Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Pazar, Aralık 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaFelsefeMarksizmMarx'ın teorisine bir giriş - Yabancılaşma | Dan Swain

Marx’ın teorisine bir giriş – Yabancılaşma | Dan Swain

Hemen ilk başta yabancılaşma ile neyi kastettiğimi açıklamama izin verin. Yabancılaşma, kendilerini kontrollerinin ötesindeki kör ekonomik güçlerin kurbanı olduğunu hisseden insanların haykırışıdır. Karar alma süreçlerinden dışlanan sıradan insanların hüsranıdır. Kendi kaderlerini şekillendirme ve tayin etmede haklı olarak gerçek bir söz hakları olmadığını hisseden insanları saran umutsuzluk ve çaresizlik duygusudur.(1)

Bunlar, Clydeside sendikacısı Jimmy Reid’ın Glasgow Üniversitesi’ne rektör seçildikten sonra sarf ettiği sözlerdir. Bu konuşmada Reid, milyonlarca insanın yaşadığı deneyimi tarif etmiş, kınamış ve yabancılaşmanın felsefi bir kavramdan çok daha fazlası olduğunu anlatmıştır: “Çoğu [insan] mantıklı bir açıklama bulamayabilir, hatta anlayamayabilir, [çoğu] açıkça dile getiremeyebilir. Fakat hisseder”2•
Genç Alman radikal düşünürü Kari Marx, yabancılaşma durumunu 1840’ların başında teşhis etmeye başladı ve bu konu hayatı boyunca aklını meşgul etti. Marx’ın geliştirdiği yabancılaşma teorisi, insan faaliyetlerinin nasıl harici, yabancı ve düşmanca bir şey olarak tecrübe edildiğini, bedenimiz ve aklımız için olumsuz etkilerini açıklamaktadır. Marx, yabancılaşma deneyimini insanlık halinin kaçınılmaz bir parçası olarak değil, insan faaliyetinin belirli oluşturulma biçimlerine bağlantılı olarak görürdü. Tarif ettiği yabancılaşma biçimi, bir zamanlar emekleme döneminde olan, fakat şimdi dünyaya hakim olan ekonomik sistemin bir sonucuydu: Kapitalizmin.

Bu kitap yazılmaya başlandığında, Britanya’nın her yerinde isyanlar vardı. Polisin Mark Duggan’ı* öldürmesinin ardından Kuzey Londra’da başlayan isyanlar diğer büyük şehirlerle birlikte tüm ülkeye yayıldı. Bu ayaklanmaların gerisinde, en önemlisi polis baskısı ve ırkçılığa duyulan öfke gibi birçok neden yer alıyor. Fakat bunların Britanya’nın en yoksun ve fakir bölgelerinde ortaya çıkması bir tesadüf değildi. Bu ayaklanmalarda yer alanlar, iş görüşmesine gitmektense polis tarafından durdurulup aranma ihtimali daha yüksek olan, ülkedeki en yabancılaştırılan insanlar arasındaydılar. Olayların tanıklarından bir tanesi şunları söylüyor:
“Bu, gençlerin bir daha olamayacağı kadar güçlenmiş hissetmeleriyle ilgiliydi. Bu gerçek bir trajedi”3• Bu ayaklanmalar Marx’ın hala geçerliliğini koruyan yabancılaşma ile ilgili fikirlerinin ne kadar anlamlı olduğunu gösterir. [Kendi hayatları üstünde] denetim haklarının ve geleceklerinin olmadığını hisseden insanlardan yükselen öfke çığlığı, görmek isteyen herkes için oldukça açıktı.
Ayaklanmalar boyunca gerçekleşen en çarpıcı hikayelerden biri BBC’ den bir gazetecinin iki genç kadınla yaptığı röportajdı. BBC genel olarak bu kadınları suçlu, yabani ve cahil olarak resmetmeye çabalıyordu ve onları inceden alaycı bir tavırla takdim etti. Fakat onların sözleri derin bir sosyal yabancılaşmayı açığa çıkardı. Neden ayaklandıkları sorulduğunda:
Bu devletin suçu … Muhafazakarların … Bu bir ayaklanma bile değil, sadece polise istediğimizi yapabileceğimizi gösteriyoruz ve şimdi başardık … İşyeri sahipleri, zengin insanlar; bunların gerçekleşmesinin sebebi bu. Bunlar, zengin insanlar yüzünden. Bu, istediğimizi yapacağımızı zengin insanlara göstermekle ilgili. 4
Bu kadınlar ve onlar gibi yüz binlercesi için polis ve zenginlere karşı mücadele edilen kısa dakikalar muhtemelen kendi hayatları üzerinde denetim sağlamaya en çok yaklaştıkları anlardı.
Bu sözlerin yansıttığı büyük trajedi ise bu kadınların “istediklerini yapamaması”ydı; polis tacizi ve ırkçılığın yanında işsizlik, mahrumiyet ve fakirlik tarafından engelleniyorlar.
Bu kitabın amacı Marx’ın yabancılaşma teorisine, kökenine ve geçerliliğini korumasına ilişkin bir giriş sunmaktır. Marx ‘ın analiz ettiği sistem içinde yaşamaya devam ettiğimiz sürece, Marx ın fikirleri geçerliliğini koruyacak. Fakat yine de Marx ‘ta “yabancılaşma teorisi”ne işaret etmenin az da olsa yanıltıcı olabileceğini söylemek gerekir. Marx, yabancılaşma ile neyi kastettiğine dair açık ve kesin bir tanım sunmaz. Bunun yerine Marx’ın kapitalist üretim sistemi ve yarattığı derin sosyal, fiziksel ve zihinsel sorunlar arasındaki bağlantıların açıklama ve tanımlamalarını içeren çalışmaları boyunca işlenmiş bir tema buluruz. (Her ne kadar sonraki bölümde açıklayacağım gibi bunun devamlılığının olduğu argümanı tartışmalı olsa bile). Bunun altında yatan denetim dışındaki sistem algısı ve kendimize düşman olarak tecrübe ettiğimiz kendi faaliyetimizdir. En geniş anlamıyla bu, yabancılaşma ile kastedilen şeydir.
Marx ‘taki yabancılaşma görüşü hakkında yazma konusunda bir sıkıntı var. Marx’a göre yabancılaşma, insan hayatının her yönüne sinen karmaşık bir fenomendir. Yabancılaşma pek çok farklı açıdan ve pek çok farklı yöntemle incelenmelidir. Böylelikle “emekten yabancılaşma” ve “diğerlerinden yabancılaşma” hakkında konuşmak mümkün olsa da bunlar genellikle örtüşmektedir ve birbiriyle bağlantılıdır. Bir şeyleri parçalarına ayırmak ve “bu kendinden yabancılaşmanın bir örneğidir; diğerlerine yabancılaşmanın sonucudur” demek kolay değildir. Bu yüzden bu kitabı yabancılaşmanın farklı yönlerine göre bölümlere ayırırken, aynı zamanda bu farklı yönlerin birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu da vurgulamaya çalıştım.
Marx’ın yabancılaşma teorisiyle ilgili hatırlanması gereken kilit nokta, Marx’ın bu kavramı kullanarak çeşitli sosyal fenomenleri birbirine bağlayarak, onların kapitalist sistemdeki köklerini göstermesidir. Bertell Ollman’ın ortaya koyduğu gibi, “Marx ‘ta yabancılaşma; kapitalist üretimin insanlar, onların fiziki ve zihinsel durumları ve parçası oldukları sosyal süreçler üzerindeki yok edici etkilerinin gösterildiği entelektüel bir yapıdır”5
Marx’ın kavramları dünyayı değiştirmek için dünyayı anlamamız konusunda bize yardımcı olmayı amaçlamaktadır ve bu kitap Marksizm’i sadece akademik değil, aktivist bir gelenek olarak da görür. 1844’te Marx “radikal olmak bir şeyleri kökünden kavramaktır”6 diye yazdı gerçekten radikal olmak dünyadaki kötülüklerin nedenlerini anlamaya çalışmaktır, onların köklerini ancak böylelikle kazıyabilir ve sonsuza kadar ortadan kaldırabiliriz.

Bölüm 1
Yabancılaşma ve Aydınlanma

Marx yabancılaşma ile ilgili düşüncelerini dünyadan kopuk bir şekilde oluşturmadı. Bunların kökleri Aydınlanma ve onu takip eden yılların politik ve felsefi tartışmalarında yatmaktadır. Bu, kralların tanrısal egemenliklerini sorgulama girişimlerinin artması ile şekillenen ve toplumun daha farklı nasıl oluşturabileceği sorusunun sorulduğu bir dönemdi. Bu dönem geçmişe kendilerinin haklarını ve en az onun kadar önemli olan kar elde etme olanaklarını sınırlayan feodal aristokrasiye – karşı ayaklanan kapitalist bir sınıfın büyümesine şahitlik etti. Radikal filozof ve düşünürler politik meşruiyet meselesini incelemeye başladılar:
Bazı insanların diğerleri üzerinde hakimiyet kurması ne zaman meşrudur?
Bunun önemli bir parçası, şimdiki halinden çok daha ilkel düzeyde de olsa, sosyal bilimlerin yükselişiydi. Genel olarak ortaya çıkan fikir, toplumlarının takip etmesi gereken yola karar vermek için insan doğasını anlamanın ve insan davranışlarını kontrol eden temel kanunların incelenmesi gerektiğiydi. İnsanlar mümkünse doğalarına uygun yaşamalıydılar. Eğer doğalarına uygun yaşamaları mümkün olmazsa, belirli kısıtlamalar dayatılabilirdi.
Örneğin 17. yüzyılda İngiliz politika teorisyeni Robert Filmer, kralların ilk baba Adem’ in soyundan geldiklerini ve hükümdarlığın sadece babalığın doğal otoritesinin yeniden yaratımı olduğunu ileri sürerek bunun gibi argümanları kralların egemenlik hakkını kanıtlamak için kullandı. Filmer’in çağdaşı Hobbes, insanın düşmanca ve rekabetçi doğasından korunmak için güçlü ve nihayetinde kadir-i mutlak monarşinin otoritesini zorunlu kıldığını savundu. Fakat diğer Aydınlanmacılar için bu argümanlar gittikçe daha radikal sonuçlar vermeye başlıyordu.
Bu yeni fikirler arasında ekonomi-politiğin yükselişi önemliydi. Her ne kadar bu düşünürler modern ekonomi teorisinin zeminini hazırlamış olsa da asıl meseleleri çok daha kapsamlıydı.
Günümüz iktisatçıları, sosyal ve politik boyutları göz ardı etmeye meyilliyken, bu düşünürler Adam Smith’in en ünlü çalışmalarından birinin başlığında önerdiği gibi “milletlerin zenginliğinin doğası ve nedenleri üzerine bir inceleme” sunmaya girişerek bu [boyutları] ciddi bir şekilde ele aldılar. Smith insanların “alış-veriş yapmaya, takasa ve bir şeyi başka bir şeyle değiştirmeye”7 doğal bir eğilimleri olduğunu öne sürdü. Bu durum bazı insanların bir işi yaparken, diğerlerinin başka birini yapması gibi karşı konulmaz bir iş bölümüne sebep olmaktaydı. İnsan doğasına yönelik böylesi bir bakış bugün hala yaygındır ve bireysel değiş tokuşun, bu nedenle de bireysel mülkiyet haklarının önemini vurgulamaktadır.
Bireysel mülkiyet hakları vurgusu kuşkusuz ki burjuvazinin yükselmesine yarıyordu. Burjuva için mülke sahip olabilmek önemliyken, mülkü satabilmek de bunun kadar önemliydi. Bunun “yabancılaşma” kelimesinin ortaya çıktığı en erken anlamlarından biri olduğunu söylemek gerekir. Yabancılaşma yaygın olarak ekonomi-politik ile ilgili yazılarda satmak ve transfer etmek anlamında kullanılıyordu. Örneğin Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde bu kavram devredilemez haklardan [unalienable rights’] – başka birine aktarılamaz haklar- bahsetmek için kullanılıyordu. Fakat mülkiyet meselesine gelindiğinde, erken dönem politik ekonomistler, yabancılaşmayı bu anlamıyla büyük ölçüde genişletilmesi gereken olumlu bir şey olarak gördüler.
Kapitalizm, eski feodal düzenle çelişmeye başladığında, nelerin “yabancılaştırılabileceği” (yani nelerin mal olarak satılabileceği) sorusu kritik hale geldi. Smith “kapitalizmin ruhunu” gizleyerek feodalizm hakkında yazdı, çünkü “burjuvazi toplumun mallarını kralın izni olmadan yabancılaştıramaz”8
Adam Smith’in önemli takipçilerinden biri de David Ricordo idi. Ricardo kendi ekonomi-politik projesini, özellikle emek-değer teorisi olarak bilinen teoriyi geliştirdi. Bu, malların değerinin kaynağının ne olduğu ile ilgili tartışmaya yapılan bir katkıydı.
Smith, metaların değerinin kaynağını, o malların üretiminde kullanılan çeşitli üretim faktörlerinin bir bileşimi olarak görüyordu – makineler, kira vb. Ricardo, malların değerinin asıl kaynağının emek olduğunu savundu. Bir malın değeri, üretimi için gereken emeğin miktarı tarafından belirleniyordu.
Bu [sav] iki önemli sonuç ortaya çıkardı: İlk olarak bu, kapitalistler ve işçiler arasında uzlaşmaz bir ilişki olduğunu gösterir. Kar elde etmek için kapitalist, işçinin ürettiği değerin daha azını işçiye ödemeliydi. İkinci çıkarılacak sonuç farklı malların, belirli “somutlaşmış” insan emeği miktarları olarak anlaşılabileceğiydi.
Mal üretirken işçiler emeklerini nesneye aktarırlar ve böylelikle emeği kendilerinden dışarı çıkararak maddileştirirler. Bu kavrayış, kitabın ilerleyen bölümlerinde ele aldığım gibi, Marx’ın yabancılaşma ile ilgili argümanları için oldukça önemlidir.
Yabancılaşmanın politik ekonomistler tarafından kullanılan anlamı Marx’ın daha gelişkin teorisine doğrudan bilgi sağlamıştır. Bu iktisatçıların Marx üzerindeki etkisi oldukça büyüktür ve hayatı onların fikirlerini geliştirmek, genişletmek ve eleştirmekle geçmiştir. Yabancılaşmanın bu şekilde ele alınmasının etkisi Marx’ın erken dönem yazılarının bazılarında görülebilir.
1844 tarihli makalesi “Yahudi Sorunu üzerine'” buna bir örnektir. Burada Marx, yabancılaşmanın farklı anlamlarıyla bilinçli olarak oynamaktadır: bir şeyi satmak. kelime anlamıyla o şeyi aktarmaktır; bir malın üretimi ve satışı insan emeğinin maddileşmesini ve dışavurumunu da içermektedir ve son olarak ekonomik faaliyetin belirli şekilleri, kendini evinde hissetmeme gibi daha geniş anlamdaki yabancılaşmanın kökenidir.
Aydınlanmanın diğer önemli siyaset teorisyeni 18. yüzyılda kurulu düzeni eleştiren bazı radikal makaleler yazan Fransız filozof Jean-Jacques Rousseau’dur. Rousseau’nun fikirleri kralların hükmetme hakkıyla ilgili yapılan radikal eleştiriden olduğu gibi çevresinde gerçekleşen dönüşümün derin şüphesi tarafından da harekete geçirilmiştir. Rousseau şehirlerin büyümesine, ardından gelen fakirliğe ve muazzam zenginliğin yanı sıra [yaşanan] yoksunluğa şahit oldu ve “Bu gerçekten bir ilerleme mi?” sorusunu sordu.
Rousseau “Bilim ve sanatın restorasyonu, ahlaki arınmaya katkı sağladı mı?” sorusuna cevap vermek için bir makale yarışına girdi. Bilimsel anlayış ve teknolojide kat edilen büyük yollar insanların durumunu iyileştirdi mi? Rousseau buna radikal bir cevap verdi ve iyileştirmediğini söylemekle kalmayıp işleri daha da kötüleştirdiğini belirtti. Kültür, bilim ve teknoloji insanlığı yozlaştırmıştı. Rousseau insanların doğuştan bencil ve saldırgan olduğu fikrine karşı çıkıyordu. Bunun yerine “insan doğuştan iyidir ve ancak kurumlar aracılığıyla kötüleşir”10 dedi. Burada iki radikal kavrayış söz konusu: İlk olarak teknolojik gelişme insan hayatına doğrudan bir gelişme sağlamamıştı; aksine ıstırap ve acı getirmişti. İkinci olarak toplumdaki birçok “ahlaki” sorun – insanların acısı ve mutsuzluğu gibi bencillikleri ve aç gözlülükleri – “doğal” bir şeylerin değil, sosyal kurumların sonucuydu.
Rousseau’nun çalışmaları bilimin, teknolojinin ve yüksek kültürün eleştirisi olarak başladı; fakat bunları hızlıca insanlar arasındaki eşitsizliği kapsayacak şekilde genişletti. Toplumun sorunları için bilim ve kültürü suçlamaktan, eşitsizliği suçlamaya geçti: “Kötülüğün öncelikli kaynağı eşitsizliktir; eşitsizlik zenginliği ortaya çıkarır. Zenginlikten lüks ve başıboşluk, lüksten güzel sanatlar ve başıboşluktan bilim ortaya çıkar”11 dedi. Rousseau, siyasi kurumların insanları “doğal durum”dan kopardıklarını gözlemledi. Bu Hobbes’un ortaya koyduğu “herkesin herkese karşı” olduğu değil, insanların mutlu ve tamamlanmış oldukları doğal bir eşitlik durumuydu:
Bazı hayvanlardan daha güçsüz, daha az çevik bir hayvan görüyorum, fakat her şey hesaba katıldığında hepsinin içinde en avantajlı olarak donatılmış hayvan: Onu bir meşe ağacının altında açlığını doyururken, ilk bulduğu derede susuzluğunu giderirken, ona yemeğini sunan aynı ağacın altında yatağını yaparken görüyorum ve bunlarla ihtiyaçları giderilmiş oluyor.12
Fakat insanlar hayatta kalmak için toplumlar oluşturdukça, bir çeşit gurur ve kibir geliştirdiler. Toplumda fark edilme ve kabul edilme ihtiyaçları hiyerarşi ve bunun sonucu olarak da ayrılmalara yol açtı.
Rousseau’nun doğal durum ve insan toplumlarının gelişimi ile ilgili argümanlarının ne kadarının gerçek bir tarihi hikaye ya da sadece insan doğası hakkında teorik bir yapı olarak anlaşılması gerektiği hakkında büyük bir tartışma vardır. Ancak bu, modern toplumların kimi öğelerinin insan doğasını yadsıdığı düşüncesinden daha az önemlidir. Modern toplumdaki insanlar, mutlu ve tamamlanmış olabilecekleri doğal durumlarından kopmuşlardır ve sonuç olarak sosyal sorunlar ortaya çıkar.
Rousseau bunun toplumun genel bir özelliği olduğunu düşünüyordu. Çünkü eşitsizliğin kökleri toplum içinde yaşamaktan kaynaklanan gurur ve kibirde yatıyordu ve bu önlenemezdi.
Rousseau’ya göre bunun kısmi bir nedeni, insanların doğuştan sosyal hayvanlar olmamalarıdır. Her şeye karşın yukarıdaki alıntıda doğadaki insanı çarpıcı bir şekilde yalnız olarak tasvir etti.
Bu, toplum içinde yaşayan insanların eşitsizliklerin etkilerini sınırlayan anlaşmalar yapması gerektiği anlamına geliyordu. O da Rousseau’nun meşhur “toplum sözleşmesi”ydi.
Toplum sözleşmesinin kendisi yeni bir şey değildi, fakat Rousseau’nun formülasyonu diğerlerinden (örneğin John Locke’unkinden) farklıydı. Daha önceki sosyal sözleşme teorileri insanların kamu yararı için gerekli olan belirli güçleri sadece devlete aktarmayı kabul etmeleri gerektiğini savunma eğilimindeydi. [Bu teorilere göre insanlar] haklarının çoğunu, özellikle de mülkiyetle ilgili olanları kendilerine sakladılar. Rousseau yine de bunun imkansız olduğunu ileri sürdü. Doğal durumda hiçbir hak olmadığı için haklar ancak toplum sözleşmesindeki toplumsal anlaşma ile ortaya çıkabilirdi. Dolayısıyla bireyler, toplum ya da devlet için kendilerinden tamamen vazgeçmek zorundaydılar. Yabancılaşmayı açık bir şekilde politik ekonomistlerle aynı anlamda kullanan Rousseau bunu “bütün haklarıyla birlikte her bir üyenin bütün toplum için tamamen yabancılaşması”13 şeklinde tarif etti.
O halde devlet, her bir bireyin kendisini, haklarına ve bireysel özgürlüklerine yabancılaştırması üzerine kurulmuştu. Bu, bazı iktisatçıların desteklediği “evrensel satılabilirlik” fikrine karşı bir tepki olarak görülebilir. Rousseau’ya göre – eğer devlet söz konusu değilse – belli bazı özgürlükleri yabancılaştırmak meşru değildir:
Yabancılaştırmak vermek ya da satmaktır … fakat insan kendini ne için satabilir? … her insan kendisini yabancılaştırsa bile kendi çocuklarını yabancılaştıramaz: Onlar özgür insanlar olarak doğar; özgürlükleri kendilerine aittir ve kendileri dışında hiç kimsenin bunu kullanma hakkı yoktur. 14
Bu yüzden örneğin kendinizi kölelik yapmaya razı edemezsiniz. Çözüm, yine de herkesin toplum için her şeyden vazgeçtiği kolektif yabancılaşmadır.
Rousseau bunlara rağmen özel mülkiyet ya da bireysel özgürlüğe karşı çıkmadı. Kavramın anlamlı hale gelmesi için ve açık bir şekilde özel mülkiyeti korumak amacıyla bu kolektif yabancılaşma faaliyetinin gerekli olduğunu düşünüyordu. Özel mülkiyet prensibinin “yurttaşlık haklarının içinde en kutsalı olduğunu ve kimi yönleriyle özgürlüğün kendisinden bile daha önemli”15 olduğunu yazdı. Mülkiyet ve özgürlüğün, onları tanıyan ve meşru gören bir toplumda ortaya çıkmadığı sürece hiçbir anlamı yoktu.
Rousseau’nun çalışmalarının çoğu şüphesiz ki kapitalizmin koşullarına, çalışan insanlar üzerindeki aşağılayıcı etkisine ve büyük eşitsizliklerine karşı erken bir tepki olarak görülebilir. Fakat onun eleştirisinin radikalliği de kapitalizmin kendi yapılarının ötesini görememek ve sosyal olarak bir arada var olabilme konusunda karamsar insan doğası anlayışı yüzünden körelmişti.

Marx’ın teorisine bir giriş – Yabancılaşma | Dan Swain

* Yayınevinin notu: İngiliz polisinin 4 Ağustos 2011 ‘de öldürdüğü, 29 yaşındaki siyahi İngiliz vatandaşı.
1 Jimmy Reid, “Rectorial Address”, 1 972, http://www.independent.eo.uk/news/
uk/politics/still-i rresistable-a-workingclass-heroes-fı nest-speech-2051 285. html.
‘ Yukarıdaki gibi
3 Socialist Worker, 13 Ağustos 201 1, http://www.socialistworker.eo.uk/art.
php?id=25681 .
4 BBC News, g Ağustos 2011, http://www.bbc.eo.uk/news/uk-1 4458424.
5 Bertell Ollman, Alienation: Marx’s Conception of Man in Capitalist Society
(Cambridge, 1 997), p1 31. (Yabancılaşma: Marx’ın Kapitalist Toplumdaki insan
Anlayışı, Yordam Yayınevi).
‘ Kari Marx, A contribution ta the Critique of Hegel’s Philosophy of Right (1 844).
7 Adam Smith, The Wealth of Nations (1 776), http://www. econlib.org /library/
Smith /smWN.html. (Milletlerin Zenginliği, iş Bankası Yayınları).
8 lstvan Meszaros, Marx’s Theory of Alienation (Meri in, 1 970), p34’den alıntılanmıştır.
9 Marx, On the Jewish question (1 844). (Yahudi Sorunu, Sol Yayınları).
10 Jean-Jacques Rousseau, Dscourse on the Origin of lnequality (1 754 ), http://
www.constitution.org/jjr/ineq.htm.
11 Jean-Jacques Rousseau, Discourse on the Arts and Sciences (1 750), http://
records.viu.ca/-johnstoi/rousseau/fırstdiscourse.htm
12 Yukarıdaki gibi
13 Jean-Jack Rousseau, The Social Contract (1 762), http://www.constitution.org/
jjr/socon.htm.
14 Yukarıdaki gibi
103
” Jean-Jacques Rousseau, A Discourse on the Political Economy (1 755),
http://www.constitution.org/jjr/polecon.htm.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments