Spinoza düşünce tarihinin en ilginç filozoflarındandır. Amsterdam Sinagogu’nun aforoz ettiği bu kişi filozofa yakışır bir tutarlılıkta, tam anlamında yapayalnız yaşadı. Felsefesini geliştirme yolunda gecesini gündüzüne katarken dünyayla hemen bütün bağlarını kopardı, tam bir yoksulluk ve kimsesizlik içinde kırk dört yıllık ömrünü bir bilgeye yakışır biçimde tamamladı. Ekmeğini kazanabilmek için gözlük camı parlatma zanaatını öğrendi, ölene kadar bu işi yaptı. Bütün bir günü bir tas çorbayla geçiriyor, biraz daha parası varsa çorbanın yanına bir bardak bira ekliyordu. Bu zor koşullara karşın saray seçicisinin seni Heidelberg üniversitesinde felsefe kürsüsüne atayalım önerisini profesör olmak istemediği gerekçesiyle geri çevirdi. Gün geldi, Descartes’ın kitaplarıyla tanıştı. O kitapları yutar gibi okudu: aradığını bulmuştu.
Sonraları felsefede bütün bildiklerini Descartes’dan öğrendiğini sık sık söylemiştir. Ne var ki Spinoza’nın felsefesi ustasınınki gibi apaçık değildir. Descartes düşüncesini yürürlükteki tektanrılı dinlerin şemasına bir ölçüde uydurmuşken Spinoza yahudi inancına iyice ters düşen heptanrıcı bir anlayış geliştirmişti. Oldukça zor okunan temel kitabı Ethica okuyucuyu alabildiğine yorar hatta deli eder. O tanımlar, konutlar, belitler, önermeler, göstermeler, gerekçeler, sonuçlar yıldırır insanı. Leibniz yerden göğe haklıdır: “Spinoza gösterme sanatında her zaman büyük bir usta olarak görünmez. Bu yazarın zihni karışık ve dolambaçlıdır. Aydınlık ve doğal yolu izlediği olmaz pek, sarp yolları ve karışık gidişleri sever, göstermelerinin çoğu insanı aydınlatacağına şaşırtır.”
Onun felsefesinde ruh yazgıya boyun eğmiştir: özgür seçiş yoktur, özgürlük olanaksızdır, özgürlükten sözedenler “gözü açık düş görenler”dir. Özgür seçiş olmadan ahlak olur mu? Her belirlenimci filozof ahlak sözkonusu olduğunda kuramını birazcık gevşetmek zorunda kalır. Genel fikir şudur: her şey Tanrı’da açıklamasına kavuştuğuna göre iyi de kötü de yoktur. At attır, ev evdir, katil de katildir. İnsanı mutlu kılan her şey yararlıdır, insana acı veren her şey zararlıdır. Beni büyüleyen şu deniz görünümü köre bir şey söylemez. Yaşamın özünde hazza yöneliş istemi vardır. Önemli olan tutkularına egemen olmaktır. Tek olsaydık önemli değildi, ama bir toplumda yaşıyoruz. Başkalarıyla olmak bize ya uygundur ya değildir: bize uygun geliyorsa sevinç verir gelmiyorsa acı verir. Önce arzu ve tutku vardır, onu acı ve sevinç izler. İnsanın varlığını sürdürme istemi böylece ya olumlu ya olumsuz bir sonuca ulaşır.
Sevinç insanın daha büyük bir yetkinliğe, acıysa insanın daha eksikli bir yetkinliğe ulaştığı tutkudur. Tüm öbür tutkular sevincin ve acının değişik biçimleridirler. Sevinçten ve acıdan örneğin aşka ve kine ulaşırız. Umut bir tür sevinçtir, korku bir tür acıdır. Böylece sevinç ve acı değişik biçimler alırlar. Ancak ruhun özü düşüncedir. İnsan kendini düşünceyle vareder. Usunu iyi kullanan kişi kendinde yüceye ulaşır, gerçek mutluluğa erişir, yetkinliğe ve doğru’ya varır. Yetkin yaşam ussal yaşamdır. Her insan kendi olmayı usuyla gerçekleştirir. Burada mantıkla ahlakın içiçe geçtiğini görüyoruz. Yaşamını ussal çerçevede düzenleyen her kişi korkuların ve pişmanlıkların üstüne çıkar, ölüm korkusunu geride bırakır, ölümü düşünmez, yalnızca yaşamı düşünür. O kimseden korkmayacak, kimseden bir şey beklemeyecektir. Demek ki en yüce düşüncenin yani Tanrı’nın yolunda olmak yeterlidir. Böylece Spinoza ahlakı, özünde Tanrı’ya ussal bağlılıktan başka bir anlam taşımaz.
Asıl sorun Tanrı’nın nasıl bir Tanrı olduğudur. Cezalandıran ödüllendiren bir Tanrı mı? Hayır. Böyle şeyler Tanrı fikrinin özünü zedeler. Bildiği gibi davranan Tanrı’nın bir anlamı olabilir mi? Onun aforoz edilmesine neden olan sorun burada böylece karşımıza çıkar. Spinoza’nın Tanrı’sı evrenle özdeşleşmiş bir Tanrı’dır. Natura naturans (Tanrı) natura naturata’da (Dünya) içkindir. Bu durumda Tanrı’ya bağlanmak doğrudan Doğa’ya bağlanmaktır. Tanrı Stoa’da olduğu gibi evrenin ussal özüdür. Demek ki ahlakın temelinde Doğa’nın gereklerine mutlak başeğiş vardır. Zaten Tanrı da gelişigüzel davranmadığına göre kendi gereklerine başeğmekte değil midir? Bu durumda bireysel düzeyde ruhun ölümsüzlüğünden sözetmek de olası değildir. Evrensel ruh yani Tanrı ölümsüzdür yalnızca. Bir başka deyişle ruh ancak tanrısal töz olarak ölümsüzdür. Ethica’nın beşinci bölümünde Spinoza bir insan öldüğünde ondan geriye ruhsallık adına pek az bir şey kaldığını söyler. Dinci filozof Malebranche Spinoza’nın felsefesini “korkunç kuruntu” diye nitelendirmiştir.