure boşalır boşalmaz oturuyordum; önüme dörtgen mukavva bir altlık, bir bira bardağı ve mönüyü koyması için garsonun dikkatini çekmeye çalışıyordum. Gecelerce nöbetini tuttuğum, her saatini, her irkiltisini bildiğim bu Urbano Rattazzi’de beni fark etmelerini sağlamakta güçlük çekiyordum ve sesimin içinde yitip gittiği uğultu, her akşam paslı demir parmaklıklardan yukarı yükseldiğini işittiğim uğultu oluyordu.
“Tereyağlı gnochhi , lütfen,” diyordum ve sonunda tezgahtaki garson işitip mikrofona tane tane söylüyordu: “Tereyağlı bir gnocchi!” Ve ben bu nağmeli seslenişin mutfaktaki hoparlörden nasıl çıktığını düşünüyordum, aynı anda burada tezgahta ve yukarıda odamda yatağıma uzanmışım gibi geliyordu bana ve yiyip içen neşeli insanlar arasındaki yoğun söz trafiğini, bardakların çınlamasını ve çatal- bıçakların sesini zihnimde küçük parçalara bölüp hafifletmeye çalışıyordum, ta ki bütün akşamlarımı dolduran gürültüyü tanıyıncaya kadar.
Dünyanın bu kesiminin çizgileriyle renkleri arasından, tersinin – yalnızca onun sakini hissediyordum kendimi- çehresini ayırt ediyordum saydam bir biçimde. Ama belki de gerçek ters burasıydı, açık gözlerle dolu, ışıklı bu yerdi; buna karşılık, her açıdan önemli olan yan, gölgede kalanıydı ve Urbano Rattazzi birahanesi, karanlıkta şu biçimsiz “Tereyağlı bir gnocchi!” sesi, bidonların takırtısı işitilebilsin diye, tabelanın halesi, üzerinde bulanık insan biçimlerinin belirdiği buğulu camların çerçevesi yoldaki sisi delip geçsin diye vardı yalnızca.
Bir sabah Claudia’nın bir telefonuyla uyandım, ama şehirlerarası bir arama değildi: Şehirde, istasyondaymış, henüz gelmiş ve yataklı vagondan inerken, yanında getirdiği birçok valizinden birini kaybettiği için beni arıyormuş.
Ucu ucuna yetişip Claudia’yı gördüm: Bir grup hamalın başında, istasyondan çıkıyordu. Gülümsemesinde birkaç dakika önceki telefon konuşmasında bana yansıttığı heyecandan eser yoktu. Çok güzel ve şık bir kadındı; onu ne zaman yeniden görsem, nasıl olduğunu unuttuğuma şaşıyordum. Şimdi birden bu şehre bayıldığını ve gelip burada yaşama fikrimi takdir ettiğini belirtiyordu. Gök kurşuniydi; Claudia ışığı, yolların renklerini övüyordu.
Büyük bir otelde bir daire tuttu. Benim için lobiye girme, resepsiyon görevlisine başvurma, telefonla geldiğimin bildirilmesi, belboyun peşi sıra asansöre gitme, sürekli bir huzursuzluk ve sıkıntı kaynağıydı. Claudia’nın bazı işleri nedeniyle, ama belki de gerçekten beni görmek için birkaç gün geçirmek üzere buraya gelmiş olması, beni çok duygulandırmıştı, duygulandırmış ve zor bir duruma sokmuştu, çünkü önümde onun yaşam tarzı ile kendi yaşam tarzı arasındaki uçurum açılıyordu.
Gene de, o koşturma içindeki sabah boyunca durumu iyi idare ettim, beni bekleyen olağandışı günleri hesaba katarak, bir ara ofise uğrayıp bir sonraki maaşımdan kesilmek üzere avans almayı bile başardım. Claudia’yı yemeğe götüreceğim yerleri seçme sorunu vardı; lüks restoranları ya da karakteristik yerleri pek az biliyordum. Başlangıç olarak, onu tepeye götürmenin iyi olacağını düşündüm.
Bir taksi tuttum. Şimdi fark ediyordum: O şehirde belli bir rakamın üzerinde maaş alıp da arabası olmayan yoktu (iş arkadaşım
Avandero’nun bile vardı), oysa ben arabasızdım, her durumda araba kullanmayı bilmiyordum. Bu benim için asla sorun olmamıştı, ama şimdi Claudia’nın karşısında bundan dolayı utanç duyuyordum. Oysa, Claudia her şeyi doğal buluyor, çünkü “Senin elinde bir araba,” diyordu, “kesin bir felaket demektir”; bütün pratik becerilerimi önemsiz bulduğunu ortaya koyuyor -bu çok canımı sıkıyordu- ve bana ilişkin değerlendirmesini başka yeteneklerime dayandırıyordu, ama bu yeteneklerin ne olduğu belli değildi.
Her durumda, bir taksi tuttuk; bana yaşlı bir adamın kullandığı döküntü bir araba denk geldi. Ben çevremde birden canlanıveren bu alakasız, hurdalık şeyler üzerine espri yapmaya çalışıyordum, ama Claudia, sanki bu şeylerin ona dokunması imkansızmış gibi, taksinin çirkinliğinden rahatsızlık duymuyordu ve ben kendimi rahatlamış mı, yoksa her zamankinden çok yazgıma terk edilmiş mi hissetmem gerektiğini bilemiyordum.
Doğu yönünde şehri kuşatan yeşil tepelerin sırtlarından yukarı çıkıyorduk. Altınrengi bir sonbahar ışığı içinde hava açmıştı, kırların renkleri de altınrengine bürünüyordu. O takside Claudia’ya sarıldım; onun bana duyduğu aşka kendimi bırakırsam, belki de yolun iki yanında bulanık görüntüler halinde akıp giden (ona sarılmak için, gözlüğümü çıkarmıştım) o yeşil ve altınrengi yaşam açılırdı önümde.
Kır lokantasına gitmeden önce, yaşlı sürücüye bizi yukarıda manzarayı görebileceğimiz bir noktaya götürmesini söyledim. Arabadan indik. Claudia, başında büyük siyah bir şapkayla, eteğinin kıvrımlarını rüzgarda uçuşturarak kendi çevresinde döndü. Ben bir oraya, bir buraya koşturuyor, ona şurada Alpler’in beyaz doruğunun göğe yükseldiği yeri (bilemediğim dağların adlarını rastgele söylüyordum), burada köyler, yollar ve nehirlerle tepenin iniş çıkışlı, kesintili çizgilerini ve aşağıda titizlikle yan yana dizilmiş küçücük mat ya da ışıltılı pulların oluşturduğu bir ağ şeklindeki şehri gösteriyordum. Bir uçsuz bucaksızlık duygusu kaplamıştı içimi, Claudia’nın şapkası ve’ eteğinden ötürü mü, görünümden ötürü mü, bilemiyorum. Sonbahar olmasına rağmen, hava oldukça berrak ve temizdi, ama gene de havayı bir uçtan bir uca çok değişik yoğunluklar kuşatıyordu: Dağların eteklerinde yoğun puslar, nehirlerin üzerinde sis parçaları, rüzgarın değişik şekillerde hareket ettirdiği bulut zincirleri. Alçak duvardan aşağı bakıyorduk, ben kolumu onun beline dolamış, manzaranın bin bir çehresini seyrediyordum; birden bir çözümleme gereksinmesine kapıldım, zaten kendimden memnun değildim, çünkü yerlerin ve doğal olayların adlarını yeterince bilmiyordum; oysa o, duyu izlenimlerini beklenmedik neşeli hareketlere, söze dökmelere, durumumuzla hiç ilgisi olmayan sözlere dönüştürmeye hazırdı. O şeyi tam o anda gördüm. Claudia’nın bileğini tutup sıktım. “Bak! Aşağı bak!”
“Ne?”
“Aşağı! Bak! Hareket ediyor!”
“İyi de, ne? Ne gördün?”
Nasıl anlatmalıydı ona? Sonuçta bu bulut, havanın soğuk katmanlarında nemin yoğunlaşmasına göre gri, mavimsi, beyaz, hatta siyah olan öteki bulut ya da sislerden çok farklı değildi; belirsiz rengi dışında: Daha çok kahverengiye mi, yoksa katranrengine mi çalıyordu, bilemiyorum; daha doğrusu, farklılık, bu rengin kah kenarlarda, kah ortada yoğunlaşıyor gibi görünen gölgesindeydi. Kısacası, ağır olduğu, yerden, alacalı uzayıp giden şehirden iyice kopmadığı için, bulutu bütünüyle kirleten ve yoğunluğunu bile değiştiren -bu açıdan da, öteki bulutlardan farklıydı- pis bir gölgeydi bu: Şehrin üzerinden ağır ağır akıyor, şehrin bir kısmını yavaş yavaş gözden silip bir başka kısmını yeniden açığa çıkarıyor, ama arkasında hafif kirli çizgileri andıran ve uzayıp giden bir iz bırakıyordu.
“Kirli hava bulutu!” diye bağırdım Claudia’ya. “Şunu görüyor musun? Bir kirli hava bulutu!”
Ama o beni dinlemiyordu, uçtuğunu gördüğü bir şeye, bir kuş sürüsüne kendini kaptırmıştı ve ben orada, duvarın önünde durmuş, beni her an kuşatan buluta, içinde yaşadığım ve içimde yaşayan buluta ilk kez dışarıdan bakıyor ve çevremdeki bütün rengarenk dünya içinde beni bir tek onun ilgilendirdiğini biliyordum.
Akşam Claudia’yı yemeğe Urbano Rattazzi birahanesine götürdüm, çünkü sabit fiyatlı lokantalar dışında başka bir yer bilmiyor ve aşırı pahalı bir yere denk gelmekten korkuyordum. Urbano Rattazzi’den içeri Claudia gibi bir kadınla girmek, bambaşka bir şeydi: Tirol ceketli garsonların hepsi seferber oldular, bizi güzel bir masaya oturttular, üzerinde spesiyalitelerinin bulunduğu servis masalarını masamıza yanaştırdılar. Ben aldırışsız kavalye pozları takınmaya çalışıyor, ama aynı zamanda avlunun üzerindeki kiralık odada kalan, tezgahta ayaküstü bir şeyler atıştıran müşteri olduğumu fark ettiklerini hissediyordum. Bu ruh hali beni beceriksiz, sıkıcı konulardan konuşan birisi yaptı ve çok geçmeden Claudia bana öfkelendi. Hararetli bir kavgaya tutuştuk; birahanedeki patırtı seslerimizi bastırıyordu, ama yalnızca Claudia’nın her hareketinde yanımızda bitiveren garsonların değil, böylesine gösterişsiz bir adamın yanındaki bu son derece güzel, şık ve otoriter kadını merak eden müşterilerin de bakışları üzerimizdeydi. Ve ben herkesin kavganın aşamalarını izlediğini fark ediyordum; bunun bir nedeni de, Claudia’nın, çevresini saran insanlara karşı kayıtsızlığı içinde, davranışlarını gizlemeye aldırmamasıydı. Bana öyle geliyordu ki, herkes öfkeli Claudia’nın ayağa kalkıp beni orada tek başıma bırakacağı, beni hep olduğum, duvardaki bir nem lekesinden daha fazla dikkat çekmeyen o adsız sansız kişiye döndüreceği anı bekliyordu yalnızca.
Oysa, her zamanki gibi, kavgayı sevgi dolu yumuşak bir uzlaşma izledi; yemeğimizi bitirmiştik ve Claudia oraya yakın bir yerde oturduğumu bildiğinden, “Sana geliyorum.” dedi.
Şu var ki, ben onu Urbano Rattazzi’ye, kaldığım yere yakın olduğu için değil, bildiğim o tür tek yer olduğu için götürmüştüm; hatta Claudia’nın dış kapıya bir göz atıp yaşadığım ev hakkında bir fikir edinebileceği düşüncesi bile kendimi diken üstünde hissetmeme yol açıyor ve her şeyden çok onun dikkatsizliğine bel bağlıyordum.
Oysa, o yukarı çıkmak istedi. Ona odadan söz ederken, her şeyi gülünç bir hale dönüştürmek için yerin sefilliğini abarttım. Ama o, yukarı çıkarken ve terası geçerken, yalnızca övülecek yönleri görüyordu: Binanın eski ve kayda değer mimarisini, eski binaların mimarisindeki işlevselliği. İçeri girdik ve o, “Ne diyorsun sen! Çok güzel bir oda! Daha ne istiyorsun?” dedi.
Ben paltosunu çıkarmasına yardım etmeden önce, hemen lavaboya yöneldim, çünkü her zamanki gibi ellerim kirlenmişti. O buna ihtiyaç duymadı, odada dolaşıp tüyler gibi uçuşan ellerini tozlu mobilyaların arasında gezdirdi.
Odayı çok geçmeden o son derece yabancı nesneler kaplamıştı: Claudia’nın tüllü şapkası, omuzuna attığı tilki kürkü, kadife giysisi, organze eteği, saten ayakkabıları, ipek çorapları; ben her şeyi elbise dolabına, çekmecelere tıkmaya çalışıyordum, çünkü orada dururlarsa, kısa sürede üstleri isli izlerle kaplanacak gibi geliyordu bana.
Şimdi Claudia beyaz teniyle yatağa, vuracak olsak bir toz bulutunun kalkacağı yatağa uzanmıştı ve elini yandaki rafa uzatıp bir kitap aldı. “Dikkat et! Tozlu!” Ama Claudia kitabı açmış, sayfalarını karıştırıyordu, sonra kitabı yere bıraktı. Ben henüz körpe göğsüne, pembe sivri göğüs uçlarına bakıyordum; göğüs uçlarına kitabın sayfalarından toz düşmüş olabileceği derdine kapıldım, ellerimi uzatıp okşamayı andıran, ama aslında oraya düştüğünü sandığım o bir parça tozu silme arzusundan ibaret olan bir hareketle üzerlerinde gezdirmeye başladım.
Oysa Claudia’nın teni pürüzsüz, körpe, eldeğmemişti; ama ben lambanın ışık konisi içinde yavaş yavaş Claudia’nın da üzerine konacak olan bir toz zerrecikleri sağanağının havada süzüldüğünü görünce, öncelikle onu örtme, koruma, o kurtulsun diye bütün tozu kendi üzerime alma arzusuyla üzerine atılıp onu kucakladım.
Claudia şehirden ayrıldıktan Sonra (yanındakilere sırf ona özgü bir ışığı yansıtma yönündeki sarsılmaz kararlılığına rağmen, benimle olmaktan düş kırıklığına uğramış ve sıkılmıştı), iki kat enerjiyle editörlük çalışmama sarıldım, biraz Claudia’nın ziyareti bana epey iş saati kaybettirdiği ve yeni sayının hazırlanmasında geride kaldığım için, biraz Claudia’yı düşünmemek için, biraz da Arıtma dergisinin işlediği konuyu artık başlangıçtaki gibi kendime uzak hissetmediğim için.
Henüz başyazı eksikti, ama bu kez Başkan Corda bana talimat vermemiş, “Siz hallediverin, ama dikkatli olun,” demişti. Her zamanki tumturaklı yazılanından birini yazmaya koyuldum, ama yavaş yavaş, bir sözcükten ötekine, kirli hava bulutunu betimlediğimi fark ettim: Onun nasıl şehrin üzerine çöktüğünü gördüğümü; bu bulut içinde yaşamın nasıl sürüp gittiğini; siyah bir tortunun biriktiği çıkıntı ve oyuklarla kaplı eski evlerin cephelerini; keza üzerlerinde, tıpkı memurların yarım gün bile temiz kalmayan gömleklerinin beyaz yakaları gibi, yavaş yavaş belli belirsiz kara gölgelerin yayıldığı düz, tekrenkli, dörtgen yeni evlerin cephelerini. Ve şöyle yazdım: Evet, henüz kirli hava bulutunun dışında yaşayanlar, bulutu bir uçtan bir uca geçen, tam ortasında duran ve üzerlerine en küçük bir duman esintisi ya da kömür tanesi değmeden, değişik ritimleri, başka bir dünyaya özgü güzellikleri bozulmadan dışarı çıkabilenler vardı ve belki de her zaman var olacaktı, ama önemli olan, kirli hava bulutunun dışındakiler değil, içindekilerdi; ancak bulutun en içine dalarak, bu sabahların sisli havasını soluyarak (şimdiden kış, yolları belirsiz bir pus içinde gözden siliyordu), gerçeğin özüne dokunabilir ve belki kendimizi kurtarabilirdik Yazının tamamı, Claudia’ya yönelik bir polemikti; bunun çabucak farkına varıp yazıyı Avandero’ya bile okutmadan yırttım.
Bay Avandero, henüz iyi anlamadığım bir tipti. Bir pazartesi sabahı ofise girdiğimde, onu nasıl buldum dersiniz? Bronzlaşmış! Evet, her zamanki haşlama balık rengi surat yerine, kızılla kahverengi arası bir teni vardı, alnında ve şakaklarında da birkaç güneş yanığı izi.
“Sana ne oldu böyle?” diye sordum. (Son zamanlarda birbirimize sen diye hitap etmeye başlamıştık.)
“Kayağa gittim. Düşen ilk kar. Harika, güzel ve kuru. Sen de gelir misin, pazar günü?”
O günden sonra, Avandero bana kayak tutkusu sırrını açtı. Sırrını açtı, dedim, çünkü benimle kayaktan konuşurken, teknik bir becerinin, hareketlerdeki şaşmaz geometrik kesinliğin, işlevsel bir gerecin, bembeyaz bir sayfaya dönüşmüş bir manzaranın ötesinde bir şey anlatıyordu; o, bu kusursuz ve kurallara bağlı memur, anlattıklarının içine, işine karşı gizli bir çekişmeyi katıyor, bunu sanki üstünlüğünü gösteren küçük kahkahalar ve küçük hınzır değinilerle açığa vuruyordu: “Doğrusu, arıtma diye buna derim ben! Alın, kirli hava bulutunuz sizin olsun!” diyor, hemen ardından: “Şaka olsun diye söylüyorum,” diyerek sözünü düzeltiyordu. Ama onun gibi son derece sadık birisinin bile, Kurum’a ve Başkan Corda’nın fikirlerine hiç de inanmadığını anlamıştım.
Bir cumartesi günü öğleden sonra Avandero’ya rastladım, tepeden tırnağa kayak takımlarını kuşanmış, başına karatavuk gagasını andıran siperlikli bir bere geçirmişti; şimdiden kalabalık bir kadın-erkek kayakçılar grubunun saldırısına uğramış olan bir otobüse doğru gidiyordu. Her zamanki yetingen havasıyla beni selamladı: “Şehirde mi kalıyorsun?”
“Ben mi? Evet. Gitmek neye yarar? Ertesi akşam aynı tas aynı hamam buradasın.”
Beresinin karatavuk gagasını andıran siperliği altında kaşlarını çattı: “Cumartesi ve pazar uzaklaşmadıktan sonra, neye yarar şehir?” dedi ve bir koşu otobüse döndü, çünkü kayakları otobüsün üstüne yerleştirmenin yeni bir yolunu önermek istiyordu.
Sırf pazar günü şehirden uzaklaşabilmek uğruna hafta boyunca tekdüze işlerde köle gibi çalışan yüzlerce, binlerce kişi için olduğu gibi, Avandero için de şehir yitik bir dünyaydı, ondan birkaç saat çıkıp sonra ona dönmenin araçlarını üreten bir değirmen taşıydı. Kayak mevsimi geçince, Avandero için kır gezintileri, alabalık avları, sonra deniz, yazları dağ gezileri, fotoğraf makinesiyle yürüyüşler dönemi başlıyordu. Onunla birlikte oldukça, yıl yıl yeniden kurmaya başladığım yaşamöyküsü, taşıt araçlarının öyküsüydü: Önce bir mobilet, sonra bir skuter, daha sonra bir motosiklet, şimdi de araba. Gelecek yıllarda neler olacağı da belirlenmişti: Giderek daha rahat ve daha hızlı otomobiller.
Arıtma’nın yeni sayısının baskıya girmesi gerekiyordu, ama Başkan Corda henüz taslakları görmemişti. O gün SMŞAAK’ta onu bekliyordum, ama gelmedi, ancak akşama doğru telefon edip Wafd’daki ofisine gelmemi ve taslakları oraya getirmemi söyledi, çünkü onun yerinden kıpırdaması olanaksızmış. Hatta şoförüyle arabasını gönderip beni aldıracaktı.
Wafd, Corda’nın yönetim kurulu başkanı olduğu bir fabrikaydı. Dev otomobil beni -arabanın bir köşesine büzülmüştüm, elimde dizlerimin üstünde tuttuğum taslak dosyası vardı- varoşların bilmediğim mahallelerinden geçirdi, sağır bir duvarın yanından geçti, geniş bir bahçe kapısından bekçilerin selamlarıyla içeri girdi ve beni yönetime giden merdivenin başında indirdi.
Başkan Corda, ofisindeki yazı masasının başında oturuyordu, çevresini bir grup yönetici sarmıştı, bazı hesapları ya da masadan taşan kocaman kağıt tabakalar üzerindeki üretim planlarını inceliyordu. “Bana bir dakika izin verin,” dedi bana, “hemen sizinle meşgul olacağım.”
Ben Başkan’ın arkasındaki camla kaplı duvara bakıyordum: Fabrika kompleksine bakan çok geniş bir pencereydi bu. Sisli akşamda birkaç gölge yükseliyordu; önde, yukarı büyük kovalarla, sanırım demir tozu taşıyan zincirli bir yük asansörü – göze çarpıyordu. Sıralı demir kaplarının sürekli sıçrayışlarla ve maden yığınının dış çizgilerini biraz bozar gibi görünen hafif bir dalgalanmayla yukarı çıktığı görülüyordu ve oradan havaya yoğun bir toz bulutu yükselip Başkan’ın çalışma odasındaki camın üzerine konuyormuş gibi geliyordu bana.
Tam o anda Başkan ışığı yakmalarını istedi; birden dışarısının karanlığına karşı, pencere camı, belli ki demir tozundan oluşmuş, bir galaksinin toz bulutu gibi ışıltılı, incecik bir zümrütle kaplı beliriverdi. Dışarıdaki gölgelerin biçimi bozuldu; dipteki fabrika bacalarının biçimleri daha net görünür oldu: Her birinin üstünde kırmızı bir duman bulutu vardı ve bu alevlerin üstünde, onlarla belirgin bir karşıtlık oluşturan mürekkep siyahı bir çizgi, bütün göğü kuşatıyor; çizginin içinde akkor beneklerin dönerek havaya yükseldiği görülebiliyordu.
Şimdi Corda’yla birlikte Arıtma’nın taslaklarını gözden geçiriyorduk; SMŞAAK başkanlığına özgü farklı heyecanların ve zihinsel dürtülerin havasına hemen girmiş, benimle ve Wafd yöneticileriyle derginin yazılarını tartışıyordu. Ve Kurum’un ofislerinde, Corda’nın karşısında birçok kez memurların doğal muhalif tutumunu takınarak içini dökmüş, zihnen kirli hava bulutunun yanında yer aldığımı, onun düşman saflarına sızmış gizli ajanı olduğumu dile getirmiş olan ben, şimdi oyunumun ne kadar anlamsız olduğunu anlıyordum; çünkü kirli hava bulutunun patronu Başkan Corda’ydı, bu bulutu aralıksız olarak şehrin üzerine estiren oydu ve SMŞAAK, kirli hava bulutunun yarattığı bir şeydi, onu üretmek için çalışanlara, yalnızca kirli havadan ibaret olmayan bir yaşam umudu verme, ama aynı zamanda onun gücünü yüceltme gereksinmesinden doğmuştu.
Derginin son sayısından memnun kalan Corda, matbaaya kadar bana eşlik etmek istedi. Yoğun sisin olduğu bir akşamdı. Tek tük birkaç ışık dışında hiçbir şey görülmediği için, sürücü ağır ağır gidiyordu. Genel iyimserlik hallerinden birine kapılmış olan Başkan, geleceğin şehrinin ana hatlarını çiziyordu: Parkları olan mahalleler, çiçek tarhlarının ve küçük havuzların çevrelediği fabrikalar, havayı fabrika bacalarının dumanından arındıran füze tesisleri. Ve camların ötesindeki, dışarıdaki boşluğa işaret ediyordu, sanki hayal ettiği şeyler çoktan oradaymış gibi; ben, becerikli iş adamıyla geleceği gören kişinin onda nasıl bir arada var olduklarını ve birbirlerine gereksinme duyduklarını keşfederek onu dinliyordum, korkarak mı, hayranlık duyarak mı, bilemiyorum.
Belli bir noktada, oturduğum yeri tanır gibi oldum. “Durun, burada durun, geldim,” dedim sürücüye. İyi akşamlar diledim, teşekkür ettim, arabadan indim. Araba hareket ettiğinde, yanıldığımı fark ettim. Bilmediğim bir mahallede inmiştim ve çevremde sisten hiçbir şey görülmüyordu.
Lokantada, gazeteme sığınarak, yemeklerimi tek başıma yemeye devam ediyordum. Aynı şekilde davranan bir başka müşterinin daha olduğunu fark ettim. Bazen başka boş yer olmadığında, aynı masaya düşüyor ve gazetelerimizi açıp karşılıklı oturuyorduk. Farklı gazeteler okuyorduk: Benimki, herkesin okuduğu, şehrin en önemli gazetesiydi; elbette, başkalarından farklı bir gazete okuyarak, kendimi değişik birisiymişim gibi, hatta (masayı paylaştığım kişinin gazetesini okusam) uç siyasal görüşleri olan birisiymişim gibi göstermem için hiçbir neden yoktu. Siyasal görüşler ve partilerden her zaman uzak durdum, ama orada lokanta masasında, bazı akşamlar, gazeteyi masaya koyduğumda, karşımdaki kişi gazeteye uzanıp: “Alabilir miyim?” diyor; bana kendi gazetesini sunuyordu: “Şayet bunu okumak isterseniz…”
Böylece onun gazetesine bir göz atıyordum; deyim yerindeyse, biraz benimkinin tersiydi, sadece karşıt görüşleri savunduğu için değil, aynı zamanda öteki gazete açısından varlığı bile söz konusu olmayan şeylerle ilgilendiği için: İşten çıkarılan işçiler, ellerini makineye kaptıran makinistler (gazete bu kişilerin resimlerini de yayınlıyordu), aile yardımı rakamlarını gösteren çizelgeler, vb. Ama en önemlisi, öteki gazete ne kadar parlak üsluplu yazılara yer vermeye ve güzel kızların boşanmaları gibi eğlendirici, sudan olaylarla okurun dikkatini çekmeye çalışıyorsa; bu gazete, o kadar hep aynı, birbirinin tekrarı, tekdüze ifadelerle, olayların olumsuz yönünü ortaya koyan başlıklarla çıkıyordu. Gazetenin basılma tarzı da aynıydı; harfleri gri, sık, tekdüzeydi. Bunun üzerine, şöyle düşündüm: “İşte, bundan hoşlandım.”
Bu izlenimimi masayı paylaştığım kişiye söylemeye çalıştım, elbette tek tek haberleri ve görüşleri yorumlamaktan uzak durarak (o çoktan bana Asya’dan belli bir haber hakkında ne düşündüğümü sormaya başlamıştı) ve aynı zamanda yargımın olumsuz yönünü yumuşatmaya çalışarak; çünkü kendisiyle ilgili eleştirileri kabul etmeyen bir tipmiş gibi geliyordu bana ve benim herhangi bir tartışmaya girmeye hiç mi hiç niyetim yoktu.
Oysa o, kendi düşüncelerine dalmış gibi görünüyordu, bu yüzden, gazete hakkında övgü dolu sözlerim gereksiz ya da yersiz görünüyor olsa gerekti. “Biliyor musunuz?” dedi, “henüz olması gerektiği gibi bir gazete değil. Benim olmasını istediğim gibi değil.”
Kısa boylu, ama yapılıydı; esmer, kıvırcık saçlarını büyük bir özenle taramıştı; yanakları pembe, solgun yüzü, henüz çocuk yüzüydü; ince ve düzenli yüz hatları, uzun siyah kirpikleri, ağırbaşlı, neredeyse kibirli bir havası vardı. Biraz özenti bir titizlikle giyinmişti. “Hâlâ çok genel bir yaklaşımı, kesin ayrıntılar konusunda pek çok noksanı var,” diye sözünü sürdürdü, “özellikle de, bizi ilgilendiren konularda. Hâlâ fazlasıyla ötekilere benzeyen bir gazete. Benim dediğim gibi bir gazetenin büyük bölümü okurlarca oluşturulmalı; üretim dünyasında olup biten her şey hakkında bilimsel açıdan kesin bilgiler vermeye çalışmalıdır.”
“Siz bir fabrikada teknisyen misiniz?” diye sordum.
“Vasıflı işçiyim.”
Tanıştık. Adı Omar Basaluzzi’ymiş. SMŞAAK’ta çalıştığımı öğrenince çok ilgilendi ve bir raporunda kullanacağı veriler hakkında sorular sordu. Ona birkaç yayının adını verdim (kaldı ki, bunlar herkesin ulaşabileceği yayınlardı; her ihtimale karşı, ona da hafif bir gülümsemeyle belirttiğim gibi, herhangi bir meslek sırrını açığa vuruyor değildim) ve o, cebinden bir not defteri çıkarıp sanki bir kaynakça kartı dolduruyormuş gibi özenle not aldı.
“Ben, istatistik araştırmalarıyla uğraşıyorum,” dedi, “şirketimizin çok geri olduğu bir alan.” Dışarı çıkmak için paltolarımızı giydik Basaluzzi’nin üzerinde şık kesimli, spor bir pardösü ve su geçirmez bez bir bere vardı. “Çok geri,” diye sözünü sürdürdü, “oysa, bana kalırsa, temel bir alan bu… “
“Bu araştırmalara ayıracak vakit kalıyor mu işinizden?” diye sordum.
“Bakın,” dedi (hep biraz ukalaca, kürsüden konuşurcasına karşılık veriyordu), “tamamen bir yöntem sorunu bu. Ben günde sekiz saat fabrikada çalışırım, sonra her akşam mutlaka bir toplantı olur, pazar günleri de. Ama işi örgütlemeyi bilmek gerekir. Çalışma grupları oluşturdum, şirketimizdeki gençler arasından…”
“Çok mu sayıları sizin gibi olanların?”
“Az. Giderek azalıyor. Birer birer başlarından savıyorlar bizi.” Gazeteyi işaret ederek, “Çok geçmez, bir gün burada fotoğrafımı, altında da ‘misilleme olarak bir işçi daha işten çıkarıldı’ yazısını okursunuz,” dedi.
Gecenin soğuğunda yürüyorduk; ben yakasını kaldırdığım paltomun içine büzülmüştüm; Omar Basaiuzzi sakin sakin yürüyor, ince dudaklarından çıkan küçük bir soluk buğusuyla, başı dik, konuşuyor, arada bir konuşmasındaki bir noktanın altını çizmek için elini cebinden çıkarıyor, sanki o nokta yeterince aydınlığa kavuşturulmazsa yola devam edemezmiş gibi duruyordu.
Ben artık söylediği şeyleri takip etmiyordum; Omar Basaiuzzi gibilerinin, çevrede var olan bütün dumanlı grilikten kaçmaya değil, onu ahlaki bir değere, içsel bir norma dönüştürmeye çalıştığını düşünüyordum.
“Kirli hava bulutu…” dedim.
“Kirli hava bulutu mu? Evet, Cordâ’nın çağdaş sanayici olmak istediğini biliyorum… Atmosferi arındırmak istediğini… Gidip işçilerine anlatsın bunu! Herhalde havayı arındıracak kişi o olmayacak… Toplumsal yapı meselesi bu… Onu değiştirmeyi başarırsak, kirli hava bulutu sorununu da çözeriz. Biz, onlar değil.”
Şehirdeki farklı şirketlerin sendika temsilcilerinin bir toplantısına onunla birlikte gitmemi önerdi. Dumanlı bir salonun dibine oturdum. Omar Basaiuzzi, hepsi kendisinden yaşlı başka kişilerle birlikte başkanlık masasına oturdu. Salon ısıtılmamıştı; herkes paltolu ve şapkalıydı.
Konuşması gerekenler birer birer ayağa kalkıyor ve masanın yanındaki yerlerini alıyorlardı; hepsinin dinleyici kitlesine hitap etme tarzı aynıydı: Yansız, sade bir üslup; konuşmaya başlarken ve öne sürülen savları sonuca bağlarken kullanılan kalıp sözler – bunlar, herkes kullandığına göre, onlara özgü bir kuralın parçası olsa gerekti. Dinleyiciler arasındaki bazı mırıldanmalardan, aykırı bir söz söylenmiş olduğunu fark ediyordum, ama hep daha önce söylenenleri onaylayarak başlayan üstü kapalı polemiklerdi bunlar. Konuşanlardan birçoğunun Omar Basaluzzi’yle bir alıp veremediği varmış gibi geliyordu bana; genç adam, başkanlık masasına hafif yana kaykılarak oturmuş, cebinden işlenmiş deriden bir tütün torbasıyla kısa bir İngiliz piposu çıkarmıştı, pipoyu küçük ellerinin ağır hareketleriyle doldurdu, yarı kapalı gözlerle,
bir dirseği masaya, yanağı eline dayalı, dikkatle tüttürmeye başladı.
Salon dumanla dolmuştu. Birisi yukarıdaki küçük pencereyi bir süre açmayı önerdi. Soğuk bir esinti havayı ‘değiştirdi, ama çok geçmeden dışarıdan içeriye sis girmeye başladı ve salonun bir ucundan ötekine neredeyse göz gözü görmez oldu. Ben oturduğum yerden, soğukta kıpırtısız duran, kimisi kalkık yakalı sırtlardan oluşmuş o kalabalığı, başkanlık masasındaki paltolu kişiler topluluğunu ve ayakta konuşmakta olan ayı gibi şişman birisini süzüyordum: Artık hepsini, sözlerini ve inatçılıklarını da, o sis kuşatmış, kaplamıştı.
Claudia, şubat ayında döndü. Öğle yemeği için parkın sonunda, nehir kıyısındaki lüks bir restorana gittik. Camlardan dışarıdaki kıyıya ve ağaçlara bakıyorduk: Havanın rengiyle, geçmişe özgü şık bir tablo oluşturuyorlardı.
Claudia’yla anlaşamıyorduk. Güzellik konusunu tartışıyorduk. Claudia: “İnsanlar güzellik duygusunu yitirdiler,” diyordu.
Ben, “Güzelliği sürekli olarak icat etmek gerekir,” diyordum.
“Güzellik, her zaman güzelliktir, ebedidir.”
“Güzellik, her zaman bir çatışmadan doğar.”
“Evet, Yunanlar!”
“Nasıl, Yunanlar mı?”
“Uygarlıktır, güzellik!”
“Demek ki..,”‘ ‘
“Öyleyse.,”
Böyle böyle ertesi güne kadar devam edebilirdik “Bu park, bu nehir…”
(“Bu park, bu nehir,” diye düşünüyordum ben, “ancak yaşamın kıyısında durabilir, kalan şeyler için bir avuntu kaynağı olabilir bize; eski bir güzellik, yeni bir çirkinliğe karşı hiçbir şey yapamaz.”)
“Bu yılanbalığı!..”
Restoran salonunun ortasında cam bir kutu, bir akvaryum vardı ve içinde kocaman yılanbalıkları yüzüyordu. “Bak!”
Bir grup müşteri yaklaşıyordu, önemli kişiler, ağzının tadını bilen varlıklı bir aile: anne, baba, yetişkin kızları, ergenlik çağındaki oğulları. Yanlarında, frak ve kolalı beyaz bir gömlek giymiş, iriyarı, dev gibi şef garson vardı; çocukların kelebek yakalamak için kullandıkları ağı andıran bir ağın sapını tutuyordu. Aile, ciddi, dikkatli, yılanbalıklarına bakıyordu; belli bir noktada, anne elini kaldırıp bir yılanbalığını işaret etti. Şef garson ağı akvaryuma daldırdı, hızlı bir hareketle balığı yakalayıp sudan çıkardı. Yılanbalığı, ağın içinde kımıl kımıl oynayarak çırpınıyordu. Şef garson, can çekişen balığın bulunduğu ağı bir mızrak gibi önünde tutarak mutfağa doğru yollandı. Aile, bakışıyla garsonu takip etti, sonra balığın pişmiş olarak dönmesini beklemek üzere masaya oturdu.
“Acımasızlık…”
“Uygarlık…”
“Her şey acımasız…”
Taksi çağırmak yerine, yürüyerek çıktık. Çimenleri, ağaç gövdelerini, nehirden yükselen yoğun, nemli örtü kaplamıştı, burada hâlâ bir doğa olgusuydu bu. Claudia, geniş yakalı kürküne, manşonuna, kalpağına sığınmış yürüyordu. Tablonun bir parçasını oluşturan iki âşık gölgesiydik.
“Güzellik…”
“Senin güzelliğin…”
“Neye yarar? Zaten…”
“Güzellik ebedidir,” dedim ben.
“Hah, daha önce benim söylediğimi mi söylüyorsun?”
“Hayır, tam tersini… “
“Seninle asla tartışılmaz,” dedi Claudia.
Yolda tek başına yürümek istiyormuş gibi benden koptu. Bir sis katmanı tam yerin üstünde koşuyor; kürklü siluet, sanki yere değmiyormuş gibi yürüyordu.
Akşam Claudia’yı oteline kadar götürdüm, lobi smokinli beyler ve dekolte giyimli hanımlarla doluydu. Karnaval zamanıydı, otelin salonunda bir hayır balosu düzenleniyordu.
“Ne güzel! Bana eşlik eder misin? Gidip gece giysimi giyeyim!”
Ben baloluk bir tip olmadığım için kendimi huzursuz hissediyordum. “Ama davetiyemiz yok… Benim üzerimde kahveren… “
“Benim için davetiyeye gerek yok… Sen de, benim kavalyemsin… “
Üstünü değiştirmek için yukarı koştu. Ben nerede duracağımı bilemiyordum. Bulunduğum yer, ilk gece giysilerini giymiş kızlarla doluydu, salona girmeden önce yüzlerine pudra sürüyor ve heyecanlı fısıltılarla konuşuyorlardı. Bir köşede duruyor, kendimi oraya bir paket teslim etmek için gelmiş bir tezgâhtar gibi düşünmeye çalışıyordum.
Asansörün kapısı açıldı. Claudia bol dökümlü bir etek, pembe göğsünün üzerinde inci bir kolye ve pırlantalı küçük bir maskeyle çıktı. Artık tezgâhtar rolünü oynayamazdım. Yanına gittim.
İçeri girdik. Bütün gözler Claudia’nın üzerindeydi. Takacak bir balo maskesi buldum, gülünç bir burnu olan bir maskeydi. Dans etmeye koyulduk Claudia kendi çevresinde döndüğünde, öteki çiftler onu görebilmek için yanımızdan çekiliyorlardı; oysa ben, son derece kötü dans ettiğim için, kalabalığın ortasında kalmak istiyordum, bir tür saklambaç oyunuydu bu. Claudia, hiç de neşeli olmadığımı, eğlenmeyi bilmediğimi belirtti.
Dans sona ermiş, masamıza ulaşmak için ayaktaki bir grup beyefendinin önünden geçiyorduk. “Oh!” Başkan Corda’yla yüz yüze geldim. Frak giymişti, başında turuncu bir kâğıt şapka vardı. Durup onu selamlamam gerekti. “Demek, siz, ha! Herhalde odur diye düşündüm, ama emin olamamıştım,” diyor, ama Claudia’ya bakıyordu ve ben, “her zamanki halinizle, üzerinizde işe giydiğiniz ceketinizle, sizi asla böyle bir kadınla görmeyi beklemezdim,” demek istediğini anlıyordum.
İkisini tanıştırmak zorunda kaldım; Corda, Claudia’nın elini öptü, onu yanındaki öteki yaşlı beylere takdim etti. Hep dalgın ve üstün Claudia söylenen adları dinlemiyordu (oysa ben kendi kendime: “Hay Allah! Adamın kim olduğunu bir düşün!” diyordum, çünkü hepsi, ileri gelen sanayicilerdi). Sonra Corda beni takdim etti: “Kendisi, bizim derginin, biliyorsunuz, Arıtma’nın yazı işleri müdürüdür, hani şu benim yönettiğim dergi…” Hepsinin Claudia karşısında biraz çekindiğini anladım, budalaca şeyler söylüyorlardı. Bunun üzerine, kendimi daha az çekingen hissettim.
Anladım ki, bir şeyler olmak üzereydi, yani Corda, Claudia’yı dansa kaldırmak için zor bekliyordu. “Peki, öyleyse, evet, görüşmek üzere…” dedim, uzun uzun iyi akşamlar diledim ve Claudia’yı yeniden dans pistine götürdüm. Claudia: “Bana baksana, bu dans nasıl edilir bilmiyorsun galiba, müziği duymuyor musun?”
Benim tek hissettiğim, Claudia’nın yanında belirmekle, onların da tam anlayamadıkları bir biçimde, eğlencelerini bozduğumdu ve balodan elde edebileceğim tek tatmindi bu. “Ça ça ça…” diye mırıldanıyor, aslında hiç bilmediğim adımlarla dans eder gibi yapıyor, kendi başına hareket edebilsin diye Claudia’nın elini çok hafifçe tutuyordum.
Karnaval zamanıydı; ben ne diye eğlenmeyecekmişim? Borazanlar bangır bangır ötüyor, yere eğik püskülleri birbirine karışıyordu; avuç dolusu konfeti, sıva kırıntıları gibi frakların sırtlarına ve çıplak kadınların omuzlarına dökülüyor, dekolte giysilerin ve yakaların kenarından içeri süzülüyor, yerde yumuşak yumaklar halinde yığılıyor, dans edenler bunları ayaklarıyla itiyorlardı; avizelerden yere çıplak tel demetlerini ya da genel bir yıkımda çöken duvarlar arasında açıkta kalmış sallanan kabloları andıran serpantinler uzanıyordu.
“Siz çirkin dünyayı olduğu gibi kabul edebiliyorsunuz, çünkü onu yok etmeniz gerektiğini biliyorsunuz,” dedim Omar Basaluzzi’ye. Biraz da onu tahrik etmek için böyle konuşuyordum, yoksa sohbetin tadı çıkmıyordu.
“Bir dakika,” dedi Omar, dudağına götürmek üzere olduğu kahve fincanını bırakarak, “biz hiç de ‘durum ne kadar kötüye giderse, o kadar iyi olur’ demiyoruz. Biz, olanı daha iyi hale getirmek için buradayız… Ne reformculuk, ne aşırıcılık. Biz… “
Ben kendi düşüncelerimin izini sürüyordum, o kendi düşüncelerinin. Claudia’yla son kez parka gidişimizden beri, bu külrengi düzene bir anlam verecek, yitirmekte olduğumuz bütün güzellikleri kurtarıp bize geri kazandıracak yeni bir dünya imgesi arıyordum. Yeni bir dünya çehresi.
İşçi, siyah bir deri çantanın fermuarını açtı, içinden resimli bir dergi çıkardı. “Görüyor musunuz?” Bir dizi fotoğraf vardı. Asyalı bir halk, başlarında kürk bereler, ayaklarında çizmelerle bir nehirde neşeyle balık avına gidiyordu. Bir başka fotoğrafta, aynı insanlar okula gidiyordu: Bir öğretmen, bir çarşafın üzerinde anlaşılmaz bir alfabenin harflerini gösteriyordu. Bir başka resimde, bir şenlik vardı ve herkes başına ejderha maskesi geçirmişti, ortada, ejderhaların arasında; üzerinde bir adamın portresi bulunan bir traktör öne doğru ilerliyordu. Son olarak, gene kürk bereli iki adam bir tornayı işletiyorlardı.
“Görüyor musunuz? İşte bu,” dedi, “dünyanın öteki çehresi.”
Basaluzzi’ye baktım. “Sizin kürk bereleriniz yok, mersinbalığı avlamaya çıkmıyorsunuz, ejderhalarla oynamıyorsunuz.”
“Yani?”
“Yani, onlara benzer hiçbir yanınız yok, bunun dışında,” diyerek tornayı gösterdim, “o sizde zaten var.”
Basaluzzi: “Yo, yo, oradaki gibi olacak, çünkü bilinç değişecek, onlardaki gibi bizde de, dışımızdan önce içimiz yenilenecek…” diyor ve derginin sayfalarını çevirmeye devam ediyordu. Bir başka sayfada, maden eritme ocaklarının ve alınlarında gözlükleri, mağrur yüzleriyle işçilerin fotoğrafları vardı. “Doğrusu, o zaman da sorunlar olacak, sanmayalım ki, bir günden ötekine…” dedi. “Epey bir süre zor olacak üretim… Ama önemli bir adım atmış olacağız… Mesela, şimdiki gibi şeyler olmayacak artık…” diye ekleyerek, gene hep söz ettiği şeylerden, her gün aklında evirip çevirdiği sorunlardan söz etmeye koyuldu.
Basaluzzi için o günün gelip gelmemesinin sanıldığı kadar önemli olmadığını fark ediyordum, çünkü onun için önemli olan, kendi yaşam çizgisiydi, bu çizginin değişmemesi gerekiyordu.
“Sorunlar her zaman olacak, elbette… Cennet olmayacak yaşadığımız yer… Tıpkı bizim aziz falan olmadığımız gibi…”
Azizler, cennetin var olmadığını bilseler, yaşamlarını değiştirirler miydi?
“Geçen hafta beni işten çıkardılar,” dedi Omar Basaluzzi.
“Peki, şimdi ne yapacaksınız?”
“Sendikada birtakım işlerle uğraşıyorum. Bu sonbahar yer boşalırsa, idari bir göreve geçebilirim.”
Wafd’a gidiyordu, orada sabah şiddetli gösteriler olmuştu. “Benimle gelir misiniz?”
“Şey, orada beni görmelerini istemem, nedenini anlarsınız.”
“Beni görmelerini de istemem. Yoldaşlarımın başını derde sokmuş olurum. Yakındaki bir kahvede oturacağız.”
Onunla gittim. Küçük bir kahvenin camlarından, vardiya işçilerinin bisikletlerini yürüterek dış kapıdan çıktıklarını ya da şimdiden uyku akan yüzlerle tramvaylara doluştuklarını görüyorduk. Elbette önceden haber verilmiş birileri, kahveye girip hemen Omar’ın yanına geliyordu;
böylece küçük bir grup oluştu ve aralarında konuşmaya başladılar.
Ben bu kişilerin sorunlarından hiçbir şey anlamıyordum ve kalabalıklar halinde fabrika kapısından çıkan, belli ki aileleri ve pazar günü dışında hiçbir şey düşünmeyen sayısız insanın çehresi ile burada Omar’la oturanlar, yani inatçılar, ödün vermezler arasındaki farkın ne olduğunu incelemeye koyulmuştum. Onları birbirinden ayırt edecek hiçbir işaret göremiyordum: Aynı yaşamın çocukları olan aynı yaşlı ya da erken olgunlaşmış yüzler; fark, içlerindeydi.
Sonra, sonuçta kimin “Gün gelecek…” düşüncesinde olduğunu ve kimin tıpkı Omar gibi o günün gelip gelmemesini umursamadığını ayırt edip edemeyeceğimi görmek için bu kişilerin yüzlerini ve sözlerini inceliyordum. Ve onları bu yolla birbirinden ayırt etmenin olanaksız olduğunu gördüm, çünkü belki de hepsi, sabırsızlıkları ve üstünkörü konuşmaları yüzünden birinci gruptanmış gibi görünen birkaç kişi bile, ikinci gruptandı.
Sonra artık neye bakacağımı bilemediğim için göğe baktım. Baharın ilk günlerinden biriydi ve şehrin eteklerindeki evlerin üstünde gök pırıl pırıl, mavi, berraktı, ama iyice baktığımda, gökte bir tür gölge görüyordum, sararmış eski bir fotoğrafın üzerindeki gibi, bir spektroskop merceğinden görülen işaretler gibi bir leke. Güzel bahar mevsimi bile göğü temizlemeyecekti.
Omar Basaluzzi, kalın çerçeveli bir güneş gözlüğü takmış, o adamların ortasında, kılı kırk yaran, işini bilir, mağrur kişi edasıyla, biraz genizden konuşmaya devam ediyordu.
Arıtma’da, atom radyasyonuna bağlı hava kirliliği üzerine yabancı bir gazeteden aldığım bir haberi yayımladım. Küçük puntoyla dizilmişti ve Başkan Corda taslakları incelerken bu haberi fark etmemişti, ama basılı dergide okuyunca, beni yanına çağırttı.
“Olacak iş değil, her şeyin peşinden koşmak zorundayım, yüz göz gerekir insana!” dedi. “Buradaki haberi yayımlamak nereden aklınıza geldi? Kurum’umuz bu tür şeylerle uğraşmıyor. Yok, bir de uğraşsaydı! Kaldı ki, bana hiçbir şey söylemediniz! Böyle hassas bir konuda! Şimdi, işi gücü bırakıp propaganda yaptığımızı söyleyecekler!”
Kendimi haklı çıkarmak için birkaç şey söyledim: “Biliyorsunuz,
hava kirliliği söz konusu olduğundan, bağışlayın, düşünmüştüm ki…”
Tam yanından ayrılmıştım ki, Corda beni yeniden çağırdı. “İyi de, siz, gerçekten bu radyoaktivite tehlikesine inanıyor musunuz? Yani, bu kadar ciddi bir şey olduğuna…”
Bir bilim kongresinin bazı verilerinden haberim vardı, ona bunları aktardım. Corda beni dinliyor, başıyla söylediklerimi onaylıyordu, ama canı sıkkındı.
“İşe bakın, ne korkunç bir zamanda yaşamak zorundayız, sevgili dostum!” diye köpürdü belli bir noktada, şimdi yakından bildiğim Corda oluvermişti. “Riski göze almak zorundayız, sevgili dostum, dönüp arkamıza bakmadan, çünkü ölüm kalım meselesi bu, sevgili dostum, ölüm kalım meselesi!”
Birkaç dakika boyunca başı eğik durdu. “Biz, kendi alanımızda,” diye söze girdi yeniden, “abartmak istemiyorum ama, üzerimize düşeni yapıyoruz, katkımızı veriyoruz, durumla başa çıkabilecek güçteyiz.”
“Orası kesin, Sayın Başkan. Bundan eminim, Sayın Başkan.” Biraz şaşkın, biraz ikiyüzlü, birbirimize baktık Şimdi kirli hava bulutu, göğe ağan atom bulutu karşısında, küçülüvermiş, bir bulutçuk, bir saçak bulut oluvermiş gibiydi.
Birkaç genel ve onaylayıcı sözden sonra Başkan Corda’nın yanından ayrıldım, bu kez de savaşının buluttan yana mı, ona karşı mı olduğu anlaşılmıyordu.
O andan sonra başlıklarda patlamalara ya da radyoaktiviteye değinmemeye özen gösterdim, ama her sayıda, teknik haberlere ayrılan sütunlarda, bu konu hakkında birtakım bilgiler aktarmaya çalışıyordum; ayrıca, bazı yazılarda, şehir atmosferindeki kömür ya da yakıt yüzdeleri üzerine verilerin ve bunların fizyolojik sonuçlarının arasına, radyoaktif serpintiden etkilenen bölgelerdeki benzeri verileri ve örnekleri ekliyordum. Artık Corda da, ötekiler de benimle ilgilenmiyordu, ama bu beni sevindirmek yerine, Anima’yı gerçekten de kimsenin okumadığı kuşkumu doğruluyordu.
Nükleer radyasyonlar hakkındaki malzemeyi muhafaza ettiğim bir dosyam vardı, çünkü kullanılacak haber ve yazıları seçmeye alışmış bir gözle gazeteleri gözden geçirdiğimde, her zaman bu konuda bir şeyler buluyor ve bir kenara ayırıyordum. Sonra, Kurum’un abone olduğu bir basın kupürleri ajansı, bize “Atmosfer Kirlenmesi” başlığı altında giderek daha çok atom bombalarından söz eden kupürler gönderiyor, kirli hava bulutu üzerine kupürlerin sayısı ise günden güne azalıyordu.
Böylece her gün, korkunç hastalıklara ilişkin istatistikleri, okyanusun ortasında ölümcül bulutlara yakalanan balıkçıların, bazı uranyum deneylerinden sonra iki başlı doğan kobayların öykülerini buluyordum karşımda. Başımı kaldırıp pencereye bakıyordum. Haziranın sonlarına yaklaşıyorduk, ama yaz henüz başlamamıştı: Ağır bir hava vardı, isli bir pus yüzünden boğucu günler geçiriyorduk, öğle saatlerinde kıyameti andıran bir ışık kaplıyordu şehri, yoldan geçenler, bedenleri uçup gittikten sonra yerde resmi çekilmiş gölgeleri andırıyordu.
Mevsimlerin olağan seyri değişmiş gibiydi, Avrupa’da şiddetli kasırgalar hüküm sürüyordu, yazın başlangıcını elektrikle yüklü günler, sonra haftalarca süren yağmurlar, aniden bastıran sıcaklar, sonra gene Mart ayına özgü soğukların geri dönüşü belirlemişti. Gazeteler, atmosferdeki bu düzensizliklere bombaların etkilerinin yol açmış olamayacağını savunuyor, tek tük birkaç bilim adamı (ne ki, onlara güvenilip güvenilemeyeceğine karar vermek de güçtü) ve onlarla birlikte, bilindiği gibi, son derece aykırı görüşlere itibar etmeye her zaman hazır olan halkın anonim sesi, bu görüşü destekler gibi görünüyordu.
Ayrıca, atom bombası hakkında budalaca sözler eden, o sabah da şemsiyemi almam için beni uyaran Bayan Margariti’yi duymak, sinirlerimi bozuyordu. Ama hiç kuşkusuz, panjurları açıp o yanıltıcı ışıkta, çizgi ve lekelerden oluşmuş bir ağı andıran avlunun soluk görüntüsünü gördüğümde, sanki tam o anda gökten göze görünmez parçacıklar yağacakmış gibi, geri çekilme gereğini duymuştum.
Söylenmemiş şeylerin bu yükü, batıl bir inanca dönüşüyor, bir zamanlar en zararsız kabul edilen hava durumu hakkındaki sıradan konuşmalar üzerinde ağırlığını duyuruyordu. Artık havadan söz etmekten kaçınıyorduk ya da yağmur yağdığını veya havanın açtığını söylemek zorunda kaldığımızda, sanki gizli bir sorumluluğumuzu örtbas ediyormuşuz gibi bir tür utanca kapılıyorduk. Haftanın günlerini pazar gezisine hazırlanarak geçiren Bay Avandero, havaya karşı bana bütünüyle ikiyüzlü, bayağı gelen sözde bir kayıtsızlık tutumu takınmıştı.
Arıtma’nın bir sayısını, hepsi bir biçimde radyoaktiviteden söz eden yazılara ayırdım. Bu kez de başımı ağrıtan olmadı. Ama derginin okunmadığı doğru değildi; okumasına okuyorlardı, ama artık bu şeylere karşı bir tür alışkanlık oluşmuştu ve yakında insanlığın yok olacağını yazsanız bile kimsenin aldırış ettiği yoktu.
Güncel konulara yer veren dergiler de, tüyler ürperten haberler yayımlıyorlardı, ama sanki insanlar yalnızca kapaktaki gülümseyen güzel kızların renkli fotoğraflarına itibar ediyor gibiydiler. Bu dergilerden biri, kapağında Claudia’nın mayolu bir resmiyle çıkmıştı; fotoğraf, o su kayağıyla dönüş yaparken çekilmişti. Resmi dört raptiyeyle kiralık odamın bir duvarına astım.
Her sabah ve her öğleden sonra, ofisimin bulunduğu, bulvarları sakin mahalleye gitmeye devam ediyor ve zaman zaman buraya ilk geldiğim sonbahar gününü anımsıyordum: O zaman, gördüğüm her şeyde bir işaret aramıştım ve hiçbir şey kendimi hissettiğim kadar külrengi ve kasvetli görünmemişti gözüme. Şimdi de gözlerim yalnızca işaretler arıyordu; hiçbir zaman başka bir şey görmeyi başaramamıştım. Neyin işaretleri? Sonsuza dek birbirine gönderme yapan işaretler.
Böylece, kimi zaman o mahallede bir katırın çektiği bir arabaya rastladığım oluyordu: Karşı yoldan giden, çuvallarla yüklü, iki tekerlekli küçük bir araba. Ya da arabayı bir kapının önünde, iki ok arasındaki başını eğmiş katır ve beyaz çuval yığını üzerinde bir kız çocuğuyla, durmuş görüyordum.
Sonra, oralarda dolaşan böyle tek bir araba olmadığını fark ettim, sayıları daha fazlaydı. Bunun ne zaman farkına varmaya başladığımı söyleyemem; insan birçok şey görüp dikkat etmez; belki de gördüğü bu şeylerin onun üzerinde bir etkisi vardır, ama o bunun farkına varmaz; sonra bir kez bir şeyle bir diğeri arasında bağ kurmaya başlar ve o zaman birden her şey anlam kazanır. Bu arabaları görmek, ben bilinçli olarak onları düşünmesem de, üzerimde yatıştırıcı bir etki uyandırıyordu; çünkü sıradışı bir karşılaşma, sözgelimi, otomobillerle dolu bir şehrin ortasında köyü anımsatan bir arabayı görme, dünyanın asla tek boyutlu olmadığını anımsatmaya yeter.
Dolayısıyla, dikkatle gözlemeye başlamıştım: Saçları örülü bir kız çocuğu, çuvalların oluşturduğu beyaz yığının tepesine oturmuş, bir çocuk dergisi okuyor, sonra kapıdan bir çift çuvalla iriyarı bir adam dışarı çıkıyor ve bu iki çuvalı da arabanın üzerine koyuyordu, fren kolunu indirip katıra, “Deh…” diyor ve gidiyorlardı; kız çocuğu hep çuvalların en üstünde, okumaya devam ediyordu. Sonra bir başka kapının önünde duruyorlardı; adam birkaç çuvalı arabadan indirip içeri taşıyordu.
Daha uzakta, karşı yolda bir başka araba gidiyordu, sürücü yerinde yaşlı bir adamcağız oturuyordu ve bir kadın, başındaki büyük bohçalarla binaların merdivenlerini çıkıp iniyordu.
Arabaları gördüğüm günler daha neşeli ve güvenli olduğumu fark etmeye başladım; bu günler, hep pazartesiye denk geliyordu; böylece, pazartesinin, çamaşırcıların arabalarıyla şehri dolaştıkları, içinde temiz giysiler olan bohçaları teslim edip kirli çamaşırları aldıkları gün olduğunu öğrendim.
Artık bunu bildiğim için, çamaşırcı arabalarının görüntüsünü hiç kaçırmıyordum; sabah giderken birini görmem yetiyor, kendi kendime: “Öyle ya, bugün pazartesi!” diyordum; sonra hemen, başka bir yolda ilerleyen, havlayan küçük bir köpeğin takip ettiği bir başka araba beliriyordu; bir başkası, aşağıya doğru uzaklaşıyor, onun yükünü, sarı ve beyaz çizgili çuvallarını ancak arkadan görüyordum.
Ofisten dönüşte tramvaya bindim, daha kalabalık ve aşırı gürültülü yollardan geçiyordum, işte bir kavşakta, bir çamaşırcı arabasının uzun parmaklı tekerleği ağır ağır kavşağı döndüğü için, trafik durmak zorunda kalıyordu. Bir yan yola göz atıyor ve kaldırımın kenarında durmuş, çamaşır bohçası yüklü katın, bohçaları indirmekte olan hasır şapkalı bir adamı görüyordum.
O gün eve dönmek için her zamankinden çok daha uzun bir tur attım, yolda hep çamaşırcılara rastlamaya devam ettim. Bunun şehir için bir tür şenlik olduğunu fark ediyordum, çünkü herkes duman sinmiş çamaşırları verip kısa bir süreliğine de olsa, üzerine bembeyaz çamaşırları giymekten mutluydu.
Bir sonraki pazartesi, çamaşırcıları takip etmek istedim: Çamaşırlarını teslim edip yeni işlerini aldıktan sonra, dönüşte nereye gittiklerini görmek için. Biraz rastgele yürüyordum, çünkü biraz bir arabayı, biraz bir başkasını takip ediyordum; bir süre sonra, hepsinin tuttukları bir yol olduğunu anladım: Belli yollardan geçiyor, birbirleriyle karşılaştıklarında ya da art arda dizildiklerinde, sakin selamlar ve
esprilerle birbirlerine sesleniyorlardı. Böylece, uzun bir güzergâh boyunca, yoruluncaya kadar onları bir takip edip bir gözden yitirmeye devam ettim. Ama peşlerini bırakmadan önce, bir çamaşırcılar köyü olduğunu öğrenmiştim: Hepsi, Barca Bertulla’nın varoşlarından geliyorlardı.
Bir gün öğleden sonra oraya gittim. Bir nehrin üzerindeki bir köprüyü geçtim, kırların ortasındaydım, kamyonların geçtiği yolların yanında çizgi halinde evler uzanıyor, ama evlerin hemen arkasında yeşil alan başlıyordu. Çamaşırhaneler görünmüyordu. Meyhanelerin gölgeli çardakları, alavere havuzlarının kesintiye uğrattığı kanalların kıyısına doğru açılıyordu. Her çiftlik kapısına ve her yola dikkatle bakarak yürüdüm. Yavaş yavaş yerleşim bölgesinin dışına çıkmıştım, şimdi yolun yanında sıra sıra kavaklar uzanıyor, sık aralıklı kanalların kıyılarını belirliyordu. Ve biraz uzakta, kavakların ötesinde, bir beyaz yelkenler çayırı gördüm: asılı çamaşırlardı bunlar.
Bir patikadan yürümeye başladım. Geniş çayırların içinden insan boyunda ipler geçiyordu ve birbiri ardı sıra bu iplere kuruması için bütün şehrin çamaşırları asılmıştı; henüz ıslak ve biçimsizlerdi, güneşte kumaşta beliren buruşukluklarıyla hepsi birbirinin aynısıydı ve çevredeki her çayırda bu upuzun çamaşır sıralarının aklığı yineleniyordu. (Bazı çayırlarda çamaşır yoktu, ama bunlarda da, üzümsüz bağlar gibi, bir uçtan bir uca paralel ipler uzanıyordu.)
Ben asılı çamaşırların ak alanları arasında dolaşırken, bir kahkaha patlamasıyla birden dönüverdim. Bir kanalın kıyısında, bir setin üzerinde, bulunduğum yerin epey yukarısında, bir çamaşır teknesinin kenarı görülüyordu; onun üzerinde, sıvalı kollarıyla, renk renk giysiler içindeki çamaşırcı kadınların kırmızı suratları belirdi, gülüyor, çene çalıyorlardı: Bluzlarının altında bir aşağı bir yukarı hareket eden göğüsleriyle genç kızlar, başlarında başörtüleriyle yaşlı, şişman kadınlar tombul kollarını sabun köpüğünün içinde ileri geri hareket ettiriyor, dirseklerinin köşeli hareketiyle bükülü çamaşırları sıkıyorlardı. Kadınların ortasında hasır şapkalı adamlar, sepetleri ayrı yığınlar halinde boşaltıyor ya da dörtgen çamaşır sabunuyla onlar da çalışıyor veya tahta küreklerle çamaşırları dövüyorlardı.
Ben artık göreceğimi görmüştüm ve söyleyeceğim ya da işlerine burnumu sokmamı gerektirecek hiçbir şey yoktu. Geri döndüm. Geniş yolun kenarında tek tük otlar bitmişti; ben, ayakkabılarım tozlanmasın diye ve geçen kamyonlardan biraz uzakta durmak için, oradan yürümeye özen gösteriyordum. Çayırların, çitlerin ve kavakların arasından gözümle yıkama teknelerini, bazı alçak binalar üzerindeki BUHARLI YIKAMA, BARCA BERTULLA ÇAMAŞIRCILAR KOOPERATİFİ yazılarını, kadınların bağ bozarcasına sepetlerle dolaşıp iplerden kuru çamaşırları aldıkları kırları takip etmeyi sürdürüyordum. Güneşin vurduğu kırlar, o beyazlık arasında yeşil çehresini dışavuruyor ve su, mavimsi köpüklerle yüklü akıp gidiyordu. Fazla bir şey değildi, ama yalnızca gözlerinde görüntüleri tutmaya çalışan benim gibi birisi için, belki de yeterliydi.

Çeviren: Kemal Atakay

Kirli Hava Bulutu | İtalo Calvino

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments