Bir kara parçası sanır insan
Düştü mü başı derde
Kendini açık denizlerde.
Şimdi bir kıyı bile değil
Bir ufuk çizgisi bile değil
Yalnızca ölü
Sabaha doğru yağan karın altında
Kıvrılmış kalmış
Besbelli tutunmak istemiş boşluğa
Kolları havada
Sıkmış avuçlarıyla bir demet gülü
Yayılmış gövdesine bir gülümseme
Ve çevresine
Taş binalara, karanlık pencerelere
Kefeni kardan ve gülden.
Polis arabası kapıya geldiği zaman
Giyimevlerini, mezecileri, postaneyi geçerek geldiği zaman
Arka sokaklardaki birkaç kiliseyi
Cenaze levazımatçılarını ve
Bin dokuz yüz yirmi sekiz modasına göre giyinmiş bir kadının bir anlık ölüsünü
Geçerek geldiği zaman
Bir kamyon et boşaltıyorken bir kasap dükkanının önünde, tam o zaman
Yüzü sabunlu bir otel müşterisinin elinde traş makinesiyle
Pencereden sarktığı zaman.
Polis arabasını görmeden önce
Her yanı aynalarla çevrili bir meyhanedeydim
Sırçaları dökülmüş aynalarla
Parça parça görüyordum kendimi
Dışarda kar vardı, kirli kar
Isınmak için konyak içiyordum
– Isınmak için mi dedim, tuhaf –
Dışarda kar vardı
Saat dokuzu on geçiyordu, Balıkpazarı’nın her günkü sabahı
Yıllardır hep aynı sabah
İri bir kayabalığının içbükey karnı
Ve binlerce, on binlerce kedinin hep birden
Kente hiç uymayan bir yaratık gibi kımıldandığı
O sabah.
Polis arabası kapıya geldiği zaman
Aynalıpasaj’ın düğmecileri, gömlekçileri
Yüzükçüleri, bilezikçileri, tuhafiyecileri
Dükkanlarını açık unuttukları zaman
Ve dükkanların üstündeki heykelciklerin
Bir yas törenine hazırlanır gibi
Anlatımlarını değiştirdikleri zaman
Balıkçıların balıkların karşısında en iyi durdukları zaman
Ayakta çay içtikleri zaman
Mermer masaların altından yorgun gövdeleriyle
Çıktıkları zaman serserilerin
Ve Pasaj temizlenmeye ve karlar kürenmeye başladığı zaman
Masmavi iki yengeç gibi bakmaya başladığı zaman gözleri garson Vasil’in
Tam o zaman.
Polis arabası kapıya geldiği zaman
Üç kişi siyah bir otomobilden indiler
Üçü de sivildi, ellerinde çantaları vardı
Ben meyhanenin penceresindeyim
İçerde ve kar içindeydim
Bir demet gül içindeydim
Güle gömülüydüm
Kana.
Polis arabası gittiği zaman
Demir kapının yanında ölü
Gökyüzünü dönemecinin altında
Ve yerde bırakmamak ister gibi sözünü
Elinde bir demet gülle
‘Gül, gül’ diye acı bir bağırtıyı uzattığı güllerle
Ipıslak saçlarıyla buzdan yatağına uzanmış.
(O zaman ıhlamur ağaçları kardan görünmezdi. Gözlerim azalırdı,
gizlenirdim. Babam koyu kahverengi çizmeleriyle karları ezer ezer
ezerdi çakıltaşlarının ayaklarının altında oynaştıklarını duyuncaya
kadar. Annem çatı katının yanındaki sivri kuleden gözlerini ayırmazdı,
yeter ki gök kanasındı beyaz beyaz ve kocaman bir alabalığın karnı.
Uşaklar bir köşeye sinerlerdi, hiç konuşmazlardı, bir kristal sürahi
rüzgardan ürperir titrerdi. İniltiye benzeyen bir ses yayılırdı.
Karanlığa yapışırdım, bir kapı karanlığına, bir duvar karanlığına, bir
yokoluş karanlığına. Ölüm çok uzaklardaydı, o zaman çok uzaklardaydı
ölüm.)
Sordu
Karla kaplı kirli bir cümle
Başında kimler vardı?
Bir, emekli postacı Hüseyin
– Çok adres bildiği için adı pezevenge çıkan –
İki, cenaze kaldırıcısı Adem
– Çıplak kafalı, ön dişleri çürümüş –
Üç, akordeoncu kadın
– Hemen hemen hiç konuşmayan, saçları oksijele sarartılmış, Bizanslı bir
kehribar taciri gibi şişman, yaşlı ve kızoğlankız –
Ve sonra ötekiler
Üç Horan Kilisesinin kapıcısı
Çingene çalgıcılar, bademciler
Lotaryacılar
Bir iki garson
En geride
Çengelli iğne satan bir kız çocuğu.
Ve onu kaldırdılar, ben gördüm
İkinci konyağımı içtim bitirdim
Demir Kapıdan çıkardılar ve gördüm
Morg arabasına koydular
Kapısını ittiler, kapı kapandı
Taraklar, istiridyeler açıldı kapandı
Çiçekler titreştiler
Bir balıkçı balık doğradı ve tarttı
Pencereden çekildim.
Günlerdir ilk olarak güldüm, gülümsedim
Yıllardır ilk olarak
Sanki ilk gözyaşının tarihini buldum, üstünü çizdim.
Ve sordu gene
Ölümle kaplı o kirli cümle:
Siz Ruhi Bey nasılsınız
Ben Ruhi Bey nasılım
Anladım anladım
Ve şimdi iyi biliyorum artık nereye.
Edip CANSEVER