Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Perşembe, Ekim 17, 2024
No menu items!

MEVLANA

 

Yaş elli beş, boy boyunca, imiş biraz kanbur,
Demek ayıb değil amma edepte hayli kusûr

Bir inhinâ ki sevimli şu devr-i pirîde,
Fenâ-yı mutlak içinde bir ölmeyen zinde.

Başında bir keçeden takke amma, sivri ucu,
Pek öyle dikkat edilmez, şi’ârı göz yorucu.

İner o takkenin altından omza dek saçlar,
Kıvırcık uçları, pek çok değilse de ak var.

Kulakların küpesinden yukarısını perçem
Kapatmış, ondaki ma’na, bir uzlet-i mübhem.

Alın açık gibi amma görünmüyor o kadar,
Ve takye haylice inmiş ki nâsiye pek dar.

Hutût-ı cephe mukavvesce ince, sık ve derin
Kaşında bir iki ak var, çatık değil de yakın.

Sakal da nîm-kıvırcık, uzunca, kır düşmüş,
Dururdu sol kulağında bir ince halka, gümüş.

Bıyıklar ağzını örtmüş, bu bir süküt-ı belîğ,
Firaak-ı Şems’i eder sabr-u aşk ile teblîğ.

Ten esmerimsi, yanaklarda sâye-i sufret,
Bu gölge zıll-i ledünden hâyal-i mahviyyet.

Kaş uçları kapamış, göz kapakları mestûr,
Bu gölgelikde ki kirpiklerin zılâli, fütûr.

Nazarlarında tahâkküm var amma nâ-mahsûs,
Akardı her nigehinden nice cihân-ı şümûs.

Bakışlarında meâni akar, coşar, köpürür,
Bir ân-ı lemhada kalbi ebedlere götürür.

Yeşil, pamukları çımış solukça hırkası var,
O vardı sâdece sırtında bir de bir şalvar.

Zemîni yerden epeyce yukarda bir taş oda,
İçinde musluk, ocak var, tavan, taban tahta.

Bir enli pencere şark-ı şimâliye nazır,
Bina da Devre-i Selçuk’a ait, anlaşılır.

Basit içindeki eşya, pek azdı mefrûşât,
Bu hücreden çok uzaktı gam-ı hayât-ü memât.

Girince pencerenin karşısındaki köşeyi
Tutan bu pîr idi, peşinde vardı neyle meyi.

Önünde râhleye benzer ve oyma bir kürsî
Derûn-ı hücre bütün bir mehâbet-i kudsî.

Bu akdesiyyeti i’ lâ ederdi Mevlânâ,
Yazan serâiri işte bu nûr-ı arz-ü semâ,

Fakat bilir misiniz, bû huzûr-ı izzette,
Bu kûşede ve bu ayn-el-yakin hakiykatte.

Dikilmiş arşa kadar bir sütûn-i ıtmi’nân,
Bu nûr, nûr-ı Ali’dir, emânet-i Kur’an,

Ulûm-ı zâhire burda güneşte bir yarasa,
Fezâ-yı lâyetenâhiyyet acizden de kısa,

Uyûn-i felsefe a’ma, vukuf-ı fen kötürüm,
Bu yerden ben şunu bildim demek cahîm, uçurum

Serîr-i saltanatı fakr, ihtişamı dehâ,
Şehi bir aşk-ı müebbed ki hep firaak-u bükâ.

Semâsı hîç-i mutlak, şihâb-ı sâkıbı gâm,
Terâneler ile mülhem, yağar hayâl-i elem.

Mesîl-i hâme-i ma’nâ nedir? Kelâm-ı sübût,
Lafızda yer tutabilsin serâir-i lâhût.

Bu dinde düzah-u cenneti, azâblar yanıyor,
Bırak hayâtı, ölüm, ra’ şelerle kıvranıyor.

Mezârı hufre-i vuslet, taşı hayâl-i emel,
Harâbe-i şubehâtın içinde yok meş’al.

Bu yerde yok olabilmek kadar bir emr-i asîr
Tahayyül eyliyemem ben ki eyleyim tasvir.

Dehâ-yı hârikanın bu, harîm-i hikmetidir,
Kader bu hikmete bigânedir, maiyyetidir.

Fakat bu hikmete sermâyedir vücud-ı adem,
Heman bu yokluğa karşı bütün sücûd-ı kıdem.

Bir izdihâm-ı müebbed değil, bu, sırr-ı vücûd,
Bu sırda oldu nümâyân hakaayık-i mevcûd.

Demek ki kendini bilmekte vâr imiş hikmet,
Muhabbet ehli olan, kendini bilir elbet.

Bilirse al neyi vakt-i terânedir Neyzen,
Hayât bir dem-i sıhhat, kaçırma fırsatı sen!

Tıp Fakültesi Hastanesi 16/2/1337

Neyzen TEVFİK

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments