Savaştan kısa bir süre sonra haftalık komünist bir dergi (Action), şaşırtıcı bir konuda anket yaptı. Kafka yakılmalı mı? Ankette yer alan soru buydu. Bu, o kadar çılgınca bir soruydu ki, öncesinde sorulması gerekenleri bile hiçe sayıyordu: Kitaplar yakılmalı mı? Ya da genel olarak, ne tür kitaplar yakılmalı? Sonuçta hangi soru sorulmuş olursa olsun dergi redaktörlerinin kurnazca bir seçim yaptığını kabul etmeliyiz. Der Prozess’in [Dava] yazarının, söylendiği gibi “çağımızın en büyük dehalarından biri” olduğunu hatırlatmaya lüzum görmüyoruz. Dergiye gelen cevaplardan elde edilen sonuç, cüret de bedeli olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. Üstelik sorulan sorunun cevabı, Action bu anketi düzenlemeden çok önce verilmiş, ancak bu cevap değerlendirme kapsamına girememişti; bu cevabı veren yazarın ta kendisiydi: Kafka’nın hayattayken, hatta vasiyetinde en büyük isteği kitaplarının yakılmasıydı.
Kanımca Kafka bu konuda hiçbir zaman kararsızlıktan kurtulamadı. Bu kitapları yazdı yazmasına; ama onları yazdığı günle yakmaya karar verdiği gün arasında belli bir süre geçmiş olsa gerek. Karar verdikten sonra ikircikli bir durumda kaldığını ve kitaplarının yakılması işini arkadaşlarından istediğini biliyoruz: Yani Kafka, kendine ait bir kararın gereğini yerine getirmekten kaçındı. Yine de, ölmeden önce bu isteğini kararlı bir şekilde ifade etmekten geri kalmadı: Öldükten sonra, kendisine ait her şeyin yakılmasını istiyordu.
Bu anlamda, komünistlerin Kafka ‘yı yakma düşüncesi -bu, bir kışkırtma da olabilir-, kendi içinde oldukça mantıklı. Hatta hayali alevler, kitaplarının anlaşılmasını kolaylaştırabilir: Çünkü onlar, yakılmak için yazılmış kitaplar; onlar, bu hakikatin gereklerini yerine getirmeyen nesneler; var olurlar, ama yalnızca yok olmak için; sanki, daha baştan ortadan kaldırılmışlar gibi.
KAFKA, VAAT EDİLEN TOPRAK VE DEVRİMCİ TOPLUM
Yazarlar içinde, belki de en açıkgöz olanı Kafka’ydı: En azından, hiçbir zaman oyuna gelmedi! .. Öncelikle şunu belirtmeliyiz: Çağdaş yazarların pek çoğunun aksine, yapmak istediği şey yazarlıktı. İstediği edebiyatın, beklediği doyumu vermeyeceğini anladığı halde hiçbir zaman yazmaktan vazgeçmedi. Edebiyatın onu hayal kırıklığına uğrattığını söyleyemeyiz. Ulaşılabilir başka hedeflerle karşılaştırıldığında, edebiyat hiçbir şekilde onu hayal kırıklığına uğratmadı. Vaat Edilen Toprak Musa için neyse, edebiyat da Kafka için oydu.
Kafka, Musa hakkında şöyle der:* “… Vaat Edilen Toprağı, ölümünden bir gün önce görebileceği olgusu inandırıcı değil. Bu yüce bakış açısı, insan hayatının tamamlanmış bir andan başka bir anlam taşıyamadığını ortaya koyar yalnızca; çünkü bu tür bir hayat (Vaat Edilen Toprak beklentisi) sonsuza dek sürebilir ve bu süre, bir andan başka bir şey olmayabilir. Musa’nın Kenan’a ulaşamamasının nedeni hayatının çok kısa olması değil, insan hayatı olmasıdır.” Kafka’nın tavrı, yalnızca belli bir iyinin değil, anlamı boş olan bütün hedeflerin övülmesine karşı çıkmaktır: Herhangi bir hedef, zaman boyutu içinde umutsuzdur; sudaki balık, evrenin hareketindeki herhangi bir nokta gibi: Çünkü söz konusu olan bir insanın hayatıdır.
Onunki kadar komünist tutuma ters düşen başka bir şey olabilir mi? Komünizm, her şeyden önce eylemdir, dünyayı değiştirme eylemidir. Hedef, yani değiştirilmiş dünya, zaman içinde, yani gelecek zaman içinde, yalnızca hedeflenen amaç bakımından, yani değiştirilmesi gereken dünya bakımından anlam taşıyan varoluşu, şimdiki zamanın etkinliğini boyunduruk altına alır. Bu bakımdan, komünizm hiçbir zorluğu su yüzüne çıkarmaz. Bütün insanlık şimdiki zamanı belli bir hedefin buyurgan yetkesine kilitlemeye hazırdır. Hiç kimse eylemin değerinden kuşku duymaz ve yine hiç kimse eylemin elinden nihai otoritesini almaya çalışmaz.
Anlamsız bir çekince kalır geriye: Kendimize, eylem halinde olmanın hiçbir zaman yaşamayı engellemediğini söyleriz… Ne var ki, eylem dünyasının tek kaygısı, hedeflenen amaçtır. Hedefler niyetlere göre değişir, ancak onların çeşitliliği, hatta karşıtlığı daima bireysel beğeninin yol alabileceği alanlar açmıştır. Yerine daha elverişli olanın benimsenmesi söz konusu değilse, yalnızca sağlıksız ve yarı deli bir kafa yapısı belli bir hedefi reddeder. Kafka’nın uyandırmaya çalıştığı düşünce şudur: Musa gülünç duruma düşürüldü, çünkü vahiy yoluyla gönderilen haber uyarınca, hedefe ulaştığı an ölmesi gerekiyordu. Kafka, mantık yürüterek hemen ekler: Onun hayal kırıklığına uğramasının derinlerde yatan nedeni “insanca bir hayat” sürdürmesiydi. Hedefe ulaşma zaman içindeki bir ana ertelenir, oysa zaman sınırlıdır: Tek başına bu bile, Kafka’nın hedefi bir tuzak olarak görmesi için yeterlidir.
Bu, o kadar paradoksal bir durum ki -ve, komünist tutumun karşıtım o kadar mükemmel bir şekilde oluşturuyor ki (Kafka’nın tutumu, devrim gerçekleşmedikçe hiçbir şeyin önem taşımadığını savunan siyasal kaygıya ters düşmekle kalmaz)- onu iki ayn bölümde ele almamız gerekecek.
KAFKA’DAKİ MÜKEMMEL ÇOCUKSULUK
Kafka’nın üstlendiği görev kolay değil. Kafka her zaman düşüncelerini ifade etti ve buna kesin olarak karar verdiği andan itibaren (günlüğünde ya da düşüncelerini not aldığı yazılarında) her kelimeyi bir tuzağa dönüştürdü (tehlikeli yapılar inşa ediyordu; kelimeler belli bir mantık düzenine göre sıralanmıyor, birbirlerinin üstüne yığılıyorlardı; sanki tek yapmak istedikleri şaşırtmak, yoldan çıkarmaktı; sanki doğrudan doğruya, şaşırmakla başlayıp yolunu kaybetmeye kadar giden süreçlerden asla bıkmayan yazarın kendisine hitap ediyorlardı).
Gösterilecek en boş çaba, salt edebi nitelik taşıyan kimi yazılarına bir anlam vermektir; bu tür yazılarında okur, olmayanı yaşadığı izlenimine kapılır; okuyucunun edineceği en iyi izlenim ise, daha önce var olanı yaşamaktır, ama bir kez olsun kabaca biçimlendirilmeye kalkışıldığında ve en utangaç doğrulamayla karşı karşıya kaldığında bile, daha önce var olanı hemen gizler.
Öncelikle Kafka’nın çekincelerinden söz etmeliyiz. Bununla birlikte bir labirentin içinde olduğumuzu, onun tutumunun genel anlamını aradığımızı ve labirentten çıkmadan bu anlamı yakalamanın imkânsız olduğunu unutmamalıyız: Bu bağlamda, kendi bütünlükleri içinde Kafka’nın eserlerinin tamamen çocuksu bir tavırla yazıldıklarını söylemekle yetineceğim.
Bence insanlığın en zayıf noktalarında, biri, çocukluğu ayrı bir dünya olarak görmesidir; kuşkusuz bir anlamda bize yabancı olmayan, ama bizim dışımızda kalan, kendi hakikatini oluşturamayan ve anlamlandıramayan bir dünya; yani yalnızca olmakla var olan bir dünya. Buna benzer bir şekilde, hiç kimse hatayı hakikatin yapı taşlarından biri olarak görmez… “Çocukça” ve “ciddi olamaz” ifadeleri birbirinin eşdeğeri sayılırlar. Ancak hepimiz hayata çocuklukla başlamaz mıyız? Doğar doğmaz, üstelik hiç tartışmaksızın, mutlak bir biçimde, hatta en şaşırtıcı biçimleriyle insanlığın özü bu yolla (çocuklukla) sergilenmez mi? Hayvanlar hiçbir zaman çocuksu olamazlar; oysa genç insan bir yandan yetişkinlerin ona telkin ettiği anlamlara tutkuyla yeni bir düzen verirken, diğer yandan da tasarlanmış herhangi bir düzene indirgenmek istemez. Hepimiz, hayatımızın belli bir aşamasında böyle bir dünyanın parçasıydık ve o dünya, başlangıçtaki masumiyetiyle bizi sarhoş ediyordu: Her şey, belli bir süre için, onu şey yapan (yetişkinlerin tutunduğu anlam zincirinin bir halkası olarak) var olma nedenini ortadan kaldırabiliyordu.
Kafka, editörün “bir özyaşam öyküsü taslağı” olarak adlandırdığı bir metin bıraktı bizlere. Aktaracağım bölümler, çocukluğunu ve bu döneme ait bir dAAu anlatıyor: “Akşam, sürükleyici bir hikâyenin en heyecanlı yerine gelmiş bir oğlan çocuğunu, sırf çocuk olmasını gerekçe göstererek okumayı kesip yatması gerektiği konusunda ikna edemezsiniz.” Kafka, biraz ileride şöyle devam eder: “ …Bütün bu olan bitenlerin en önemli yanı şuydu: Okumaya aşırı düşkün olduğum için suçlanıyor, kimseye hissetirmeden ödev saatlerinde kitap okuyor, bu yüzden de çok başarısız oluyordum.” Artık bir yetişkin olan yazar, “çocukluğa dair” zevklerin kınanmasını ele alır: Uygulanan baskı iki farklı sonuç yaratabilmektedir: Çocuk, ya “baskı uygulayan kişiden nefret eder” ya da savunmaya çalıştığı çocukça özelliklerini anlamsız bulmaya başlar. “… Özelliklerimden biri de bütün bu olanlar karşısında sessiz kalmaktı; o zaman da, ya kendimden ve kaderimden nefret ediyor ya da kötü bir çocuk, hatta iblisin teki olduğumu düşünüyordum.”
Dava’yı ve Das Schloss’u” [Şato] okumuş olanlar, Kaflca’nın yaşadıklarından yola çıkıp yarattığı hayali kompozisyonlarını hatırlamakta hiç zorluk çekmeyeceklerdir. Büyüyüp adam olduktan sonra okuma suçuna bir de yazma suçu eklenir. Edebiyatla uğraşmaya başlayınca çevresi, özellikle de babası, Kafka’nın okuma düşkünlüğü karşısında takındıkları tavrı bir kez daha göstererek onu ayıplarlar. Kafka bir kez daha umutsuzluğa kapılır. Michel Carrouges ‘un bu konudaki değerlendirmesine kulak verelim: “Çok değer verdiği uğraşlarının hafife alınması onda korkunç duygular yaratıyordu…” Kafka, ailesinin onu zalimce kınadığı bir olayı anlatırken kendi durumunu şöyle tarif eder: “Oturuyordum; daha önce olduğu gibi ailemle ilgiliymiş gibi görünüyordum…, aslında toplumun dışına tekmelendiğimin farkındaydım…”*
ÇOCUKLUK HALİNİ SÜRDÜRÜYOR
Kafka’nın karakterinde tuhaf olan yan, babasının kendisini anlaması ve benimsemesi için duyduğu büyük arzudur; bu arzu önce okuma düşkünlüğündeki çocuksulukta, sonra da edebiyata olan tutkusunda kendini gösterir. Kafka, edebiyatı yetişkinler topluluğunun dışına çıkamaz; ayrıca edebiyat ortadan kaldırılması imkânsız olan tek şeydir ve Kafka onu, daha çocukluğundan başlayarak kendi varlığının özü ve özgünlüğüyle bir tutar.1 Bütün hayatı önemli davranışlarla sınırlanmış bir adam olan babasını ise otoritenin sesi olarak görür. Babası, şimdiki hayatın boyunduruğunda olan hedeflere daima öncelik verilmesi gerektiği anlamını taşır; çoğu yetişkinin yaptığı gibi. Kafka yaşamını bir çocuksuluk içinde geçirir ve diğer gerçek yazarlar gibi önceliği, daima şimdiki zamanın karşıt arzularına tanır. Büro çalışmasının eziyetine hem katlanır hem de şikâyet eder; onu çalışmaya zorlayanlardan olmasa bile kötü kaderinden memnun değildir. Toplumun onu hem kullandığını hem de dışladığını düşünür; benliğini kasıp kavuran tutkuyu önemsemez, bunu bir çocukluk sayar. Elbette babası, bütün bu olup bitenlere iş dünyasının3 o dayanılmaz anlayışsızlığıyla karşılık verir. Nihayet 1919′ da Kafka babasına bir mektup yazar; elimizde bazı bölümleri bulunan bu mektubu -Allahtan- babasına göndermez:’ “Sıkıntılı, ama bütün çocuklar gibi inatçı bir çocuktum; belki annem beni biraz şımartıyordu; uysal olmadığımı hiç sanmıyorum; bütün istediğim sevecen bir söz, sessizce ‘elinizi tutmak’, hoş bir bakış olduğu halde, bunlardan hiçbirini yaşayamadım. Sen, çocuklarla bile ilişki kurarken kendi benliğinin dışına çıkamaz, kuvvet kullanır, birden sinirlenir ve öflcelenirsin… Kendi bileğinin kuvvetiyle çok yüksek bir mevkiye çıkmıştın ve bu yüzden kendine karşı sınırsız bir güvenin vardı… Seni görünce kekelemeye başlıyordum… Senin karşında kendime olan güvenimi yitiriyor ve dayanılmaz bir suçluluk duygusuna kapılıyordum.
Birisi hakkında şu satırları bana yazdıran, işte bendeki bu duygunun ölçüsüzlüğüydü-.” Duyduğu utancın, o öldükten sonra da varlığım sürdürmesinden korkuyordu… “Bugüne dek yazdıklarım tümünde senden söz ettim. Ya ne yapsaydım; içimi sana dökemedikten sonra?… Bugüne kadar, bile bile sürüncemede bıraktığın bir ayrılığı gerçekleştirmekti aslında bu…”
Kafka kitabına “Babaların dünyasından kaçış girişimleri”’ adını vermeyi düşünüyordu. Şu noktada yanılgıya düşmemeliyiz: Kafka hiçbir zaman gerçek anlamda kaçmayı istemedi. Onun istediği, böylesi bir dünyada -dışlanmış olarak- yaşamaktı. Kovulduğunu o da biliyordu. Bunu başkalarının yaptığı söylenemez; kendini bu dünyanın dışına attığı da doğru değil. Onun istediği çıkar dünyasında, sanayi ve ticaret dünyasında çekilmez birisi olarak görülmekti; o, varlığını rüyaların çocuksuluğunda sürdürmek istiyordu.
Burada söz konusu olan kaçış, edebi günlüklerinde tasarlanan kaçıştan farklıdır: Onun kaçışı başarısızdır. Hatta başarısız olması gereken, başarısız olmayı isteyen bir kaçıştır. Kafka ‘yı uzlaşmanın, “şike”nin sınırlan içinde kalmak zorunda bırakan bu kaçışın sıradan kaçıştan farklı olan yanı, asla ihlal edilmemesi gereken bir yasağı ihlfil etmiş olmasının verdiği ağır suçluluk duygusu, kendine karşı acımasız davranan vicdanının berraklığıdır. Oysa edebi yazılardaki kaçak, eğlendirerek mutlu olabilen bir amatördür; henüz özgür değildir; özgürlük kelimesinin en kuvvetli niteliği olan bağımsızlıktan yoksundur. Özgür olmak için, kendini bu niteliğiyle egemen topluluğa kabul ettirmesi gerekmektedir.
Avusturya derebeyliğinin köhnemiş dünyasında bu genç Yahudi’yi benimseyebilecek tek toplumsal grup, babasının iş çevresidir; ne var ki onlar da, edebiyat düşkünlüğüm züppelik olarak görürler ve aldatmaca saydıkları bu tür etkinliklerin kesinlikle dışında kalırlar. Franz’ın babasının gücünü tartışmasız kabul eden bu çevre, çalışma rekabeti kurallarını katı bir şekilde uygulamaktadır; geçici heveslere asla prim vermez, çocuklara hoşgörüyle yaklaşır hatta kendi ölçüleri içinde onları sever ama asla ilkelerinden taviz vermez. Bütün bunları belirttikten sonra Kafka’nın tavrını belirginleştirmek ve uçlarda gezinen karakterini aydınlığa kavuşturmak çok daha kolay olacak. Kafka, onu benimsemeye hiç de müsait olmayan bir gücün onu kabul etmek zorunda olduğuna inanır (asla taviz vermeyecektir -bu konuda son derece kararlıdır); bununla birlikte bu otoriteyi ortadan kaldırmayı, hatta karşı çıkmayı hiçbir zaman düşünmez. Ne yaşama koşullarını ortadan kaldıran babasına karşı çıkmayı ister, ne de yetişkin bir insan ve baba olmayı. Bütün hakları saklı kalmak koşuluyla babasının çevresine girmek için kendi usulünce ölümüne bir mücadele verir; başarıyı tek bir koşulla kabul edecektir: Sorumsuz bir çocuk olarak kalmak.
Bu umutsuz mücadeleyi en küçük bir taviz vermeden, son nefesine kadar sürdürür. Hiçbir zaman umuda kapılmaz: Onu babasının dünyasına götüren tek yol, kendine özgü her şeyden (kapris, çocuksuluk) vazgeçmesi demek olan ölümdür. 1917’de bu çözüm yolunu dile getirir, daha sonra da romanlarına yansıtır: “Anlaşılan, kendimi ölümün güvenli kollarına bırakmaktan başka çare yok. Bir inançtan artakalanlar.
Babaya dönüş yolculuğu. Büyük barışma günü.'” Baba olabilmek için evlenmesi gerekmektedir. Çok istediği halde geçerli nedenlerle evlilikten kaçınır: İki kez nişanı bozar. “Geçmiş kuşaklardan yalıtılmış” yaşıyor ve “yeni kuşakların başlangıcı… olamıyordu”.’
“Babasına yazdığı mektup”ta şöyle der: “Evlenmem karşısındaki en önemli engel, bir ailenin sorumluluğunu üstlenmek ve, daha da önemlisi, bir aileyi çekip çevirmek için senin niteliklerine sahip olmam gerektiği doğrultusundaki kesin inancımdır…” Şöyle diyelim: Senin gibi olmam ve kendime ihanet etmem gerekir.
Kafka’nın önünde iki seçenek vardır: Skandallar (hiçbir şeyin üstünde durup düşünmeyen, vaat edilmiş bir mutluluğa da bel bağlamayan egemen bir mizacın ve kaprislerin ürünü, çocukça ama ölçülü skandallar) ile yalnızca titiz çalışmaya ve erkeklere özgü otoriteye adanmış bir mutluluk arayışı. Kafka tercihini yapar ve buna uygun bir hayat sürdürür; iş hayatının sevimsiz çarkları arasında kendini ezdirmeden dolaşmayı başarır. Bütün çocuksulukları, endişe dolu güvensizlikleri, kepazelikleri ve yalanlarıyla kendi kahramanlarının alıkonmaz kaprislerinden yana çıkar. Kısacası Kafka, gerekçesi olmayan ve kendi anlamları bakımından belli bir düzen tutturamayan dünyanın varoluşunun egemen bir varoluş, ölümü çağırdığı ölçüde mümkün bir varoluş olarak kalmasını ister.
Bunu isterken kaçamak yollara başvurmaz ve zayıflık göstermez; tercihinin egemen varoluş biçimi olduğunu gizlemeye çalışmaz. Ciddiyet alanının, haksız yere egemen olana bir ayrıcalık gibi verilmesini isteyerek hiçbir zaman dolambaçlı yollara başvurmaz. Yasaların ve iktidarın güvencesi altına alınmış kaprisler, hayvanat bahçesindeki yabani hayvanlar değil de nedir? Kaprisin kendi hakikati ve doğallığı hasta düşmeyi, ölüme kadar huzursuz kalmayı göze alınaktır. Maurice Blanchot’nun Kafka’dan söz ederken belirttiği gibi” hak eylemin işidir, “sanat (kapris) ise eylem karşısında hiçbir hak iddia edemez”. Dünya da, ister istemez, toprak vaat edilen insanların malıdır; onlar, eğer isterlerse, hep birlikte çalışır, mücadele eder ve bu toprağa ulaşırlar. Kafka’nın sessiz ve umutsuz gücü, yaşama imkanlarını ona vermeyi reddeden otoriteye itiraz etmeyi istememesi, ama otoritenin karşısına rekabet oyunuyla çıkan ortak yanılgıdan da uzaklaşmaya çalışmasından gelir. Her ne kadar en sonunda zafere ulaşmış olsa da, baskıya karşı çıkmış olan bu insan, baskı uygulamayı üstlenen insanlara benzemeye başlar;1 üstelik hem kendisine hem de başkalarına karşı uygular bu baskıyı. Hesapsız yaşanan çocuksu hayat ve egemen hevesler kendi zaferlerinin gücü karşısında ayakta kalamazlar. Şu koşulu yerine getirmeyen hiçbir şey egemenliğini sürdüremez: İktidar kadar etkili olma; iktidar, gelecek zamanın şimdiki zaman karşısında öncelikli olması, vaat edilen toprağın öncelikli olması anlamında bir eylemdir. Elbette, zalim düşmanı ortadan kaldırmaya yönelik mücadeleyi göze almamanın bedeli ağırdır: Bu, kendini ölümünkollarına bırakmaktan başka bir şey değildir. İhanet etmeden dayanmak için tavizsiz, zorlu ve sıkıntılı bir mücadele vermeye razı olmak gerekir. Mantığın gerektirdiği isteklere sırt çeviren ve eylemin çarkları içinde ne yapacağını hiç bilemeyen bu çılgınca saflığı; kendi kahramanlarını, günbegün artan bir suçluluk duygusuna bulayan bu saflığı korumanın tek yolu budur. Kim, Şato’daki K.’dan ya da Dava’daki Joseph K. ‘dan daha çocuksu ve daha pervasız olabilir? “Bu iki kitapta aynı” kişilik çıkar karşımıza: Sinsi, hesapsız bir saldırganlık içindedir; sapkın kaprisler ve körü körüne bir inat için kendini mahveder. “Merhametsiz otoritelerin hayırhah davranmalarını bekler; hanın orta yerinde (memurların kaldığı bir han), okulda, avukatının bürosunda…, Adliye Sarayı’nın duruşma salonlarında en küstah hovardalar gibi davranır.” Das Urteil’de [Yargı], oğlu tarafından hep alaya alınan baba kendi yaşama amaçları üstündeki egemenliğinin derinlemesine, fütursuzca, karşı konmaz ve kendi iradesine rağmen ortadan kaldırılmasının karşılığı olduğuna emindir; nitekim, bütün bu kargaşanın sorumlusu olan oğul, kendisine sığınak bulmadan köpekleri serbest bırakır, gecenin karanlığında ne yapacağını bilemez ve ilk kurban o olur. Hiç kuşkusuz, insana özgü egemenlik alanlarının kaderi hep budur; kendini inkâr etmedikçe (en küçük bir hesapla her şey yerle bir olur; işte o zaman, hesabı yapılan nesnenin şimdiki zamana üstünlüğü anlamına gelen tutsaklık başlar) ya da ölümün kalıcı anına ulaşmadıkça egemen olan hiçbir şey varlığını sürdüremez. Egemenlikten feragat etmemenin tek yolu ölümdür. Ölümde tutsaklık yoktur; ölümde, artık hiçbir şey yoktur.
Kafka’nın anlattığı egemen bir hayat değildir; tam tersine o, heveslerinin en doludizgin olduğu anlara varıncaya değin hümü dayatır hayatına. Dava ve Şato’daki erotizm aşksız, arzusuz, güçsüz bir erotizmdir; her ne olursa olsun uzak durulması gereken bir çöldür sanki: Ne var ki her şey iç içe geçmektedir. 1922 yılında Kafka Günlük’üne şunları yazar:” “Doyuma ulaştığımda, doyuma ulaşmamış olmayı istiyordum; yüzyılın ve geleneğin bildiğim bütün imkânlarını kullanarak kendimi doyumsuzluğa sürüklüyordum: Oysa şimdi doyum halinde olabilmeyi isterdim. O zamanlar hep doyumsuzdum, hatta kendi doyumsuzluğumdan bile. Bu gülünç durumu biraz sistemleştirerek yeni bir gerçeklik yaratmamak işten bile değildi. Zihnimdeki zayıflık çocuksu bir oyunla, çocuksuluğu-nun bilincinde bir oyunla başladı. Örneğin, yüzümde tik varmış gibi yapıyordum, kollarımı başımın arkasına kavuşturup dolaşıyordum; bunlar iğrenç çocukluklardı ama etkili oluyorlardı. Edebi anlatımımda da benzer gelişmeler oldu; ne yazık ki, bu gelişme yarıda kaldı. Başa gelecek bir felaket ancak böyle engellenebilir.”
Günlük’ünün, tarih koymadığı başka bir bölümünde ise şöyle der:” umduğum zafer kazanmak değil; mücadele etmek bana neşe vermiyor; yapılabilecek tek şey olduğu için mücadele etmekten sevinç duyabilirim. Bu haliyle mücadelenin bana verdiği neşe, yetenek ya da zevke dair yetilerimi doldurup taşırıyor ve belki de en sonunda kendimi, mücadelenin değil ama neşenin kollarına bırakacağım.” Kısacası Kafka doyuma ulaşmak için mutsuz olmak ister: Mutsuzluğun sırrı ölesiye yaşadığını söylediği neşedir. Bir sonraki bölümü aktarmak istiyorum: “Başını eğdi: Boynu şimdi çok daha iyi görünüyordu; kanın ve etin fokurdadığı bir yara vardı boynunda; bitmeyen bir yıldırım açmıştı yarayı.” Kör edici yıldırımın -bitmeyen yıldırımın-, ondan hemen önce sözü edilen bunalımdan daha anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Jorna/’de şaşırtıcı bir soruya yer veriliyor ( 1917 tarihli bir bölüm): “Kim ne derse desin, acıyı acı içinde dile getirmenin mümkün olabileceğine hiçbir zaman… inanmadım; öyle ki, örneğin mutsuzken, hatta kafam mutsuzluğun aleviyle yanıp tutuşurken oturup birisine şunları yazabilirim: Mutsuzum. Hatta daha da ileri giderek yeteneklerim ölçüsünde ve mutsuzlukla hiç ilgisi yokmuş gibi görünen çeşitli bezemeler yapabilir, bu tema üstünde kısmi ya da doğaçlamalar deneyebilir, hatta bütün uyarlamaları işin içine katabilirim. Bu, ne bir yalan ne de acıyı yatıştırma çabası; bunun nedeni gücün fazlalığı; bu Tanrı’nın bana bir lütfu; acının bütün gücümü tükettiği, varlığımı silip süpürdüğü bir anda boy gösteriyor. Bu fazlalık nereden geliyor?” Soruyu tekrarlayalım: Bu fazlalık nereden geliyor? Kafka’nın hikâyeleri içinde Yargı kadar ilginç olanı azdır.
23 Eylül 1912 tarihli günlüğünde şunları yazıyor : “Bu hikâyeyi, ayın 22’sini 23’üne bağlayan gece saat akşamın 10’uyla sabahın 6’sı arasında bir solukta yazdım. Oturmaktan karıncalanan bacaklarımı masanın altından zar zor çıkarabildim. Önümde hızla akıp giden hikâyeyi görmek, bu hikâyenin sularını yara yara gidişimi hissetmek, korkunç bir çabanın ürünü ve müthiş bir sevinç kaynağıydı. O gece boyunca pek çok kez bütün yükü omuzlarımda hissettim. Büyüyen yangının ışığında, her şeyi yok eden ve yeniden canlandıran bu yangının… ışığında her şeyi bir arada nasıl söylemeli, akla geliveren bütün düşünceleri, en garip düşünceleri.”
Carrouges şöyle der:*“ “Buhikâyede, arkadaşını istemediği için babasıyla kavga eden ve sonunda umutsuzluğa kapılıp intihar eden genç bir adamın başından geçenler anlatılır. Kavganın tasviri ne kadar uzunsa, genç adamın kendini nasıl öldürdüğü de bir o kadar kısa dile getirilir: “Kapıdan dışarı fırlayarak tramvay raylarını hızla geçti; karşı konmaz bir güç onu suya doğru itiyordu. Aç insanın bulduğu yemeğe sarılması gibi korkuluklara tutundu. Sırf ana-babası övünsün diye
gençliğindejimnastikyapmıştı; ustalıkla atladı pannaklıklardan. Bir süre daha bir eliyle tutunmaya devam etti; pannakları giderek zayıflıyordu; pannaklıkların arasından otobüsü kolladı; otobüsün gürültüsü düşerken çıkan sesleri örtebilirdi; sessizce haykırdı: ‘Sevgili anneciğim, babacığım; sizleri ne kadar da sevmiştim! ‘ ve kendini boşluğa bıraktı.”
“O an köprüde, kelimenin tam anlamıyla çılgın bir trafik vardı.” Michel Carrouges, son cümlenin şiirsel değeri olduğu konusunda ısrar etmekte haklı. Kafka, en yakın arkadaşı olan Max Brod’a, bu cümlenin anlamı üstüne farklı bir açıklama yapar: “Son cümlenin benim için taşıdığı anlamı biliyor musun? Yazarken, bana çok kuvvetli bir boşalma anını düşündürdü/” Bu “şaşırtıcı açıklama”, “erotik arka-planların” kapısını aralayabilir mi? “Babasının karşısında uğradığı bozgunu, hayatı aktarma rüyasındaki başarısızlığını biraz olsun gidermek için yazdığı” sonucunu çıkartmamıza yeter mir Doğrusu bilemiyorum; ama bildiğim bir şey var: Cümleyi bu “açıklama”nın ışığında yeniden okuduğumuzda ne ifade ettiğini daha iyi kavrayabiliriz: Sevincin egemenliği ve varlığın -ötekiler demek olan- hiçliğe doğru egemen kayışı.
Neşe duygusunun egemen olmasının bedeli ölümle ödenir. Neşenin hemen öncesinde ise endişe -çıkış yolunun kaçınılmaz olduğunun anlaşılması- vardır; sarhoşluğun ayırdına varınca onu bütün sıkıntılardan alacak olan baş dönmesi ölümle cezalandırılır. Ne var ki, mutsuzluk, yalnızca bir ceza değildir. Georg Bende-manın’ın ölümü, onun kopyası olan Kafka için mutluluk anlamı da taşır: Gönüllü mahkûmiyeti, bir yandan onda yol açtığı ölçüsüzlüğü devam ettirirken diğer yandan da babasına karşı mutlak bir sevgi ve saygı duymaya yönlendirerek endişesini giderir. Duyduğu derin hayranlığı göstermenin ve kesin olarak yok etmenin başka bir yolu yoktur. Egemenlik, kendine, ölümden başka bir hak tanımayacak kadar ileri gidebilir: Egemenlik hiçbir zaman harekete geçmez, iddia etmez; hak iddia etmek hiçbir şekilde egemen olamayan, hep sonuçların peşinde koştuğu için tutsak olan eyleme mahsustur. Ölümle hazzın suç ortaklığı;1 beklenmedik ya da şaşırtıcı herhangi bir şey olabilir mi? Hiçbir hesap yapmaksızın her tür hesapsızlığı benimseyen -haz, egemen varlığın en önemli niteliği, hatta simgesidir; tek yaptırımı da ölümdür.
Sanıyorum söylenmedik bir şey kalmadı. Şimşek ya da neşe erotik anların görüntüsü değildir. Erotizm, kargaşa yaratmak için bu anlara katılır. Tıpkı, çocuk Kafka’nın yapmacık yüz “tikler”i gibi “ortaya çıkabilecek mutsuzluğu önlemeye” yararlar. Mücadeleyi ve içimizi sıkan bu endişeyi (onsuz, ne fazlalık var olabilirdi ne de Tanrı lütfu) dayatan iki şey vardır: Tekrarlanıp duran mutsuzluk ve hiçbir şekilde savunulamayacak durumda olan hayat. Mutsuzluk ve günah da mücadelenin ta kendisi değiller mi? Erdem anlamına gelen mücadele, doğabilecek bütün sonuçlardan bağımsızdır. Endişe olmadığında mücadele de “tek çözüm yolu” olmaktan çıkmaz mı? İşte Kafka böylesi “… neşeyle dolu, yetenek ya da zevke dair yetilerini aşan…” bir mutsuzluğun içindedir; – bu, öylesine şiddetli bir neşedir ki, ölümü bile – mücadeleden değil- ondan gelecektir.
ÇOCUKLUĞUN MUTLU COŞKUSU ÖLÜMÜN EGEMEN ÖZGÜRLÜĞÜNDEDİR
Çin Seddi başlığıyla yayımlanan derlemede yer alan Çocukluklar adlı anlatı Kafka’nın mutlu coşkusunun paradoksal görünümünü yansıtır. Bütün eserlerinde olduğu gibi burada da hiçbir şey kurulu düzene ve tanımlanabilen ilişkilere dayanmaz. Tıpkı sisin rüzgârda savrulup parçalara ayrılması gibi, bazen yavaş bazen hızlı bir parçalanış söz konusudur: Bu denli edilgen bir egemenlik kuran sınırsızlığa anlam kazandıracak, açıkça belirlenmiş anlaşılır bir amaçtan eser yoktur. Sanki çocuk Kafka’ya bütün yapmak istediği, oyun arkadaşlarına katılmaktır.
“Başımızı eğip gecenin karanlığına dalıyorduk. Gece ya da gündüz; saati yoktu! Bazen yeleklerimizin düğmeleri, ağızdaki dişler gibi birbirine çarpıyordu; bazen de, aramızda belli bir mesafe bırakarak koşuyorduk; tropikal hayvanlar gibi ağzımızdan alevler fışkırıyordu sanki. Eski zamanların süvarileri gibi eğilip eşeleniyor, birbirimizle çarpışarak kısacık sokağı çarçabuk iniyor, hızımızı alamayıp karşı yokuşun neredeyse tamamım tırmanıyorduk. Bazıları birer birer hendeğe atlıyor, tam bayırın karanlığında kaybolmuşken tarlaların kıyısındaki yolda beliriveriyor, sanki bizi tanımıyorlarmış gibi şöyle bir tepeden tırnağa süzüyorlardı…”
Bu karşıtlık (güneş, kesif sisin karşıtı, yani onun perdelenmiş bir hakikati değil midir?), belki de,1 görünürde hüzünlü olan bu eseri aydınlatma gibi bir erdemi barındırır. Çocukluğundaki, neşeyi çağrıştıran bu egemen coşku daha sonraları ölüme yem olanbir harekete dönüşür. Tekbaşına ölüm öylesine engin, “hedef-uğruna-ey-lem”den öylesine uzaktır ki, Kafka’nın ateşli mizacını hem gizler ve hem de kışkırtır. Başka bir deyişle, bu mizaç ölümü kabul etmesiyle: Ölümün sınırı hedefe bağımlılıkla: Egemen tavır da bu sınırla birlikte sunulur ona; hiçbir hedefi olmayan, hiçbir isteği olmayan, şimşek hızıyla onu mükemmelliğe ulaştınp kesin yok oluşa götüren egemen tavırdır bu: Parmaklığın üstünden atlarken haylaz bir çocuktan farksızdır. Egemen tavır hem suçludur hem de mutsuz: O, ölümden kaçarken, en çok da mücadeleyi reddedip ölürken işe yaramaz bir özgürlük tutkusuyla bir kez daha sarhoş olan çocukluğunun çılgınca davranışlarını göstermektedir. İndirgenemeyen varlık,2 ölümün ona bahşettiği nimetleri reddetmiştir; ölümse, ancak zarara uğramadan eylemin tam otoritesine itaat etmeyi kabul eder.
İstenirse Kafka’nın eserlerindeki toplumsal bakış açısı, aile ve cinselliğe ilişkin yaklaşım ve nihayet dine dair düşünceler bulunup çıkarılabilir. Ancak bu tür ayrımlara gitmek beni rahatsız ediyor: Bir önceki bölümde bu farklı görünümleri tek bir görünüm halinde kaynaştırabileceğim bir yaklaşım sergilemeye çalıştım. Franz Kafka’nın anlatılarındaki toplumsal nitelik, ancak ve ancak genel bir gösterim çerçevesinde kavranabilir. Şato ‘yu “aylağın destanı” ya da “ezilen Yahudinin destanı” olarak görmek; Dava’yı “bürokrasi çağında sanığın destanı” olarak ele almak; saplantılarla dolu anlatılarını Rousset’nin L’ Univers concentrationnaire (Evren Bir Toplama Kampı) adlı eserine yakın bulmak, elbette tümüyle yanlış sayılacak değerlendirmeler olmaz. Böyle bir yaklaşımdan yola çıkan Carrouge, komünistlerin Kafka’ya karşı düşmanca tutumunu ele alır: “Kafka’nın, başka yazarlar gibi kendini kapitalist cehennemi anlatmakla sınırladığını düşünseydik, onu bir çırpıda karşı devrimcilik suçlamasından kurtarabilirdik.”27 Şöyle devam eder: “Kafka’nın tutumunun pek çok devrimciye iğrenç gelmesinin nedeni bürokrasiyi ve burjuva adaletini açıkça tartışma konusu yapmaması değildir; eğer kendini bununla sınırlamış olsaydı ortaya çıkan boşluğu seve seve doldururlardı; onun tavrının çirkin bulunmasının nedeni, bütün bürokrasileri ve her tür sözde adaleti tartışma konusu yapmasıdır.” Kafka, belli bazı kurumları tartışma konusu yaparak onların yerine daha insancıl başka kurumların konmasını mı öneriyordu?1 Carrouges’a göre bu soruların cevabı şudur: “İsyana karşı mı çıkıyor? Evet ama övdüğünden fazla değil. Onun tek gözlem alanı insanın ezilmesi: Buradan sonuç çıkarmak ise okuyucunun işi!
Yerölçümcü K.’nın işini yapmasına engel olan iğrenç güce karşı isyan etmemek mümkün mü?” Tam tersine Kafka’nın, Şato’ da isyan düşüncesine karşı çıktığını belirtmeliyim. Carrouges da bunu bildiği için biraz ileride şöyle der: “Kafka ‘ya… yöneltilebilecek tek eleştiri, her tür devrimci eyleme kuşkuyla yaklaşması olabilir; onun ortaya koyduğu sorunlar siyasal sorunlar değil, insanlığa dair sorunlardır ve devrimcilik-sonrası dönemin izlerini taşırlar.” Kuşkuculuktan söz etmek ve Kafka’nın ortaya attığı sorunlara, siyasetle ilgilenen insanlığın hareket edip konuştuğu düzlem üstünde kalarak* anlam vermeye çalışmak, son derece yetersiz bir değerlendirme olacaktır.
Komünistlerin düşmanca tutumu, esas olarak Kafka ‘nın yorumlanmasıyla ilgilidir ve bunun böyle olmasına şaşmamak gerekir.
Daha da ileri gideceğim. Kafka’nın baba otoritesi karşısındaki tutumu, etkili etkinlikten doğan genel otoriteden başka bir anlam taşımaz. Dıştan bakıldığında, komünizm gibi mantığa dayanarak kurulmuş bir sistem, gerçekten de etkili olan etkinliği bütün sorunların da çözüm kaynağıdır; ne var ki etkili etkinlik, şimdiki anın gelecekteki anlardan muaf olduğu egemen tavrı ne kesinkes mahkûm edebilir ne de uygulamada hoş görebilir. Tek bir gerekçeye saygı _gösteren, beraberinde lüks yaşayışı ve çocuksuluğu getiren akıldışı değerleri, özel çıkar dürtüsünün gizli yansımaları olarak gören Uir partinin egemen tavrı benimsemesi zordur. Komünizmde kabul edilebilecek tek egemen tavır, çocuğun gösterdiği egemen tavırdır; o da önemsiz sayıldığı için. Çocuklar asla yetişkinlerin ciddiyetine ulaşamayacakları için bu tutum onlara lütfedilir. Çocukları önemli sayan, egemen değerlere dokunabilmek için edebiyatla ilgilenen bir yetişkinin komünist toplumda yeri yoktur. Burjuva bireyciliğini mahkûm eden bir dünyada, yetişkin Kafka’nın açıklanamaz doğası, çocuksuluğu savunulamaz. İlkeleri bakımından komünizm, Kafka’nın taşıdığı anlamın tam reddi ve karşıtıdır.
KAFKA DA AYNI FİKİRDE
Onun, ne ifşa edebileceği ne deadına konuşabileceği bir şey vardır: Aslında bir hiç olan o, etkili etkinlik onu mahkûm ettiği ölçüde vardır; o, etkili etkinliğin reddinden başka bir şey değildir. İşte bu yüzden onu reddeden bir otorite karşısında yerlere kadar eğilmiştir; her ne kadar eğilişi, haykıran bir iddiadan daha şiddetli olsa da… Severek, ölerek ve ona pes ettiremeyenlere aşkın ve ölümün sessizliğiyle karşı koyarak eğilmiştir; çünkü aşka ve ölüme rağmen pes etmeyecek olan hiç, onun egemen varoluşudur.