Kültür Sanat Edebiyat Felsefe
Cuma, Kasım 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaPolitikaTürkiyeŞimdi Bütünlüklü Bir Sol Duruş Zamanı | Mithat Sancar

Şimdi Bütünlüklü Bir Sol Duruş Zamanı | Mithat Sancar

Solun bugün mevcut haline nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye‘de solun bugünkü durumunu şu üç sözcüğün ışığında değerlendirebiliriz: Dağınıklık, güvensizlik, korku. Sol, fazlasıyla parçalı ve dağınıktır; kendine güven duymamaktadır; her bir sol parçanın duruşunu belirleyen temel faktörler arasında korku önemli bir yer tutmaktadır.
Bu nereden kaynaklanıyor?

Bu tablonun kökleri, 12 Eylül‘de yatmaktadır. Gerçi bu tespit, o kadar sık tekrar edildi ki, artık bayat bir klişe haline geldi; ama hakikat bu. 12 Eylül, solun sadece fiziksel varlığını değil, özgüvenini de dağıttı. 1965 – 1980 arası dönemde, sol toplumla güçlü bağlar kurabilmiş; siyasal dengeleri etkileyen bir aktör haline gelmişti. Bütün sıkıntılarına, acemiliklerine, yanlışlarına, zaaflarına rağmen sol, bu dönemde, ayaklarını topluma basıyordu.

Bu durum, solun kendine güveninin de güçlenmesini sağlamıştı. Gerçekten de, kendine güveniyordu sol; hatta bu güven, abartılı derecede büyüktü; kısa zamanda “devrim” yapacağına bile inanmıştı.

Sonra ne değişti?

Darbenin ardından, herhangi bir direniş gösterememiş ve kısa sürede ağır bir hezimete uğramış olmak, solun hem kendine hem de topluma güvenini çok ciddi biçimde örseledi. “Nerede o insanlar?” sorusu, bilinçaltına kazındı sanki. Bunun adı, travmadır. Sol bu travmayla baş etmeyi, bu travmayı aşmayı bir türlü beceremedi. Güvensizlik duygusu, içe kapanmayı ve küçük dünyalara sarılmayı da beraberinde getirdi. Yeniden toparlanma adı altında, eski aidiyetlere dayanan küçük gruplar oluştu. Herkes, kendini en çok kendi grubu içinde güvende hissediyordu. Bu gruplara güvenmeyenler de, ya kendi bireysel dünyalarına sığındılar, ya da daha büyük dünyalara yelken açmak adına kendilerinden bile kaçtılar. Çeşitli dönemlerde gündeme gelen “birleşme”, “ittifak” arayışları da bu güvensizlik duygusunun ipoteğinden kurtulamadı. Kendi küçük dünyasının dışına çıkmanın, belirsiz bir ortamda kurda kuşa yem olma sonucunu doğuracağı düşünüldü. ÖDP gibi, en kapsayıcı ve heyecan verici birlik projesi bile, bu yüzden başarısız oldu.

Travmayı aşamadığınız zaman, o travmayı yaratan olaya, daha doğrusu travmayı yaratan olayın yaşandığı geçmişe saplanıp kalmanız kaçınılmazdır. Solun çeşitli unsurları, bu geçmişe saplanıp kaldıkları için, akmakta olan zamanı yakalama konusunda da çok büyük zorluklar yaşamışlardır. Dünyadaki değişimleri, ülkedeki gelişmeleri ıskalama gibi bir durumla karşı karşıya kalmışlar; bu şartların içinde yetişen yeni kuşakları kucaklamakta başarılı olamamışlardır. Zira güvensizlik duygusunu aşamayan bir özne, dış dünyayı belirsizlikler ve tehlikeler evreni olarak algılamaya meyleder; o evrene doğru hamle yapamadıkça da, kendi içinde, küçük dünyasında kalmayı tercih eder. Bu durumda, o küçük dünyanın kendi içindeki sorunlar veya o küçük dünyayı paylaşan grupların kendi aralarındaki anlaşmazlıklar, evrenin en önemli meseleleri haline gelir; bütün enerji bunlara harcanır. Oysa dışarıda gürül gürül akan bir hayat var ve o hayat sizi, sizin kendinize gelmenizi beklemiyor.

12 Eylül’den sonra, sol taleplerin en fazla yankı bulduğu zamanların ortak özelliği; hep hayata doğrudan müdahale etme becerisinin gösterilmiş olmasıdır. İnsan hakları kavramını, sol sokmuştur Türkiye’nin gündemine. Darbenin vahşi baskı ve zulüm politikalarına, pratiklerine karşı yükselen mütevazı ses, sokağa çıkan bir avuç yürekli insan, içeride ve dışarıda güçlü bir yankı uyandırmıştır. Bu da gösteriyor ki, hayata dokunan anlamlı bir söz üretmek ve bunu etkili bir şekilde dillendirmek, hegemonya mücadelesinde var olabilmek açısından çok önemlidir. Eğer fiziksel varlığınız büyükse, cüsseniz iri, görünürlüğünüz güçlüyse; sözünüzün ağırlığı da neredeyse kendiliğinden fazla olur. Aksi durumda, sözünüz varlığınızın şartı haline gelir; bedeniniz ancak sözünüzün anlamlı ve etkili olmasıyla gelişebilir. Demek istediğim, fiziksel varlığın zayıf olduğu şartlarda, hayata dokunan anlamlı ve etkili söz, hegemonya mücadelesinde, cürmünüzden fazla yer yakmanızı sağlar; cürmünüzü, yani cüssenizi güçlendirmek için size büyük imkanlar sunar. Oysa sol, 12 Eylül sonrası dönemde, hayatta karşılığı olabilecek, hayatın akışına müdahale edebilecek anlamlı ve etkili söz üretme konusunda çok yetersiz kalmıştır.

Bu ne gibi sonuçlar doğurdu?

Hegemonya mücadelesinde bir referans haline gelememek, sahayı başkalarına terk etmiş olmak, güvensizlik duygusunu pekiştirir. Bu durumun önemli bir sonucu da, korkudur. Kendiniz bir referans olamamışsanız, kendinize güveniniz yoksa, sözünüzü söylerken, duruşunuzu belirlerken hep bir hesap yapmak ve şu tür sorular sormak durumunda kalırsınız: Acaba bu söz, bu duruş kimin işine yarayacaktır? Şimdi ben hangi tarafta görüneceğim? Şu son zamanlarda kendini sol olarak tanımlayan veya solun potansiyel tabanını oluşturan çevrelerdeki değerlendirmelere bakınca, bunu çok açık görebiliyoruz.

Bunun başka sonuçları da var kuşkusuz. Mesela, bugün solun potansiyel tabanı olarak sayabileceğimiz geniş bir çevre, siyasal alana hakim olan iki kutuptan birine doğrudan veya dolaylı bir şekilde eklemlenme durumunda kalmaktadır. Darbeciliğe, otoriter arayışlara, devletçi ve militarist yaklaşımlara karşı olanların küçümsenmeyecek bir kısmı; açıkça veya örtülü olarak, bunlarla sorun yaşıyor gibi gözüken AKP’den medet umar hale gelmiştir. Bu insanları AKP‘ye gönülsüzce de olsa sempatiyle bakmaya yönelten şey, AKP’nin çizgisi değil, bu partinin hegemonya mücadelesinde kapladığı kocaman yerdir. Öte yandan, AKP’nin din temelli devlet ve toplum projesi güttüğüne inanan ve bunu yakın tehlike olarak gören insanların yine küçümsenmeyecek bir kısmı, yine gönülsüzce de olsa kurtuluşu ordu eksenli güç merkezinde bulmaktadır. Aynı şekilde, Kürt sorununun yarattığı derin yaraların bir an önce tedavi edilmesini bekleyen çok sayıda insan, sol politika kaygısını bir kenara bırakarak Kürt hareketine eklemlenmeyi tercih etmektedir. Diğer taraftan, Kürt hareketinin kendine güvenini ve Kürtlerin kimlik taleplerini, güvensizlik içinde kıvranan potansiyel sol kitle içinde kendilerine bir tehdit olarak algılayan çok sayıda insan var ve bunlar da, milliyetçi – ulusalcı akımlara yanaşmaktadırlar.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Mesela neoliberal politikaların yarattığı yıkıma karşı, devletçiliği ve ulusalcılığı çare olarak kavramak, bir sol alternatif olarak sunulabiliyor. Öte yandan, alternatif söz ve politika üretemeyenler de, neoliberalizmin kader olduğu algısına kapılmaktadırlar.

Solun koordinatları mı değişmeye başladı?

Bu durum, kavramların da acayip bir şekilde karışmasına neden olmaktadır. Mesela milliyetçilik ve ulusalcılık antiemperyalizm olarak pazarlanabiliyor; otoriter-militarist yönelimler, aydınlanmacılık adına meşrulaştırılmak isteniyor.

Ortada sahipsiz duran temel talebin demokrasi olduğunu söyleyebiliriz. Bugün demokrasiye vurgu yapmak, belli çevrelerde AKP yandaşlığı, liberallik olarak damgalanıyor.

Bugün solun politika yaparken temel koordinatları ne olmalıdır?

Bu soruyu cevaplayabilmek için bazı ayrımlar yapmak gerekir. Bir “sosyalist devrim”in kapıda olduğuna inanan bir özne, siyasal alandaki pek çok tartışmayı teferruat olarak görebilir. Bugün Türkiye’de şartların böyle bir devrim için elverişli olduğu iddiasının ciddiye alınır bir tarafı yok. O zaman, sol adına politika yaptığını söyleyen her özne, toplumun geniş kesimlerini meşgul eden her sorun karşısında söz ve tutum üretmek zorunda. Ancak bunu yaparken de, sorunları birbirinden kopuk bir şekilde ele almaktan kurtulmak; bütünlüklü bir proje ekseninde hareket etmek gerekiyor. Aksi takdirde sözünüzün ve tutumunuzun bir hükmü olmaz.

Şimdi Türkiye‘de acil bir demokrasi sorunu olduğunu kabul ederek işe başlamak lazım. Cumhuriyetin “tepeden inmeci otoriter modernleşme projesi”nin en önemli kırılma noktasından geçiyoruz bana göre. Bu kırılma, demokrasi yönünde olabileceği gibi, daha sert ve uzun süreli bir askeri, otoriter tahakküm yönünde de kırılabilir. Darbe tehdidini, Ergenekon’da somutlaşan derin devlet tehlikesini bu nedenle ciddiye almak gerekir. İster biçimsel diyelim, ister burjuva sıfatıyla birlikte telaffuz edelim, demokrasi sorunu Türkiye’nin hayati meselesi olarak ortaya çıkıyor. Ancak bu sorunu sahiplenecek, turalı ve samimi bir talebe dönüştürecek güçlü bir özne yok şu anda. AKP’nin “demokratlığı”nın nasıl bir şey olduğu her geçen gün daha da netleşiyor. AKP; ideolojik dayanakları, tarihsel kökleri, beslendiği damarlar ve temsil ettiği çıkarlar dolayısıyla, Türkiye’de demokrasi talebinin taşıyıcısı olamaz. Sadece otoriter manevraların hedefinde olmak ve bunlara konjoktürel taktiklerle karşı koyar gibi yapmak, demokratlık için asla yeterli olamaz. İşte solun, öncelikle demokrasi talebini taşıyacak güçlü bir toplumsal özne yaratma gibi bir sorunu ve sorumluluğu var. Böyle bir adres yaratılabilse; demokrasiyi çok sınırlı bir çerçevede ve araçsalcı mülahazalarla savunan AKP’nin de, otoriter arayışlardan medet uman kesimlerin de hegemonyasında ciddi çatlaklar oluşacaktır. Solun demokrasi talebi konusunda yararlanabileceği, güçlü tarihsel birikimleri de var. Bunun için, mesela Marx‘ın Fransız Devrimi‘yle ilgili ünlü üçlemesini yeniden okumak bile yeterli olabilir.

Sizce sol, demokrasi mücadelesini yeterince önemsiyor mu?

Burada, sol yapıların sadece kendi dışlarına değil, Türkiye’nin de dışına çıkma meselesiyle yüzleşmeleri gerekiyor. Mesela AB projesi, bu çerçevede değerlendirilebilir, hatta değerlendirilmelidir. Latin Amerika’da son yıllarda yaşanan gelişmeler bu açıdan önemli derslerle doludur. Sol hareketlerin buralardaki yaklaşımlarında, kıtasal ve giderek küresel dayanışma merkezi bir yer tutuyor. AB’yi münhasıran sermayenin ve bürokrasinin malı olarak değil, halkların talebi ve ortak mücadele zemini olarak okuma çabası, Avrupa solunda önemli somut kazanımlara dönüşmüştür bugün. Küçük ırmaklardan çıkıp denizlere açılma, oradan da okyanuslarla birleşme hedefi olmadan, neoliberal küresel tehditlere ve onların uzantıları yerel tehlikelere karşı mücadelelerde aktif ve etkili özne olma şansının kalmadığını görmek gerekiyor.

Buradan bütün toplumsal hareketlerin zorunlu referansı olan Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” üçlemesiyle devam edelim.

Solun, özgürlükler konusunda da ikircikli, kaçamak bir tutumdan mutlaka kurtulması gerekiyor. Bu noktada, mesela Rosa Luksemburg’u, onun o ünlü şiarını hatırlamakta fayda var: “Özgürlük, daima farklı düşünenlerin özgürlüğüdür.” Bu sloganı, ancak kendine güvenini tesis etmiş ve ayaklarını toplumun içine yerleştirmiş bir sol yükseltebilir. Tersi de geçerlidir: Bu sloganı sahiplenen sol, kendine güveninin de toplumla bağlarını da güçlendirme yolunda önemli bir adım atmış olur.

Eşitlik kavramı gücünü nereden alıyor?

Eşitlik sorunu, sol olabilmenin mihenk taşıdır. Neoliberal politikaların yarattığı derin yoksulluk ve devasa eşitsizliklere karşı, bu sonuçlardan canı en çok yanan insanları harekete geçirmeden mücadele etmek mümkün değildir. Kuşkusuz sadece soyut bir karşı çıkış değildir kastettiğim. Somut alternatif öneriler ve güçlü bir toplumsal dayanışma hareketi olmadan, bu kesimleri mücadelenin dayanağı haline getiremezsiniz.

Bir de, “toplumsal barış” ya da “bir arada yaşama” diye bir sorunu vardır Türkiye’nin; adı da Kürt sorunudur ve bütün sorunların gelip düğümlendiği bir kilittir. Elbette bu sorunun kimlik boyutu, yani etnik-ulusal bir boyutu vardır ve bu çok önemlidir; ama bütün sorunları bu noktaya endekslemek, sol politika adına savunulabilecek bir şey değildir. Bütün sosyal sorunları etnikleştirmek, milliyetçiliklerden başka bir şey üretmez. Etnik sorunları yok saymak, yani bütün etnik sorunları sosyalleştirmek de, toplumlar arasında kopukluk ve ağır iletişimsizlikten başka bir sonuç yaratmaz. Bu konuda sol bir proje; ancak ulus devlet perspektifini her iki açıdan da aşmış, kimlik sorunlarının toplumsal ve siyasal kaynaklarını ciddiye alan, tersine toplumsal ve siyasal sorunların etnik kaynaklarını da hesaba katan bir bakış açısıyla oluşturulabilir.

Aynı şeyler, diğer ayrımcılık türleri için de geçerlidir. Mesela cinsiyet eksenli zulüm ve ayrımcılığı, başka tür sorunların türevi olarak gören yaklaşımdan mutlaka arınmak gerekir.

Elbette bütün bu konularda bugüne kadar değişik öneriler ortaya atılmış, politikalar geliştirilmiş, eylemler de yapılmıştır. Ancak bunların etkilerinin büyük ve kalıcı olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değildir.

Peki sol bu durumu nasıl aşabilir?

Şimdi Türkiye sorunlarının bu yakıcı eksenleri üzerinden bütünlüklü bir sol duruş ve söyleyiş yaratma zamanıdır. Bunun için de, bir “acil hedefler programı”na ihtiyaç vardır. Demokrasi/özgürlük, sosyal adalet/eşitlik, dayanışma/kardeşlik ayakları sağlam kurulmuş bir program olmak zorundadır bu. Böyle bir programın ayrıntıları, emek eksenli örgütlerin öncülüğünde oluşturulacak bir platformda tartışılıp netleştirilebilir. Ardından da, ortak mücadelenin kurumsal formları gündeme alınabilir.

Umutsuz deneylerle ve solun bugün yaşadığı bunalım ile birlikte düşündüğümüzde, solun bugün bir araya gelebilme imkanını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gerçi bu konuda umut kırıcı tecrübe örnekleri çoktur; ama bunun aksine işaretler de var. Üstelik şartlar, her zamankinden fazla böyle bir ihtiyacı dayatıyor. Geçmişteki hayal kırıklıkları, hayata küsmenin gerekçesi ya da bahanesi olamaz.

Türkiye’de var olan sosyalist partilerin bir araya getirilmesinden ibaret bir birliğin bugün ihtiyacı karşılayacağını düşünmüyorum. Böylesi bir oluşum için mutlaka emek örgütleri işin içerisinde, hatta merkezinde olmalıdırlar. Türkiye’nin önemli bir muhalefet dinamiği olan meslek örgütleri de burada olmalıdır. Bunlarla birlikte sosyalist yapı ve partilerle birlikte aydınlar da bir tartışma platformu etrafında bir araya getirilmelidir.

Nasıl bir proje olmalı?

Yalnızca söz söyleyecek, tartışacak bir platformdan söz etmiyorum, 3 Kasım mitinginden yapıldığı gibi aynı zamanda ülke siyasetine etkin müdahale yöntemleri geliştirmek de temel hedeflerden olmalıdır.

Böylesi bir zeminin oluşturulması için elbette herkesin öncelikle grupçu yaklaşımlardan kurtulması gerekir. Her örgüt, solun güdüklüğünün ve etkisizliğinin nedenleri ve sonuçları konusunda kendisiyle yüzleşme ve hesaplaşma cesaretini ve olgunluğunu gösterirse, ancak o zaman mesafe alınabilir. Böylece, mevcut yapıların basit bir toplamından ibaret olmayan, onları aşan yeni bir zemin yaratılabilir.

Çatı partisi önerisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çatı partisi ile önerdiğim bu zemin karşı karşıya konulmamalıdır. Bunlar birbirlerinin karşıtı ya da alternatif olarak görülmemelidirler; aksine birbirlerini besleyebilirler.

Ancak ben belirttiğim ihtiyacın çatı partisi türü bir yapılanmayla karşılanabileceğini düşünmüyorum. Çatı partisi projesinin, sonuç olarak daha önce defalarca denenmiş olan güç birlikteliklerinin, ittifakların ötesinde ne önerdiğini pek anlayabilmiş değilim. Muğlâk bir öneri gibi geliyor bana. Belki yakın zamanda oluşturulacağı belirtilen girişim heyetinin çalışmaları, bu önerinin somutlaşmasını ve netleşmesini sağlar. O zaman, durumu yeniden değerlendirmek gerekebilir.

Sizce atılması gereken öncelikli adım nedir?

Türkiye solunun bugün ihtiyacı olan temel şeyin, kendini güçlü bir özne olacak biçimde inşa etmek olduğunu düşünüyorum. Böylesi bir sol örgütlülük olmadan, Kürt hareketiyle kurulacak bu tür ittifaklar eşitsiz olacaktır. Böyle olduğunda da birileri diğerlerinin peşine takılmış, yedeği haline gelmiş gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Bu durum, Türk kamuoyuna Kürt sorununu anlatmak konusunda yaşanan sıkıntıları, hatta tıkanıklıkları aşmayı da kolaylaştırmaz. Oysa, Kürtlerin dertlerini ve taleplerini Türkiye emekçilerine anlatmadan bir arada yaşama temelinde demokratik bir çözümün önü de kolay kolay açılamaz. Kuşkusuz güçlü bir sol yapı, etnik kimlikler üzerinden oluşturulamaz; yani Kürtlerin, Türklerin ve diğer topluluk mensuplarının bir arada gelmesini kesinlikle dışlayamaz. Söylemek istediğim o değil. Ortada güçlü bir Kürt hareketi var; diğer yandan dağınık ve etkisiz sol yapılar. Bunları bir araya getirerek, Kürt sorununu Türk kamuoyuna yeni bir dille anlatmak çok zor. Bu nedenle, öncelikle güçlü bir sol yapı oluşturulmalı. Böyle bir sol yapı, Kürt hareketini de rahatlatacaktır. Daha eşit koşullarda, ilkesel ve etkili ittifaklar çok daha kolay bir şekilde kurulabilecek; daha geniş kesimlere hitap eden ortak hareket ve mücadele imkânları genişleyecektir. Bu nedenle tekrar vurgulamak gerekirse; bence acil ihtiyaç, emek örgütlerinin merkezinde olduğu, sendikaları, meslek örgütlerini, aydınları, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan parti ve yapıları; kendilerini sosyal demokrat olarak adlandıran partilerin içinden ve bunların dışında kalan oluşumlardan gelebilecek belirttiğim ilkelere duyarlı bütün kesimleri içermeye elverişli bir zemin yaratmaktır.

Böylesi bir girişimi yerel seçimler bağlamında nasıl ele almak gerekir?

Bu zemini, yaklaşan yerel seçimlere odaklanmış konjonktürel bir arayış olarak düşünmemek gerekiyor her şeyden önce. Ancak seçimler, bu arayışın imkanlarını ve sınırlarını test etmek için bir vesile olarak görülmeli. Bu çerçevede, sözünü ettiğim bileşenler, belli yerlerde ortak adaylarla seçime girmeyi gündemlerine almalılar. Kürt hareketiyle ittifak da bunun bir parçası olmalı mutlaka. Aslında, 22 Temmuz seçimlerinde denendi bu; ancak dağınık ve acele bir biçimde yapıldı her şey. İstenen sonuçlara ulaşılması konusunda tatminkar bir başarı elde edilmemiş olsa da, geride önemli bir tecrübe birikimi kaldı. Hayatın içine akma, solun potansiyel tabanıyla birebir temas kurma, ciddi bir heyecan ve sinerji yarattı. Bunu şimdi daha planlı, ilkeli ve paylaşımcı bir tarzda yeniden denemek gerekiyor. Ancak, ortak sol zemin arayışı, bu hedefe kilitlenmemeli ve kendini bununla sınırlama sonucu doğurabilecek çekimlerden kaçınmalı. Aksi takdirde, olası bir başarısızlık, yeni bir çöküş, daha ağır bir depresyon yaratabilir.

Türkiye’nin önemli çalkantılara gebe olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Bunları göğüsleyebilecek, çaresizlik duygusunu kırarak aktif veya atıl sol potansiyelin çekim merkezi olabilecek demokratik ve özgürlükçü sol bir platformu uzun vadeli bir proje olarak düşünmeliyiz. Bunun için de, herkesin kendini aşmaya hazır olması, eski yapıların toplamından ibaret olmayan bir şey yaratmaya samimi bir şekilde inanmak ve hayata dört elle sarılmak şarttır.

BirGün, 12-13 Mayıs 2008

 

RELATED ARTICLES

Most Popular

Recent Comments