Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Çarşamba, Mayıs 14, 2025
No menu items!
Ana SayfaFelsefeSpinosizmSpinoza'ya Dönüş ve Komünizmin Dönüşü | Antonio Negri

Spinoza’ya Dönüş ve Komünizmin Dönüşü | Antonio Negri

Avrupa’nın felsefi kültürünü ya da en azından Krisis düşüncesinin kaygan kumlarında pasiflikleriyle barışık bir şekilde kendilerini kaybetmeyi reddedenleri saran “Spinoza’ya dönüş”ün, Marksizmin krizine bağlı bir olay olarak ortaya çıktığını saklamak gereksizdir. Bu, genelde alayla ve bazen kızgınlıkla karşılanan bir vehçedir ama birçok veçheden yalnızca biridir. Yine de bu vehçenin daha fazla dikkati hak ettiğini düşünüyorum. Aslında bu, Marksizm ve onun etkililiği üzerine, yani tarihsel açıdan hegemonik olan ortodoks Marksizm üzerine eleştirel düşünümün sarf edildiği momente aittir. Bu eleştirel düşünüm, olumsuz bir bilince çekilmeyi reddederek (burada Spinozacı temanın yeniden ele alınmasının ardındaki tekil ve olumlu devindirici güç belirir), bunun yerine ontolojik bir dayanak bulup, bu dayanak üzerinden gelecek olan zamana ait felsefeyi ve komünizm tasavvurunu önerir. Ve bunu, bir kez daha, akla ve kolektif insan praksisine duyduğu büyük güvenle yapar.

Spinoza, ontolojidir. O, bilgiyi (sapere) kuran varlıktır. Ancak bunun sebebi Spinoza’nın felsefesinde bilginin varlığa da yanması değildir; varlık ve bilginin, insan ufkuna biçim veren kolektif etik ile fiziksel ve ahlaki kuvvetler dizisi tarafından oluşturulmasıdır. Etik eylemin varlığa temel sağlayabileceğinin keşfi, ahlaki yönelimli eylemin varlığı kurduğunun keşfi, bir yandan Marksizmin krizini yaşamış olan, bir yandan da varlığa ya da modernliğin yazgısına yapılan bir göndermeden yoksun olduğu için soysuzlaşmış, olayın tesadüfiliğine ve beyhudeliğine, iktidarın ve oluşun sarhoşluğuna doğru taşan bir modernliğin kapsayıcılığına boyun eğmek istemeyen devrimciler için adeta bir cankurtaran simididir. Fakat “Spinoza’ya dönüş” bir dayanak noktası olmanın yanı sıra, bir öneri, olumlu bir üretimdir de. Başka türlü de olamaz zaten. Aslında modernliğin diğer ideolojileri gibi, Marksizmin de farkını nasıl kuracağını ya da kendisine nasıl bir yön vereceğini artık bilemediği -ve bunun sonucunda da kayıtsızlıkla (kapitalist üretimin ve postmodern sersemliğin yabancılaştırıcı etkisiyle) çapını küçülttüğü- bu ufukta, Spinoza ya da daha iyi bi ifadeyle ontolojik dayanak ve etiğin üretkenliği, insan eylemini yeniden biçimlendirmeye ve tanımlamaya bir kez daha olanak sağlar. Bu geçiş içinde, ortodoks Marksist düşüncenin tarihselci ve sinik sapkınlıkları, eleştirinin eleğine teslim edilir. Spinoza’yı peygamberliğin, asketizmin ve sofuluğun yenilenmiş alanına yakınlaştırmak isteyen çoğu yorumcuya karşın, o elbette “yeni bir filozof” değildir: Aksine, varlığın maddi, devrimci ve etik olarak kurucu olduğu yönündeki Spinozacı iddia, vazgeçilemez ve üzeri silinemez bir iddiadır. Düşünce ve en önemlisi devrim istenci, kendisini böyle bir ontolojiye demirleyerek Marksizmin krizine göğüs gerer ve bu krizden hakkıyla kopar.

Spinoza, ontoloji ve genel olarak varlık anlayışı tarihinde eşsiz bir konuma sahiptir. Deist ve panteist varlık görüşleri, onun varlığın maddiliği ilanı karşısında dağılıp gider. Spinoza’nın düşüncesi fizik ile etik, fenomenoloji ile soybilim, etik ile politika arasındaki bir süreklilikle nitelenir: Varlığın tezahürlerinin bu çözülemez sürekliliği, yüzeylerin bu döngüselliği, Spinoza’nın sistemini, etkin ve indirgenemez biçimde, ontolojinin öncel ve (büyük oranda) ardıl versiyonlarının karşısına koyar. Spinoza’nın ontolojisi için, ontoloji geleneğinin mutlak bir ihlalidir denilebilir. Pek tabii ki Spinoza, varlıktan temel diye söz eder ve biz de bu sayede Spinoza’nın düşüncesinin mensup olduğu alanı, “ontoloji” kelimesini kullanarak tanımlayabiliriz. Fakat bu temel, yüzey olarak anlaşılır ve bu durum, Spinoza’nın düşüncesini, varlığa dair bildiğimiz diğer her türlü kavrayışın ötesinde konumlandırır. Burada yüzey belirli varlık olarak ortaya çıkar; fakat belirlenim pratiktir, fiziksel ve tarihsel alanlarda sınadığımız kuvvetlerin kesişmesi ve yer değiştirmelerinin pekişmesidir. Bu ontoloji gerçekten eşsizdir; en azından modern kolektif praksis felsefesinin, etik dünya kavrayışımızın çerçevesini zenginleştirmek üzere müdahale edişine kadar eşsiz kalmıştır. Fakat bu son öneriyi ne çok iradi abartmalar ve ters tarihi etkiler izlemiştir! Çünkü varlığın altüst ediciliği, bir kez daha rasyonalizmin ritmine uydu ve araçsal aklın’. hizmetine girdi. Böylece dönüşüm kendisini ütopya olarak sundu ve ütopya varlığın hipostazıydı. Bunun çıkışsız bir yol olduğu artık ortadadır.

Bizi varlığa duyduğumuz müthiş arzuyla bırakıp gitmiş, hatta bu arzumuzu kuvvetlendirmekten başka bir şey de yapmamıştır. Bu yüzden Spinoza’ya dönmek zorundayız, çünkü onun varlık kavramı bütün ütopyaları dışlar. Ya da şöyle söyleyelim: Onun düşüncesi, devrimci dönüşüm umudunun, gerçekliğin oylumu, yaşamın yüzeyi olarak sunulduğu derinlikli, sürekli ve sarsılmaz bir distopyayı öğretir. Burada hipostaz yoktur. Spinoza’nın ontolojisi, altüst etmeyi, distopyanın içinde bir dönüşüm süreci olarak
görür; bu onun ontolojisinin eşsizliğidir. Varlıkla ilgili benzer bir his, belki antik materyalizm tarihinde ve özellikle Epikürcülükte bulunabilir; ancak Spinoza bunu modernlik için yeniden keşfeder ve doğmakta olan kapitalist gelişimin yeni koşullarının karşısına koyar. Kendi döneminde, varlığı değerlendiren ve onu geleceğin ideolojik ve politik: gelişmelerinin anlamsızlığına bir alternatif olarak öneren tek isim Spinoza’dır.

Burada, materyalizmden ödün vermeyen bir ontolojinin tanımladığı bir konumdayız. Bu kısa kitabın ilk. makalesinde, Spinoza’nın güncelliğinin sebeplerini görmüştük. Şimdi ise sadece bir nokta üzerinde ısrarla duruyoruz: Spinozacı varlık kendisini, nesnelliği yadsımak yerine onunla bütünleşen, her zamankinden daha derin duyumsadığımız dönüşüm zorunluluğuna etik bir özgürlük alanı sunan bir devrim fikri, radikal bir dönüşüm fikri olarak sunar. Yukarıda, Spinozacı varlığın kendisini zorunlu bir yüzey ve aynı zamanda bir olumsallık ufku olarak sunduğunu, bu ilişki içinde özgürlükteki köklerini gösterdiğini ve bu özgürlüğün, bilginin ( conoscere) bir hipotezi, bilginin ( sapere) bir temeli olduğunu, Spinoza’nın ontolojisiyle uyumlu olan ve varlığın sürekli üretiminin mekanizmaları içindeki bu bilginin, iletişimi ve özgürleşmeyi birleştirdiğini söyledik. Varlığın kolektif olduğunu ve nihayet Spinoza’nın varlık fikrinin görkemli ve dingin bir fikir, sıra dışı bir bolluk fikri, varlığın sıra dışı taşması olduğunu söyledik. Öznellikte toplanan ve birleşen bu kavramlar, devrim kavramını tanımlar. Spinozacı varlık devrimin varlığıdır, devrimin ontolojisidir. Burada, bu Spinozacı durumu üreten ve aynı zamanda tarihsel konumunun kuraldışılığını belirleyen olayların tarihsel çözümlemesine dönmek istemiyorum. Mesele bu değil. Mesele, basitçe, bu varlık anlayışının açık zenginliğini kavramak ve onun tükenmez virtüelliğini vurgulamaktır.

Bu öncüllerden hareketle, yıkıcı gelişiminin en son ve en korkunç evresinde sermaye tarafından tabiiyet altına alınan varlığın viran topraklan, etik umuda ve zekanın serüvenine yeniden açılır. Varlığı zorunlu devrim olarak, öznenin zorunluluğuna yanıt vererek yeni bir tarihi icat eden bir özgürlüğün tamamlanması olarak kavramak: İşte bizim görevimiz budur. Marksizmin krizi ve reel sosyalizmin en cömert ütopyalarının uğradığı başarısızlığın bilinciyle bizim kuşağımız, kapitalizmin bize biçtiği insanlık dışı kaderin bilgisini ( conoscenza) ve de içinde yaşadığımız etik, politik ve sivil sistemin kesinlikle sağaltılamayacağı olgusunu kendi içinde taşır.

Bu açıdan bakıldığında altmış sekiz, evrensel bir bilince varmada çok önemli bir momentti. Bu momentte iktidara, kurulu bütün iktidarlara ve sistemlere karşı duran varlığın bastırılamaz gücüne dair bereketli kavrayış, bizi devrimin eli kulağında olduğuna inandırdı. Bu yanlıştı: Biz devrimi yaşıyorduk, devrim eli kulağında değildi; devrim ideolojiden doğan bir beklenti değildi, o şimdi ve buradaydı. Spinoza’nın düşüncesi bizim için bu bilinci doğrulamak üzere artık yetişmiştir. Bize, önümüzde açılan yeni bir kıta olarak varlığın bolluğunu gösterir. Fiziksel dünyayı baştan aşağıya biliyoruz ( conosciamo) : Fakat Spinoza bize, varlığın her daim yeni topraklarını, zeka ve etik istençle yaratılan toprakların yaban keşfini deneyimleme olanağına sahip olduğumuzu öğretir. Yenilenmenin verdiği haz, arzunun yayılması, altüst etme olarak yaşam: Spinozacılığın çağımızdaki anlamı budur. Devrim bir ön kabuldür; soyut bir proje değil, pratik bir görevdir; seçim değil, zorunluluktur. Olmakta olan devrimin (rivoluzione avvenuta) çağını yaşıyoruz: Niyetimiz sadece bunu gerçekleştirmektir. Devrim, etiği harekete geçiren ( operare) işarettir.

Aslında böylece, varlıkla ve varlık hakkındaki teorik söylemle nasıl temas kurarsak kuralım, etiğin alanına doğrudan kabul ediliriz. Etik, düşüncenin serimlenmesini temellendirir, ona özgür ve yenilikçi varlığın olanağını temin eder. Düşünce, bu etik temelin dışında bir yabancılaşma etkisidir, anlamsız bir projeksiyonun itici kuvvetidir, kayıtsız ve körelmiş bir evrenin unsurudur. Öte yandan etik temel, varlığın bolluğunun, onun özgürlüğünün/bizim özgürlüğümüzün formudur. Burada, etik varlığa dair söylem politikanın söylemine dönüşür. Krizi ve iktidarın, kendisinin yeni meşruluk olanağı olarak övdüğü yanlış zorunluluğu tanımış olanlar, Spinozacı altüst etmenin çağrısını duyar şimdi. Spinozacılık politik bir düşüncedir, her türlü yabancılaşmaya karşı kolektif özgürlüğün talep edilmesidir; toplumsal üretimin örgütlenmesi üzerinde dışsal bir komuta ve meşrulaştırma kurma yönündeki çabaların -hatta en ustalıklı ve en formel olanlarının bile- karşısındaki keskin ve “sonu gelmez” zekadır. Spinozacılık, insanın insan tarafından sömürülmesinin sürdürülüşünü, bu sömürü artık parazitçe bir hal almış olsa da, kesip atan bir neşterdir; hem vicdan hem de silahtır. İktidara karşı güçtür (potenza contro potere). Yani, karşı güç ya da karşı-iktidardır (contropotere). Burada, Spinozacılığın bize yeni bir hak ve devlet anlayışını inceleme olanağını sunduğunu belirtmemiz yerinde olacaktır. Bu anlayış, savaş ve barış sorununun tek­rar önemli bir politik mesele haline geldiği (ve dolayısıyla doğal hak nosyonuna bir tür geri dönüşü tetiklediği) bir çağda, bireysel ve kolektif özgürlüklerin gelişimine uygundur. Devrimci bir hak kavrayışı ve devletin temelinin multitudo’nun özgürlüğü dahilinde kuruluşudur (kuruluşu ya da sönümlenişi? Yıkılışı ya da aşılışı?

Birbirini tamamlayan bu yönelimler içerisinde, ilerici ve özgürleştirici bir kitle demokrasisi bakış açısı ister istemez tartışılmaktadır). Yaşamın ve barışın değerleri etrafında kuvvetli ve sevinçli ya da umutsuzca yoğunlaşan ve yalnızca doğal hakkın en uç alternatifleri arasındaki hareketin doğurabileceği yoğunluğa sahip aşırı radikal bir demokratik kavrayış. Politik Spinozacılık etik niteliğini korur; bu, gücün etiğidir; bir karşı-iktidar ( contropotere) politikasıdır; tüm negatifliklerin ortadan kaldırılmasını ve herkes için özgürlüğün pozitif inşasını gözeten hukuki ve anayasal inşanın bir tasarımıdır. Bu kitaptaki ikinci makalede gösterdiğime inandığım gibi, tepeden tırnağa bir demokrasi, altüst edici demokrasi, ilerici demokrasi ve kitlesel özgürlüktür.

Bugün “Spinoza’ya dönüş”teki paradoks, esasen şundan kaynak­lanır: Spinoza’nın ontolojisi kendisini bir antropoloji olarak ortaya koyar; ama ne antropoloji! Bu bir üretim teorisidir, bir iletişim teorisidir ama her şeyden önce de açık bir antropolojidir. Etienne Balibar, 1 Emilia Giancotti2 ve Alexandre Matheron, 3 bu teorik boyutun albru çizmişler ve bu geçişi özellikle vurgulamışlardır.

Burada bana kalan tek şey, bu yazarların ve yoldaşların katkılarına kendiminkini eklemek. Bunu kitaptaki üçüncü makalede yaptığımı düşünüyorum. Orada, Spinoza’nın düşüncesindeki kitlelerin devrimci geriliminin, bireysel yörüngelerin çeşitliliğiyle zerresi zerresine karşılaşması ve burada çözünmesi, sonrasında “çokluk” kavramı içinde yeniden yapılanması ve nihayet demokratik kuruluşun politik öznesi figüründe ifade edilmesi gerektiğini vurgulamıştım. Birey ile bütünlüğün, tekillik ile mutlağın bu kesişimi büyüleyicidir: Spesifik belirlenimler bu kesişimi farklı bakış açılarından temsil ederler: kolektif gücün oluşumunda bireysellik için önerilen etik davranış olarak pietas, hukuki ve politik boyut olarak, istemlerin karşılaşmasının normatif çerçevesi olarak hoşgörü vb. Fakat çözümlemenin ayrıcalıklı anı, ne bu terimlere, ne de bunların sebep olduğu sorunsallara dayanır. Aksine asıl önemli olan, antropolojiye dönüşen ontolojinin, yalnızca çeşitliliğin yüzeyinde Y</-Şayan varlığın, çoğul öznenin paradoksudur. Bu paradoks kendi kendisini çözmez (sichiude ). O, edim halindeki ontolojik ironidir; varlığın paradoksal temelidir. Bu durumda, ontoloji açık bir ufuktur. Paradoks kendisini zamanda çözmez, ne şimdi ne de gelecekte. Yapısal olarak açıktır, varlığı daima yeniden inşa eden öznelerin çoklu özgürlükleriyle sürekli yeniden açılır. Mutlak olan, bu mutlak açılıştır. Demokrasi, bu daimi risktir. Bu onun zenginliğidir. Eşitsizliğin üretimini, formel eşit haklar bildirgeleriyle birleştiren, herkesin özgürlüğünü kapitalist üretim tarzının şiddetine ve azınlığın komutasının şantajına (yıkım tehdidine kadar uzanan şantaja) teslim eden kapitalist demokrasinin riyalcirlığı, her şeyiyle teşhir edilir ve kınanır. Fakat aynı şey, bastırılamaz özgürlük arzusunu bürokratik katılık, ideolojik tutsaklık ve bütünlük hipostazı içinde tutsak eden iktidar örgütlenmesinin tüm diğer biçimleri için de yapılır.

Bu nedenle Spinozacı demokrasi, temel kuran bir güçtür. Kuşkusuz bize burada söylediği tek şey şudur: güç olmak ( essere potenza). Bu söz bazı yönlerden fazla bir şey ifade etmese de, sınırlarımızı belirler, hakikatin ve görev mıntıkasının alanını çizer. Hakikat, özgür ve eşit olma olanağı; görev ise, aslında bu hakikati etik olarak kurmaktır. Bu, müthiş ve kahramancabir aklın (ragione) iyimserliğini açığa vurur. Etik varlık, hareketi içinde kendisini mutlak olarak gösterir; bu bir ön kabuldür, adına devrim dediğimiz ontolojik ön kabuldür, çünkü ön kabul olarak inşa edilmiştir. Altüst edici demokrasi kendi kendisinin sürekli kaynağıdır, kendi aşmasının ve olumlamasının kaynağıdır. Spinoza’nın felsefesi garip bir felsefedir, ironiyi davet eden bir felsefedir. Bu haliyle, ideolojilerin düşüşüne direnen teorik savlar, pratik gereksinimler ve politik arzular çerçevesinin metafizik formda önerilmesine müsaade edecek biçimde ifade edilmişe benzer . . .

Fakat bu tekil işlevsellik şüphesi tamamen yersizdir. Çünkü burada bizi kutsamaya ya da eski mitler nostaljisine yönelten hiçbir şey yoktur ve Spinozacı söylemin canlanışı, hiçbir koşulda spesifik içeriklerin, fikirlerin ya da belirlenimlerin gündeme gelişi demek değidir. Hayır, biz burada sadece bir yöntem öneriyoruz, ne bir model ne de bir araç. Belki bir yöntem bile değil ya da bir zihin (spirito) durumunda yatan bir yöntem.

Spinozacılık, bir zihin durumudur: Varoluşun, altüst oluşun bir olanağı olarak düşünülmesine olanak tanır; devrimin ontolojik aşkınsalıdır. İnsanlar, bu alanda ve bu ruh haliyle, kendilerini tek tek ve kolektif olarak sınamaya devam ederler. Yararlanılan ideolojiler doğar ve ölür, geriye yalnızca Spinozacılık kalır: ilk metafizik ve doğal hak olarak, içinegirmemiz gereken durum olarak; tabii yalnızca filozof değil, özellikle de devrimci olmak istiyorsak. Bu noktaya kadar geliştirdiğim iddiaların doğruluğu, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar arasında felsefenin temel uğraşısı olan modernlik eleştirisi ile Spinoza’nın düşüncesi karşı karşıya getirildiğinde daha da belirginleşecektir (Bunu, dördüncü ve beşinci makalelerde yapmaya çalıştım). Çünkü Spinoza, ontolojik imgelem ve kurucu gücün (kurucu iktidar da diyebiliriz), Batının diyalektik yazgısını ve onmaz krizini ortadan kaldırma sorununu nasıl etkili biçimde ortaya koyabileceğini gösterir. Spinoza, krizi, kendi fiziğinde, yüzeysel varlığın temel niteliği olarak kavrar; tam da bu nedenden dolayı krize hayıflanmak yerine, onu var olanın fenomenolojisinin temel bir yönü olarak düşünür. Bu alanda, bu alana uygun olan zamansallık içinde çalışmak, krizi, var olanın yavan değil kesif ufku olarak düşünmek demektir. Bu nedenle felsefi sorun, krizin ötesine geçmek ve bu krizi, temel tesis eden bir maddilik olarak görmektir. Bu “öteye geçiş” olmadan, felsefe ve etik tanımlanamaz bile. Metafizik bu öteye geçişi ihtiva eder. Kriz yazgının neticesi değil, varoluşun ön kabuldür. Sadece ahmaklar krizi sonuç olarak düşünebilir. Sadece hayalperestler bundan kaçınabileceğimizi iddia eder. Kriz her zaman bir koşuldur. İmgelem ve etiğin, varlığın derinliklerine inerek, krizde batmak yerine krizin ötesinde yeniden inşa etmelerinin nedeni budur. Özneyi kuran kolektif ilişkinin içinde ve kolektif ilişkiye can veren güç içinde, kendi Üzerlerinde inşa ederler. Krizi feshetmek, varlığı feshetmektir; krizi yaşamak ise onun ötesine geçmektir.

Öyleyse, eğer Marksizmin krizine bağlı bir olay; kendisini “Spinoza’ya dönüş”te açığa vuruyorsa, bu olayın yüzeysel olmadığı ya da ancak Spinozacı anlamda yüzeysel olduğu eklenmelidir. Bu olay; komünizmin hayalini silmez, bilakis onu gerçek kılar. Spinozacı yenilenme, aslında bir komünizm felsefesidir ve de Spinoza’nın ontolojisi, komünizmin soybiliminden başka bir şey değildir. Bu yüzden de Benedictus, lanetli olmaya devam edecektir.4

1 Etienne Balibar, Spinoza et la politique, PUF, ı996 [Spinoza ve Siyaset, çev. Sanem Soyarslan (İstanbul: Otonom, 2004].
2 Emilia Giancotti, Spinoza (Roma: Editori Ruiniti, ı985).
3 Alexandre Matheron, “La fonction thforique de la democratie chez Spinoza􀆇 Studia Spinozanaı (ı985).
4 (İng. ç.n.) Negri’nin bu kitapta en çok kullandığı kelime oyunu çeviride kısmen kaybolur: İlk ismi İtalyancada “Benelietto” (Kutlu) olan Spinoza’yı, İtalyanca “maledetto” (lanetli) sıfatıyla nitelemek.

Aykırı Spinoza: Gündem (deki / dışı) Çeşitlemeler /”Spinoza’ya Dönüş” ve Komünizmin Dönüşü | Antonio Negri

İlgili Makaleler

Son Yüklenen