Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cumartesi, Kasım 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaBilimPsikolojiBireysel ve toplumsal narsisizm nasıl oluşur ?(1.Bölüm) | Erich Fromm

Bireysel ve toplumsal narsisizm nasıl oluşur ?(1.Bölüm) | Erich Fromm

Freud’un en verimli, en geniş kapsamlı bulgularından biri de narsisizm kavramıdır. Freud kendisi de bu kavramı en önemli bulgularından biri saymış, psikoz (“narsisist nevroz”), sevgi, hadım edilme korkusu, kıskançlık, sadizm gibi önemli olgularla ezilen sınıfların yöneticilerine boyuneğmeye hazır olmaları gibi kitlesel olguların anlaşılmasında bu kavramdan yararlanmıştır. Bu bölümde ben Freud’un düşünce çizgisini izleyerek narsisizmin ulusçuluk, ulusal nefret, savaşın ve yıkıcılığın ruhsal dürtüleri konusundaki rolünü incelemek istiyorum.Bu arada narsisizm kavramının Jung’un ve Adler’in incelemelerinde hemen hemen hiç ele alınmadığını, Homey’inkilerde de bu kavrama gereken önemin verilmediğini kısaca belirtmek isterim.

Ortodoks Freud’çu kuram ve tedavide bile narsisizm kavramı bebeğin narsisizmiyle psikozlu hastanın narsisizmini öncelemekten öteye geçmez.Bu belki de Freud’un adı geçen kavramı libido kuramının içine sıkıştırmasıdan, bu yüzden de kavramın ne denli yararlı olabileceğinin yeterince anlaşılamamasından doğmuştur.

Freud şizofreniyi, libido kuramı açısından açıklayabilmek amacıyla yola çıkmıştır. Şizofren hastada nesnelere karşı (gerçekte ya da düşlerde) hiçbir libido ilgisi görülmediğine göre Freud şu soruyu sormaya itilmiştir: “Şizofrenide dıştaki nesnelere yönelmeyen libido nereye harcanıyor?” Freud bu soruyu şöyle yanıtlamıştır: “Dış dünyadan soyutlanan libido egoya yöneltilir; böylece narsisizm diye adlandırılabilecek bir tutum doğar.” Freud başlangıçta libidonun “büyük bir depo”da toplanır gibi egoda biriktirildiğini sonradan nesnelere yöneltildiğini ama kolaylıkla onlardan soyutlanıp gene egoya yöneltilebileceğini varsaymıştır. Bu görüş 1922’de Freud’un, önceki görüşünden bütünüyle vazgeçmemesine karşın, “id’i libidonun en büyük deposu olarak kabul etmemiz gerekir” demesiyle değişmiştir.

Bununla birlikte libidonun başlangıçta egoda mı yoksa id’de mi ortaya çıktığı konusundaki kuramsal sorunun kavramın kendisi açısından bir önemi yoktur. Freud şu temel fikrini hiçbir zaman değiştirmemiştir: İnsan ilk durumunda, erken bebeklik çağında, dış dünyayla henüz ilişki kurmadığı narsisizm (“birincil narsisizm”) durumundadır; sonra normal gelişmesi sırasında çocuğun dış dünyayla olan (libidoyla ilgili) ilişkilerinin çapı ve yoğunluğu artmaya başlar; ama insan birçok durumlarda (bunların en ağır olanı deliliktir) libido bağlılığını nesnelerden soyutlayıp kendi egosuna yöneltir (“ikincil narsisizm”). Ne var ki normal gelişme durumunda bile insan, yaşamı boyunca bir ölçüde narsisist kalabilir.

“Normal” bir kişide narsisizmin gelişmesi nasıl olur? Freud bu gelişmenin ana çizgilerini belirlemiştir; aşağıdaki bölüm onun bulgularının kısa bir özetidir.

Ana rahmindeki cenin mutlak bir narsisizm durumu içinde yaşar. Freud, “Doğmakla, mutlak narsisizmden, kendine yeterli narsisizmden değişen dış dünyanın algılanmasına, nesnelerin keşfedilmesine doğru bir adım atarız.” der. Bebeğin dıştaki nesneleri kendi başlarına “ben olmayan” nesneler olarak algılayabilmesi aylar sürer. Narsisizmine indirilen darbelerle, dış dünyayı ve bu dünyanın yasalarını gittikçe daha çok tanıyarak insan “ister istemez” başlangıçtaki narsisizmini “nesne sevgisi”ne dönüştürür. “Ama” der Freud, “insan, dışta libidosuna nesne bulsa da her zaman bir ölçüde narsisist kalır.” Gerçekten de bireyin gelişmesi, Freud’un deyişiyle mutlak narsisizmden nesnel düşünme ve nesne sevgisi geliştirme yetisine doğru bir evrimdir; bununla birlikte bu yeti belirli sınırlan aşmaz. “Normal”, “olgun” kişi narsisizmini bütünüyle yok edemese de toplumca onaylanan en az duruma indirebilmiş kişidir. Freud’un bu gözlemi gündelik yaşam deneyleriyle de doğrulanır. Öyle anlaşılıyor ki her insanda ulaşılamayacak, her türlü çözülme çabasına karşı direnen narsisist bir çekirdek kalır.

Freud’un teknik diline alışık olmayanlar, belki de bu olgunun daha somut bir tanımı verilmedikçe narsisizmin ne denli gerçek ve güçlü olduğunu açık seçik göremeyeceklerdir. Bundan sonraki sayfalarda ben böyle somut bir tanım vermeye çalışacağım. Ama bu işe girişmeden önce terimlerle ilgili bir açıklama yapmak istiyorum. Freud’un narsisizm konusundaki görüşleri cinsel enerji (libido) görüşü üzerine kurulmuştur. Daha önce de belirttiğim gibi bir mekanik libido kavramı narsisizm kavramının geliştirilmesini sağlamaktan çok engellemiştir. Bence narsisizm kavramından daha iyi yararlanabilmek için cinsel dürtü enerjisiyle aynı şey olmayan ruhsal enerji kavramını kullanmak çok daha yerinde olacaktır. Bunu Jung yapmıştır; bu görüş, Freud’un cinsellikten arınmış libido görüşünde bir ölçüde kabul edilmiştir. Ne var ki cinsel olmayan ruhsal enerji görüşü Freud’un libido kuramından ayrılsa da libidoya benzer bir enerji ‘dir; bu kavram, belli bir yoğunluğu, belli bir yönelişi olan, ancak belirtileriyle görülebilen ruhsal güçleri kapsar. Bu enerji, bireyi dış dünyayla ilişkileri içinde olduğu gibi kendi içinde de bağlar, bütünleştirir ve birleştirir. Bu görüşte Freud’un yaşamı sürdürme dürtüsünün yanısıra cinsel içgüdü enerjisinin (libidonun) insan davranışlarında tek önemli dürtü olduğunu ileri süren ilk görüşü kabul edilmese, bunun yerine daha genel bir ruhsal enerji kavramı kullanılsa da, aradaki ayırım bir çok kişinin dogmatik bir yaklaşım içinde düşünmek istediği ölçüde büyük değildir. Ruhçözümleme diye adlandırılabilecek her türlü kuram ya da tedavide en önemli nokta insan davranışlarının devingen oluşudur; buna göre davranışlar çok büyük güç yüklü dürtülerle yönetilir; bu güçler tanınmadıkça davranışların anlaşılması, önceden belirlenebilmesi olanaksızdır, insan davranışlarının devingen olduğu görüşü Freud’un kuramının çekirdeğini oluşturur. Bu güçlerin kuramsal açıdan nasıl görüldüğü, mekanik maddeci açıdan mı, yoksa insancı gerçekçi açıdan mı yorumlandığı önemli bir sorudur; ama bundan daha önemli olan asıl sorun insan davranışlarının devingenlik açısından yorumlanmasıdır.

Narsisizmi tanımlamaya iki örnekle başlayalım: Yeni doğmuş bir bebeğin “birincil narsisizmi”yle bir delinin narsisizmi. Yeni doğmuş bebek daha dış dünyayla ilgi kuramamıştır (Freud’un terimleriyle söylersek libidosu henüz dıştaki nesnelere yönelmemiştir). Başka biçimde söylersek bebek için dış dünya diye bir şey yoktur; öylesine yoktur ki, bebek “ben”le “ben olmayan” arasında bir ayrım yapamaz. Bebeğin dış dünyaya ilgi duymadığını, o dünyanın “içinde olmadığını” bile söyleyebiliriz. Bebek için varolan tek gerçeklik kendisidir. Kendi bedeni; bedeninde duyduğu üşüme ve sıcaklık, susama, uyku gereksinmesi, başka bir bedenin yakınlığı vb. gibi birtakım fiziksel duyumların algılanmasından oluşur bu gerçeklik.
Bir akıl hastası da temelde bebekten çok farklı bir durumda değildir. Ama bebekte dış dünya, gerçeklik olarak henüz ortaya çıkmamışken akıl hastasında dış dünya gerçekliğini yitirmiştir. Örneğin sanrılarda, duyumların dış olayları kaydetme işlevlerini yitirdiğini görürüz duyumlar ancak dış dünyadaki nesnelere gösterilen duyumsal tepkiler gibi, öznel deneyleri kaydeder. Paranoya kuruntularında da aynı mekanizma işler. Örneğin öznel duygular olan korku ya da kuşku öylesine nesnelleştirilir ki paranoid kişi başkalarının kendisine karşı elbirliğiyle kötülük yapmaya çalıştıklarına inanır. Nevrozlu kişiyle paranoid kişi arasındaki ayrım buradadır; nevrozlu kişi de hep kendisinden nefret edildiğinden, kötülüğe uğrayacağından vb. korkar; gene de bütün bunların kendi kuruntuları olduğunu bilir. Paranoid kişideyse bu kuruntular gerçek olup çıkmıştır.

Narsisizmin akıllılıkla delilik sınırında bulunan özel bir türü, olağanüstü bir güç ele geçiren insanlarda görülebilir. Mısır firavunları, Romalı Sezarlar, Borjiyalar, Hitler, Stalin, Trujillo — bunların hepsinde benzer özellikler vardır. Bu insanlar mutlak güç elde etmişlerdir; ağızlarından çıkan bir sözle yaşam ve ölüm konusunda olduğu gibi hemen her konuda son karan verirler; istedikleri her şeyi yapabilme yetilerinin sının yok gibidir. Yalnızca hastalık, yaş ve ölümle sınırlan-dınlmış tannlardır bu kişiler, insanın varolması sorununa, bu varoluşun sınırlarının ötesine geçme yolunda umutsuz bir çabaya girişerek çözüm bulmaya çalışırlar. Şehvetleri, güçleri sınırsızmış gibi davranırlar; bu yüzden sayısız kadınla yatar, sayısız adam öldürür, her yere şatolar kurar, “gökteki aya” el atmak, “olmayacak şeyler”i ele geçirmek isterler. Varlık sorununu insan değilmiş gibi davranarak çözme çabası olsa da, bir tür deliliktir bu tutum. Üstelik hasta kişinin yaşamı ilerledikçe artan bir deliliktir bu. Kişi tanrılaşmaya çalıştıkça kendini öteki insanlardan soyutlar; bu soyutlama onu daha da korkak yapar, herkes onun düşmanı olur; bunların sonucunda doğan korkuya dayanabilmek için kişi gücünü, acımasızlığını ve narsisizmini gittikçe artırır. Sezar’a özgü bu delilik türü, şu etken işe karışmasa düpedüz delilik olacaktır: Eline geçirdiği bu güçle Sezar, gerçekliği kendi nârsisist düşlerine göre çarpıtmıştır. Herkese zorla kendisinin bir tanrı, en güçlü, en bilge adam olduğunu kabul ettirmiştir — bu yüzden kendi megalomanisi ona akla uygun bir duyguymuş gibi gelir. Öte yandan birçok insan ondan nefret edecek, onu devirmeye, öldürmeye çalışacaktır — bu yüzden de hastalıklı kuşkuları, görebildiği kadarıyla, gerçeklerle doğrulanmaktadır. Bunun sonucu olarak Sezar kendini bütünüyle gerçeklikten kopmuş görmez — çok tehlikeli bir durumda olsa da bu yüzden aklı bir ölçüde başındadır.

Psikoz mutlak bir narsisizm durumudur; bu durumda kişi dış gerçeklikle tüm ilişkilerini koparmış, gerçekliğin yerine kendi kişiliğini koymuştur. Bütünüyle kendisiyle doludur; kendi kendisinin “tanrısı ve dünyası” olmuştur. Psikozun dinamik bir biçimde anlaşılmasını sağlayan ilk adım da Freud’un bunu sezmesi olmuştur.

Bununla birlikte psikozun ne olduğunu bilmeyenler için önce nevrozlu ya da “normal! insanlarda narsisizmi anlatmak yararlı olacaktır. Narsisizmin en ilkel örneklerinden biri normal insanın kendi bedenine karşı edindiği tutumdur. Insanların çoğu kendi bedenlerini, yüzlerini, biçimlerini beğenirler; başka bir insanın, belki daha güzel birinin yerinde olmak isteyip istemedikleri sorulduğunda istemediklerini söylerler. Bundan daha aydınlatıcı olan bir gerçek de çoğu insanın Camus, Caligula adlı oyununda bu tür güç deliliğini çok doğru bir biçimde anlatmıştır.

Kendi dışkısının görünüşüne ve kokusuna aldırmaması (aslında bazılarının bundan hoşlanması), oysa başkalannınkinden kesinlikle iğrenmesidir. Açıkça görülüyor ki burada estetik ya da başka türde bir yargı söz konusu değildir; aynı şey insanın kendi vücuduyla ilgili olduğunda hoş gelir, başkasının vücuduyla ilgili olduğu zaman hoş gelmez.

Şimdi de narsisizmin daha az rastlanan başka bir türüne bakalım. Birisi doktorun muayenehanesine telefon ederek bir randevu ister. Doktor o hafta için randevu veremeyeceğini, bir hafta sonra gelmesini söyler. Hasta en yakın tarihte randevu almakta direnir; açıklama olarak da bekleneceği gibi neden acele ettiğini söyleyeceğine, doktorun muayenehanesine beş dakikalık bir yerde oturduğunu söyler. Doktor zaman ayırmama sorununun hastanın muayenehaneye beş dakikada gelebilmesiyle çözülemeyeceğini söylediğinde, öteki bunu anlayamaz; doktorun kendisine en yakın zamanda randevu vermesi için kendi gösterdiği nedenin yeterli olduğunda direnir. Doktor bir ruhçözümlemeciyse hastası hakkında hemen teşhisle ilgili bir gözlemde bulunacaktır: Karşısında aşın narsisist, başka deyişle, çok hasta bir insan vardır. Bunun nedenlerini görmek güç değildir. Hasta doktorun durumunu, kendisininkinden ayrı bir durum olarak görememektedir. Hastanın kendi görüş alanındaki tek gerçek, doktoru görmek istemesi ve kendisinin oraya çok kısa bir zaman içinde gidebilecek durumda olmasıdır. Kendine özgü bir çalışma programı, kendi gereksinmeleri olan ayrı bir kişi olarak doktor yoktur hastanın gözünde. Onun mantığı şöyle işler: Kendisinin oraya gelmesi kolaysa doktorun da onu görmesi kolaydır. Doktorun ilk açıklamasından sonra hasta “A, evet doktor, anlıyorum; özür dilerim, böyle birşey söylememeliydim.” diyebilseydi, o hasta hakkında doktorun teşhisi değişik olurdu. O zaman önce kendi durumuyla doktorun durumunu birbirinden ayıramayan, ama narsisizmi birinci hasta ölçüsünde yoğun ve katı olmayan bir narsisistle karşı karşıya bulunduğumuzu anlardık. Bu tür hastalar dikkatleri çekildiğinde durumu olduğu gibi görerek buna göre bir tepki gösterirler. îkinci tür hasta yaptığı hatayı görünce belki utanacaktır; birincisiyse hiçbir zaman utanma duymayacaktır — bu kolaylıktan yararlanmayacak ölçüde aptal olan doktoru eleştirecektir.

Benzer bir olgu, sevgisine karşılık vermeyen bir kadına âşık olan narsisist bir adamda kolaylıkla gözlenebilir. Narsisist kişi kadının kendisini sevmediğine inanmak istemeyecektir. Şöyle akıl yürütecektir: “Ben onu bu denli severken onun beni sevmemesi olanaksız.” Ya da “O da beni sevmese ben onu bu denli çok sevemem.” Sonra da kadının duygularına karşılık vermemesini şu varsayımlarla akla uydurmaya çalışacaktır: “Beni sevdiğinin bilincinde değil; kendi sevgisinin yokluğundan korkuyor; beni denemek, bana işkence etmek istiyor” — buna benzer daha bir sürü neden. Daha önceki örnekte de olduğu gibi burada önemli olan nokta narsisist kişinin başka bir insanın içindeki gerçekliği kendisininkinden ayrı bir gerçeklik olarak kavrayamamışıdır.

Şimdi birbirinden çok ayrı gibi görünen, ama aslında narsisist olan iki olguya bakalım. Bir kadın her gün saatlerce aynanın karşısında saçı ve yüzüyle uğraşmaktadır. Yalnızca kendini beğenmesinden değildir bu. Kendi bedenine, kendi güzelliğine tutkundur; tanıdığı en önemli gerçeklik de kendi bedenidir. Böyle bir kadın belki de şu Yunan mitine en yakın düşen kişidir: Yakışıklı bir delikanlı olan Narcissus, superisi Echo’nun sevgisinin farkında değildir: Echo üzüntüsünden ölür. Tanrıça Nemesis Narcissus’u sudaki yansımasına âşık olmakla cezalandırır; kendine hayran olan Narcissus suya atlar ve gölde boğulur. Yunan mitinde bu tür “kendini sevme”nin bir lanet olduğu, aşın durumlarda bunun kendini yoketmekle sonuçlanacağı anlatılır. Başka bir kadın da (bir önceki kadının yıllar sonraki durumu olabilir bu) hastalık hastasıdır. Bu kadın da sürekli olarak kendi bedeniyle uğraşır, ama bu kez artık güzelliğiyle değil, hastalığıyla uğraşmaktadır. Burada olumlu ya da olumsuz imgenin seçilmesinin kuşkusuz kendine göre nedenleri vardır; bu nedenleri burada ele almak gereksizdir. Önemli olan her iki olguda da insanın kendisiyle narsisist bir biçimde uğraşması, dış dünyayla ilişkisinin kesilmesidir.

Ahlaksal hastalık hastalığı da temelde bundan pek değişik değildir. Bu durumda kişi hasta olmak ve ölmekten değil, suçluluktan korkar. Böyle bir insan hiç durmadan yaptığı yanlışlar, işlediği günahlar vb. den dolayı da suçluluk duygusu içindedir. Başkalarının —kendisinin de— gözünde özellikle vicdanlı, dürüst ve giderek başkalarıyla ilgiliymiş gibi görünse de böyle bir kişi hep kendisiyle, kendi vicdanıyla, başkalannın onun hakkında düşündükleriyle vb. uğraşır. Bedensel ya da ahlaksal narsisizmin ardında yatan narsisizm kendini beğenmiş kişinin narsisizmiyle aynıdır; ne var ki bu tür narsisizmin alışık olmayan bir göz tarafından görülmesi çok daha güçtür. K. Abraham’ın olumsuz narsisizm terimiyle sınıflandırdığı bu tür narsisizm özellikle yetersizlik, gerçekdışılık ve kendini suçlama duygulanyla belirlenen melankoli durumlannda ortaya çıkar.

Bunlardan daha hafif narsisist eğilimler gündelik yaşamda da gözlenebilir. Herkesin bildiği şu fıkrada bu çok güzel bir biçimde anlatılmıştır: Bir yazar bir dostuna rastlar, uzun süre ona kendinden söz eder; sonra şöyle der: “Hep kendimden söz ettim. Şimdi biraz da senden söz edelim. Son kitabımı nasıl buldun bakalım?” Bu kişi hiç durmadan kendileriyle uğraşan, başkalarına ancak kendilerini yankıladıktan ölçüde ilgi duyan insanlara çok iyi bir örnektir. Çoğu zaman bu kişiler yardımsever ve iyi yüreklidirler; ama bu davranışlan kendilerini böyle göstermek istemelerindendir; enerjilerini, yardım ettikleri kişinin açısından görmeye değil kendi-lerine hayran olmaya harcarlar.

Narsisist bir kişiyi nasıl tanıyabiliriz. Kolaylıkla tanınabilen bir tip vardır. Bu tip kendi kendine yeten bir kişinin tüm belirtilerini gösterir; boş sözler ettiği zaman bile kendini çok önemli birşey söylemiş gibi hisseder. Başkalannın söylediklerini çoğunlukla dinlemez ya da onlara ilgi duymaz. (Zeki bir insansa, bu tutumunu sorular sorarak ya da karşısındakine ilgi duyuyormuş gibi yaparak saklamaya çalışacaktır.) Narsisist kişiyi her türlü eleştiriye karşı gösterdiği aşırı alınganlıktan da tanıyabiliriz. Bu alınganlık her türlü eleştirinin geçerliliğini yadsıyarak, kızgınlık ya da üzüntüyle tepki göstererek ortaya konulur. Pek çok durumda narsisist eğilim alçakgönüllülük ya da alttan alma tutumuyla gizlenebilir; narsisist eğilimli bir insanın alçakgönüllülüğünü kendine hayran olmak için bir neden olarak kullanması da az rastlanan durumlardan değildir. Değişik belirtileri ne olursa olsun tüm narsisizm türlerinde dış dünyaya karşı gerçek ilginin kesilmesi ortak özelliktir.

Narsisist insan bazan yüzündeki anlamla da kendini ele verebilir. Bu insanların yüzlerinde bir yumuşaklık ya da bir gülümseme vardır; böyle yüzlerdeki anlam bazılarınca yumuşakbaşlılık, bazılannca da saf, güvenilir bir çocuksuluk olarak algılanır. Narsisizm, özellikle aşırı biçimlerinde çoğu zaman kendini gözlerde acaip bir parlaklıkla belli eder; bu parlaklığı bazı kişiler yarı ermişlik, bazılarında da, yarı delilik belirtisi olarak görürler. Narsisist kişilerin çoğu hiç durmadan konuşurlar — yemekte çoğu zaman yemek yemeyi unutur, herkesi bekletirler. Arkadaşları ya da yemek, onlann gözünde kendi “ego’larından daha az önemlidir.

Narsisist, tüm kişiliğini her zaman narsisizmin nesnesi olarak görmez; çoğu zaman kişiliğinin bir bölümünü, örneğin onurunu, zekâsını, fiziksel gücünü, mizah yeteneğini, yakışıklılığını (bazan saç ya da burun gibi çok küçük aynntılara dek inebilir bu) narsisizmiyle bütünleştirir. Bu kişilerin narsisizmleri bazan da korkmak ya da tehlikeyi önceden sezmek gibi normal bir kimsenin övünç duymayacağı acaip niteliklere dek uzanır. “Kişi” kendisinin belli bir yönüyle özdeşleşir. “Kim” olduğunu sorduğumuzda verebileceği en doğru yanıt, onun kendi kafası, ünü, parası, penisi, vicdanı vb. olduğudur. Çeşitli dinlerdeki putlar insanın çeşitli yanlarını gösterir. Narsisist kişiye göre narsisizminin nesnesi onun ben’ini belirleyen bu yan niteliklerinden biridir. Ben’ini sahib olduğu nesnelerle özdeşleştiren kişi, onuruna yöneltilen bir aşağılamayı aldırmazken sahibolduğu nesnelere yöneltilen saldınyı yaşamına yapılmış bir saldın olarak görür. Öte yandan ben’ini zekâsıyla özdeşleştiren insan için aptalca bir şey söylemiş olmak o denli acı vericidir ki bu acı derin bir ruhsal çöküntüye yol açabilir.

Bununla birlikte bazan kendini beğenmiş, narsisist bir insanla kendisini değersiz bulan kişiyi ayırt etmek kolay değildir, bunların ikincisi, başkalarına ilgi duymadığı için değil kendinden kuşkulandığı, kendini değersiz bulduğu için övülmek ve beğenilmek ister. Gözetilmesi her zaman kolay olmayan başka bir ayrım daha vardır: Narsisizm ve bencillik arasındaki ayrım. Aşırı narsisizm durumunda gerçekliği bütünüyle algılayabilme yeteneği kaybolmuştur, aşın bencillikteyse başkalarına karşı hemen hemen hiç ilgi, sevgi ya da yakınlık duyulamaz; ama bu hiç de insanın kendi öznel süreçlerine aşın önem verdiği anlamına gelmez. Başka deyişle aşın bencil bir kişi her zaman aşın narsisist bir kişi değildir; bencillik ille de nesnel gerçekliği görmemek anlamına gelmez.

Narsisizmi ne denli ağırlaşırsa insan, başarısızlığı ve başkalarından gelecek haklı eleştirileri o denli zor kabul edecektir. Karşıdaki insanın aşağılayıcı bir tutum içinde olduğuna inanarak öfkelenecek ya da o kişinin doğru bir yargıda bulunamayacak ölçüde duygusuz, eğitimsiz vb. olduğuna inanacaktır. (Bununla ilgili olarak çok zeki olmasına karşın büyük ölçüde narsisist olan birisi aklıma geldi: Rorschach testinin sonuçlarım söylediğimde kendisinin hiç de kafasında yarattığı ideal kişi olmadığını görüp şöyle demiştir: “Bu testi hazırlayan ruhbilimciye acıyorum; çok paranoid bir adam olmalı.”)

Şimdi de narsisizm olgusunu daha karmaşıklaştıran başka bir etkenden söz edelim. Narsisist kişi kendi “benlik imgesi” ni narsisist bağlılığının nesnesi olarak benimsediği gibi kendisiyle ilgili her şeyi bu hasta bağlılığının nesnesi durumuna sokar. Onun fikirleri, onun bilgisi, onun eviyle birlikte onun “ilgi alanına” giren kişiler de narsisist bağlılığının nesneleri olup çıkar. Freud’un belirttiği gibi bunun en çok rastlanan örneği insanın kendi çocuklarına karşı duyduğu narsisist bağlılıktır. Pek çok anne-baba kendi çocuklarının öteki çocuklardan daha güzel, daha akıllı vb. olduklarına inanır. Çocuklar ne denli küçükse bu narsisist yan tutma da o denli yoğundur. Anne-babanın, özellikle de annenin bebeğe karşı duyduğu sevgi büyük ölçüde bebeğe kendilerinin bir uzantısı olduğu için duyduğu sevgidir.
Ergin bir erkekle ergin bir kadın arasında sevgide çoğu zaman narsisist özellikler vardır. Bir kadına âşık olan erkek, “onun” olduktan sonra narsisizmini kadına aktarabilir. Kadında bulunmayan, kendisinin ona yüklediği niteliklerden dolayı kadına hayran olur, ona tapar; kadın, salt bir parçası olduğu için, o erkeğin gözünde olağanüstü niteliklerin sahibi olur. Böyle bir insan çoğu zaman sahibolduğu şeylerin olağanüstü güzellikte olduğuna inanacak, onlara “âşık olacaktır.”

Narsisizm birçok bireyde yoğunluğu açısından yalnızca cinsel istekle ve yaşama içgüdüsüyle karşılaştırılabilecek bir tutkudur. Aslında, çoğu zaman bu isteklerin ikisine de ağır basar. Narsisizmleri bu derece yoğun olmayan normal kişilerde bile yok edilmesi hemen hemen olanaksız narsisist bir öz kalır. Durum böyle olduğuna göre cinsellikle yaşama içgüdüsü gibi narsisist tutkunun da önemli bir biyolojik işlevi bulunup bulunmadığını sormak gerekir. Bu som bir kez sorulduktan sonra yanıtı kolaylıkla bulunur. Bedensel gereksinmeleri, ilgileri, arzulan yoğun bir enerjiyle yüklenmiş olmasa birey nasıl canlı kalabilir? Biyolojik olarak, yaşama içgüdüsü açısından insan, başkasına verdiğinden çok daha büyük bir önem vermek zorundadır kendisine. Bunu yapmasa, başkalarına karşı kendisini savunmak, yaşamını sürdürmek amacıyla çalışmak, canlı kalabilmek amacıyla savaşmak, savunduğu şeylerde başkalarına karşı ayak diremek için gerekli enerji ve ilgiyi nasıl bulurdu? Narsisizmi olmasa bir ermiş olup çıkardı insan — oysa yaşamını sürdürebilen ermişlerin sayısı pek de çok değildir. Ruhsal bakımdan en çok özlenen durum —narsisizmden kurtulma durumu— yaşamını sürdürmek açısından en tehlikeli durum olurdu. Doğanın düzeni açısından bakacak olursak doğa, insanı yaşamını sürdürebilmek için gerekli en büyük ölçüde narsisizmle donatmıştır. Bunu özellikle doğrulayan bir neden vardır: Doğa insanlara hayvanlar gibi iyi gelişmiş içgüdüler vermemiştir. Hayvanlarda yaşamı sürdürme “sorunları” diye birşey yoktur: içgüdüleri yaradılışlarının bir parçası olduğu için hayvanlar canlı kalma sorununu öylesine doğal bir biçimde çözerler ki bu konuda bir çaba göstermeleri gerektiğini düşünmek ya da bu konuda karar vermek zorunda kalmazlar hiçbir zaman, insanda içgüdüsel mekanizma etkinliğini büyük ölçüde yitirmiştir — bu yüzden insan için çok gerekli olan bir biyolojik işlevi narsisizm yüklenmiş olmaktadır.

Narsisizmin önemli bir biyolojik işlevi yerine getirdiğini kabul ettikten sonra da başka bir soruyla karşı karşıya kalıyoruz. Aşın narsisizm insanı başkalanna karşı ilgi duymaz bir duruma sokmaz mı? Başkalanyla işbirliği yapması gerektiğinde, kendi gereksinmelerinden bir ölçüde vazgeçme yeteneğini elinden almaz mı onun? Narsisizm, insanı toplum dışına itmez mi? Aşırı ölçülere vardığı zaman da bir deli durumuna getirmez mi onu? Aşırıya kaçan bireysel narsisizmin, toplumsal yaşamı tümüyle engelleyici ciddi bir neden oluşturacağı kuşku götürmez. Bu doğruysa, narsisizmin yaşamı sürdürme ilkesiyle çatıştığı söylenebilir; çünkü birey yaşamını ancak kendisini topluluklar içinde bir düzene sokarak sürdürebilir. Hiç kimse tek başına kendisini doğanın tüm tehlikelerine karşı koruyamadığı gibi yalnızca topluluklar içinde yapılabilecek çeşitli işleri de tek başına başaramaz.

Öyleyse ortaya şöyle çelişkili bir sonuç çıkıyor: Narsisizm yaşamı sürdürebilmek için gereklidir; ama yaşam için bir tehlikedir de. Bu çelişki iki yönde çözülebilir. Bunlardan biri yaşamı sürdürmeyi sağlayan narsisizmin maksimal değil optimal narsisizm olmasıdır, açık söylersek biyolojik açıdan gerekli olan narsisizmin yoğunluğu toplumsal işbirliğiyle bağdaşabilecek derecede bir narsisizme indirgenmiştir. Çözümlerin ikincisi bireysel narsisizmin topluluk narsisizmine dönüştürülmesidir; bu durumda narsisist tutkunun nesneleri birey yerine boy, ulus, din, ırk vb. olmuştur. Böylece narsisist enerji korunmuş, ama bireyin yaşamını sürdürmekten çok topluluğun yaşamım sürdürebilmek amacıyla kullanılmış olur. Topluluk narsisizmini ve bunun toplumbilimsel işlevini ele almadan önce hastalıklı narsisizmi incelemek istiyorum.

Narsisist bağlılığın en tehlikeli sonucu akılsal yargıların çarpıtılmasıdır. Narsisist bağlılığın nesnesi, nesnel değer yargılarına vurularak değil benim bir parçam olduğu ya da benim olduğu için değerli (iyi, güzel, akıllı, vb.) sayılır. Narsisist değer yargısı, önyargılı ve yantutucudur. Bu önyargı çoğunlukla şu ya da bu biçimde akla uydurulur; bu akla uydurma işlemi kişinin zekâsına ve gelişmişlik derecesine göre az ya da çok çarpıtılmış olabilir. Bir sarhoşun narsisizmine baktığımızda çarpıtılma açıkça görülür. Karşımızda boş laflar eden sıradan bir adam vardır; ama bunları dünyanın en güzel, en ilginç sözlerini söylüyormuş gibi bir hava ve ses tonuyla söylemektedir. Sarhoş kişi öznel olarak yalancı bir “üstünlük” duygusu içindedir; aslında kendini bir şey sanmaktadır. Bu örneklerle aşırı narsisist insanın konuşmalarının ille de sıkıcı olacağını anlatmak istemiyorum. O insan yetenekli ya da zeki birisiyse ilginç fikirler üretecek, bunları iyi değerlendirebilirse yargılan bütünüyle yanlış olmayacaktır. Ama narsisist kişi kendi ürettiği şeyleri zaten değerli saymak eğilimindedir; üretilen şeylerin gerçek niteliği, değerlendirmede belirleyici rol oynamaz. (“Olumsuz narsisizm” durumundaysa bunun karşıtı geçerlidir. Böyle bir kişi sahi-bolduğu her şeyin değerini küçültme eğilimindedir; yargılarında da öteki narsisist kişi ölçüsünde yantutucudur.) Narsisist kişi, narsisist yargılarının çarpıtılmış olduğunu farkedebilse durum bu denli kötü olmazdı belki. O zaman kendi narsisist yantutuculuğuna karşı alaycı bir tutum edinirdi — ya da edinebilirdi. Ama buna pek rastlanmaz.
Çoğunlukla o kişi yantutucu olmadığına, yargılarının nesnel ve gerçekçi olduğuna inanır. Bu durum o kişinin düşünme ve yargılama yetisinin büyük ölçüde çarpıtılmasına yol açar; kişi hiç durmadan kendisiyle, ne olduğuyla uğraştığı için bu yeteneği körelmiştir. Aynı biçimde narsisist kişi yargılarında da “kendisi” olmayan ya da kendisinin olmayan şeylere karşı olumsuz bir tutum içindedir. Dıştaki (“ben olmayan”) dünya değersiz, tehlikeli ve ahlâksızdır. Öyleyse narsisist insan çok büyük bir çarpıtılmanın içinde demektir. Kendisini, kendisinin olan şeyleri aşırı değerli bulur. Kendisinin dışında kalan her şeyse değersizdir. Burada aklın ve nesnelliğin uğradığı zedelenmenin ne denli büyük olduğu açıkça görülür.

Narsisizmde daha da tehlikeli, hastalıklı bir etken narsisizm durumunda oluşturulan tutuma yöneltilen eleştirilere karşı gösterilen duygusal tepkidir. Eleştiri yerindeyse, kötü bir niyetle yapılmamışsa insan normal olarak yaptıkları ya da söylediklerinin eleştirilmesine kızmaz. Oysa narsisist kişi eleştirildiğinde büyük bir kızgınlıkla tepki gösterir. Eleştirinin yerinde olduğunu narsisizminden dolayı göremediği için, bunu düşmanca bir saldırı olarak görme eğilimindedir. Öfkesinin neden bu denli yoğun olduğunu ancak narsisist insanın dış dünyayla ilişkisinin kopuk olduğunu, bunun sonucu olarak da onun çok yalnız ve korkak bir insan olduğunu düşünürsek anlayabiliriz. Bu kişi yalnızlık ve korkaklığını narsisist bir biçimde kendini-büyük görerek ödünlemektedir. Dünya kendisiyse, dışarda onu korkutabilecek başka bir dünya olamaz; kendisi her şeyse, yalnız değildir o zaman; bunun sonucu olarak narsisizmi zedelendiğinde tüm varlığının tehlikeye girdiği duygusuna kapılır. Korkusuna, kendini büyük-görmesine karşın, tek savunma yolu tehlikeye girdiğinde korkusu ortaya dökülerek yoğun bir öfkeye dönüşür. Tehlikeyi uygun davranışlarla azaltmak için hiçbir şey yapamadığından öfkesi daha da çoğalır, narsisist güvenliği tehlikeye sokan şeyden onu ancak eleştirmenin —ya da kendisinin— ortadan kalkması kurtarabilir.

Zedelenmiş narsisizmin sonucunda doğan bu öfke patlamasının yerini alabilecek başka bir tepki de ruhsal çöküntüdür. Narsisist kişi, özdeşlik duygusuna kendini büyük görerek ulaşır. Dıştaki dünya onun için bir sorun oluşturmaz, ağırlığıyla bir baskı yapmaz ona, çünkü o kişi kendisi bir dünya olmayı başarmıştır; kendini her şeyi bilen, her şeye gücü yeten bir kişi olarak görür. Narsisizmi zedelendiğinde birçok nedenle, örneğin kendini eleştiren kişi karşısında duyduğu öznel ya da nesnel ezilmişlik yüzünden öfkelenemezse, ruhsal bir çöküntüye uğrar. Dünyayla ilişkisi de, dünyaya karşı ilgisi de yok olur; kendisini dünyayla olan ilişkilerinin merkezi olacak biçimde geliştirmediği için hiçbir şey ve hiç kimse değildir artık. Narsisizmini sürdüremeyecek ölçüde zedelenmiş Ben’i çöküntüye uğrar, bu yıkılışın yarattığı öznel tepki de ruhsal çöküntüye dönüşür. Melankolide görülen yas tutma öğesi bence, çöküntü içindeki kişinin olağanüstü saydığı “Ben” inden oluşan narsisist imgenin ölümüne tuttuğu yastır.

Narsisist kişinin bu tür zedelenmelerden delicesine kaçınmasının nedeni, narsisizminin zedelenmesiyle ortaya çıkacak ruhsal çöküntüden korkmasıdır. Bu korkudan kaçmanın çeşitli yolları vardır. Bu yollardan biri narsisizmin yoğunluğunu hiçbir dış eleştiri ya da başarısızlığın gerçekten etkileyemeyeceği ölçüde artırmaktır. Başka deyişle narsisizmin yoğunluğu tehlikeleri uzak tutacak ölçüde artırılır. Bu da elbette kişinin, kendini ruhsal çöküntü tehlikesinden korumaya çalışırken psikoza dek varabilecek ağır ruh hastalıklarına doğru sürüklenmesine yolaçabilir.

Bununla birlikte narsisist kişinin bu korkudan kurtulmak için başvuracağı bir çözüm yolu daha vardır; bu yol o kişi için daha doyurucu, ama başkaları için daha tehlikelidir. Bu çözüm, narsisist kişinin dış gerçekliği kendi narsisist imgesine uydurmak üzere bir ölçüde değiştirme çabasıdır. Buna örnek olarak bir perpetuum mobile (Perpetuum mobile: sürekli şekilde hareket sağlayan bir kaynak) bulduğunu sanan, ama aslında bulduğu şey hiç de önemli olmayan narsisist mucidi gösterebiliriz. Başka bir önemli çözüm de başka birisinin, olabilirse milyonlarca insanın onayını kazanmaktır. Bunlardan birincisi folie â deux ( Folie â deux: iki kişinin ortaklaşa olarak yaşadığı bir çeşit delilik.) (bazı evlilikler ve dostluklar bu temel üzerine kurulmuştur) ikincisiyse içlerindeki psikozun patlayarak ortaya dökülmesini milyonların alkışını ve onayını alarak engellemeye çalışan ünlü kişilerdir. Bu sonuncusuna en iyi örnek Hitler’dir. Aşırı bir narsisist olarak Hitler milyonlarca insanı kendi imgesine inandırmasa, “Üçüncü Reich’ın bin yıl süreceği” konusunda olmayacak düşlerine kendisi ciddi olarak inanmasaydı, giderek gerçekliği, kendisini izleyenlere haklı görünecek biçimde değiş-tirmeseydi, yalnızca psikozunu açıkça dışanya vurmuş bir hasta olarak yaşardı. (Yenilgiye uğradıktan sonra Hitler için kendini öldürmekten başka çıkar yol kalmamıştı; çünkü onun için narsisist imgesinin yıkılışı gerçekten dayanılamayacak birşeydi.)

Tarihte hastalıklannı dünyayı değiştirip narsisizmlerine göre çarpıtarak “tedavi eden” megalomanyak önderlere daha pek çok örnek vardır. Bunlar tüm eleştirmenleri ortadan kaldırmaya çalışırlar; çünkü kendileri için aklın sesinin yarattığı tehlikeye dayanamazlar. Caligula ve Neron’dan Hitler’e dek bu kişilerin kendilerine inanan insanlar bulma, gerçekliği narsisizmlerine uyacak biçimde çarpıtma, tüm eleştirmenleri yoketme gereksinmeleri çok büyük ve sınırsızdır; çünkü bu gereksinmeler onların, deliliklerinin ortaya dökülmesini önlemek için giriştikleri umutsuz çabalardır. Bu önderlerdeki delilik öğesi aynı zamanda çelişik bir biçimde başanlı kılar onlan. Bu delilik öğesi onlara, normal insanlan çok etkileyen kesin kararlılık, yaptıklarından kuşkulanmama gibi özellikler kazandırır. Söylemek gereksiz; dünyayı değiştirme, başkalarına kendi fikirlerini, hasta düşlerini kabul ettirebilme gereksinmesi psikozlu olsun olmasın normal insanda bulunmayan yetenekler ve ustalıklar gerektirir.

Narsisizmi bir hastalık olarak incelerken, bunun iki türü arasında ayrım gözetmek önemlidir — bunlardan biri tehlikesiz narsisizm, öteki de hastalıklı narsisizm’di. Tehlikesiz türünde narsisizmin nesnesi, kişinin kendi çabaları sonucu ortaya çıkan bir şeydir. Örneğin kişi marangoz, bilim adamı ya da çiftçi olarak yarattıklanndan narsisist bir kıvanç duyabilir. Narsisizminin nesnesi kendi çabalannın sonucunda ortaya çıktığı için, kendi yapıtlarına, kendi başanlarına duyduğu aşın ilgi hiç durmadan çalışma sürecine, kullandığı malzemelere duyduğu ilgiyle dengelenir. Tehlikesiz narsisizmi yaratan etkenler bu yüzden kendi kendilerini denetler. Çalışmayı sürdürmek için gerekli enerji büyük ölçüde narsisist özellik taşır; ama ortaya konan yapıt gerçeklikle bağlantı kurmak zorunda olduğundan narsisizm sürekli denetlenir, belli sınırlar içinde tutulur. Birçok narsisist kişinin aynı zamanda büyük bir yaratıcılık gücüne sahibolması bu mekanizmayla açıklanabilir.

Hastalıklı narsisizmdeyse narsisizmin nesnesi kişinin yaptığı ya da ürettiği bir şey değil sahibolduğu bir şeydir; örneğin bedeni, dış görünüşü, sağlığı, zenginliği vb. Bu tür narsisizmin hastalıklı oluşu burada tehlikesiz narsisizmde gördüğümüz denetleyici öğenin bulunmamasındandır. Başardığım bir şeyden ötürü değil de sahibolduğum bir nitelikten ötürü “büyük”sem o zaman, hiç kimseyle, hiçbir şeyle ilgilenmem, hiçbir çaba göstermem gerekmez. Büyüklüğümü sürdürebilmek için kendimi gerçeklikten gitgide daha çok soyutlarım; tehlikeden daha iyi korunabilmek için kendime hayranlığımı daha da artırmak zorunda kalırım; öyle ki sonunda boş hayallerimin ürünü olarak kendine hayran olacak biçimde şişirilmiş bir Ben çıkar ortaya. Bu yüzden hastalıklı narsisizm kendi kendine sınır koyamaz; sonuç olarak ilkel bir biçimde tekbenci olup çıkar; yabancılardan aşırı bir biçimde korkar. Başarmayı öğrenen kişi başkalarının da aynı şeyleri aynı yollarla başardığını bilir — narsisizmi yüzünden kendi başarılarının başkalannınkinden üstün olduğuna inansa bile böyledir bu. Hiçbir şey başarmamış kişi başkalarının başarılarını değerlendirmekten çok uzaktır; bu yüzden de narsisist kendini beğenmişliği içine gün geçtikçe daha çok gömülerek kendini çevresinden koparmaya, böylece herkesten soyutlamaya itilecektir.

Buraya dek bireysel narsisizmi yaratan öğeleri tanımladık: olguyu, bu olgunun biyolojik işlevini ve hastalıklı biçimini inceledik. Bu tanımdan yola çıkarak toplumsal narsisizm olgusunu, bu olgunun bir şiddet ve savaş kaynağı olarak oynadığı rolü daha iyi anlayabiliriz.

Aşağıdaki tartışmanın özü kişisel narsisizmin topluluk narsisizmine dönüşmesi olacaktır. Topluluk narsisizminin toplumsal işlevinin bireysel narsisizmin biyolojik işlevine koşut olduğunu belirterek başlayabiliriz işe. Varlığını sürdürmek isteyen örgütlü bir topluluk açısından üyelerin narsisist enerjiyle yüklenmesi gereklidir. Topluluğun ayakta kalabilmesi, topluluk üyelerinin buna kendi yaşamları ölçüsünde, giderek yaşamlarından çok önem vermeleriyle sağlanır, dahası, o topluluğun üyeleri kendi topluluklarının öteki topluluklardan daha erdemli, daha üstün olduğuna inandınlmalıdırlar. Bu tür narsisist birikim olmazsa, topluluğun ayakta kalmasını sağlayan gerekli enerji ya da topluluk uğruna yapılan özveriler büyük ölçüde azalır.Topluluk narsisizmini yaratan öğeler arasında bireysel narsisizmle ilgili olarak ele aldığımız benzer olguları bulabiliriz. Burada da narsisizmin tehlikesiz ve hastalıklı türleri arasında aynm gözetebiliriz. Topluluk narsisizminin nesnesi herhangi bir şeyin başanlmasıysa, yukarıda incelenen diyalektik süreç aynıyla yer alır. Yaratıcı bir şey başarma gereksinmesi topluluk tekbenciliğinin yarattığı dar çemberin kınlmasını, ilginin başarılmak istenen amaca yöneltilmesini zorunlu kılar. (Bir topluluğun amaçladığı başarı toprak ele geçirmekse gerçekten üretici bir çabanın getirdiği yararlı etki büyük ölçüde yok olacaktır.) Öte yandan topluluk narsisizminin nesnesi topluluğun kendisi, görkemliliği, geçmişteki başarıları, üyelerinin bedensel sağlamlığıysa o zaman yukarıda sözü edilen karşıt eğilimler gelişemeyecek narsisist eğilimle bunun getirdiği tehlikeler gittikçe artacaktır. Elbette gerçek yaşamda bu iki öğe çoğu zaman birbirine karışmış olarak görülür.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments