Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cuma, Kasım 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaKitaplıkFelsefenin Temel İlkeleri - Georges Politzer1 NCİ BÖLÜM 3 NCÜ DERS DİYALEKTİĞİN İKİNCİ ÇİZGİSİ HER ŞEY DURUM...

1 NCİ BÖLÜM 3 NCÜ DERS DİYALEKTİĞİN İKİNCİ ÇİZGİSİ HER ŞEY DURUM DEĞİŞTİRİR

1 NCİ BÖLÜM ÜÇÜNCÜ DERS DİYALEKTİĞİN İKİNCİ ÇİZGİSİ HER ŞEY DURUM DEĞİŞTİRİR (EVRENSEL DEĞİŞME VE KESİNTİSİZ GELİŞME YASASI)

I .      Bir örnek.
II .    Diyalektiğin ikinci çizgisi.
III .   Doğada.
IV .   Toplumda.
V .    Vargı.

I. BİR ÖRNEK

Filozof Fontanelle, bahçıvanın sonsuzluğuna inanan bir gülün öyküsünü anlatır. Gül, bahçıvanın sonsuzluğuna niçin inanır? Çünkü gül, bahçede, hiçbir zaman başka bir bahçıvan görmemiştir. Metafizikçi de böyle düşünür: değişmeyi yadsır.
Bununla birlikte deneyim bize öğretir ki, bahçıvanlar ölümlüdür, güller de. Kuşkusuz bir gülden çok daha yavaş değişen şeyler vardır ve metafizikçi, bu durumdan, onların değişmez olduğu sonucunu çıkarır; onların görünüşteki durağanlığını mutlak sayar, şeylerden yalnız onların değişmediği sanısını veren görünümü alır: bir gül, bir güldür; bir bahçıvan bir bahçıvandır. Diyalektik yalnız görünüşte kalmaz; hareketleri içinde şeyleri kavrar: gül, gül olmadan önce (sayfa 70) bir goncaydı; açılmış gül, saatten saate, göz, onda bir değişiklik farketmese bile, değişir. Yapraklarını ister istemez, dökecektir. Ama bundan daha az zorunlu olmamak üzere, başka güller doğacak ve sırası geldiğinde onlar da açılacaktır.
Günlük yaşamda, her şeyin hareket olduğunu, her şeyin durum değiştirdiğini; ortaya koyan binlerce örnek bulabiliriz.
Masa üzerindeki şu elma kımıldamıyor. Ama diyalektikçi şöyle diyecektir: bu kımıldamayan elma gene de hareket halindedir; on gün sonra bugünkü halinde olmayacaktır. O, yeşil bir elma olmadan önce bir çiçekti; zamanla ayrışacak, çekirdekleri dökülecek. Bahçıvana verilen bu çekirdeklerden yeni bir ağaç olacak ve ondan bir sürü elma düşecektir. Başlangıçta bir tek elmamız vardı; şimdi ise birçok. Demek ki, evrenin, görünüşlere karşın, kendi kendini yinelemediği doğrudur.
Bununla birlikte pek çok kimse, Fontanelle’in gülü gibi konuşurlar: “Güneş altında yeni bir şey yok.” “Her zaman zenginler ve yoksullar olacaktır.” “Her zaman sömürenler ve sömürülenler olacaktır.” “Savaşın sonu gelmez.” vb.. Hiçbir şey, bu sözde bilgelikten daha aldatıcı değildir. Bu, insanı, edilginliğe, işi oluruna bırakan bir güçsüzlüğe götürür. Tersine, diyalektikçi, değişmenin, her şeyin kendi içindeki bir özelliği olduğunu bilir. İşte diyalektiğin ikinci çizgisi buradadir: değişme evrenseldir, gelişme kesintisizdir.

II. DİYALEKTİĞİN İKİNCİ ÇİZGİSİ

“Diyalektik, metafiziğin tersine, doğanın, dingin ve durağan, durgun ve değişmez bir durumda değil, kimi şeylerin doğduğu ve geliştiği, kimi şeylerin dağıldığı ve yokolduğu, sürekli hareket ve değişme, kesintisiz yenilenme ve gelişme durumunda olduğunu kabul eder.
“Bu yüzden, diyalektik yöntem, olayların yalnızca karşılıklı bağıntıları ve birbirlerini karşılıklı koşullandırmaları (sayfa 71) açısından değil, ama aynı zamanda hareketleri, değişmeleri, gelişmeleri açısından, ortaya çıkışları ve ortadan kayboluşları açısından dikkate alınmalarını gerektirir.”[19]
Her şeyin birbirine bağlı olduğunu gördük (diyalektiğin birinci çizgisi).
Ama birlik olan bu gerçek, aynı zamanda harekettir. Hareket, gerçeğin ikincil bir görünüşu değildir. Doğa, artı, hareket; toplum, artı, hareket yoktur. Hayır, gerçek, harekettir, süreçtir. Bu doğada ve toplumda böyledir.

III. DOĞADA

“Maddenin, onun varoluş biçimi, içkin özniteliği olarak açıklanan hareketi, en genel anlamda, basit yer değiştirmeden düşünceye kadar, evrende yeralan bütün değişiklikleri ve süreçleri kapsar.”[20]
Descartes, dinginliğin harekete göreli olduğunu kaydediyordu. Kıyıdan uzaklaşan bir geminin pupasında oturmuşsam, gemiye göre duruyorum, ama karaya göre hareket halindeyim; oysa toprağın kendisi de güneşle ilişkisi bakımından hareket halindedir. Güneşin kendisi de hareket halinde bir yıldızdır ve bu böylece sonsuza kadar gider.
Ama, Descartes’a göre, hareket, yer değiştirmeyle sınırlanmıştır: geminin bir yerden bir yere gitmesi, elmanın masanın üzerinde yuvarlanması gibi. Bu, mekanik harekettir. Oysa hareketin gerçeği, mekanik hareketle sınırlı değildir. Bir otomobil saatte yetmiş kilometre hızla gidiyor: bu mekanik bir harekettir. Ama hepsi bu kadar değildir; yer değiştiren otomobil, yavaş yavaş durum değiştirir; motoru, lastikleri aşınır. Bundan başka yağmur, güneş vb. otomobil üzerinde etki yapar. Her ne kadar biz, “bu aynı arabadır” dersek de, bin kilometre yapmış olan bir taşıt başlangıçtakinin aynı değildir. Bir an gelecek bazı parçalarını yenilemek, karoserini yeniden yapmak gerekecektir vb.  ta arabanın bütün (sayfa 72) bütüne kullanılamaz hale geleceği güne kadar.
Ve işte, doğada da durum aynıdır. Doğada hareketin çok çeşitli görünümleri vardır: yer değiştirme, ama aynı zamanda doğanın ve şeylerin özelliklerinin dönüşümü (ömeğin, bir cismin elektriklenmesi, bitkilerin büyümeleri, suyun buhar haline geçmesi, yaşlılık vb.).
Büyük İngiliz bilgini Newton (1642-1727) için, hareket, mekanik hareketle, yer değiştirmeyle sınırlanmıştı. Böylece evren, durmadan aynı süreci oluşturan çok büyük bir saatle karşılaştırılabiliyordu, böylece, o, gezegenlerin yörüngelerini sonsuz olarak kabul ediyordu.
18. yüzyıldan beri bilimlerdeki ilerleme, hareket kavramını önemli bir şekilde zenginleştirdi. İlkin, 19. yüzyılın, başlangıcında, enerjinin dönüşümü bulundu.
Gitmekte olan otomobil örneğini yeniden ele alalım. Büyük bir hızla giden araba bir ağaca çarpıyor ve ateş alıyor. “Madde kaybı” var mıdır? Hayır, alevler içindeki otomobil de, hızla giden otomobil gibi maddi bir gerçektir; ama bu, maddenin yeni bir görünümü, yeni bir niteliğidir. Madde yokolmuyor, ama biçim değiştiriyor. Maddenin biçim değiştirmeleri, ancak madde ile oluşan hareketin dönüşümünden başka bir şey değildir: madde, harekettir; hareket, maddedir. Çağdaş fizik, enerjinin dönüşümünün varlığını bize öğretir; enerji ya da hareketin niceliği, tamamen yeni bir biçim alırken, kendini korur; enerjinin bürünebileceği biçimler çok çeşitlidir.
Çarpma sonucunda benzini ateş alan otomobil olayında, patlarlı motorda kinetik enerji haline dönüşen kimyasal enerji şimdi artık bütünüyle ısı (ısı veren enerji) haline geçiyor. Öte yandan da, ısı veren enerji (ısı) de kinetik enerjiye dönüşebilir: bir lokomotifte tutulan ısı, mekanik bir harekete dönüşür, çünkü lokomotif yer değiştirir.
Mekanik enerji, elektrik enerjisine dönüşebilir: santralı “döndüren” çağlayan, elektrik enerjisi oluşturur. Karşılığında, elektrik enerjisi (akım) mekanik enerjiye dönüşür, yani motorları işletir. Ya da elektrik enerjisi, ısı enerjisine (sayfa 73) dönüşür: ısı verir (elektrikle ısınma).
Aynı şekilde elektrik enerjisi kimyasal enerji verebilir: belirli koşullarda bir elektrik akımı suyu oksijen ve hidrojene ayrıştırır. Ama kimyasal enerji de elektrik enerjisine dönüşebilir (hidroelektrik pil) ya da mekanik enerji haline geçer (patlarlı motor), ya da ısı enerjisi olur (kömürün sobada yanması) vb..
Bütün bunları saymak sayfalar tutabilir.
Bütün bu dönüşümler, hareket halindeki maddeden başka bir şey değildirler. Görülüyor ki, bu dönüşümler, her ne kadar onları da içine alıyorlarsa da basit yer değiştirmeden, ya da yerin değişmesinden çok daha zengindirler.[21]
Enerji dönüşümünün bulunuşundan başka, evrimin bulunuşu da hareket kavramını son derece zenginleştirdi.
İlkin fizik evrenin evrimi. 18. yüzyılın sonuna varıldığında, Kant ve Laplace evrenin bir tarihi olduğunu buldular. Evren, Newton’un inandığı gibi, kendini yinelemekten uzaktır, evren değişmedir: yıldızlar (güneş dahil), gezegenler (dünya dahil) sürüp gitmekte olan hayranlık verici bir evrimin ürünüdürler. O halde, Newton’un dediği gibi, evrenin bölümleri yer değiştirirler demek, yeterli değildir, onların durum değiştirdiklerini de söylemek gerekir.
Demek oluyor ki, evrenin bu küçük parçasının, yeryuvarlağının uzun bir tarihi vardır (beş milyar yıl sanılıyor), yeryüzünün tarihini jeoloji inceler.
Aynı şekilde, yıldızlar oluşur, gelişir ve ölürler. Sovyet astrofizikçisi Ambartsumyan, kısa zaman önce, daima yeni yeni yıldızların doğduğunu buldu.
İşte evren durmadan değiştiği içindir ki, onun, gene Newton’un düşündüğü gibi bir “ilk devindirici”ye gereksinmesi yoktur. Hareket, dönüşme olanağını kendinde taşır. Evren, kendi öz değişmesidir. (sayfa 74)
Canlı maddeye gelince, o da, aynı şekilde, kesintisiz bir evrim sürecine tabidir. Yaşamın en yoksul aşamalarından başlayarak, bitki ve hayvan türleri oluşmuşlardır. Bugün artık yüzyıllar boyunca din tarafından yayılan şu efsaneye değer vermek olanaklı değildir: Tanrı, kesin olarak değişmez türler yarattı. Darwin sayesinde (19. yüzyıl), bilim gösterdi ki, canlı türlerin akla durgunluk verecek çeşitliliği çok basit bir kaç varlıktan, tekhücreli tohumlardan çıkmadılar, (“her bitkisel ve hayvansal organizmanın, kendisinden başlayarak çoğalma ve farklılaşma yoluyla geliştikleri birim olarak hücrenin bulunuşu”[22]); bu tohumların kendileri de bir şekilsiz albüminden çıkmışlardır. Türler, aralarındaki ve kendileri ile çevre arasındaki karşılıklı etkinin sonucu, kendilerini dönüştürmüşler ve dönüşmeyi sürdürmektedirler.[23]
“İlk hayvanlardan da, temeldeki yeni farklılaşma ile, hayvanların sayısız sınıfları, takımları, familyaları, cinsleri ve türleri; en sonunda da sinir sisteminin tam gelişmesine eriştiği biçim, omurgalı hayvanlar ve gene en sonunda omurgalılar arasında doğanın kendi bilincine eriştiği omurgalı, yani insan gelişti.”[24]
Demek ki, tüm doğa fizik, evren, canlı doğa harekettir.
“Hareket, maddenin varoluş biçimidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde, hareketsiz madde ne olmuştur, ne de olabilir. Evren uzayında hareket, her gökselcisim üzerinde daha küçük kütlelerin mekanik hareketi; ısı, elektrik ya da manyetik akım biçiminde moleküler titreşim; kimyasal dağılma ve bileşim; organik yaşam: evrendeki her tekil madde atomu, her belirli anda, bu hareket biçimlerinden herhangi birine, ya da aynı zamanda birçoğuna birden katılır. Her hareketsizlik, her denge, yalnızca görelidir, ancak şu ya da bu belirli (sayfa 75) hareket biçimine göre bir anlamı vardır. Bir cisim, örneğin yeryüzünde mekanik denge durumunda, mekanik bakımdan hareketsiz durumda bulunabilir. Bu, onun, dünyanın, tüm güneş sisteminin hareketine katılmasını hiç mi hiç engellemediği gibi, en küçük fizik parçacıklarının onun ısısı tarafından koşullandırılan titreşimlere uğramalarını da, atomlarının kimyasal bir süreç gerçekleştirmelerini de engelleyemez. Hareketsiz madde, maddesiz hareket denli akıl almaz bir şeydir.”[25]
Astronomi ya da fizik, kimya ya da biyoloji, bilimin inceleme konusu her zaman harekettir.
Ama o zaman denilecek ki, bütün bilginler diyalektik materyalizmi niçin kabul etmiyorlar?
Kendi somut pratiği içinde, her iyi araştırmacı diyalektikçidir; gerçeği ancak kendi hareketi içinde kavrarsa anlayabilir. Ama pratikte diyalektikçi olan aynı araştırıcı tüm dünyayı düşündüğü zaman ya da dünya üzerindeki kendi özeylemini düşündüğü zaman, artık diyalektikçi değildir. Niçin? Çünkü o zaman yeniden, bir metafizik dünya anlayışının dinin ya da okulda öğrenilmiş felsefenin otoritesi altına girer, bu öyle bir dünya anlayışıdır ki, bilim adamının, hiç de kuşkulanmadan, hatta “düşüncesinin özgür” olduğunu sandığı anda bile şu ya da bu biçimde teneffüs ettiği yaygın önyargıların karması olan geleneğin ağırlığını taşır. Deneysel olarak atomları incelerken pekala tanrısız da olabilen böyle bir fizikçi, laboratuvarından çıktığında, tanrıyı, yeniden bulur; bu inanç, onun için “kendiliğinden-gelme” bir şeydir. Mikroorganizmaların incelenmesinde uzman olan böyle bir biyoloji bilgini, en küçük. bir siyasal sorun karşısında bir çocuk gibi eli böğründe kalır. Bu fizikçi, şu biyolojist, bir çelişkinin, bilgince pratikleri ile dünya anlayışları arasındaki çelişkinin kurbanıdırlar. Onların pratiği diyalektiktir (ve ancak diyalektik olduğu ölçüde de etkili olabilir). Ama bütünü içinde onların dünya anlayışları metafizik olarak kalır. Yalnız diyalektik materyalizm bu çelişkiyi aşabilir: diyalektik (sayfa 76) bilgini, oluş halindeki bir tüm olarak evren (doğa ve toplum) konusunda nesnel bir anlayışa ulaştırır; ve işte bununla da ona, kendi pratiğini (uzmanlığını) her şeyin birbirine bağlı oldukları bir bütün, bir birlik içine doğru olarak yerleştirme olanağını sağlar.

IV. TOPLUMDA

“Dünyanın durmadan, ara vermeden devindiği ve geliştiği doğru ise, eğer eskinin yokolup yeninin doğmasının, gelişmenin bir yasası olduğu doğrum ise, artık ‘değişmez’ toplum düzenleri, özel mülkiyet ve sömürü gibi ‘sonsuz ilkeler’ olmayacağı; köylülerin toprak sahibine, işçilerin kapitaliste bağımlılığı gibi ‘sonsuz düşünceler’ olmayacağı açıktır.
“O halde, nasıl kapitalist düzen, zamanında, feodal düzenin yerini aldı ise, sosyalist düzen de kapitalist düzenin yerini alabilir.”[26]
İşte burada diyalektiğin ikinci çizgisinin en önemli bir sonucunu görüyoruz. Metafiziğin öğrettiğinin tersine, değişmez bir toplum yoktur. Metafizikçiye göre, gerçekten, toplum değişmez, ve sonsuz tanrısal bir planı yansıttığı için de değişemez: “Toplumsal düzen tanrı isteğidir.” Şu halde, üretim araçlarının özel mülkiyeti kutsaldır; bu tanrısal gerçeği yadsıyanlar “maneviyat” adına mahkum edilmeye layıktırlar. Günahlarını çeksinler! Tanrı, mülk sahiplerinin koruyucusu, “serbest girişim”in güvencesidir. Bununla birlikte, gene de herhangi bir değişiklik çıkagelirse, o zaman bu bahtsız bir olaydır, ama ciddi bir şey değildir, yüzeyseldir; “normal” duruma dönülebilir ve dönülmelidir. Ve böylece sosyalist ülkeye karşı açılan haçlı seferi de hak kazanır: mademki kapitalizm “sonsuz”dur, dikkafalıları, yolunu şaşırmış olanları, herkes için ortak olan yasanın hükmü altına sokmak gerekir.
Doğa bilimlerinden gitgide iyice kovulan metafizik insan ve toplumbilimlerine sığınır. (sayfa 77)
Doğanın değiştirilebileceğini kabul edelim; insan şimdiye kadar ne olmuşsa odur ve her zaman da o olacaktır. Onarılmaz kusurları, eksiklikleri ile değişmez “bir insan doğası” vardır. Mademki bu böyledir, toplumu ıslah etmeyi iddia etmek neye yarar? Sakat bir ütopya… Bu, kısaca François Mauriac’ın Figaro’nun okurlarına yüz türlü vaazettiği ilk günah [hıristiyanlara göre bütün insanların Adem’in kişiliğinde işlemiş oldukları günah -ç.] öğretisidir.
Bu görüşün, hıristiyan ideoloğuna özgü bir görüş olması için daha çok eksiklikleri var. Bu görüş, ne tanrıya, ne şeytana inanan, ve bununla bütün önyargılara karşı aşılanmış olduklarını sanarak bu görüşleriyle övünen bazı küçük-burjuva çevrelerinde yaygındır. Elbette ki onlar kiliseye gitmezler, ama bin yıllık dinin kendilerine vasiyet ettiği, insanı değişmezleştiren metafizik görüşü kıskançlıkla işlerler. Genç öğretmenlere seslenen bir gazetenin böyle kiliseye karşı olan yazarı, insanoğlunun en büyük kusuru üstüne çok ciddi bir inceleme yapıyor ve bizi bir daha çıkmamak üzere içine hapseden, “deri tulum”dan sözediyor. Bütün yanılgılara açık, zavallı “insan doğası”…
“İnsan soyu”nun sömürücülerinin çok işine yarayan sızlanmalardır bunlar. Çıkarcıların, kâr düşkünlerinin varlığından mı yakınıyorsunuz? Ne saflık… Öyleyse artık şunu iyice bilin ki “insan böyle yaratılmıştır”, onu değiştiremezsiniz!
Büyük çoğunluk üzerindeki baskı, küçüklerin yoksulluğu, savaş, yüzyıllar boyunca işte böyle haklı gösterilmiştir. Mademki insan kendi kendinin aynı olarak kalıyor, toplum, sonu gelmez bir şekilde kendi kendini yineliyor. (Böyle bir anlayışın, özünde toplumsal bir varlık olan insanı, bir kendiliğinde-varlık olarak ele aldığı görülecektir.) Ve bu insan, kötü, kusurlu olduğuna göre, toplumun da kargışlı olduğunu kabul etmek gerekir. Kuşkusuz, din, kişinin ruhunun kurtulabileceğini ve kurtarılması gerektiğini öğretir. Ama toplum için iş başkadır; bu ölümlü dünyada kurtuluş olmadığına göre, hiçbir türlü gerçek iyileşme toplum için sözkonusu (sayfa 78) değildir.
Bu arada Sovyetler Birliği’ne karşı bir kampanya yürüttükleri zaman, sosyal-demokrasi liderlerinin davranışlarını son tahlilde haklı gösteren, bu metafizikle dolu yıllardan geçici gözönünde tutalım. Stalin 26 Ocak 1924’te şöyle diyordu:
“Lenin’in büyüklüğü, her şeyden önce, Sovyetler Cumhuriyeti’ni yaratarak, tüm dünyanın ezilen yığınlarına, kurtuluş umudunun kaybolmadığını, büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin egemenliğinin sonsuz olmadığını, emek düzeninin, emekçilerin kendi çabalarıyla kurulabileceğini, ve bu yönetimi gökte değil yeryüzünde kurmak gerektiğini fiilen göstermiş olmasındadır. O, böylece bütün dünya işçilerinin ve köylülerinin yüreklerinde kurtuluş umudunu tutuşturdu. Bu, Lenin adının, çalışan ve ezilen yığınlar için en sevgili ad haline gelmesini açıklar.”
İşte, işçi hareketinde burjuvazinin ajanı olan Blum gibi birinin kabul edemediği şey budur. Sosyalist liderlerin bir ideoloji olarak ele alınan keskin anti-sovyetizmi, köklerini bir umutsuzluk felsefesinden alır: Lenin, Stalin, Sovyet halkı, insanın insan tarafından sömürülmesini yok etmek istemekle ve yok etmekle suçludurlar. Léon Blum, Guy Mollet vb., “kurtarıcı sosyalizm” üstüne söylevlerini artırıyorlar. Ama buna kendileri de inanmıyorlar. Gerici şiddet ve savaş yanlısı burjuvazinin ehlileştirdiği bu adamlar, her zaman için yenik olanların anlayışına sahiptirler. İnsanlık Merdiveni adlı kitabında, Blum, bir yandan Vatikan ile manevi dayanışmasını ilan ederken, aynı zamanda, komünistleri yasaklamaya girişiyor; onları ulusal topluluğun dışında bırakmayı ileri sürüyor. Niçin? Çünkü, onlar, eylemleri ile bir toplum değişikliğine olan inançlarını ortaya koyuyorlar.
İşte burjuvaziye hizmet edenler için hoşgörülemeyen şey budur. Her ne pahasına olursa olsun, emekçilerin dikkatini, kendilerine olası değişikliklerin yolunu gösteren Sovyetler Birliği’ nden başka yana çevirmek gerekir. Sovyet ülkelerinde hiçbir şeyin köklü olarak değişmediğini “ortaya koyma”yı denemek için, hiçbir karaçalma fazla olmayacaktır. Bunun (sayfa 79) içindir ki, karaçalma, zorunlu olarak sansürle birlikte, Sovyetler Birliği’nden gelen değişikliğin ve devrimin gerçeğini gösteren yayınların yasaklanması ile birlikte yürütülmelidir.
Sosyal-demokrat ideoloji, tipik bir metafizik ideoloji olarak görünüyor. Bir mum söndürme aleti gibi kullanılıyor. Şevki boğmak, perspektifi bulandırmak, savaşçıları savaşımdan geri çekmek. Hiçbir şey, bu bakımdan, günlük Franc-Tireur ya da Le Canard Enchaine gazeteleri kadar anlamlı değildir. Tepinme ya da yalan, dalkavukluk ya da küfür, kaçınılmaz olarak, kendi deyişi ile her zaman “lambacılar” (bilimsel bir sınıf tahlili yapmayı iş edinebilen maymuncuk anlamında deyim) olacaktır gibi zararlı bir fikre sonuç olarak da, mademki “sonunda gene aynı yere varılacak”, kapitalizme karşı savaşım vermek zahmetine değmez gibi zararlı bir fikre gelinir. Bu “obur papazlar” gerçekte dinsel anlayışla yoğrulmuşlardır; esas olarak insanın güçsüzlüğüne inanmışlardır. Kendileri batmıştır, tarihi de batırmaya çalışırlar. Ve bunun içindir ki, gülüşlerinden bir sahtelik akar; umutsuzdurlar.
Gerçekte, değişiklik, doğadan olduğu gibi, toplumsal gerçekten de ayrılamaz olması bir yana, toplumlar, fizik evrenden de çok daha çabuk evrim gösterirler. İlkel toplumun dağılıp parçalanmasından beri birbiri ardından [başlıca] dört toplum biçimi gelmiştir: köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum. Böyle olmakla birlikte, feodal toplum da kendisini dokunulmaz sanıyordu, ve tanrıbilimciler, feodal toplumda tanrının bir eserini görüyorlardı, nasıl ki, bugün, Kardinal Spelmann, Amerikan tröstlerini tanrının iradesi gibi gösteriyorsa. Bu, feodal toplumun kapitalist topluma, onun da sosyalist topluma dönüşmesini önlemedi. Ve şimdi, Sovyetler Birliği, bir üst aşamaya, komünizme geçişe hazırlanıyor.
Bunun içindir ki, insan toplumsal bir varlık olduğuna göre sonsuz olan insan yoktur. Don Kişot’un kişiliğinde gülünçleştirilerek öldürülen, çağdaş zamanların şafağında ölen feodal insan değil midir? Başlangıçtan beri varolduğu öne (sayfa 80) sürülen bencilliğe gelince, toplumun sınıflara bölünmesiyle birlikte ortaya çıktı. Ünlü “ben’e tapınma” her şeyin üstünde ben toplumdan bir cengel ormanı yaratan egemen burjuvazinin ürünüdür: her ne pahasına olursa olsun ulaşmak, hileyle ya da şiddetle; kendi mutluluğunu zayıfların mutsuzluğu üzerine kurmak. Ama, bizzat kapitalist toplumun bağrında bile, kendi mutluluğunu toplumun ortak mutluluğun dışında anlamayan, kendisi için en yüksek sevinçleri tüm insanlık için savaşımda bulan, ve bu amaç için en çetin fedakarlıkları göze alan yeni bir insan tipi oluşmaktadır. Onun için, Renault tekelinde işçi olan şu ana, ücretlerin artırılması için yapılan bir greve kararla katılırken grev boyunca evde aç kalacaklarını biliyor.[27]
Nasıl bir ilk günah yoksa, sonsuz insan da yoktur. Bugün, kapitalizme karşı savaşım verenlerin hepsi, bu savaşım yoluyla kendi öz bilinçlerini de dönüştürürler. İnsanlık-dışı bir rejime karşı savaşım verdikleri ölçüde insanlaşırlar. Her gerçek gibi, insan gerçeği de diyalektiktir. Hayvanlar aleminden çıktıktan sonra insan, doğaya karşı bin yıllık bir savaşım içinde yükselmiştir. Bu koskoca tarih yalnız sonuna varmamış olması şöyle dursun, Paul Langevin’in daima yinelemeyi pek sevdiği gibi, henüz yeni başlıyor. Bu tarih, toplumlar tarihinden ayrılmaz; ve burada ikinci yasadan (her şey değişir) başka, birinci yasayı da (her şey birbirine bağlıdır: bireyin bilinci, toplumun dışında kavranılamaz) buluruz. Zaten bunun içindir ki, insan, bazı koşullarda geriye gidebilir. Ayrıcalıklarını korumak için burjuvazi tarih tekerleğini tersine çevirmeye uğraşır; faşizm bundan ileri gelir, Adolf Hitler’in faşizmi gibi Eisenhower’ın, Mac Carthy’nin faşizmi de. Ama bununla burjuvazi, insanı aşağılatır: toplama kampına kapatılmış insanlara işkence eden bir SS, gerçekte bizzat kendi içinde hâlâ uyuyabilmekte olan insanlığa işkence etmektedir; insanlığı, başkasına karşı davranışıyla ayaklar altına alan, kendindeki insanlığı da çiğnemektedir. İnsanda (sayfa 81) varolan en iyi şey tanrıların bir armağanı değildir; bu, insanlık tarihinin bir başarısıdır. Soysuzlaşmış burjuvazi, bu başarıyı her gün tehlikeye düşürür. Atom bombası, bu burjuvazinin aklıdır; dolar, onun vicdanıdır. Ve, Rosenbergler’in cezasının infaz edildiği akşam avukat Emmanuel Bloch’un “Bizi yönetenler hayvanlardır!” diye bağırmakta hakkı vardı.
Çürümüş bir sınıfın insanlık-dışı davranışı karşısına, sosyalist insanlığın görkemli çiçeklenişini nasıl çıkarmazsın? Sosyalizmin yolunu aydınlatan diyalektik materyalizmin gerçeği ve gücü burada ortaya çıkar. Sömürüden kurtulan sovyet insanının deneyimleri, mutsuzluğun sonsuz olduğu yolundaki sızlanışlara son veriyor. Bunun içindir ki, Sovyet ceza yasası, suçlunun cezalandırılmasını değil, sosyalist çalışma ile nitel bakımdan değiştirilmesini amaç ediniyor. Kapitalist rejimde, suç işleyen, silinmez bir lekeyle damgalanmıştır, hapis cezasını bitirdikten sonra bile. Sovyetler Birliği’nde, Makarenko’nun yeniden eğittiği, yolunu şaşırmış gençler gibi herkes yeniden “yaşamın yolu”nu[28] bulmuş, caniler, hırsızlar, yeni baştan, unutulan bir geçmişten ebediyen kurtulan namuslu ve onurlu yurttaşlar haline gelmişlerdir. Gençliğin bozulması sorunu, çozülme halindeki kapitalist toplumda günden güne etkisini artırırken, ötede ortadan kalkmış olması bir raslantı eseri değildir.
Sosyalist toplum için alınyazısı ölmüştür.
Bunun çok parlak bir kanıtı, halen Pavlov’un öğrencileri olan Sovyet doktorları tarafından yapılmaktadır. “Acılar içinde doğuracaksın” amansız yargısı, kuşaklar boyunca insanları korkutuyordu. Ama işte SSCB’de ve o zamandan beri bizde de, sinir merkezlerinin işleyişinin diyalektik açıdan incelenmesi ve ağrı sorununun aydınlatılması sayesinde, doğum artık büyük bir acı değildir. Ve böylece, şu eski, acının, çocuk doğurmanın bir yasası, “başlangıçtaki ilk günahın” ve “beden zevki”nin bir fidyesi olduğu fikri sarsılmış oluyor. Eski ceza-doğum inancı, büsbütün ortadan kalkmak üzere (sayfa 82) gitgide silinip giderken, ortaya çıkan yeni fikir büyüyecek, kuşaktan kuşağa aktarılacaktır. Sovyet doktorlarının övüncü olan bu kadar güzel bir buluş, bir raslantı ile ortaya çıkmamıştır: insanın ta sonsuzluktan gelen ve sonsuza giden kusurları olmadığını bilen, derinlemesine diyalektikçi bilginlerin eseridir.[29]

V. VARGI

Gerçeği, görünümlerinden birine götürmek, süreci, sürecin bir anına indirgemek, ve geçmişin, gelecek olmamasına yetecek kadar kuvvetli olduğunu sanmak, gerçeğin diyalektiğini iyi bilmemektir.
Mac Carthy’ye bakıp Amerika hakkında hüküm vererek, Birleşik Devletler’in geleceğinin de, 19 Haziran 1953 (Rosenbergler’in öldürülmesi) görünüşünde olacağını sanan bir kimse, derin bir şekilde yanılıyor demektir. Birleşik Devletler’in geleceği, daha çok, mahkum bir geçmişin kanlı savunucularının yok etmek istedikleri yeni güçlerindir. “Her şeyden önce önemli olan, diye yaziyor Stalin, gelişmekte olandır.” Tohum ne kadar zayıf olursa olsun, gene de yaşam taşır. Ve işte bu yaşamı bütün çarelere başvurarak korumalıdır: onun uğruna hiçbir çaba, boşa gitmemiştir. Ethel ve Julius Rosenberg’in cinayete karşı savaşımı, cinayet kendilerini bulduğu zaman bile, daha az başarıya ulaşmayacaktır. Sabahın ilk ışıklarının gündüzü bildirişleri kadar kesin bir şekilde Rosenbergler örneği de adil ve barışçı bir Amerika’yı haber vermektedir.
“Neşeli ve yeşil, oğullarım, neşeli ve yeşil
“Mezarlarımızın üstünde bir dünya olacak”[30]
Tarihi durdurmak gibi çılgın bir umutla onları öldürenlere gelince, onlar daha şimdiden bir ölüden de çok ölüdürler. (sayfa 83)
Değişiklik anlayışı, yeni anlayışı, işte metafizikçide eksik olan budur. Tersine, her ortamda, her durumda, diyalektikçinin üstünlüğünü sağlayan şey de budur. Marksizme yaratıcı gücünü veren budur: marksizm, her derde deva, mekanik olarak her duruma uygulanabilen bir reçeteler stoğu değildir; değişikliğin bilimidir, deneyle zenginleşir. Metafizikçi, tersine, değişen şeye karşı kayıtsızdır; “iki dünya savaşı oldu, öyleyse bir üçüncüsü de olacaktır” diye düşünür. Onun çevresinde her şey değişir, ama o, gözlerini yumar. Burjuvazi bu gibi değerlendirmeleri çıkarına uygun bulur: varlığını sürdürmeyi düşlediği için, copların havada fır dönüşünü bir kuvvet belirtisi olarak alan yüzeysel bir gözlemciye sapasağlam göründüğü anda bile, egemenliğinin sonuna geldiğini ortaya koyan diyalektikten ödü patlar burjuvazinin.
Bunun içindir ki, diyalektiğin ikinci çizgisini yorumlarken Stalin şöyle yazıyor: “… eylemimizi, şu an için egemen gücü temsil etseler de, artık gelişmeyen toplumsal tabakalar üzerine değil, şu anda egemen gücü temsil etmeseler de gelişen, geleceği olan toplumsal tabakalar üzerine kurmalıyız.”[31]
Bilimsel tutum, “burnunun ucundaki”nden ileriye varmamak değil, neyin ölmekte, neyin doğmakta olduğunu anlamak ve bütün ilgiyi doğmakta olanın üstüne toplamaktır. Her şeyi aynı plan üzerinde yerleştirmek, gerçeğe saygı göstermek değildir, gerçeği yanlış göstermek, bozmaktır; çünkü gerçek, harekettir. Marksistler uzağı görmesini bilirler, çünkü onlar bütün gerçeği, oluşu içinde dikkate alır, değerlendirirler: bu yüzden, komünistler, gerçek diyalektikçiler, daha başından beri, bazı sosyalist liderlerin onu bir refah dönemi olarak kabul ettikleri zaman bile, “Marshall planının içinde tohum halinde bulunan her şeyi açığa çıkardılar.”[32]
Stalin, SSCBde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda “yalnızca yüzeyde olan dış olayları görenler”i “görülemez biçimde anlık etki yaparlarsa da, olayların seyrini daha az belirlemeyen derindeki güçleri görmeyenler”i eleştirir. (sayfa 84)
Herkes için, özellikle militan işçiler için şu çok önemli bir tanıttır: İlkin komünist işçilerle sosyalist işçiler arasında şuradan buradan bağlanan, sonra yığınların yüreğinde gelecek zafer inancını doğuracak ölçüde genişleyen eylem birliği, işte “doğan ve gelişen” güç, işte “yenilmez”, fırtına haline gelen meltem, bütün engelleri silip süpürecek güç. Görüşleri birbirinden ayrılan, ama çıkarları birbirleriyle birleşen emekçiler arasında bir eylem birliği kurmak için günlük savaşım, diyalektiğin ikinci yasasına uygundur. 1958 Ağustos grevlerinin genişliği ve hızı, emekçilerin hiçbir kategorisinin eylemsiz ve hareketsizlik içine düşmediğini göstermiştir.
Tersine, sekter olan metafizikçidir. İş arkadaşının sosyalist ya da hıristiyan olduğu bahanesiyle onu ortak eyleme davet etmeyi reddeder. Böylelikle büyük değişme yasasına gözlerini kapar: ilkin sınırlı, sonra daha geniş ortak bir amaç uğruna birlik halinde bir eylemde, bu emekçinin bilinci değişmeye uğrayacaktır: omuzomuza yapılan bir eylem, kaygıları, önyargıları ortadan kaldırır. Sekter olan, sanki kendisi her şeyi hemen bir çırpıda öğrenmiş gibi düşünce yürütür. Devrimci olarak doğulmadığını, sonradan devrimci olunduğunu unutur. Kendisinin öğrenecek daha çok şeyi olduğunu, onun için de “başkalarına” sövüp saymaktan çok kendisine sövüp sayması gerektiğini unutur. Gerçek devrimci, diyalektikçi olarak, yeninin yükselişine elverişli koşulları yaratandır. Sosyalist liderlerin, birliği önlemek isteği kendini ortaya koydukça, gerçek devrimci, sosyalist emekçilere karşı tutumuyla, kendi birlik isteğini daha çok ortaya koyar. (sayfa 85)

YOKLAMA SORULARI

1. Diyalektik, değişmeyi nasıl anlar? Çevrenizden örnekler veriniz.
2. Burjuvazinin, neden bütün gerçeğin dönüşmekte olduğunu gizlemekte çıkarı vardır?
3. Birkaç ömekle, diyalektiğin ikinci çizgisini tanımanın militan işçilere sağlayacağı yararları gösteriniz.

Dipnotlar

[19] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 653-654.
[20] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektigi, Sol Yayınları, Ankara 1996, s.8l.(İtalikler bizim.G.B.-M.C.)
[21] “Bütün hareketler, mekanik hareketi … içerir.” der Engels. (Doğanın Diyalektiği, s. 275.) Gerçekten, örneğin, bir kimyasal tepki, maddi molekülleri teşkil eden atomları harekete geçirir. Bu atomlar yer değiştirir. Ve atomların içinde, çekirdekte, nükleer fiziğin incelediği çok hızlı yer değişmeler oluşur. Aynı şekilde, elektrik enerjisl, küçük parçacıkların, elektronların yer değiştirmesinden ayrılmaz.
[22] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach …. s. 44; K. Marx, F, Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 48; Din Üzerine, s. 234.
[23] Migurin’in ve öğretililerinin çalışmaları deneysel olarak bize bazı koşullarda da bir türün bir başka tare dönüşümünün olanaklı olduğunu göstermiştir.
[24] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, s. 44-45.
[25] Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 116.
[26] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 658.
[27] Bu konuda André Stil’in güzel romanları okunabilir: Le premier choch, Le coup du canon, Paris avec nous, Editeurs Français Réunis.
[28] Makarenko, Le Chemin de la Vie, Editions du Pavillon; Poème Pédagogique, ELE, Moscou 1953.
[29] Bu konuda bkz: Altın Yıldız Nişanı filmi; ve öbür romanlar arasında, Ajaev, Loin de Moscou, ve G. Nikolaieva, La Moisson, Editeurs Français Réunis.
[30] “Ethel Rosenberg’in Oğullarına Şiir”, Lettres de la Maison de la Mort’da, Editions Gallimard.
[31] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 658.
[32] M. Thorez, Haziran 1953.

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments