önce yağmur vardı
adam içerden kekeme adımlarla çıktı
burnunun ucuna düşen gözlüğünü düzeltti
arkadan bağlı değildi kolları
ama o bunu farketmedi
baktı bir ufka yatıp bakar gibi bir ufka
görüşçülerin arasına karıştım
oysa ben değildim aradığı
sarıldılar boynuna adamın
sarılanları tanıyordum
çok iyi tanıyordum
adam öptü onları kokladı
adam birini aradı durmadan
ben değildim aradığı
sendin
usulca ellerimi tutan
seni yağmurların aldığını biliyordu
belki bilmiyordu
adam durmadan seni aradı
adını bağırdım
duymadı
beni benden başka kimse duymadı
barbaros kafe’nin balkonunda oturuyorduk
masada bir eylemin başlangıcı duruyordu
yağmurun altında akşam oluyordu
yağmur yağmasa akşam olmayacaktı
belki bunların hiçbiri olmayacaktı
şiirden ayrılan bir dize gibi kalktın
bir dizesi eksik şiir gibi kalktın
onsekiz yaşını alıp masadan
arabaya bindirdiler adamı
buğulu cama dayadı ıslak burnunu
kolları bağlı değildi farkına varmadı
seni yağmurların aldığını biliyordu
belki bilmiyordu
baktım arkasından koştum arkasından
aramızda sekiz yıl vardı
yağmur ve akşam
bağırdığımı duymadım ama bağırdığımı biliyorum
elini aradım elin yoktu
dehşetle girdim balıkçı pazarına
işte böyle yağmurlu bir akşamdı
sakalım ve kederim yoktu önceden
ve beşiktaş’ta balıklar
bu kadar pahalı
değildi
kaç adam düşer balıkçı tezgahına
vurulup tezgahınıza düştüğüm bir akşamdı
kanımın balıkları boyadığı bir akşamdı
seni yağmurların aldığı bir akşamdı
seni yağmurların aldığı bir akşamdı
karnından vurulmuştu o kalbini tuttu
alnından vurulmayı sevmiyordu
gül dese de şairler
kadavra gibi diktiler karnını
kalbini avuçlayarak kalktı adam
gözlüğünü aradı yüzünde
henüz gözlük kullanmıyordu bunu unuttu
bir leylak geçti önünden eflatun mu ak mı
kokusundan tanıdı bir leylak geçti önünden
baktı arkasından koştu arkasından
seni tanımıyordu bunu da unuttu
buğulu cama dayadı ıslak burnunu
yüzünün ıslaklığını yağmura yordular
belki cama dayamazdı burnunu
biryazgünü açılsaydı kapılar
biryazgünü açılsaydı kapılar
yağmur yağmasaydı
seni yağmurlar almasaydı
ıslığımla okşayacaktım
heybetinden yanına varılmaz
dağları
soluğum dağ
kurdun kuşun uğramadığı taze bir şeftali
bir fesleğen bir ıtır bir sardunya kokusu
koşacaktım sana
ihtimal ben kapıyı vurmadan açacaktın
ellerimi bulacaktın
yağmur yağmasaydı
seni yağmurlar almasaydı
nizamiye kapısında dururdun
güneş saçlarında dururdu
görüşçülerin gözlerinde
nöbetçinin kepinde dururdu
kimbilir ellerin nasıl dururdu
kiremit renkli aralık
beni içine alıyordu
sen yoktun
sözlerini bulamadığım
bir şarkının müziği vardı
küçük eski bir yara izi gibi
tüfeklerin dönüp baktığı
bir şarkının müziği vardı
sen yoktun
ben kederimi ellerinden tuttum
yağmur yağmasa akşam olmayacaktı
belki bunların hiçbiri olmayacaktı
yağmurda bütün ışıklar ölüyordu
sakallı bir karanlık yürüyordu
lalezar caddesi’nde çığırtkan sesleri
sinemalar tiyatrolar sönmüştü
yıldızlar dahil lalezar caddesi ölmüştü
cafe naderi’de oturuyorduk
cadde istanbul kararıyordu
tek tek ölüyordu ışıklar
ellerin ellerimde uyuyordu
gözlerin başka söylüyordu
birden çıkardın tokalarını
saçların omuzlarından aktı
masaya bıraktın
furuğ’la oturmuştuk soltanpur’la kalktın
sakallı karanlık üstümüze yürüyordu
yıldızlar dahil bütün ışıklar ölüyordu
furuğ’la oturmuştuk soltanpur’la kalktın
onsekiz yaşını alıp masadan gülüm
karanlığın üstüne bir şimşek gibi çaktın
ya merg ya azadi
tahran’da akşam oluyordu
geceye dönüyordu yağmur
yoktun
zendan-e evin’de bir şafak
belki astı seni bu kapkara devrim
belki yağmura karıştın
ne asılanların arasında adın
ne yağmurda kokun
olsa duyardım
gecenin yüzüne vururdu
cubların aynasına vururdu
kalbim dururdu
kimbilir ellerim nasıl dururdu
kimselere sormadım seni
cublara bakarak yürüdüm
suretini düşürmedi suya
alnı açık tek bir kadın
seni kimselere sormadım
onsekiz yaşını alıp kalktın
ısrarla uçtu saçların
bir pasdar gelip yapıştı
bir pasdar bir pasdar daha
üçünü de arkamda bıraktım
üç kurşun ıslığı çalıp
tahran’da akşam oluyordu
geceye dönüyordu yağmur
yoktun
yağmur da yoktu
ben kederimi ellerinden tuttum
ıslak burnunu cama dayadı adam
ben kederimi ellerinden tuttum
kolları bağlı değildi arkadan
benim kollarımdaydı bunu unuttum
baktım arkasından koştum arkasından
yanında sen yoktun
ranzamda
açlığın buza kesen ayazında yatıyordum
çiftleşen sıçanların üzerinde
gece huzursuz bir eşkiya gibi
kıpırdanıyordu
uyumuyordum
sıçanlar da uyumuyordu
nöbetçiler aç değildi
onlar da uyumuyordu
sen
sen de uyumuyordun
çünkü yoktun
çünkü yağmur yoktu
sıçanlar vardı
ve en iyi onlar bilirdi
açlık grevlerinde
ölüme yaklaşan insanı
askerlerden sonra çoğalıp
basıyorlardı koğuşu üçer beşer
kaç kez eğilip konuştum
kuşlarla anlaşamamak korkusu belki
belki sen yoktun
belki yağmur
kaç kez eğilip konuştum
ölüm istediği yerde istediği biçimde dursun
ben girerdim düşlerimin çatalağızlarına
çakşırları çatıları okşayan güvercinler
uzak mavileri çağıldayan kanatlarını açardı
biz çatakta oturur zeytin ekmek yerdik
haki mintanıma yapışan çamsakızları
senin uçurduğun rüzgarları toplardı
tüfeklerin patladığı yere koyardı
kalbimi alıp oraya koyardı
bir çaylak gölgesini koyardı
vururduk çelimsiz gövdelerimizi
çetelerin sırtlarını verdikleri dağlara
kurşunlar çıvardı da omuzverdiğimiz kayalardan
gidip çaylağın gölgesini vurmazdı
çünkü sen yoktun
çünkü yağmur yoktu
ben kederimi ellerinden tuttum
ellerin platin ve elmas kokuyor
bütün tarihin
üstün başın
bunu söyleyen ilk kadın
dokunduğum ilk beyaz
komünist kadın
sendin
çünkü alamazdı kokusunu platinin ve elmasın
platin ve elmas kokan bantu kadın
babama dedesinden geçmiş bu koku
dedesinin yüzünü avuçlarına alıp
özgürlük şarkılarını fısıldadığında kulağına
onun dedesi
her gece korkulu rüyalar doğurur
beyazların kapı mandalı
babana dedesinden geçmiş bu korku
bir elinde incili ötekinde silahı
zululu savaşçı dedemin dedesini
toprağımıza evimize girip öldürüldüğünde
boerli dedenin dedesi
plastik bir leğende
sabun ve su içinde
annesinin rengini az ovduğu
ben karaderili çocuk
bantu çocuk
senjenina mırıldanıyorum
petrol lambasında islenen
sesinden alıp annemin
biraz daha ov anneciğim
akarnan dört kara çocuk
korkmasın
bir küçük beyaz çocuktan
biraz daha ov anneciğim
biraz daha
her sabah çıkıp langatownship’ten
cilalı bir gece gibi gireyim kentlere
alnımda karaçalı’nın alnı
biraz daha ov anneciğim biraz daha
korkulu rüyalar doğursun güpegündüz
beyazların kapı mandalı
robben island’da
bir duvar ötemde
kayalara vurduğu yerde
yıllardır kalbimi bir fındık kabuğu gibi sallayan
dalgalar kadar yakın
dalgalar kadar uzaksın bana
seni kara tenimde yürüyen bulutlar gibi
seni özgürlük
seni kurtuluş gibi düşünüyorum
karda kalmış serçe gibi üşüyorum
üşüyorum
düşük bir satır gibi sırıtıyor nöbetçi
ustura gibi çekiyorum kendimi ranzadan
beynimde bir taşın unufak olma isteği
seni kimlere sormalı
seni
tınısına yenilgi düşürmeyen çığlıklara sormalı
nereden geldiği bilinmez bir uğultu
karanlıkların yediği
düşlerimin izdüşümünü karıştırıyordu
ağaçların dalları var mıydı yok muydu
hışırtılar dallarının olduğunu düşündürüyordu
ve aslında
karanlık bir korkunun dallara çıktığı
adımlarımızın kekelemesinden belliydi
yüreğimi ağzıma getiren kuş
baykuş demişti kırsal bir ses
mola verdiğimizde bacağını kıvırıp altına alan
başının silueti hepimizden yukarda olan
kurşunun ilk değeceği adam
yürüdük sonra
evet yürüdüğümüzü anımsıyorum
sen yoktun
sen hiç yoktun
gibi susuyordum
netleştirmek için
gövdemi
işkenceciyi çıldırtmış olabilir
geceye çalan sakallarımın
hep başka bir yönü göstermesi
yoksa ne diye yolmaya kalksın
olmayan sakallarımı
daha dün değil miydi
olmayan sakallarımın
gizli bir umut gibi
durması
daha dün değil miydi dediğinde
çocuk ellerimin taşladığı karga
güle güle kalkıyor bir ağaçtan
bir ağaca
o da kalkarsa
kaç paralık ömrün var ki kaç yıllık
ha ha ha ha ha ha
ama daha dün değil miydi
biz onsekiz ondokuz yaşındakilerin
uykularına basıldığında bir şafak
on yıl
yaşlanması
daha dün
anımsa
anımsıyorum
yapıişçilerinin kaldıkları oda topraktı ıslaktı
bekarevlerinin duvarlarına sümüklüböcekler haritalar çizer
biz toprağa çizmiştik istanbul’un bütün sokaklarını
sonra geceye yürüdük
sonra geceye yürüdüm o genç ve esmer dili konuşan işçilerle
iki işçi yazı yazmıştı duvarlara
ihtimal elleri kanamıştı
koyarken o duvarların harcını
taşını
eğri büğrü yazıyorlardı
ne güzel yazıyorlardı
sonra vuruldu biri
çamura bulandı
elindeki
fırçası
ya mızıkası
ya
mızıkası
bir işçinin koluna girip yürümek miydi
sözlerini bulamadığım o şarkı
tüfeklerin dönüp baktığı
tüfeklerin dönüp baktığı
kafiye tutmaz adını
kime sorsam
metruk yapılar gibi kapatıyor
kapısını
sic itur ad astra
evet ama
önce dağlara çıkar
buğulanmış camdan burnunu çekti adam
aynı anda kalktı içimden bir sürü vapur
vapur düdükleri sensiz martıları vurur
ne kent taşıyabilir kederini ne deniz
lodos yüzünde bir tokat gibi durur
adam yüzünü döndü istanbul’dan
manuel marcial federico bir de ben
bir gece gizlice kaçtık leon’dan
bizi kamp yerine götürecek olan campesino
yorulmak nedir bilmeyen bir deli
hay dinine yandığımın az yavaş yürüsen olmaz mı
bu campesino keçi soyundan be federico
kurşun sıksan yetişmez arkasından
seni beni bulursa kurşun kampa varmadan
companeroları bulmadan
dağadamı olmadan
federico
yazık olur bize
patria libre o morir
federico söyle
hangimizin yüzünde
ölüm
bugün yanında olan yarın ölür
omuz başında hayali yürür
tello’yu anımsıyor musun federico
kışa dönen bir akşam gibi asıktı suratı
çevik yırtıcı bir hayvandı ormanda
fena kurşun atardı düşmana
bu adam asla ölmez derdin
kurşundan önce bulur kötü haber adamı
dağa çıktığının ilk ayı dolmadan
terketmiş sevdiği kadın onu
federico açma şu kadın meselesini
ağlatma tello’yu
dağda bir ağaçtık suda balık ağaçta maymun
çorbasını yapıp içtiğimiz bir maymunduk biz
irileşti çenelerimiz dişlerimizi kenetlemekten
bir patika gibi tehlikeyle inceldi kaşlarımız
mümkünü yok tanıyamazdın
dağda ormanda birer hayvandık biz
buz gibi sulara girerdik sabahın köründe
iti atsan durmaz iki dakika
tek bir çıtırtı kaçmaz nöbette
ve üstelik biliriz bu neyin çıtırtısı
hangi ağacın dalı titredi
hangi hayvan hışırdattı yaprağı
dağda ormanda birer hayvandık biz
ve yalnızdık onlar kadar
subtiava’da bir kızılderili vardı
akrabandı senin iyi adamdı
adiac’ın torunları der saklardı bizi
onun kulubesinde başladı ilk
ellerimizin ve kalbimizin
büyük macerası
yıldızlara çıktık damdaki aralıktan
damdaki aralıktan
ayrılığa çıktık
ayrılık içimi macheteyle biçer
kalbimin kuytuları titredi de dağlarda
geçmedi senden tek bir haber
adı neydi o kızılderilinin
iyi adamdı akrabandı senin
atabalını alıp çıkardı barrioya
barangan-bangaran
bu akşam yedide meydanda
barangan-bangaran
bu akşam yedide meydanda
akşam gösterilerinde yaktığımız mumlar
çobanateşleri oldu barriolarda
her barrioda dağateşleri gülüm
sizinkiler yürüdü
adiac’ın torunları
bakır ve kalay madenleri yürüdü
kauçuk plantasyonları andlar
bütün latin amerika yürüdü
kalbimin kuytuları titredi de
geçmedi senden tek bir haber
devrim kentlere yürüdü
prio reis
yaşlı kurt
jesus christ’i dinletirdin bize
dipteki masada ikimiz
ağızağıza verir konuşurduk
asımsadın mı
bira parası değil
şiir verirmiş sana ruben dario
çok yıllar geçti reis
kaldı mı bilmem
dipteki masada
izimiz
sana dağı ve hapishaneyi getirdim
şiiri bir de
mutlaka gelmiştir
saçlarını kestiyse bir oğlan çocuğu gibi
kara bir gözlüğün ardına gizlediyse gözlerini
yürüyüşünü ne yapsın reis
gülüşünü
gülüşü bir rüzgardı
kuşların kanadına binip giden
kuşların uçma merakına
onun rüzgarları neden
bıçaklarımla keserim gürültüyü
eski plaklardan koy
üç de bira getir reis
sen
ben
bir de onun hayali
karşılıklı içeriz
kollarım bağlı
değildi
bunu
anladım
oyunhavaları
klarnet
darbuka
rakı
rakılı
uzun masalarda insan kendini eğri çakar
benim içimde zenci bir akşam vardı
pastoral bir ay utanmasız soyunuyordu
çobanköpekleri kalın havladı
kuşluk vakti sokuldum ranzama
oyunhavaları klarnet darbuka rakı
benim içimde zenci bir akşam vardı
çingeneler küstü
oyunhavaları
klarnet
darbuka
küstü
saksofona döndüm yüzümü
ipince girdi geceye soprano saksofon
öldürülenler ambrosia içer dedi
öldürülenlerin ölmediğini saksofon söyledi
o dere bu dere miydi diye sordum kızıl
dere miydi kalbimin ufkuna kıvrılarak yatmış
her kıvrımı bir başka türlü baruta batmış
allegro dedi içimdeki maystro
allegro be
bacaklarım uzadı da
sokaklara sığamadım
sokaklarda
sen
yoktun
ben kederimi ellerinden tuttum
arananlar listesinde afişe olmuş yüzün
şarkıların ve polisin bilmediği adını
kafiye düşmez adını
bağırsam
bağırsam
duvarlarda yüzün kalmış
gidip gördüm
kimseler görmedi
ellerimi yüzüme sürdüm
ellerim yüzümde geziyorum
yağmurlar yağmazdı eskiden böyle
günlerdir yüzümün ıslaklığını yağmura yordum
sen yoktun
belki yağmur
ben kederimi ellerinden tuttum
kalkıp oynayabildiğime göre despina’da
oyunhavaları da bilmem üstelik
kollarım bağlı değildi bunu anladım
çingeneler klarnet darbuka rakı
kalkıp oynayabildiğime göre despina’da
kollarım bağlı değildi
bunu anladım
yanımdaki kadın kimdi
sen değildin buna eminim
senin ellerinden elleri vardı
belki bu yüzden vardı
ve hatta gözlerinden gözleri vardı
belki bu yüzden vardı
ama sen değildin
buna eminim
gülüşün bir rüzgardı senin
kuşların kanadına binip giden
kuşların uçma merakına
senin rüzgarların neden
nerdesin
musluğu açan ellerinde
belli değil
su mu akardı
gümüş mü
nerdesin
yoruldu kalbim
kadınlarda
aramaktan
seni
tüketiyorum onları
kendimi
nerdesin
bir akşam vakti zifiri düşündüm
bir tuhaf dursa da kadifeler
hatmiler
cudi dağı’nın cayırtısına sarınıp yürüdüm
kolu kanadı kırık bir çıkrık gibi duruyor evin
az ötede suluboya bir dere akıyor gibi
akmıyor gibi
çocukların çite yaslanmış hayali bakıyor gibi
bakmıyor gibi
duvarlardaki kurşun oyuklarına batıyor
uzayan gölgeleri
fısıltılarımızın
baban
o dev gibi adam
varla yok
arası
kendi dilinde gizlice büyüyor küçük kardeşin
örüp çözüyor
çözüp örüyor saçlarını annen
gölgesi geceden kara
bir gülebilse
nar gibi saçılacak odaya
kahkahan
şilan
muhtar fena adam
ihbar edecek beni
korucu düdükleri
yırtıyor geceyi
korkudan
kalbimin haritaları karıştı
birbirine çıkmıyor yolları
ne izin var yırtılan gecede
ne kederimde tutunacak bir dal
hoşçakal şilan’ın annesi
babası kardeşi
ülkesi
hoşçakal
dedesi bırakmıyor yatmaya
martıları kanatsız düşünmek
gözümü açıyorum turuncudan kırmızıya
çünkü yakamozlar aklımı çeliyor
bu bağırmak ne ayışığı
Ocak 1988 – Mart 1990
NOTLAR
lalezar caddesi
Tahran’da bir cadde ; sinemaları, tiyatroları ve eğlence yerleriyle ünlü.
furuğ farrohzad (1934 – 1966)
Şiirleri bir çok dile çevrilen ünlü kadın şair. Çağdaş İran Şiiri’nin önde gelen adlarından. Aynı zamanda sinemacıdır.
Said soltanpur
İranlı şair Soltanpur. Şah’ın devrilmesinden sonra ülkesine dönüyor ve politik içerikli sokak tiyatrosu yapıyor. 19 Haziran 1981’de, Humeyni iktidarı tarafından idam ediliyor.
ya merg ya azadi
Ya özgürlük ya ölüm.
zendan-e evin
Tahran’ın kuzeyinde, infazları ve işkenceleriyle ünlü olan cezaevi.
cub
Tahran’da ve kimi başka kentlerde, caddelerin her iki yanından akan su kanalları.
pasdar
Devrim muhafızı.
boer
Afrikaaner.
bantu
Siyah.
senjenina
Güney Afrika’da, eşleri cezaevine düşen kadınların çocuklarına okudukları bir tür ağıtninni.
akarnan
Henüz çocukken, babası, Arkadya kralı Phegeus tarafından öldürülen Akarnan’ın annesi, tanrı Zeus’tan oğlunun çabuk büyümesini dilemiş. Akarnan, bir kaç ay içinde ergenlik çağına ermiş ve babasının öcünü almış.
karaçalı
The Black Pimpernal
Mandela’ya halkın taktığı ad. Bu da mandela’yı Güney Afrika efsanesinin baş kahramanı yapıyor.
langatownship
Büyük kentlerin yakınlarında kurulan ve siyahların oturmak zorunda oldukları gettolar.
robben island
Capetown açıklarındaki bir adaya yapılmış ve Mandela’nın da uzun yıllar yattığı bir zindan.
sic itur ad astra
Bu kapılardan insan yıldızlara çıkar.
Nikaragua’da, Hukuk Fakültesi’nin kapısında yazılı olan bir özdeyiş.
leon
Kent.
campesino
Kırsal kesimde yaşayan erkek. Köylü erkek.
companero
Yoldaş.
patria libre o morir
Ya özgürlük ya ölüm.
subtiava
FSLN’nin kurulduğu ve örgütlü mücadeleye başladığı ilk yıllarda en güçlü olduğu bölge.
adiac
Efsanevi bir kızılderili lideri.
machete
Kamış kesmekte kullanılan büyük ve ağır pala.
atabal
Altı bakır ya da pirinç olan büyük bir davul.
barrio
Mahalle.
ruben dario (1867 – 1916)
Nikaragualı bir şair.
tacho
Somoza’ya takılan bir ad.
ambrosia
Büyülü bal.
Olympos tanrıları bu balla beslenirlermiş. Ölümsüz anlamına geliyor. Bu bal insanlara içirildiğinde, onlara gençlik, mutluluk ve ölümsüzlük sağlarmış.
Nevzat ÇELİK